Şükrü BULUT |
|
Ekonomik kriz, AB’yi güçlendirecek |
Evvelâ peşinen belirtelim ki, bu bir ekonomi yazısı değildir. İktisadî bir tahlil de olamaz. Olsa olsa siyasî bir analiz kabul edilebilir. AB’de başgösteren ekonomik krizin mahiyetini doğru kavramak için geçmişe ve günümüze ait bazı parametrelere ihtiyacımız var. Hadiseleri zuhur seyrine göre doğru adeselerden değerlendirmemiz lâzım.
BİRKAÇ HADİSE İsveç ve İngiltere dışındaki AB ülkelerinin 2000 yılından itibaren ortak para birimine geçişleri, küresel ticaret ve sermayeyi kontrollerinde tutanları paniğe sevk etmişti. Hatta İsveç euroya geçiş için referanduma giderken, tam da oylama öncesinde hariciye bakanı Anna Maria Lind’in hunharca katledişini, o günün yorumcuları direkt bu hadiseye bağlamışlardı. Avrupa’daki diğer faili meçhuller gibi, Lind’in de asıl katillerinin üzerine gidilmedi. Hafızanızı şöyle bir yoklayınız. Frankfurt Merkez Bankasının pişdarlık ettiği euronun dünyada itibar görmesi (Türkiye, İran, Arap dünyası ve hatta Çin’de de) doların spekülasyonlara müsait dünyasındaki karanlık güçleri harekete geçirmişti. Körfez savaşlarının sebepleri arasında AB’nin ekonomik güç kazanması da vardı. Gerek ilk ve gerekse ikinci Körfez savaşlarına AB ülkeleri taraf olmak istemedikleri halde, o karanlık finans gücü birinci savaştan dolayı faturaları ödetirken, ikinci savaşa onları bizatihî itmişti. O günlerin AB Parlamentolarındaki mevzu ile alâkalı konuşmaları yeniden dinlerseniz, hadisenin boyutları daha kolay anlaşılır. Euronun şaha kalktığı dönemde Fransa’da çok acaip dolaplar döndü. Selânikli Sarkozy münafıkane bir şekilde, Chirac’ın kanatları altında, siyasî kariyerin merdivenlerini oyunlarla atladı ve bildiğiniz gibi neticede başkan seçildi. Hedefi AB’yi maddeten ve manen güçsüzleştirmekti. Zira arkasında AB karşıtları dediğimiz neocon ve neoliberaller vardı. O günlerde Alman sosyalistlerinin ifadesiyle Almanya’ya “çekirge sürüleri” dadanmıştı. AB karşıtı sermayedarlar AB ülkelerindeki dev sanayi kuruluşlarını satın alıyor; sonra içini boşaltıp terk ediyorlardı. Milyonlarca işçi bu dönemde kendisini “kapı dışında” bulmuştu. Emekçi geçinen eski komünistler, bu defa vicdansız birer sermayedar olarak geri dönmüşlerdi. O günün kamuoyunu aldatmak için; “Eski Doğu Bloku ülkeleri iş gücü ve vergi noktasında çok cazip olduklarından oraya gidiyoruz” diyen bu sahtekârların yalanları, sonradan ortaya çıkacaktı. İnsanın “insan” muamelesi görmediği, Firavunların piramitlerde çalıştırdıkları köleler gibi çalıştırılan Çin halkından dolayı, bir kısım sanayi devleri Çin’de de şube açıyorlardı. Fakat hedef, AB’deki istihdam ve imalatı bitirerek kaos oluşturmaktı. Yüz senelik büyük aile firmaları ağlayarak fabrikalarını terk ediyorlardı. Neoliberaller gizli savaşı ilân ettiler. İsterseniz bir başka hatırlatma ile mevzunun özüne girmeye çalışalım. Amerika’ya yakın devletçiklere ve Londra’ya yerleşen “köpek balıkları” ile “çekirge sürüleri,” 11 Eylül rüzgârını da arkalarına alarak, sermayeyi belli merkezlerde toplamaya çalıştı. Şeffaflık, adalet, düzen ve takibi esas alan AB’ye hücum kararı aldılar. Elbette ki Yunanistan gibi zayıf halkalar diğerlerinden önce zarar göreceklerdi. Daha önce sinsi ve farklı ülkeler üzerinden başlatılan “ekonomik savaş” bu krizlerle herkesçe aleni olarak kabul edildi. Neoliberallerin finans şefi George Soros ile Amerikalı Rothschild’ın fon temsilcileri de bu savaşı kabullenmiş oldular. İsviçre’yi “karanlık bir finans adası” olmaktan çıkaran AB’ye karşı ikinci Avrupa’nın hücumu çok yönlü oluyor. Avrupa kıt'ası içinde “İslâm karşıtlığını” sokmak ile çoktan ölmüş “Avrupa ırkçılığını” hortlatmaya çalışan bu çevrenin kesin sonuç için can havliyle yaptığı atakları hep birlikte görüyoruz. Başta güvenlik ve finans meselesi olmak üzere birçok hususta AB’nin başını ağrıtan İngilterenin euro karşıtlarına verdiği destekten dolar lehine sonuç bekleyenler yanılıyorlar. Bu savaşın hedefinde kazanmaya bedel “kaos çıkarmak” olduğundan, bütün millî devletler zarar görüyorlar ve görecekler. Dünya barışında denge olmaya başlayan AB’yi yıkma veya en azından marjinalleştirme gayretiyle çalışanların, bilmeden evvelâ AB’ye ve daha sonra dünyaya yaptıkları iyiliği de unutmamak gerekiyor.
