Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Allah yolunda şehid edilenleri ölü sanma. Onlar Rablerinin katında hayat sahibidirler ve O'nun nimetleriyle rızıklanırlar.
Âl-i İmran Sûresi: 169 |
04.06.2010 |
İttihad-ı İslâmın tam zamanı Şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika sûretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir. Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir. Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.” İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî, nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder. Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna...
Hutbe-i Şamiye, s. 62-65
LÜGATÇE:
fehm: Anlayış. heyeti içtimaiye-i İslâmiye: Müslümanların sosyal hayatı. mihanikiyet: Cansız, duygusuz olduğu halde ahenkli hareket ve haraket kabiliyeti bulunma. ittihadı İslâm: İslâm birliği. sefihane: Sefihçesine, gayri meşrûca. ahlâkı seyyie: Kötü ahlâk. ebnâyı cins: Aynı cinsten olanlar, kendi cinsinden olanlar. mülâhaza: Düşünme. himmet: Ciddî gayret, kalb ile gösterilen samîmi gayret. |
04.06.2010 |
Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden, Savlı Abdülkadir Zeybek anlatıyor:
Sav’daki Risâle-i Nur hizmetleri
—DÜNDEN DEVAM—
Denizli Hapishanesi safahatından ve Üstadın o sıralarda Sav Köyüyle olan alâkadarlığından bahseder misiniz?
1943 ve 44’lü yıllarda Risâle-i Nur hizmetleriyle ilgili çok sıkı takibat, soruşturma ve taharriler devam etmekte idi. Hz. Üstad’ı Denizli Hapishanesine 126 talebesiyle birlikte sevk ettiklerinde, bizim Sav Köyüne de dedemin evine ikinci kez taharriye geldikleri zaman taharrî memuru çok inceleyerek evin her tarafını aramış. Gerçi dedem tedbirini almıştı. Bir ufak kâğıt parçası taharrî memurunun eline geçiyor. Üzerinde Osmanlıca yazıyla yedi yüz seksen altı Besmele-i Şerif’in hatmi yazılmış. Taharrî memuru Osmanlıca’yı tam bilemediğinden “bedi yüz, bedi yüz” diye heceliyor. “Acaba cümleyi ‘Bediüzzaman’ olarak tamamlayabilir miyim?” diye uğraşıyor. Dedem de “Görmüyor musun? Bedi yüz mü, yedi yüz mü, dikkat et” diyor. İşte böylesi bir durumda, evlerinde iki satır dahi Risâle-i Nurlara ait yazı bulabildiklerinde Hz. Üstad’la beraber Denizli Hapishanesine götürdüler. Sav Köyünden de sekiz kişi Denizli Hapishanesine gitmiştir, isimleri şöyle: Hasan Can, yaşı seksenin üzerinde; diğerleri yaşlı değil: Ahmet Altuğ, Ali Gül, Salih Yıldız, kardeşi Mustafa Yıldız, Mehmet Soylu, oğlu Ahmet Soylu ve Hüseyin Beşli. Evet, taharriler, aramalar, taramalar, sorgular, soruşturmalar, hapishaneler zahirde bir musîbet gibi görünürler; fakat altında bir lütf-u İlâhî himayesi ve bir inkişaf etme cephesi bulunuyor. Hüseyin Beşli’nin kendisinden dinlemiştim: “Denizli hapishanesinde, 126 kişi içerisinde Kur’ân okumasını sadece ben bilmiyordum. Bana hemen öğretmeye başladılar. Kur’ân okuyarak hatim ettim. Benim hatim duâsı olduğu gün hepimiz tahliye edildik” dedi. İşte bu cihetten bakıldığında, 126 talebe, Hz. Üstad’dan ve birbirlerinden çok dersler almışlar, hapishane onlara sanki yüksek tahsil almaları için bir üniversite olmuş. Hem ahlâken, hem ilmen çok mesafeler kaydetmişler, kendilerini yetiştirmişler. Yine Hüseyin Beşli’den dinledim. Hapishanenin ekmek tayininden Hz. Üstad kendine verilen tayini bir parça kendisine kestikten sonra kalanını talebelerine verirmiş. 126 talebe, Hz. Üstad’a hürmetlerinden, o tayini, kesme şeker gibi küçük parçalara bölerek her biri bir parça yermiş. Evet, şu sevgi, şu hürmet Nur Talebelerinde İnşâallah kıyamete kadar devam edecektir.
