26 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Okuma haritası


A+ | A-

Kalemi kemâlde bir yazardan okumuştum: “Fazla kitap okuyan biri değilim. İçimde soru oluştuğunda, o soru etrafında kitaplar okurum.”

Sorunu olan soru sorar ve o soru etrafında hayata, hadiselere, kitaplara dikkat nazarla bakar. İhtiyaç duyarak okumak; ihtiyacı karşılayan en iyi okuma şekli.

Musîbetler duâların vakti olduğu gibi okumaların da vaktidir. Hasta olan birinin en ihtiyaç duyacağı okuma “Hastalar Risâlesi” olsa gerek. Öyle ki o Risâlenin sonunda “Bu kitap her derde devadır” ibaresinin tevafuku ne güzel bir tevafuktur.

Bütün olarak bir defa okuduktan sonra sabah ve akşamda bir doz “devâ” alınabilinir; duygu tansiyonuna, zihin ritmine iyi gelir, gönlü cilâlar, dimağı temizler. Her dozda tatlı sabır ve şükür şırınga eder, manevî bünyeyi güçlendirir.

Yeten bir okuma mıdır? Değildir. Çerçeve biraz daha genişletilebilir; sabır kahramanı Eyyüb‘den (as) bahseden İkinci Lem’a sabah seherinde teennî ile okunabilinir meselâ.

“Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dar-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.”

Bitmeyen ihtiyaç yeni okumalara kapı açar: Yirmidördüncü Mektub:

“Ey insan-ı müştekî! Sen ma’dum kalmadın, vücud ni’metini giydin, hayatı tattın; camid kalmadın, hayvan olmadın. İslâmiyet ni’metini buldun; dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hakeza.”

Mevt ve musîbetlerin sırrı keşfi, dem ve damarlara işleyen okuma ile ayan olduğu gibi asıl hastalığın, imanda tazelenmeme ve derinleşerek gelişememe olduğu fark edilecektir. Bağımlılık getiren ihtiyacı okuma bağışıklık sistemine de iyi gelir.

Mikropların etrafında mevlevîvârî dönerek yok eden askerler gibi; zihin duvarlarına saldıran, iman mahalli gönül surlarını aşmak isteyen şirk askerleri, vesvese ordusu defedilinceye dek takip edilmeli okuma… Akıl midesinden kalbe, kana, âsâba, ele, göze, dimağa nüfûz eden bir okuma karşısında hangi şüphe mikrobu kalır, izinsiz ve sinsi büyüyen hangi hücre dayanabilir?

Radyoterapi, kemoterapiden daha iyi gelir; Kur’ân ve kâinatla buluşturan Nurterapi. Vücudun her tarafını tarar; düşünce hücrelerinin hepsine girer, duygu damarlarının bütününe tesir eder; kalbe kut ve gıda, zihne şuâ olur.

İsteyen burada durur, sabah ve akşam birkaç doz “devâ” ile yetinir, isteyen “Dördüncü Şuâ” şuâ tedavisine başlar. Arada “Yirminci Mektub”un birinci makamı, takiben “Üçüncü Şuâ” ile devam edebilir.

Her insan biraz kendi doktoru olmalı değil mi? Kendine göre bir okuma şekliyle kendini tedaviye çalışan bahtiyar bir doktor; hastalıkla, musîbetle, hayatla sorunu olan ve soran bir doktor. Asrın tabibinin Kur’ân eczanesinden derlediği tiryakları gözüne, gönlüne, aklına, dimağına süren bir doktor.

Sorunu olan ve soran sadece musîbete düşenler değildir; sorma cesareti olan ve cevap peşinde yürüyen kalbi hüşyar, aklı nurlu olanlardır.

Meselâ İsm-i Azam ve “Ene” sorusu nasıl bir okuma şekliyle okunmalıdır; tek başına, bir mecliste müzakere ederek, hangi Risâleler, hangi satır araları, hangi Lâhika’daki şifreli cümleler?

Böyle bir ihtiyaç hissedilirse ilgili yerler açılacak, cevaba yaklaşılacaktır, çünkü ihtiyaç şiddetlidir.