ŞER GÖRÜNENDE HAYIR VARDIR Millî devletlere ve sınırlara karşı olan neoliberallerin marifetiyle ve hürriyet fırtınasıyla yıkılan bazı prensipler, bu vesileyle tekrar onarılmaya başlandı. İşi gücü dünyada emek ve sermaye çatışması üretmek olan bankaların ve finans fonlarının tahripkâr mahiyetleri bu krizle iyice anlaşıldı. Bu neticeden hareketle AB maliyeleri, neticelerinden bütün dünyanın istifade edeceği daha âdil prensipler üzerinde daha reel politikalar geliştiriyorlar. Hırsızlara, yağmacılara, yalancılara ve sihirbazlara karşı yeni “korunma sistemleri” geliştirmeye başlayan AB’nin niyeti, komünizmin bir başka hüviyette ortaya çıkmasını engellemek ve AB’yi hakikati ile bir medeniyet adası düzeyine çıkarmaktır. Faiz veya sermayeyi karanlık güçlerde toplayan bugünkü “finans sistemini” adaletli paylaşım, barış ve istihdamın çizgisine çekmeye gayret eden AB’nin bu haliyle istihza etmek Türkiye’nin idarecilerine yakışmıyor. Soros ve Rothschild gibi mahiyetleri belli olan çevrelerin paralarıyla ekonomimizin düze çıkmayacağını zaman gösterecektir. Fon idareciliğinden Türkiye Maliye Bakanlığına gelen M. Şimşek’in ekonomi politikalarının neticesini çok yakında bütün Türkiye görecek. AB’nin dışında dünya barışını, istihdamı, adaletli paylaşımı ve millî devletlerinin yararını esas alan global bir program olmadığına göre, bu ekonomik savaşı takibe devam edeceğiz... 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Takdir edici yoldaşlar |
Güneşin doğduğunu görmek değil, güneşle beraber olmak demektir vefa... Vefalı ağabeylerle ve kardeşlerle beraberdik geçtiğimiz ayın son günlerini. İstanbul, maviliğinin yanında biraz da pembe idi. Hizmet diye koşarak gelen ve bulundukları mahallerde gerçekten ve sırf Allah rızası için, hizmetin ağırlıklı olarak yükünü omuzlayan muhterem, mübarek ve muazzez ağabeylerimizi, tebessüm eden mutlu simalarıyla gördük. İstanbul maviliği de görüldü ve bütün gökyüzüne ilân edildi. Esas, bir çalışmanın içinde olmak değildir! Esas ihlâsla ve sırf Allah rızası için hizmetin içinde olmaktır. Velev ki alkışlayıcı olarak da olsa. Ümidi, aşkı, şevki, birliği ve beraberliği alkışlamak. Kucaklamak ve kucaklaşmak. Biz hiçbir iş, hiçbir hizmet yapamadık diyen yoktu Elhamdülillah. Her mahallin hademeleri hizmetin bir ucundan nasıl tuttuklarını, ne gibi yollar takip ederek nasıl başarılar elde ettiklerini dile getirdiler. Şevk alındı, şevk verildi. Unutulmaya yüz tutan, birbirini takdir ve tebrik cümleleri ağırlıklı olarak zikredildi Elhamdülillah. Zaten bu asil ve necip cemaate yakışan da budur, çok şükür. Kâbe’yi tavaf ederken hem kendine, hem de tavafa ve dolayısıyla kâinatın büyük ibadetine iştirak eden mü'minler gibi ‘’nağbüdü nestain’’ sırrıyla hem nefisler, hem de toplantıya iştirak eden herkes müstefid ve faideli oldular Elhamdülillah. Yönetimin tarihî faaliyet ve müjdeli haberleri de elbette ki hem duaya, hem de takdir ve tahsinlere medar oldu Elhamdülillah. İnşaallah daha çok faaliyeti ve müjdeli haberleri hem yönetimden, hem de gazete çalışanlarından bekliyoruz. Biz de esas olarak geçerli olan hizmetin içinde fani olmanın güzel şekillerinin sergilendiği faaliyet ve projeleri dinlemek ve bir kısmının gerçekleştirildiğini görmek, dinlemek de bir başka güzellikti. Cemaat şeklinde bir şahs-ı manevî teşkil ederek ehl-i imanın üzerine gelen ahirzaman küfr-ü mutlakına karşı kol kola girmiş, birbirini takdir ederek beraber bir Kur’ân ve iman hareketinin şahs-ı manevisi içinde yer alarak, ortak bir hedefe doğru ilerleyen bu nuranî simaları yeryüzünün hakperest insanları alkışladıkları gibi, sema ehli de tebşir ve tebrikle alkışlamıştır İnşaallah. Ümidimiz ve duamız budur. Çalışmak, hizmetle alâkalı bir şeyler üretmek ve yapılanlara sahip çıkmak gibi bir güzellik olamaz bizim için. Zaten takdir edici yoldaş olanlardan başka birşey de beklenemez. Bütün katılımcılara ve bizleri memnun eden, müjdeli haberler veren yönetim ve gazete çalışanlarına teşekkür ediyor, Allah’tan muvaffakiyetler niyaz ediyoruz. Amin, amin... 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
İsrail vahşetine Amerikalı Müslüman kardeşlerimizden gelen destek ve duâ |
Bugün sizlere, uzak diyarlardan, Amerikalı Müslüman kardeşlerimizden gelen, vicdanın sesini haykıran insânî bir dâvetten bahsetmek istiyorum. Türkiye’deki ve dünyadaki Müslümanlar, İsrail’in bu vahşiliğine ve barbarlığına karşı harekete geçmeye dâvet ediliyor: “Şu, artık net ve aşikârdır ki: İsrail’in tek yaptığı iş ‘terörizmdir.’ “İsrail komandolarının Gazze’ye insanî yardım taşıyan Türk gemisi ve yardım ekibine uluslar arası sularda yaptığı saldırı, bütün insanlığa ve hukuk kurallarına karşı yapılmış bir haydutluğun en son örneğidir. “İsrail komandolarının sivillere karşı takındıkları bu tavır, aslında bu ordunun ve idarenin kuralsız ve aşırı güç kullanma davranışının bağlantı kotlarını bir defa daha göstermiş oldu. Son olaylarda, Gazze’deki çocuklara yardım malzemesi götüren günahsız insanlardan birçoğu ya öldürüldü, ya da yaralandı. “İsrail tarafından bir hapishane ve esir kampına dönüştürülen ve Gazze diye bilinen topraklarda yaşayan aç ve barınmasız insanlara, insanî yardım götürerek çok iyi örnek olan Türk insanına karşı yapılan bu askerî hareket çok nadir görülen bir harekettir. İsrailliler bu tutumuyla, günahsız insanlara ve çocuklara yapılacak yardıma, merhamete, acımaya karşı olduğunu açıkça göstermiştir. “Bizim en kalbî arzu ve dileğimiz, insânî yardım için çalışan Türk insanları ve hükümetlerinin yanındadır. İsrail’in zalimliğini kınayan ve İstanbul’un her tarafında devam eden coşkun gösterileri biz de buradan bütün kuvvetimizle haykırarak destekliyoruz. “Sevgili Türk, Filistinli ve özellikle de Gazze’deki Müslüman kardeşlerimiz; şundan emin olunuz ki Amerikalı Müslümanların bütün hissiyât ve kalpleri sizin yanınızdadır. “Biz Amerikalı Müslümanlar olarak şunu bütün hissiyatımızla size bildiriyoruz ki: “Batılı güçlerin anlayış ve felsefiyle İslâm’ın kalbine sapladığı bu terörist anlayış ve vahşetten dolayı İsrail’i; bu yaptığından dolayı suçlamaya ve kınamaya devam etmeli. “Gazze’de yaşayan insanları adeta boğazlamayı bir hayat tarzı haline getiren İsrail’in yaptığı bu en son zulüm ve cinayetine karşı gösteriler devam etmeli. (Buradaki ‘Basına’ Kuzey Caroline eyaletinin Greensboro şehrinde İmam Ali önderliğinde İsrail’e karşı bir gösteri yapılacak) “Coca Cola, Home Depot, Starbucks, McDonalds, Nestle ve Estee Lauder… vb İsrail’le bağlantılı olan bütün Yahudi mallarını boykot etmeli. “ABD hükûmetini, özellikle Başkan Obama’yı, İsrail’i kınaması, ABD’nin İsrail’e yaptığı askerî, ekonomik yardımları kesmesi için uyarmak. Obama bunu yapmazsa Müslüman ülkeler nezdinde bütün bütün kredisini kaybedeceğini ona hatırlatmak. “Saflığın zirvesinde olan Mısır ve Ürdün gibi İsrail’le ilgilerini devam ettiren diğer Müslüman ülkeleri uyarmak. “Türkiye’deki bütün insanlara selâm olsun! Türk hükûmetine selâm olsun! İslâmın kılıncı tekrar yükseliyor! “Neden Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran’ın gemileri yardım filosunda bulunmadı acaba?” Evet, bu satırlar Amerika’daki Müslüman kardeşlerimizden. Biz de taşkınlığa gitmeden, meşrû zeminde, en başta “duâlarımızla” ve “meşrû dairede” yapılabilecek ne varsa bunları yapmalıyız. Bu menfur olayda saf ve ulvî niyetlerinin uğrunda şehit olanlara; ayrıca son terör olaylarında şehit olan Mehmetçiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Yaralı olan kardeşlerimize acil şifalar, yakınlarına da sabır ve makuliyet temenni ediyorum. Terörü, zulmü, gaddarlığı ve vahşeti tel’in ediyor ve kınıyorum. 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Bediüzzaman Avrupa’da |