Bir de Sinoplu Hasan Atıf’la ilgili bildiklerinizi anlatır mısınız?
Sav’da Hasan Can Rahmetullah’ın evinde Sinoplu Hasan Atıf sekiz ay kalmıştır. Hiç dışarı çıkmadan münzevî olarak devamlı Nur Risâlelerini yazmakla meşguldü. Sav’a gelmesindeki sebep şu: Kastamonu’da Hz. Üstad’ı ziyaret ediyor. Hz. Üstad ona “Sinop’a göndereyim” diyor. Hasan Atıf da zaten Sinop’ta hizmet yapamamış, sıkılmış öyle gelmiş. “Üstad beni tekrar Sinop’a mı gönderecek?” diye düşünüyor. Hz. Üstad “Sen Isparta’ya git, Hüsrev sana bir yer ayarlasın” diyor. Nitekim Hasan Atıf Isparta’ya gidiyor. Hüsrev Efendi onu Sav’da Hasan Can’ın evinde kalmak üzere Sav’a gönderiyor. Birkaç gün sonra Hasan Can “Gel sana bahçelerimizi gezdireyim, canın sıkılmasın” diyor. Köyün üst tarafındaki bahçelere ve orada Sinap’a çıkarıyor. (Orada Sinap isminde bir yatır (evliyâullah) vardır. Hatta orada bir şifalı su kaynağı da vardır. Suyun şifası ise: Kuduz köpek ısırdığı zaman kırk güne varmadan o sudan yıkananlar öldürücü kudurma hastalığına tutulmazlardı.) Hasan Atıf, Sav Köyündeki bu Sinap’a çıkınca Hz. Üstad’ın kendisine Sinop yerine Sav’da bulunan Sinap’a göndereyim dediğini anlıyor. Hasan Atıf gayet güzel Osmanlıca Rika hattı yazı yazan ve yazısı gayet güzel okunaklı olan bir ağabeyimizdir. Denizli Hapishanesinde de bulunmuştur. Bilâhare ömrünü Denizli Aydın arasında bulunan Sultan Hisar’da tamamlamıştır.
Sav’daki Nur hizmetlerinin akışı nasıldı?
Bir taraftan telifi bitmiş iman dersi veren Sözler, Lem’alar, mektuplar el yazmalarıyla çoğaltılır, yurt çapında neşredilmeye devam edilirdi. Diğer taraftan Hz. Üstad’ın ve Türkiye’de bulunan bütün Risâle-i Nur Talebelerinin yazdığı, telkinat, te’kidat ve teşvikât verici, uhuvveti pekiştirici, sabır ve metaneti sağlayıcı imânî dersler içeren mektuplar Kastamonu’dan gelirdi. Bu mektuplar Türkiye’nin her yerinde bulunan Risâle-i Nur merkezlerine ulaşması için Isparta’da Kuleönü ve İslamköyü’nde ve ekseri Sav’da el yazmalarıyla yeterince çoğaltılırdı. Ve Isparta merkezde bulunan Hüsrev Efendi’ye gönderilirdi. O tashihlerini yapar, zarflara koyar, Türkiye’de bulunan Risâle-i Nur merkezlerinin adreslerini yazar, fahrî postalara tedbirli bir şekilde verirdi. Kastamonu’dan çıkan bir mektup yurt çapında bulunan Risâle-i Nur merkezlerine on beş yirmi gün içerisinde veya en geç bir ay içerisinde ulaşırdı. Türkiye’nin her tarafında Nur Talebeleri, Hz. Üstad’ın dinî, imanî, ahlâkî ve uhuvvetkârâne mesajlarını alır, okur ve hizmete ciddî ve samimî sarılırlardı. Ve Risâle-i Nur her geçen günde Türkiye’mizde inkişafı arttırırdı. İşte Hz. Üstad’ın Isparta’ya “Taşıyla toprağıyla mübarek bir yerdir” demesi ve Sav Köyüne de bu cihetle duâ etmesi bu hizmetlerdendir. Halbuki Hz. Üstad’ın Eskişehir Mahkemelerinden sonra Kastamonu’ya nakledilmesinin sebebi, ehl-i siyasetin nazarında Risâle-i Nur faaliyetlerini durdurmaktı. Heyhat, inayet-i İlâhiye ile hiçbir şey mani olamadı. Kastamonu’dan da çok Risâle-i Nur Talebesi yetişti. Elhamdülillah hâzâ min fazli Rabbî. 