26.05.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Mânâ-yı harfî


A+ | A-

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim... Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki: Cenâb-ı Hakk’ın masivasına, yani kâinata mânâ-yı harfiyle ve O'nun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismiyle ve esbap hesabına bakmak hatâdır.” (M. Nuriye s. 84)

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerine âit olan bu tesbitler, bütün öğrendiklerinin rûhu, hülâsası ve özeti gibi görünüyor. Mahlûkâta, Yaratıcıları hesabına bakmak ilim olup, insanı mânen Allah’a yaklaştırırken, O’nunla bağlantısını koparıp kendi zatları hesabına bakmak, zâhiren ilim iken cehâlet olup insanı Allah’tan uzaklaştırarak inkâra kadar sürüklemeye sebep olur.

“Bu kâinatta yaratılan her şey en güzeldir. Ondan daha güzeli tasavvur bile edilemez” sözünü İmam-ı Gazâlî’ye söylettiren şu yüksek nizam ve emsâlsiz san'at, ancak “Ne güzel yapılmış, ne kadar mükemmel San'atkârına şahadet ve Esmâ-i Hüsnâsına delâlet ediyor!” demekle güzelleşir. “Ne güzel!” demekle, o güzelliğin zatlarından ve kendiliğinden olduğunu söylemek, o san'atlı varlıklardaki var olan gerçek güzelliği görmemek ve çirkinleştirmek anlamına gelir.

Risâle-i Nur eserlerinin, okuyucularına kazandırdığı çok şeylerden birisi ve en başta geleni, yaratılan her şeye mânâ-yı harfiyle ve Yaratıcı adına bakmak keyfiyetidir. Sebep ve sonuç ilişkisi içinde vukua gelen varlıklar ve olaylar, bu nazarla bakıldığı zaman, insanı esbap ve tabiat dalâletine sürükleyemez. Çünkü, sebepler ve sonuçlar ayrı ayrı yaratılan hakikatlerdir. “Aynı şartlar altında aynı sebepler, aynı sonuçları meydana getirir” şeklinde öğretilen bilgiler, bir safsatadan başka bir şey değildir. Zira, sebepler de, sonuçlar da İlâhî Kudret tarafından yaratılıyor. Allah o sebepler altında dilerse yaratır, dilemezse yaratmaz. Meselâ; geçen senenin mevsim ve iklim şartlarında zeytin, fındık ve fıstık gibi ağaçlar bol meyve verdikleri halde, bu senenin aynı şartları hazır olmasına rağmen meyve vermemektedir. Demek, şartlar ve sebepler birer bahanedir. Sonuçları yaratan ise, Âlemlerin Rabbidir. Kezâ; bir apartmanın yüksek katından düşen bir insan, genelde ölüme mâruz kalır. Ama, öyle zamanlar olur ki, onuncu kattan düşen bir insan birkaç kırıkla kurtulur. Kezâ; uçak düştüğü zaman içindeki insanlar normalde ölür. Fakat, bâzı uçak kazalarında birkaç kişinin sağ kurtulduğu görülür. Bir zaman uçağı düşen merhum Adnan Menderes’in sağ kurtulup, diğerlerinin ölmesi gibi.. Misâlleri çoğaltmak mümkün. Demek ki, aynı şartlar ve aynı sebepler altında, illâ aynı sonuçlar meydana gelmiyor.

Bu hakikate binâen, mevcudâta ve olaylara mânâ-yı harfî nazarıyla ve Allah hesabına bakmak lâzımdır. Kader ve Kudret-i İlâhî, sebep ve sonuca birden ve aynı anda taallûk eder. Bu açıdan bakıldığında, Ehl-i Sünnet inancına sahip olan bizler, bir şey vukua gelmeden kesin hüküm vermiyor ve susuyoruz. Meselâ; tüfekle bir adamın vurulması hadisesinde, Mutezile Mezhebine mensup olanlar “Atmasaydı, ölmeyecekti”; Cebriyeciler ise “Atsa da, atmasa da ölecekti. Çünkü, ölmesi takdir edilmiş” diyorlar. Burada, istikameti koruyanların, “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhuldür” diyen Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olduğu anlaşılıyor.