Belki başlık mübalâğalı görülebilir, fakat müşahedemiz ve gidip yerinde temâşâ etmemiz neticesinde bu başlık için geç bile kalınmıştır. Görünen tablolarda yep yeni çekirdekler ve çekirdeklerden ağaç ve meyveler zuhur etmektedir. Geçtiğimiz hafta Hz. Bediüzzaman’ın Hakk’a vuslatının 50. yılı münasebetiyle lâleler diyarında idik. Programımız Hollanda’nın ve Avrupa’nın bir mânevî “Medresetüzzehra” çekirdeği mesabesinde olan Rotterdam İslâm Üniversitesi’nde deruhte edildi. Üniversitenin çok kıymetli rektörü Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, araştırmacı-yazar Halit Ertuğrul Beylerin ve şahsımın konuşmacı olarak katıldığı geceye çok büyük ilgi vardı. Her bir konuşmacının konuşması birer kitap sadedinde geçti. Nitekim, gerek Prof. Akgündüz, gerek Ertuğrul Bey ve gerekse bizlerin konuşmaları daha önceleri kitap haline getirilmişti. Yeni gelişmeler ve yeni belgelerle gönül ve can dostlarımıza takdim etmeye çalıştık. Hollanda’nın bütün mekânlarından gelenlerin olması ve çoğunluğunu hanım bacılarımızın teşkil etmesi de ayrı bir dikkat çekici nokta idi. Ayrıca böyle bir programın ve böyle bir gecenin Hollanda’nın manevî kalbi mesabesinde olan Rotterdam İslâm Üniversitesi’nde yapılması ve meşrû zeminlerde her cihetle o ülkede insanlara muhatap olmak, bırakın insanları inancım odur ki melek ve ruhaniyâtın alkışına vesile olmuştur. Her yerde Nur gülleri, şükürler olsun... Çok gözler var, fakat bizim gözlerle Hollanda’ya bakmak bizim hakkımızdır. Elbette hem tahkik etmek, hem de kıyas yaparak konuşmak, müjdelerin ve hak sözün basamaklarıdır. Atalay Bey kardeşimizle yaptığımız araştırma, yeni bilgiler ayrı bir müjde. 4 bin 500 kilisenin bulunduğu Hollanda’da her üç haftada bir kilise kapanmakta ve önümüzdeki 10 yılda 1.200 kilisenin daha kapanacağı tesbit edilmiştir. Ayrı bir güzellik; 16 milyonluk lâleler diyarında ceza ve tutuklu evlerinde 15 bin mahkûm bulunmakta ve bunların 3.500 civarı Müslüman. Bu Müslümanlar için 50 imam görev yapmaktadır. Hıristiyanlara papazlar, Müslümanlara imamlar. İngiltere böyle, ABD böyle. Yine son araştırmada 7 milyarlık dünya ailesinin yaklaşık 2 milyarı Müslüman nüfus. Aslında 16 milyonluk Hollanda çok cihetlerle Avrupa, Rusya ve diğer ülkeler için ölçüdür. Siyasî, iktisadî, aile hayatı ve ‘izm’ler vesâireler cihetiyle.. Peygamber Efendimizin (asm) bu asır ve günler için işaretleri ve o işaretlerin Risâle-i Nur ağzından Bediüzzaman’ın yorum ve tesbitleriyle müjdeler şeklinde birer destan ve birer nurdan sütunlar gibi görülmektedir. Hollanda’da bulunduğum bütün vakit dilimlerinde, üniversite konferans salonundan Lâleli Camii’ne, Mevlânâ Camii’nden Lahey Bediüzzaman camilerine ve dershanelerine ve Av. Kon. TV bizim evler programına kadar, bu gerçekleri bütün zerrâtımızla ve sağa sola çatmadan, kimseyi de kırmadan vakarla ve olgunlukla nakletmeye çalıştık. Sözümüzü, sözlerimizi ve konferanslarımızı güzelleştiren ve sözlerinde yüzlerce sır ve mana bulunan Hz. Peygamber Efendimizin (asm) bir hadis-i şerifiyle yazımızı noktalayalım. Efendimiz, ebedî âleme teşriflerinden tam 821 yıl sonra 29 Mayıs 1453 sabahı çağ açıp çağ kapatan büyük hünkâr Muhammed Fatih Sultan ve askerleri tarafından İstanbul’un fethi, yani Peygamberimizin (asm) müjdesi tahakkuk etmiştir. Bu yıl, fethin 557’nci yılı. Öyle ise günümüze işaret eden diğer müjdeleri nev'inden de, âlem çarşısında birer fetih tahakkuk etmekte ve edecektir, görüyoruz ve göreceğiz. Hz. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir, gün gelip doğuracaktır ” Bu manidar ve güzel hizmete vesile olan başta muhterem kardeşim, aziz rektör Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, organizatör Rıza Deniz, hizmet sevdalısı Nusret Çelenk ve Atalay Çelenk Beylere ve Prizma TV yetkililerine, Hollanda Üniversitelerinde ışık saçan Nur Muhammed ve Soner kardeşlerime ve bütün emeği geçenlere binler teşekkür ve tebrikler... 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Sözlerimiz ve sorumluluğumuz |
Cemal Bey: “Tabiat Risâlesinde, ‘İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar’ cümlesine göre, ağzımızdan gayr-i ihtiyari çıkan, sonradan pişman olacağımız, aslında razı da olmadığımız sözlerden mes’ûl müyüz?”
Bedîüzzaman Hazretleri Tabiat Risâlesi’nde kâinatın yaratılışında sebeplerin, kendi kendine oluşun ve tabiatın asla makam ve yetki sahibi olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudreti ile yaratıldığını ispat ediyor. Bu risâlenin başlangıç kısmında ehl-i imanın da, farkında olmadan kendisi aleyhine sonuçlanabilecek dehşetli bir takım sözleri söylediğine vurgu yapılıyor. Ehl-i imanın kullandığı bu kelime ve söz hatalarından üç tanesi zikrediliyor ve şirke çok yakın olduğu için muhakkak sakınılması isteniyor. Meselâ konuşmalarda doğrudan Allah’ın kudretine değil, sebeplere de pay verir kelimeler kullanmak veya kendi kendine oluşu telaffuz eder cümleler sarf etmek; ya da varlıkları tabiatın iktizası gibi gören konuşmalarda bulunmak, yahut Allah’ın vahdaniyetine uygun düşmeyen kelime veya cümleleri telâffuz etmek bu cümleden hatalı sözler olarak sayılabilir. Hiç şüphesiz sözlerimizden ve konuşmalarımızdan mes’ûlüz. Atalarımız, “Bin düşün; bir söyle!” veya “Konuşmak gümüşse, sükût altındır!” diye sanırım bu ağır mes’ûliyete işâret etmişlerdir. Ağzımızdan çıkan kelime veya cümlelere dikkat etmeli, pişmanlık duyacağımız veya bizi mahcup edecek sözcükleri mümkünse kullanmamalıyız. İsabetsiz veya yanlış sözlerimizle eğer insanları kırmış isek, özür dilememiz; eğer Allah’a karşı hatalı konuşmuş isek de hemen tövbe etmemiz daha uygun olur. Her hatanın, günahın ve kusurun “tövbe ve istiğfar” ile dönüşü vardır. Ancak daha sonra aynı sözcükleri dilimize almamaya, aynı hataları yapmamaya özen göstermemiz gerekir. *** Esat Bey: “Haram olan bir işe başlarken besmele çekmek insanı imansız mı eder? Eğer öyleyse bilmeyerek çekenler de imansız olurlar mı? İman tazelenirken sadece ‘Lâ ilâhe İllallah’ demek yeterli midir?”