1946’lı tarihlerde teksir makinesi alındı. Yazı hizmetleri biraz rahatladı ve hızlandı. Sav, Isparta ve Kastamonu’da teksir makineleri çalıştı. Teksir makinesiyle olan hizmete Sav’da daha çok çalışıldı. Çünkü müsaitliği mümkün olduğundan. Teksir makinesine takılacak yazıyı Hüsrev Efendi evinde yazardı. Oradan getirirdik. Makinede çalışanlar makineye takarlardı. Yazılarda ve makinede bir arıza olsa, Mustafa Gül amca tamir ederdi. Hüsrev Efendi kalemiyle yazılmış, teksir edilmiş, bir eser savcılığa intikal ettirilmiş ve Hüsrev Efendi’yi savcılığa ifadeye çağırmışlar. Sorgulamada sormuşlar: “Sen mi yazdın bunu?” “Evet” “Kim yardım ediyor?” “Atabeyli Tahiri Mutlu.” “Makine nerede?” “Tahiri Mutlu’nun evinde.” Mahkeme açılmaya devam ediyor. Hüsrev Efendi evinde, Sav’a acilen haber gönderiyor. “Bu gece makineyi Atabey’e Tahiri Mutlu’nun evine bırakınız.” Hemen gece makineyi Ali Dikyar isminde bir ağabey hayvanına yüklüyor, Kürt Hasan Çavuş ile Efe Şükrü beraber, gece yaklaşık 30 km yolu beraber alıp, Atabey’e Tahiri Mutlu’nun evine varıyorlar. Bu cihetle Sav’daki teksir hizmetini gizlemiş oluyorlar. Ertesi günü Tahiri Mutlu’nun evine taharri düzenleniyor. Makineyi oradan alıp müsadere ediyorlar. Sonra mahkemeye Tahiri Mutlu ile Hüsrev Efendi’yi celp ediyorlar ve mahkeme sorguları başlıyor: “Bu eserleri siz mi teksir ediyorsunuz?” “Evet” “Parayı nereden temin ediyorsunuz?” “Kendi paramızla kâğıt mürekkep alıyoruz, teksir ediyoruz. Eserleri kâğıt ve mürekkep bedeline satıyoruz. Onunla tekrar kâğıt mürekkep alarak devam ediyoruz.” Savcı ve hakim birbirlerine bakıyorlar, “Hayatımızda gayet rahat bir şekilde suçlarını itiraf eden bir sanık görmedik” diye hayret ediyorlar. Bir hatıra daha: Sav’da teksir makinesinden çıkarılan on kadar numune sahifeleri, tashih için, Kürt Hasan Çavuş ile Isparta’ya Hz. Üstad’a gönderiyorlar. Kürt Hasan Çavuş, Hz. Üstad’ın evine girecek, oralarda nöbetçi polisi görmediği için hemen girivereyim derken, meğer polis onu görüyormuş, hemen Kürt Hasan Çavuş’un kolundan tutuyorlar. Doğru karakola götürüyorlar. Kürt Hasan Çavuş karakola gitmekten değil, koynundaki Risâle-i Nur sayfalarını yakalatmaktan korkuyor. Bu sayfaları nasıl muhafaza edeceğini düşünüyor. O esnada diğer bir Nur Talebesi olan Rüştü Efendinin dükkânının önünden geçiyorlar. Allah’tan olacak Rüştü Efendi kapının dışındadır ve Kürt Hasan Çavuş polise çaktırmadan sahifeleri ona veriyor. Nöbetçi polis, “Bediüzzaman’ın evine gelen birisini daha yakaladım” diyerek Hasan Çavuş’u komisere teslim ediyor. Komiser “Memlekette hoca mı kalmadı? Neden oraya gidiyorsunuz? Bir daha gelmeyeceğine söz verirsen salarım” diyor. Kürt Hasan “Söz veremem, belki gelirim, gelmeyeceğim diye yalan söyleyemem“ diyor. Komiserin yanında bulunan misafir komiser, “Arkadaşı şimdi sal, bir daha yakalarsan salmazsın“ diyor ve Kürt Hasan Çavuş’u salıyorlar. Kürt Hasan Çavuş ve Rüştü Efendi sahifeleri de alıp Hz. Üstad’ın yanına varıp durumu anlatıyorlar. Hz. Üstad “Ahmaklar, güya devlet adına, emniyet adına çalışıyorlar. Halbuki ben memleketin imanı ve selâmeti için her şeyimi feda ettim, anlamıyorlar” diyor.