Asya Nur Kültür Merkezinde bir saati aşkın bir sürede mânâ-yı harfî ile kâinata ve olaylara bakmanın iman ve itikat gereği olduğunu anlatan ve verdiği misâllerle seminerini zenginleştiren değerli konuşmacı Dr. Hakan Yalman, çok derin bir meseleyi kolaylıkla zihinlerimize nakşetti.

26.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ne oldu bize, ne oldu size!


A+ | A-

1983-1990’da, muhabir olarak, başörtülülerin şanlı direnişlerini fiilen izledim, kimi zaman içimiz kan ağlayarak, kimi zaman dışımız... Daha sonra da araştırmacı-yazar olarak… Adımız, “başörtüsü muhabiri”ne çıkmıştı.

Başörtüsü yasağı telgraflarla, hak ve hürriyet yürüyüşleriyle, bazılarının kendilerini okulların kapılarına zincirleyerek protesto ediliyordu. Bu tepkiler, iktidarları sarsıyor, adeta kan kusturuyordu. Öte yandan ne başörtülüler, ne başörtülülerin yakınları, ne de biz duygularımıza mağlûp olup taşkınlık yaptık. ‘Meşrûiyet’ içinde destanımsı bir mücadele verildi 2002 yılına dek…

***

12 Eylül 1980, 28 Şubat darbe-i münafıkaneleri, başta başörtülüler olmak üzere, imam-hatipler, dolayısıyla meslek liselerine ve Kur’ân kurslarına gidecek çocuklara indirmişti en büyük darbeyi. Ve darbecilerin, diktatör kafanın, Ergenekon’un, yasakçıların sözcüsü gibi hareket eden kimi—sözüm ona—İlahiyatçılar da “Kur’ân’da başörtüsü yoktur!” gibi dehşetli söylemler içine girdiler.

Başörtüsünü baş tâcı kabul edenler ise, hiç şüphesiz, onun Allah’ın bir emri, farz olduğunun şuurundaydılar:

“Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine örtsünler.” 1

Kadınların dıştan giyinmeleri gereken bol elbiseyi de, başörtüsü ile beraber olması gerektiğini şu âyet emretmektedir:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” 2

Âyetin metninde geçen “celâbîbihinne” çoğuldur, tekili “cilbab”dır ve dıştan, baştan ayağa giyilen elbise demektir. Bu, 15 asırdır müfessirlerce hep böyle anlaşılageldi ve tefsir kitaplarında da hep böyle yer aldı.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 30 Aralık 1980 tarihli kararında, başörtüsüyle ilgili olarak Nur Sûresi’nin 31. âyetinde örtünmenin tarifinin yapıldığı, bu âyete göre de örtünme Allah’ın bir emri olduğu ifade ediliyor.

Israrla sanıldığı gibi belli bir zümrenin sonradan ortaya çıkardığı bir âyet, işaret, sembol değil, İslâm Dini’nin bir hükmü. Anayasa’nın 10. ve 11, maddelerine atıfta bulunularak kadınların tesettüre uymalarının sınırlandırılmasını, kişi hak ve hürriyetlerine müdahale olarak değerlendirilir kararda.

***

Şimdi başlığa gelelim:

AKP iktidara gelir gelmez, bütün hak arama faaliyetleri, protestolar “şıp” diye kesiliverdi. Neden? Başörtüsü farz olmaktan çıktı mı? Başörtüsü hak değil mi?

Ne oldu bize, bu mesele ile ilgili yazmıyor, haber yapmıyoruz? Ey başörtülüler, ne oldu size, kıpırdamıyorsunuz?

Şu halde, bir kısım mihrakların “Başörtüsü siyasî bir simgedir, onların derdi Kur’ân’ı yaşamak değil, iktidar olmaktır!” yaftasını doğrulamıyor musunuz? Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “Yorgan gitti, kavga bitti”, “İktidar geldi, başörtüsü farziyeti, hak arama bitti” mi?

Yoksa, “makam, mevki, tama, korku ve dünyanın cazibedar şeyleri” bizi dünyevîleştirdi, dâvamızdan uzaklaştırdı mı? İnandığımız gibi yaşamayınca yaşadığımız gibi inanmaya mı başladık!