İman veya küfür doğrudan kalple ve niyetle ilgili bir meseledir. İnsan bozuk olan dil ve amelinden dolayı imansız olmaz ve küfre girmez. Bunu “günah” çerçevesi içinde değerlendirmek daha doğru olur. Esas olan dildeki ve ameldeki bozukluğu gidermektir. Her günah için tevbe ve istiğfar ile, Allah’a sığınmak elbette mümkündür. Haram bir işe başlarken besmele çekmek, yani Allah’ın razı olmadığı bir işe başlarken Allah’ın adını anmak elbette uygun değildir; bu iş, ne adam açısından haramı helâl edicidir; ne de karşı taraf için adamın dinden-imandan çıktığını söyleyecek boyutta bir cinayettir! Besmele çeken adamda imanın izi ve etkisi bulunduğu düşünülür, adama yaklaşılır ve haram işlemekten vazgeçirmeye çalışılırsa daha isabetli olur. İman tazelenirken Allah’a ve Allah’ın Resûlü’ne (asm) olan imanımızı beraber ikrar etmemiz lâzımdır. Çünkü Ulûhiyet risâletsiz olmaz!1 Son Peygamberi bilen, dâvetine muhatap olan, tebliğine ulaşan ve “Lâ İlâhe İllallah, Muhammedü’r-Resûlullah” Kelime-i Tevhidinden haberdar olanlar için bu kelimeyi bölmek ve yalnız birini tercih etmek makbul ve sahih bir iman değildir. Ancak bilmeyenler, öğreninceye kadar muaf sayılabilirler. Yani bilmeyenlerin yalnızca “Lâ İlâhe İllallah” sözünü söylemeleri, tamamını öğreninceye kadar, kendileri için kifayet edebilir.2 *** “Genç” rumuzlu okuyucumuz: “Erkeğin boğaz altı ve göğüs kıllarını kesmesinde bir mahzur var mıdır?”
Vücudumuz üzerindeki tasarruflarımızdan, fıtrattan olması itibariyle sünnet olduğu bildirilenler şunlardır: Sünnet olmak, bıyığı kısaltmak, sakal bırakmak, burnu temizlemek, tırnakları kesmek, misvak kullanmak, parmakların arasını yıkamak, koltuk altlarını tıraş etmek, etek tıraşı olmak, su ile tahâretlenmek ve ağzı çalkalayıp temiz tutmaktır.3 Erkeğin boğaz altı ve göğüs kıllarını alması ise fıtrattan olmadığı gibi sünnetten de değildir ve tavsiye edilmemiştir.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 63. 2- Mektûbât, s. 322. 3- Taç, 3/318-320. 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Problem İslâm’da değil |
Batının İslâm korkusunun temelinde İslâmî fundamentalizm, militanlık, radikalizm, terörizm, totatilerlik gibi başka diğer din veya siyasal sistemlerin de taşıyabileceği tehlikeler yer alıyor. Esasında, sözkonusu korkuyu sadece bu yukarıda saydığımız sebeplere dayandırmak, büsbütün imkânsız olmasa da çok zor gibi görünüyor. Peki o zaman, Batıyı İslâm’a karşı bu korkuya sürükleyen, onları bir Haçlı zihniyetinde hareket ederek İslâm ve Müslümanları kötülemeye zorlayan diğer sebepler nedir? İslâmî totaliterlik, İslâm hakkında az bir bilgi sahibi olan biri için bile çelişkili bir ifadedir ve asla Batı’nın endişe duyacağı bir durum olamaz. Müslüman bir liderin totaliter olması beklenebilir, ancak o zaman da bu yönetim anlayışı İslâmî olamaz. Bunun da ötesinde, Batı’nın bugüne kadar totaliter Müslüman yönetimlere—sözgelimi Şah yönetimindeki İran ve Körfez Savaşı öncesi Irak yönetimi gibi—verdiği destekler de Amerikan siyasetinin totaliterlik konusundaki iki yüzlülüğünün bir ispatıdır. İslâmî fundamentalizm kavramına gelince ise, bildiğimiz gibi İslâm’ın bütün kuralları Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimizin sözleri ve davranışları, analojik çıkarımlar, ilim ve mantıksal konsensüs yöntemleri üzerine bina edilmiştir. Peygamberimizin sözlerinin iyi yorumlanması halinde, Allah’ın birliğine inanan herkesin, ister Müslüman, Hıristiyan, Yahudi yahut başka birşey olsun, Müslüman olabileceği ve inançlarının da İslâm olabileceği sonucunda ulaşabilir. Fundamentalizm ise Hıristiyan düşünce yöntemi ile açıklanmış bir kavramdır. İslâmiyet’te akıl ve mantığı kullanmanın haricinde bir yaklaşım yer almamaktadır. Bir tanımlamanın ötesine geçen İslâmî fundamentalizm kavramı olguları açıklamak yerine bilâkis onları karartmaya hizmet edecektir. Bunun yanı sıra, Hıristiyan koalisyonu ve Siyonist ortakları ile onların Filistin üzerindeki sözde mukaddes iddiaları, çokları için daha bir fundamentalist görünmektedir ve bu her iki güruh da ABD’li politikacılar tarafından desteklenmekte ve tehdit olarak bile algılanmamaktadır. Rahmetli Marshall G. S. Hodgson, “Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek” adlı eserinde şunları söyler: İslâm’ın ilâhî bir dünya düzeni konusundaki bilinçli umutları, dünya tarihi açısından en mühim girişim ve vaattir; onun daha az bilinçli genel kültürel mirası ise insanı değerlerle yüklüdür.” İslâm’ın adalet ve merhamet emirleri, neo-emperyalistlerin birincil amaçlarına ters düşmektedir. Bu neo-emperyalistlerin genel anlayışlarının en güzel özetini de, “lider güvercin ve barış ödülü sahibi” ABD Dışişleri Bakanı George Kennan’ın 1948 yılında yaptığı konuşmada bulabiliriz. Kennan, çok gizli olarak nitelenen “Politika Planları Çalışmasında” şunları söyler: “Dünya varlığının yaklaşık yüzde 50’sini elimizde bulunduruyoruz. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 6.3’ünü teşkil ediyoruz. Önümüzdeki zaman diliminde, gerçek görevimiz ise, bu farklı ve imtiyazlı konumumuzu muhafaza etmemizi sağlayacak ilişkileri kurmayı planlamak olmalıdır... Bunun için de aşırı duygusallık ve hassaslıktan elden geldiğince kaçınmalıyız... İtibar vs. gibi konulardan konuşmayı vazgeçmeli ve insan hakları, hayat standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi gerçekçi olmayan amaçlardan uzak durmalıyız...” İslâm’ı ve Müslümanları kötülemek vasıtasıyla, bağnazlığın Batı insanı üzerindeki gerçekçi olmayan korkuların ateşi körüklenmekte ve insanlığa karşı işlenen gerçek suçlar görmezden gelinerek, cezasız kalmaktadır. Yiyeceklerimizdeki kimyasallar ve dünyadaki sürekli artan kirlilik her sene milyonlarca insanın ölümüne sebep olmaktadır. Ne yazık ki, Amerikalılar olarak biz, evrensel bir sağlık koruma sistemine sahip olmamızı engellemek için birbirimizi kışkırtırken, aynı toplumumuz, zenginler batırdıkları şirketleri ve bankaları kurtarmak için bizden milyonlarca dolar para istedikleri zaman bu zulme karşı körleşebiliyoruz. Esas problem İslâm değil! Esas problemli olan adeta bir zombiye dönüşmüş Amerikan zihniyetidir.. Hepsi, birer kaçık olan ve asla araştırıp, bilmeden konuşan talk şov yorumcularından duydukları herşeye hiç düşünmeden inanmaya hazır haldeler... Bunlardan Allah’a sığınırım...