Üstad’ın Isparta ile ilgisi nasıldı ve orayla ilgili hatıraları nelerdir?
Hz. Üstad, 1952 ve 53’lerde Isparta’ya ikamet etmek için geldiğinde sıkı takibat yapılmıyordu. Usûlüne uygun hareket etmekle normal ziyaret yapılabilirdi. Kışta yakması için Eğirdir ilçesi Yukarıdere Köyünde bulunan Hacı Abdurrahman ve Halil İbrahim oğlu Hacı Mustafa bir kamyon odun gönderiyor. Savlılar o odunları baltalarla ve kalastra bıçkılarıyla parçalayıp kıymışlar. Hz. Üstad bu fedakârlıklarından çok memnun olmuş, hatta o gün odun kıyanların her birisine sarı renkli yirmi beşer kuruş vermiştir. Hâlen bir uğur parası olarak o yirmi beş kuruşu kesesinde saklayan Hacı Ali Ergin’de gördüm. O tarihlerde, Hafız Mehmet Gül’ün oğlu Tevfik Gül, Debeoğlu Mustafa ve Darıören Köyü imamı Mustafa Hoca Hz. Üstad’ı ziyaret ediyorlar ve Üstad, Tevfik Gül’e diyor ki: “Baban Hafız Muhammed Gül’ün ne halde olduğunu biliyor musun? Onları semada aktablarla geçtiklerini görüyorum. Onlar az zamanda çok mertebe kazandılar.” Hz. Üstad Isparta’ya ikamet için ilk geldiği günlerde Cuma için camiye giderdi, ancak hangi camide kılacağı bilinmezdi. Değişik camilerde namaz kılardı. Bediüzzaman’ı görmek için “Hangi camiye gidecek?” diye merakla takip ederlerdi ve hangi camide kılıyor ise o camide cemaat yollara kadar taşar, gayet hoş bir ortam içerisinde Cuma namazı kılınırdı. Taksiler konvoy halinde gelir, “Benim taksime binse” diye merakla beklerdi. İyi kötü seçmeden mütevaziyâne bir taksiye biner evine giderdi. Hz. Üstad’ın bu mütevaziyâne haşmetli hâlini çekemeyen, siyasete mâl edip kargaşa çıkarmak isteyen bir gazeteci Cuma günü Isparta’ya geliyor. Hz. Üstad onu mânen hissediyor. O Cuma günü talebelerine “Ben hastayım, ziyarete kim gelirse sakın almayın“ diyor. Cuma namazını kılmaya çıkmıyor. Gazeteci ise o camiye koşuyor yok, bu camiye koşuyor yok. Bediüzzaman’ı camilerde bulamayınca evine geliyor. Talebeleri “Hz. Üstad hasta, misafir kabul etmiyor” diyorlar. O günden sonra Hz. Üstad kargaşa çıkmasına fırsat vermemek için Cuma namazlarına çıkmaz oluyor.
—SON—
RÖPORTAJ: MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ |
04.06.2010 |