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Nûr Sûresi, 31.; 2- Age., Ahzab Sûresi, 59.

26.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Mevcutlar hurdaya; yeni kombiler geliyor


A+ | A-

Birinci elden aldığımız bilgilere göre, dünya piyasalarına teknoloji harikası yeni kombiler sürülecek.

Patent işlemleri tamamlanmış olan bu kombilerin seri üretimine bir, ya da iki sene içinde başlanmış olacak.

Nono (cüce) teknolojisine göre imal edilen bu kombiler, bir evin, bir binanın sadece ısıtma veya sıcak su ihtiyacını karşılamakla kalmayacak, aynı zamanda elektrik de üretecek.

Dolayısıyla, bu kombiler, kurulduğu evin, binanın bütün enerji ihtiyacını da karşılamış olacak. Hatta, "akıllı sayaçlar" sayesinde, ihtiyaç fazlası enerjinin bağlantılı elektrik şirketine satılması dahi mümkün hale gelebilecek.

Hem hacim itibariyle küçük olup fazla yer kaplamaması, hem de elektrik gibi pahalı bir enerjiyi üreterek yüksek tasarruf sağlaması, bu kombilere olan talebin çok yüksek olacağını gösteriyor. Hatta, taleplerde bir patlama olacağı ihtimalini dahi hatıra getiriyor.

Meselâ, yine birinci kaynaktan aldığımız bilgilere göre, Avrupa'da patent hakkını almış üretici bir firma, daha şimdiden on binlerce adet kombi siparişini almış durumda.

Bu da, pazarlama şirketlerinin meselenin ehemmiyetini idrak ettiklerini, bu işten yüksek kazanç sağlayacaklarına inandıklarını gösteriyor.

Hidrojen enerjisi

Dünyada şimdiye kadar keşfedilen ve kullanılan enerji kaynakları şunlardır: Kömür, petrol, doğal gaz (ilk üçü, aynı zamanda fosil kaynaklıdır), elektrik, rüzgâr, güneş, biyoyakıt, jeotermal, hidrolik, nükleer ve hidrojen enerjisi.

Şimdilerde, en gözde olmaya aday görüleni ise, hidrojen enerjisidir. Zira, hem tasarruflu, hem de çevre kirliliğine yol açmayan en temiz enerji olarak kabul görmüş durumda.

İşte, yukarıda bahsini ettiğimiz kombilerin ürettiği de, doğrudan hidrojen enerjisidir.

Yani, bu nano kombiler, az bir metan gazı ile çalışmaya başlıyor ve kurulu tesisatı içinde devridaim ettiği sudan çok yüksek miktarda hidrojen enerjisi temin ediyor.

Kombiden geçen su, sıcak su olarak kullanıldığı gibi, ayrıca kalorifer peteklerine kanalize edilerek ısıtma amaçlı olarak da kullanılabiliyor.

Nano kombinin bütün bu ihtiyaçları karşılaması ve üstüne üstlük elektrik üretmesi için, masraf olarak sadece çok az miktarda metan gazına ihtiyacı var.

İhtiyaç duyulan metan gazı ise, meselâ köylerde iki inek gübresinden, yahut etraftaki ağaç/odun çürüklerinden bile devşirilebiliyor.

Kombiden geçen metan gazı, lazerle delinmiş binlerce delikli küçük metal parçalarından geçtikten sonra, metal ve seramik plakalarının da yardımıyla, cihaz içinde meydana getirdiği olağanüstü derecedeki reaksiyonlar sayesinde, basit sudan çok yüksek miktarda bir hidrojen enerjisi istihsal eder.

Evin, binanın elektrik tesisatına aktarılan bu enerji ile, hem aydınlatma sağlanır, hem de ocak, fırın, ütü dahil kullanılan bütün cihazlar çalıştırılabilir. Üstelik, enerjinin artan kısmı akıllı sayaçlar sayesinde satışa da sunulabilir.

Evlerden sanayiye

İlk etapta ev tipi kombilerin üretimine başlayacak olan yüksek teknoloji ile donanımlı şirketler, ardından bina, site, mahalle ve hatta şehirlerin enerji ihtiyacını karşılamaya yetecek "nano santraller"in üretimine de geçmeyi plânlıyorlar.