Tercüme: Umut Yavuz
Islam is Not the Problem
The West's fear of Islam centers on Muslim fundamentalism, militancy, radicalism, terrorism, totalitarianism, all elements of any other religious or political system. That said, it is difficult, if not impossible, to solely justify this fear on the basis of the reasons given above. What are the other elements of fear that causes many in the West to play subtly on the theme of the Crusades in order to demonize Islam and Muslims? Islamic totalitarianism, an oxymoron to anyone with even a rudimentary knowledge of Islam, should not be a Western concern. A Muslim ruler may be totalitarian, but then his rule would not be Islamic. Furthermore, the Western record on supporting totalitarian Muslim regimes -- Iran under the Shah, Iraq before the Gulf War -- is evidence of the hypocrisy of American policy against totalitarianism. As for Islamic fundamentalism, Islamic law is based upon the Quran, examples and sayings of the Prophet Muhammad, analogical deduction, consensus among the learned and individual reasoning. Strict interpretation of the Prophet's words leads to the conclusion that all who believe in one God are Muslim, and their faith is Islam; be they Muslim, Christian, Jew, or anyone else. Fundamentalism is defined in terms of Christian thinking. There is no parallel in Islam that stresses the use of reason and logic. Absent a definition, the label Islamic fundamentalism serves only to obscure issues, rather than to resolve them. Meanwhile, the Christian Coalition, and the Zionists and their biblical claim to Palestine appear fundamentalist to many; yet both are courted by US politicians, and not viewed as a threat. The late Marshall G. S. Hodgson, in "Rethinking World History", states: "[Islam's] conscious hopes for a godly world order represent one of the most remarkable undertakings in world history and because its less self-conscious general cultural heritage is laden with human values." Islam's mandate for justice and compassion opposes the primary objective of neo-imperialists who seek to follow policies outlined in 1948 by "the leading dove and peace prize winner" Mr. George Kennan, for the US Department of State. In his top secret "Policy Planning Study", Mr. Kennan stated: ". . . we have about 50% of the world's wealth, but only 6.3% of its population . . . Our real task in the coming period is to devise a pattern of relationships which will permit us to maintain this position of disparity . . . To do so, we will have to dispense with all sentimentality . . . We should cease to talk about vague and . . . unreal objectives such as human rights, the raising of living standards, and democratization." By demonizing Islam and Muslims, thereby fanning the fires of bigotry and raising unrealistic fears among the people of the West, the real crimes against humanity go unnoticed and unpunished. The chemicals in our food and the increasing pollution of our Earth are killing millions of human beings every year. To be sure, we are a nation that turns on each other to prevent the American public from having a universal health care system, but our society turns a blind eye when the rich ask for billions of dollars to bail them out of corporate bankruptcy. Islam is not the problem! The problem is the zombie like nature of the American mind-set, all to ready to believe without thought what they hear from wacky talk-show commentators who sound off on the radios without research and study. 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
ABD ve BM’nin İsrail sınavı |
İSRAİL Başbakanı Netanyahu, Gazze konvoyuna saldıran askerlerini kahramanlar olarak selâmlayıp överken, Amerika susmaya devam ediyor. Hatta susmakla kalmıyor BM İnsan Hakları Konseyinin saldırıyı kınayan, “işgalci güç” olarak nitelediği İsrail’in Uluslar arası Kızıl Haç komitesinin araştırmalarında işbirliği yapmasını, bütün alıkoyduğu eylemcileri serbest bırakmasını isteyen kararına ret oyu vererek, bu kanlı katliâma sahip çıkıyor. Halbuki 32 ülkenin ‘kabul’ oyu verdiği kararda “İşgalci güç İsrail’in Gazze ve diğer işgal altındaki topraklara uyguladığı ablukayı derhal kaldırması” ve Gazze’ye insanî yardımların kesintisiz ulaşmasını sağlaması isteniyor. Ayrıca Konsey İsrail’in saldırılarıyla işlediği uluslar arası hukuk ihlâllerini araştırmak üzere bağımsız bir uluslar arası araştırma misyonu kurulmasına karar veriliyor. İşte bu karara Amerika ret oyu veriyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, BM Güvenlik Konseyi’nin kınama kararını ABD’nin veto etmemesinin, bu kararı onayladığı anlamına geldiğini söylüyor. Her halde dünya kamuoyunun gözü önünde işlenen bu vahşi cinayet ve açık hukuk ihlâllerine rağmen Amerika böyle bir kararı veto edecek gücü kendisinde bulamadı. Ama öbür yandan Dışişleri Clinton aracılığıyla bu olayın Ortadoğu barış görüşmelerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç bulunduğunu gösterdiğini açıklıyor. İsrail’in barış konvoyuna saldırarak barış istemediğini bu kadar aşikâr bir şekilde gösterdiği, dolaylı görüşmeleri bile sabote etmek için Doğu Kudüs’te yeni inşaatlara giriştiği bir dönemde, ABD, sanki görüşmeleri engelleyen Filistin tarafıymış gibi davranmayı seçiyor. İsrail tarafı ise; nereden geldiği belli olmayan sapanların fotoğrafları ve Diyarbakırlı şehidin ailesinin “O şehit olmak istiyordu” sözünü kullanarak, gemilerdeki barış gönüllülerini terörist gibi göstermeye çalışıyor. Zaten BM İnsan Hakları Konseyinin kınama kararını aldığı toplantıda da İsrail temsilcisi AHaron Leshno-Yaar, gemilerin saldırı amaçlı olduğunu büyük bir pişkinlikle savunuyordu. İşin acı tarafı The Guardian gibi bir gazetenin bile bu tür İsrail kara propagandalarını büyük puntolarla haber yapması. Böyle bir durumda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-Ki Mun’a büyük iş düşüyor. Bağımsız bir soruşturma komitesinin bir an önce kurularak, olayın taraflarını gecikmeksizin dinleyip gerekli delilleri toplaması ve en azından İsrail’in zulmünü ve zorbalığını ortaya koyması gerekiyor. Uluslar arası Ceza Mahkemesine taraf olmayan İsrail’in bu mahkemede yargılanması ancak Güvenlik Konseyi kararıyla sevk edilmesi halinde mümkün. Ancak böyle bir kararın ABD tarafından veto edileceği açık. Buna rağmen Türkiye’nin geçici üyelik avantajını kullanarak, İsrail’li yetkililerin bu zorbalık sebebiyle yargılanmak üzere Uluslar arası Ceza Mahkemesine sevk edilmesi yönünde BM Güvenlik Konseyine bir karar tasarısını hemen sunmasını bekliyoruz. Bunun için bağımsız uluslar arası araştırma komitesinin sonuç raporunun beklenmesine gerek bulunmamaktadır. Tıpkı yerel suçlarda olduğu gibi, Uluslar arası Ceza Mahkemesi savcıları gerekli tahkikatı zaten yapabilecektir. Tabiî Amerika yetiştirdiği Frankenştayn’a kıyabilirse! 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İnsanlık uyandı |
Dünya barışını temin etmek için çalıştıklarını söyleyen ülkeler ve uluslar arası kuruluşlar bunu ‘sözde’ değil de ‘özde’ yapmış olsalar acaba dünyada savaş, kriz, kavga ve gürültü olur muydu? Elbette ki olmazdı, çünkü dünyanın kınadığı savaşları da yine bu güçlü ülkeler ve kuruluşlar teşvik ediyor. Basit bir akıl yürütme yapalım: Neredeyse bütün devletlerin üye olduğu Birleşmiş Milletler (BM) teşkilâtı, kuruluşuna uygun olarak gerçekten ‘barış’ için çalışsa BM’ye rağmen herhangi bir ülke bir başka ülkeye savaş başlatabilir mi? Başlatamaz, çünkü BM’ye üye olan ve gerçekten barış istediğini ilân eden diğer ülkeler savaş başlatmak isteyen ülkeyi tecrid eder, kınar ve ona geri adım attırır. Bunun için ‘büyük ülke’ dediğimiz ülkelere daha fazla görev düşüyor. Tabiî ki bugün itibarıyla BM’nin yapısında bir sakatlık var. Beş tabiî üyenin itiraz ettiği herhangi bir işi yapmak mümkün değil. Böyle olunca da ‘insanlığın’ ve üye ülkelerin değil, şahsî menfaatlerini düşünen 5 ‘büyük ülke’nin (ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa) dediği olmuş oluyor. BM’nin 5 tabiî üye tarafından adeta ‘kontrol’ altına alınmış olması sıkıntıyı arttırıyor. Oysa BM’nin kuruluş felsefesinde bütün ülkelere âdil davranmak ve barışı temin etmek niyeti var. Ne yazık ki bu mümkün olmuyor. BM’nin kuruluş felsefesine uygun olarak çalışabildiğini düşünün. Böyle bir durumda İsrail, Filistin’i, Gazze’yi işgal edebilir miydi? Etse bile bu işgal uzun süre devam edebilir miydi? BM eliyle devam eden bu yanlışın uzun süre devam etmesi mümkün görünmüyor. Çünkü artık insanlık uyandı ve uyanıyor. Dolayısı ile BM’deki bu sistem sorgulanıyor. Bu sorgulama daha yüksek sesle dile getirildiğinde insanlık dünya üzerindeki krizleri daha âdil bir yolla çözmeyi gündemine alacak. İsrail’in Gazze’ye yardım götüren gemilere baskın düzenlemesi, insanlığın uyanışını da tetiklemiş oldu. Dünya bir köy hâline geldiği için hiç kimse bu köyde ‘korsan’ istemiyor. Yanlış adımlarından vazgeçmediği sürece İsrail’in bu köyde sözünü dinletmesi mümkün değil. Çok kullanılan bir sloganı, biraz değiştirerek bu hadise için de kullanabiliriz: İnsanlık onuru, İsrail’in zulmünü yenecek! Artık hiç kimse, hiçbir devlet “Ben istediğimi yaparım” diyemez. Böyle demek belki geçmiş asırlarda mümkündü, ama artık çok geç. Uyanan insanlık, dünya üzerindeki zulümlere son vermek için el ele vermiş durumda. İsrail’in korsanlığının hemen her ülkede en yüksek perdeden kınanması başka ne ile izah edilebilir? Benzer bir itirazı 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarından sonra görmüştük. Bütün dünya terörü lânetlemiş ve uyandığını ilân etmişti. Şimdi de benzer bir süreç yaşanıyor. Ne İsrail ne de onun en büyük destekçisi olarak görülen Amerika; dünyaya ve dolayısıyla insanlığa karşı bir adım atamaz. ABD için bu duruma alışmak belki biraz zaman alacak, ama yapacakları başka birşey yok. İnsanlığın ilk hedefi Gazze’deki işgali, ambargoyu ve kuşatmayı sona erdirmek olmalıdır. Bunun bir yolu da, daha kalabalık gemilerle Gazze’ye insanî yardım taşımakla mümkün. On değil, onbin gemi ile Gazze’ye hareket edildiğini hayal edin. İnsanlığın bu seferine karşı hangi İsrail, ya da hangi destekçisi karşı koyabilir? Elbette sadece Gazze değil, benzer problemlerin yaşandığı her noktaya insanlığın sel olup akmasıyla dünya barışı temin edilebilir. Uyanan insanlık, daha da uyanacak ve İnşâallah ‘küresel zulüm merkezleri’ iflâs edecek. Bunun için duâ edelim... 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Katil, haydut, korsan... |
İsrail’i tarif etmek için bu kelimeler bile kifayetsiz kalıyor. İsrail yine kendine yakışanı (!) yaptı. “Terörist devlet, bebek katili devlet” deniyordu şimdi devlet denilemeyeceği de ortaya çıktı. Korsanlardan, teröristlerden hiçbir farkının olmadığını ortaya koydu. İsrail insanlığa meydan okumaya devam ediyor. 36 aydır ambargo altında olan, ilâçsızlıktan, gıdasızlıktan inim inim inleyen Gazze’ye bir nebze olsun yardım edebilmek için yola çıkan 32 ülkeden 600 insanın üç günde yaşadıkları bile İsrail’in katilliğini gözler önünü sermeye yetti. Ne uluslar arası kuralları dinliyor, ne tepkilere kulak asıyor. Gazze’ye Özgürlük Filosu’na uluslar arası sularda, tamamen hukuksuz bir şekilde saldırıda bulunmaktan çekinmiyor, masum insanların kanını döküyor, silâhsız insanların üzerine makinalı tüfeklerle ateş açıyor. Yaralıları denize atıyor. İnsanlara “su” vermek bahanesi ile içine kattığı bilinmeyen maddelerle sınır dışı ettiği insanların hayatını zehirliyor. İçinde sadece insanî yardım malzemelerinin bulunduğu gemilerdeki sivillere yapılan saldırının adı katliâmdır, katliâmı da katiller yapar. Zaten katillerdi, böylece katilliklerini iyice pekiştirmiş oldular. Bundan önceki katliâmlarda olduğu gibi dünya adeta ayağa kalktı. İsrail 2008 sonu ile 2009 başı arasında Gazze’ye yaptığı 22 günlük operasyonda da “katliâm” yapmış, çoğu sivil bin 400 kişiyi öldürmüştü. O zaman da kınamalar olmuş, fakat sonunda sadece kınamakla kalınmıştı. Şimdi de kınamalar ardı ardına geldi. Ama onların taktığı bile yok. BM Güvenlik Konseyi, NATO kınıyor, ama bu kaçıncı kınama? Yaptırım olmadığı sürece artık kınama onlar için bir şey ifade etmiyor. Son olayda bardağı taşıran son damla oldu. Kendi vatandaşları bile artık “yeter” dediler. İsrail gazetesi Haaretz “İsrail bir aptallık denizine düştü. Kendi kuyumuzu kazdık. Yalanlarımıza sadece kendimiz inanıyoruz. 