Aynı şirketler, bilâhare hidrojen enerjisinin depolama sistemini geliştirerek, mobil sistemli otomobil, uçak, tren, gemi gibi makinalar için de, alternatif bir enerji türünü dünya piyasalarına sürmeyi hedefliyorlar.

Önemli son birkaç not

1) Konunun uzmanı değiliz. Burada da ahkâm kesmiyoruz. Sadece ufuk açıcı, ilgilileri, meraklıları teşvik edici bazı telkinatta bulunmaya çalışıyoruz.

2) Uzmanlar, burada nazara verdiğimiz hususlara dair teknik detayları çok daha iyi bilirler. Dolayısıyla, teknik bazı hataları da bulabilirler. Bunu peşinen kabul ediyoruz.

3) Anlattığımız kombiler ve bunlardan hidrojen enerjisi üretme çalışmaları, Avrupa'nın gelişmiş ülkelerinde yapılmaktadır.

4) Burada, adresi tam olarak veremeyiz, kaynağı belirtemeyiz, şahıs ismi zikredemeyiz. Zira, bundan büyük zarar görecek kimseler olabilir. Bilgi sızdırmaya karşı, ilgili şirketler tarafından çok ağır müeyyideler uygulanıyor.

5) Türkiye'de de hidrojen enerjisi sahasında ciddî çalışmalar, hatta yatırımlar yapılmaktadır. Ancak, bizim tesbitlerimize göre, en yüksek teknolojinin kullanıldığı ünitelerimizde bile, Avrupa'daki gelişmelerin en az on yıl gerisinde görünmekteyiz.

6) Hidrojen üretimi yapacak cihazları yapmak, tek başına bir marifet, bir başarı değildir. Patent alsanız bile, şayet astarı yüzünden pahalı olursa, o takdirde seri üretime geçemezsiniz. Keza, dünya ile rekabet edemezsiniz. Dolayısıyla, büyük emeklerle yaptığınız işi, ekonomik kazanca dönüştüremezsiniz.

7) Dünyadaki hayatı tehdit eden bilhassa çevre ve atmosfer kirliliğine karşı düşünülen çarelerin arasında hidrojen enerjisine ağırlık veriliyor zaten. Kuvvetle muhtemeldir ki, bu temiz, zararsız ve yüksek tasarruflu enerjiye duyulan ihtiyaç daha da artacak ve belki de liste başı olacak derecede önemsenecek.

Velhasıl, "Hayat sudan ibarettir."

26.05.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İsm-i Kayyûm üzerine (4)


A+ | A-

Abdullah Bey: “Otuzuncu Lem’a’nın Altıncı Nüktesine göre, varlıklardaki baş döndürücü faaliyetlerin Kayyûm ismi ve buna bağlı Kayyûmiyet sırrı ile îzahını yapar mısınız?”

Mâdem her faaliyette içten sevilir ve candan istenir bir kemâl ve bir lezzet vardır ve her faaliyet dahî bir kemâldir. Ve mâdem şu canlılar âleminde dâimî ve ezelî bir hayattan kaynaklanan hadsiz bir muhabbetin ve nihâyetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor.

İşte Kendini böyle sevdiren, seven, şefkat eden ve lütuflarda bulunan Zât-ı Kayyûm-u Ezelî’nin, kudsiyetine lâyık ve izzetine münâsip bir tarzda, hadsiz derecede,—tâbirde hatâ olmasın!—bir aşk-ı lâhûtî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi kudsî şuûnât o Hayat-ı Akdes’te vardır ki, o şuûnât, böyle hadsiz faaliyetle ve nihâyetsiz hallâkiyetle kâinâtı dâimâ tazelendiriyor, çalkalandırıyor ve değiştiriyor.1

İkinci Şûbe: Her bir cemâl ve güzellik sahibi kendi cemâlini ve güzelliğini görmek ve göstermek ister. Her bir hüner sahibi, kendi hünerini sergilemek ve ilân etmek ister. Mâdem bu esaslı kâideler, her şeyde derecesine göre cereyan ediyor. Elbette Cemîl-i Mutlak olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâl’in bin bir esmâ-i hüsnâsından her bir ismin, kâinâtın şehâdetiyle, cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işâretiyle, her bir mertebede hakîkî bir hüsün, hakîkî bir kemâl, hakîkî bir cemâl ve gâyet güzel bir hakîkat; her bir ismin her bir mertebesinde hadsiz güzellikler vardır.