3. intifada başlayabilir” demek zorunda kaldı. İsrail, masum sivillere karşı giriştiği vahşice saldırıyla ilgili özür dilemek yerine, bir dahaki sefere daha sert şekilde güç kullanacağını açıklamak cüretini gösterdi. Hâlâ, “Gazze şeridine girmek isteyen kim olursa olsun mutlaka durdurulacaktır” tehdidinde bulunmaktan geri durmuyor. Uluslar arası kurallara bakıldığı zaman, uluslar arası sularda yapılan bu saldırı aslında bir savaş sebebidir. Ancak günümüz dünyasında savaş en son tercih edilen bir şey olduğu için diplomasi yoluyla halledilmesi insanî olan bir durum. Son olayda da Türkiye’nin bütün kurumlarıyla yaptığı diplomasi neticesinde İsrail geri adım atmak durumunda kaldı. Esir aldığı yardım gönüllülerini üç günlük eziyet sonrasında serbest bıraktı. Serbest bırakırken de insanları uçakta 12-13 saat bekleterek nasıl tıynette bir ülke olduğunu gösterdi. Bu aşamada Türkiye diplomatik atak başlattı. Bunda da başarılı oldu. Bu aşamada, “Türkiye hiç değilse İsrail’in büyükelçisini ve başkonsolosunu ülkesine gönderemez miydi?” sorusu hep akıllarda kaldı. Hiç değilse, “yaralılarımız, vefat edenlerimiz ve orada kalan yardım gönüllüsü insanlar ve onlarca gazeteci geri gönderilene kadar büyükelçinizi ülkemize almayacağız” diyemez miydi? Derdi elbette. Ama demedi… Bunun sebepleri elbette olabilir. Ancak milletimiz bunu soruyor. Ve bundan sonra olacakları da yakından takip ediyor. Türkiye, diplomasi yoluyla “diplomatik ilişkilerini sonlandırabileceği”ni söyledi, ancak İsrail buna cevap dahi vermedi. İsrail dünya kamuoyunun baskılarına daha fazla dayanamayıp gözaltına aldıklarını serbest bıraktı. Gemilerdeki yardım malzemelerini Gazze’ye sevk ettiğini duyurdu. Ancak göz boyama nevînden çok az bir yardımı Gazze’ye gönderdiği ortaya çıktı. Gelinen safhada, uçakla seyahate uygun olmayan ağır yaralı 2 gönüllü İsrail hastanelerinde kaldı. Bunun dışında kayıpların olduğu söyleniyor. Dünya özür bekliyor ancak, bu mesele özür dilemekle kapatılacak bir mesele değil. Ölenlerin, yaralananların hesabını kim verecek? Şimdi sıra yaptırımlarda… Suçu işleyenlerin uluslar arası mahkemelere çıkarılması gerekiyor. Masum, sivil, insanî yardım malzemesi taşıyan silâhsız insanları öldüren insanları tebrik eden İsrail Başbakanı olmak üzere, bakanların, askerî yetkililerin mutlaka mahkemelere çıkarılması gerekiyor. Türkiye bunun peşini kesinlikle bırakmamalı. Bu şehit olan ya da yaralanan insanlara karşı bir görev olarak kabul edilmelidir. Önceden olduğu gibi unutulup gitmesin. Zira, İsrail’le yaşanan krizlerin ardından askerî tatbikatların iptal edildiği açıklanmıştı. Ne var ki, bu saldırıdan sonra ortaya çıktı ki, İsrail’le Türkiye arasında 3 tane tatbikat daha yapılacakmış. Bu kadar krizin yaşandığı bir ülke ile hazırlık millî maçları nereden çıktı, başka ülke kalmadı mı? Aylardır süren krize rağmen dünyanın en büyük ekonomik işbirliği teşkilâtı olan OECD’nin her hangi bir üyesinin veto etmesi durumunda teşkilâta giremeyeceği ortada iken Türkiye’nin İsrail’i veto etme hakkını kullanmaması da bunlara eklendiğinde bundan sonraki yaptırımların sıkı takip edilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Milletimiz artık bunları yakından takip edecektir. İnsanlığın huzur bulması için de bunun yapılması gerekiyor. 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yine lâfla geçiştiriliyor... |
İsrail’in Akdeniz’deki insanî yardım taşıyan gemilere saldırısına karşı Ankara’da şiddetli kınamalar yapıldı. Ancak Ankara’nın sözkonusu krizi iyi yönetemediği, kamuoyunun tufana dönüşen öfkesini dindirme ve gazını almaktan öteye geçmediği anlaşılıyor. Daha önce bu tür haydutça ve hunharca sabıkaları bulunan İsrail’in günler öncesinden gemiyi vuracağını bütün dünyaya pervasızca duyurmasına rağmen, önceden diplomatik tedbir almayan ve insanî yardım gemilerinin güvenliğini sağlayamayan Ankara, saldırı sonrası da kırılganlıklar içinde vahim hatalar yaptı, yapmakta… İsrail’in en yakın kıyısından 60 mil uzakta uluslar arası sularda yaptığı alçakça saldırısının hiçbir gerekçesi olmaz, olamaz. Ne var ki İslâm âleminden ve dünyadan yükselen infiâl karşısında yardım malzemesine geçici olarak izin veren Mısır’la ciddî bir diplomatik temas kurulabilirdi. Yardım gemileri, günlerce Mısır açıklarında bekletilir, İsrail’e bulaşmadan ve böyle bir korsanlığa fırsat verdirmeden sözkonusu yardımlar amansız ambargo altındaki Gazze’ye ulaştırılabilirdi. Nitekim İsrail’den döner dönmez havaalanında açıklama yapan İHH Başkanı Bülent Yıldırım, amaçlarının Mısır üzerinden yardımları ulaştırmak olduğunu belirtiyor. Hükûmet, İsrail’in zorbalıkla saldırıp esir aldığı gemide yolculara yaptığı psikolojik işkencenin ardından onlarcasını katlettiği-yaraladığı çoğu Türk vatandaşı yüzlerce sivil yolcuyu günlerce tutuklayıp soruşturma perdesinde baskı altında aldı. Kanlı saldırıdan tam üç gün sonra ancak cenazeler, yaralılar ve yolcular getirilebildi. Ne var ki bu konudaki onca iddiaya rağmen bu husus da doğru dürüst başarılamadı…
“KAYIPLAR DAHA FAZLA …” Yolcuların üç gün sonra getirilmesini “bir başarı” sayan bakanlar, önceki gece boyunca Ankara’da ve İstanbul’da havaalanlarında, hastanelerde defalarca basın toplantısı düzenlediler. İnen uçakların içine kadar girdiler, apronda, hastane bahçelerinde konuştular; toplanan acılı insanlara alkışlar ve sloganlar arasında konuştular. Kendilerinden menkul bir uslûpla Başbakan’dan yetkililere, Dışişleri mensuplarından Türk Hava Yolları yetkililerine kadar tek tek sayıp sık sık teşekkür ettiler. Otobüsün üzerine çıkarak konuşan Başbakan Yardımcısı Arınç’la Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Biri hariç tek bir yaralı, yolcu ve cenaze kalmadığını, gecikmenin bundan kaynaklandığını bildirdiler. Lâkin uçakların inmesinden sonra, yaralı ve yolcu yakınları, yaralıların ve yolcuların eksik olduğundan, şehid sayısının daha fazla olduğundan, gelen naaşların noksanlığı nazara verildiğinden şikâyet ettiler. Uçaktan iner inmez havaalanında bir basın açıklaması yapıp saldırıyı ve sonrasını anlatan İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın ‘”Şu ana kadar bize dokuz şehit cenazesi verdiler, ama bizdeki kayıp listesi daha kabarık’’ sözleri bunun ilk ifâdesi oldu. İsrail askerlerinin, hunlarca saldırıda tam bir savaş hali içinde helikopterle, denizaltılarla, hücumbotlarla tam teçhizatlı olarak önce plastik ve ucu ince çiviye benzer mermileri, ardından otomatik silâhlarla gerçek mermileri, lavları, gaz bombasını kullandığını ve helikopterlerin denizden aldığı suyu komple üzerlerine püskürtüp saatlerce işkence ettiğini anlatan Yıldırım, atılan gaz bombasından birçok kişinin yaralandığını, ayrıca şehid sayısının da fazla olduğunu belirtti.