Mâdem bu güzel isimlerin kudsî cemallerini ve güzel nakışlarını gösteren sahife bu mevcûdât ve bu kâinâttır. Elbette o dâimî ve bâkî isimler, hadsiz cilvelerini, nihâyetsiz mânâlı nakışlarını ve kitaplarını, hem Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâl’in müşâhede nazarına; hem had ve hesâba gelmeyen şuur sahibi mahlûkâtın mütalâa nazarına göstermek ve nihâyetli ve mahdut bir kâinâttan nihâyetsiz levhâları ve sonsuz nakışları göstermek için o aşk-ı mukaddes-i İlâhî’ye istinâden ve Kayyûmiyet sırrına binâen; kâinâtı mütemâdiyen cilveleriyle tâzelendiriyorlar ve değiştiriyorlar.2

Dördüncü Şuâ (Kayyûmiyet sırrının Üçüncü Şûbesi): Her bir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten haz alır. Her bir şefkat sahibi, başkasını sevindirmekten memnun olur. Her bir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle sevinir. Her bir cömert zât, başkasını mes’ûd etmekle lezzet alır. Her bir âdil zât, hak edene hakkını vermek ve müstehakları cezâlandırmaktan keyif alır. Her bir hüner sahibi san'atkâr, san'atını teşhir etmekle, san'atının plânladığı gibi işlemesiyle ve istediği netîceleri vermesiyle iftihâr eder. Bu hakîkî düsturlar, kâinâtta ve insanlar arasında cereyân etmektedir.

Elbette bütün hayvanları, insanları, hadsiz melekleri, cinleri ve ruhları; uzay boşluğunda yüzen bir Rahmânî gemi hükmünde olan dünya küresine bindirerek; dünyayı hadsiz yiyecek çeşitleriyle donatarak Rabbânî bir sofra şeklinde açmak; muhtaç, müteşekkir, minnettâr ve mesrur mahlûkâtı kâinât etrâfında seyahat ettirmekle; ve yalnız dünyevî ikrâmlarıyla kalmayıp, dâr-ı Bekâda Cennetlerinden her birini dâimî ziyâfet için birer hadsiz sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’a ait; o mahlûkâtın teşekkürlerinden, minnettarlıklarından, mesrûriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen—tâbirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız—şuûnât-ı İlâhiye, memnûniyet-i mukaddese, iftihâr-ı kudsî ve lezzet-i mukaddese gibi isimlerle işâret edilen Rubûbiyet mânâları vardır ki, bu dâimî faaliyeti ve bu mütemâdî hallâkiyeti iktizâ etmektedir.3

Yarın İnşâallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 340.

2- Lem’alar, s. 341.

3- Lem’alar, s. 342.

26.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Irak iç savaşın eşiğinde!


A+ | A-

Türkiye, ABD’yi memnun edemediği başta “İran’la uranyum takası ve arabuculuğu” olmak üzere bir yığın iç ve dış gelişmeyle uğraşırken, yanıbaşında Amerikan işgali altındaki Irak’ta kargaşa devam ediyor.

Binlerce teröristin yuvalandığı Irak, tam bir iç savaş sürecinde. “İntihar eylemi” süsü verilen lâkin “intihar eylemcileri”nin bulunmadığı bombalama ve patlamalarda yüzlerce Iraklı can veriyor, yaralanıyor. Başta Bağdat olmak üzere, Irak şehir ve kasabalarında terör ve anarşi devam ediyor.