İSRAİL’İN YANINA KÂR KALIYOR… Gemideki baskını yaşayan gazetecilerin de yapılan baskın ve yoğun silâh kullanımından ölü ve yaralı sayısının söylenenden çok çok fazla olduğunu bildirmeleri, üzerinden bunca zaman geçtiği halde Ankara’nın hâlâ doğru rakamlara ulaşmadığını su yüzüne çıkarıyor. Kısacası, İsrail basınının baştan beri 19-20 ölümden, en az 50 ile 100 yaralıyı yazması, saldırıyı yaşayanların ifâdeleri ve hâlâ yakınlarını bulamayanların yakınmaları, cenaze, yolcu ve yaralı sayısının tesbitinde ve geri getirilmesinde de sınıfta kalındığını ele veriyor… Uçaklar inmeden önce “kesin rakamlar” veren Davutoğlu ve bakanların, daha sonra “Başka ülkelere gitmiş, mesela Lübnanlı yaralılara ve yolculara karışmış olabilirler; araştıracağız ve kesin listeyi yapacağız” demesi, bunun göstergesi… Ve bütün bu olup bitenlerin ortasında hâlâ cenaze, yaralı ve yolcu sayısını tesbit edemeyen Ankara, ısrarla problemin, “İsrail’le uluslar arası camia arasında” olduğunu tekrarlayıp meseleyi uluslar arası diplomasiye havale ediyor. Tıpkı işgalci conilerin Irak Süleymaniye’de Mehmetçiğin başına çuval geçirmesinde olduğu gibi, Ankara bir işe yaramayan beylik lâflarla geçiştiriyor. İsrail oldukça en ağır bir biçimde kınanıyor; fakat aynen “one minute” çıkışında olduğu gibi yaptığı yanına kâr kalıyor. Büyükelçi Çelikkol, “İstişarelerde bulunmak üzere” geldiğini söylüyor. Yunanistan, İsveç ve Mısır da büyükelçisini geri çekti. Saatlerce süren güvenlik toplantılarının ardından Yunanistan’ın da iptal ettiği tatbikatın ve futbol turnuvasının iptalinin dışında, siyasî, askerî ve ekonomik hiçbir anlaşma, işbirliği ve ihale iptal edilmiş ya da en azından askıya alınmış değil… 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bundan sonra... |
Gazze’ye yardım gemileriyle gidip İsrail tarafından rehin alınan ve kelepçelerle hücrelere tıkılan gönüllülerin Türkiye’ye dönmesiyle rahat bir nefes aldık. Ama buruk bir sevinç bu. Çünkü gelenlerin arasında, tabut içinde dönen dokuz şehidin cenazesi de vardı. Bilindiği gibi, bu konuda da günlerce sağlıklı bilgi alınamamış; “Ölen dokuz kişiden dördü Türk” diyen Dışişleri Bakanlığının bu kişilerle ilgili olarak verdiği isimlerden birinin hayatta olduğu, bizzat kendisinin taziye çadırındakilere telefon etmesiyle anlaşılmış; süreç ilerledikçe yeni şehit isimleri özel kaynaklarda yer almıştı. Hattâ eşinin vefat ettiğini, konuya ilişkin son basın açıklamasıyla öğrenen bir hanımın o anda çekilen yürek yakıcı fotoğrafı gazetelerde çıktı. Ve neticede, Türkiye’den gidenler içinde İsrail kurşunlarıyla şehit edilenlerin toplam sayısının dokuz olduğu, bu dönüşten sonra anlaşıldı. Ama bu sayı da kesin değil. İHH Başkanı Bülent Yıldırım başta olmak üzere yolcular ölü sayısının daha fazla olduğunu, kurşunlarla vurulduktan sonra denize atılanlar bulunduğunu ifade ediyorlar. Yabancılar da aynı şeyi söylüyor. Ve bu kayıpların sayısı dahi hâlâ netleşmedi. Dolayısıyla, bundan sonraki süreçte takibinin yapılıp hesabının sorulması gereken önemli konulardan biri de, bu kayıpların durumu olmalı. Yardım kafilemiz dokuz cenaze+X kayıpla döndükten sonraki süreçte yapılacak çok iş var. Bir defa, yakın mesafeden ateş açılarak katledildikleri, ilk adlî tıp raporuyla belirlenen şehitler, denize atıldığı söylenen kayıplar ve ikisi durumları çok ağır olduğu için orada bırakılan yaralılar başta olmak üzere, saldırılarda vefat eden veya hayatî tehlike atlatan insanlar için İsrail “insanlık ve savaş suçu” işlemekten yargılanmalı. Bu suçun fail ve sorumluları için insanlığın ortak vicdanında verilen ağır mahkûmiyet kararı, uluslararası hukuk sisteminde de yerini bulmalı ve faillere hak ettikleri cezalar verilmeli. İlâveten, İsrail’e, katlettiği canların diyeti yanında; itip kaktığı, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılamalarına imkân vermeden günlerce hücrede tutup herşeylerine el koyduğu gönüllülerin mağduriyetleri bütünüyle telâfi edilecek şekilde tazminat ödettirilmeli. Manevî ve maddî olarak. Aynı şey, gemilerde bulunan ve operasyonda İsrail askerlerince büyük ölçüde tahrip edilerek işe yaramaz hale getirilen insanî yardım malzemeleri için de geçerli. Onlar da tazmin edilmeli. Bunun için, olayla ilgili olarak bütün ülkelerin, BM ve NATO dahil uluslararası kuruluşların talep ettiği “soruşturma,” bağımsız ve tarafsız mekanizmalar oluşturularak bir an önce başlatılmalı ve en kısa zamanda sonuçlandırılmalı. Bu iş, ABD’nin anlaşılmaz bir tavırla savunduğu İsrail’e kesinlikle bırakılmamalı. Hele Başbakan Netanyahu katliâm yapan askerler için “Onlarla gurur duyuyoruz” der ve Savunma Bakanı Barak o askerlerle tek tek tokalaşıp tebriklerini bildirirken ABD’nin nasıl böyle bir teklifle ortaya çıkabildiği, ayrı bir garabet. Üstelik başkanlık koltuğunda Obama gibi bir isim varken... Bir diğer nokta, bütün bu olup bitenlerin asıl sebebini oluşturan Gazze ambargosunun artık kalkması ve oradaki insanî dramın sona ermesi. Son olayın ardından, Mısır bile katı tavrından vazgeçip Refah sınır kapısını açmak zorunda kaldığına ve ABD dahil, uluslararası toplumdan “Gazze ablukası kalksın” çağrıları yükselmeye devam ettiğine göre, bunun da gereği yapılmalı. Filistinliler de kendi aralarında süren ve İsrail’in elini güçlendirmekten başka bir netice vermeyen ihtilâfı sona erdirerek, çözüm sürecine ve bunun için samimî gayret gösteren uluslararası aktörlere pozitif anlamda katkı sunmalı. Böylece İsrail, eline istismar edeceği hiçbir koz ve fırsat vermeyen, çok yönlü ve çok boyutlu yaptırımlarla da desteklenen akılcı, gerçekçi, sağduyulu ortak politikalarla hizaya sokulup, bu kronik sorun adaletli ve mâkul bir çözüme bağlanmalı. 04.06.2010 E-Posta: [email protected] |