Türkiye ile ABD’nin “stratejik müttefikliğin” resmen ilân edildiği ve “teröre karşı istihbarat paylaşım” ile her türlü destek sözünün verildiği 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da Bush’la başbaşa görüşmesinde Başbakan Erdoğan’ın bizzat talebinin üzerinden iki buçuk yıl geçti. Daha sonra Kuzey Irak’ın da ayrı bir ülke imiş gibi katıldığı “ABD-Türkiye-Irak’ın üçlü mekanizması”nın bir yararı görülmüyor.

Irak hükûmetinin peşinen gücünün yetmediğini bildirmesine karşı ABD, kontrolündeki Kuzey Irak’taki ve Kandil dağlarındaki terörü tasfiye sözünü bir türlü yerine getirmiyor. PKK’nın irtibat büroları açık duruyor. Ankara’nın defalarca Washington’dan iadesini istediği ellerini kollarını sallayarak serbestçe gezen terörist elebaşıların hiçbiri teslim edilmedi…

IRKÎ VE MEZHEBÎ TEFRİKAYLA

Kısacası, Irak kaos ve kargaşanın kıskacında. 7 Mart’ta seçimler yapıldı; lâkin etnik ve mezhebî ayırım kotası kontenjanıyla yapılan seçimlerde de iç barış sağlanamadı. Seçimlerin üzerinden seksen gün geçtiği halde hâlâ hükûmet kurulmuş değil.

325 sandalyeli mecliste 91 sandalye kazanan İyad Allavi’nin Irak koalisyonu ile 89 vekil çıkaran Nurî Mâliki’nin hukuk devleti koalisyonu da hükümet için gerekli çoğunluğu sağlayamıyor. Washington, Allavi ile Mâliki’ye dönüşümlü başbakanlık öneriyor.

Bir yandan itiraz üzerine seçim sonuçlarını inceleyen özel mahkeme, seçimleri kazanmış 52 adayın oylarını “Baas yönetimi ile bağları bulunduğu” gerekçesiyle iptalini isterken, yılan hikâyesine dönen hükûmetin kurulmasında bir türlü uzlaşma sağlanamıyor.

Özetle Irak’ı işgalle fitne ateşinin içine atan işgalci ABD, ırkî ve mezhebî parçalanma ve bölünme üzerine kurduğu “iftirak sistemi”nden bütün senaryolara rağmen göstermelik de olsa güdümünde “yerli” bir hükûmet çıkaramıyor.

Karmaşa o denli ki Amerikalılar bile çözemiyor. Daha önce koskoca Irak’ın başına Talabani gibi bir aşiret reisini Cumhurbaşkanı yapan ABD, yine etnik ve mezhebî ayırım üzerine Irak yönetimini tanzim etmek, makamları dağıtmak plânında. Bu “tefrika plânı”yla Amerikan silâhlı kuvvetler başkomutanlığı, Allavi’nin cumhurbaşkanı olarak güvenlikten sorumlu olması ve bazı kilit bakanlıkların Sünnî Araplara verilmesine karşı Başbakanlığın Maliki’ye bırakılmasını ve Meclis Başkanlığının Kürtlere verilmesini istiyor! “Kullanma miâdı dolan” ve artık “işi biten” Talabani’nin, yerel rakibi Barzani’nin isteğiyle devre dışı kalacak ve Bağdat’tan uzaklaştırılmasını teklif ediyor. (Barış Beydoğan, Irakhaber, 25.4.2010)

Görünen o ki Irak’ı daha baştan Arap-Kürt-Türkmen gibi ırkî farklılıklar üzerine bölen, “Sünnî Arap-Şîi Arap”, “Sünnî Türkmen-Şîi Türkmen” gibi mezhebî çekişmeler üzerine ayrıştıran işgalciler, Irak’ı kavga ve kargaşaya itmekle kalmıyor. Dünyanın en zengin ve verimli petrol rezervlerinin yer aldığı ülkenin kuzeyini Kürtlere, ortasını Sünnî Araplara, güneyinin Şîi Araplara peşkeş çekip etnik ve mezhebî bölünmeye ve parçalanmaya zemin hazırlıyor…

“ZÂLİMLERİN KILIÇLARIYLA

KURTULUŞ OLMUYOR”

Ayrıca bir Türkmen şehri olan Irak petrolünün beşte birinin çıkarıldığı, Kerkük’ü peşmergelere vermekle, “stratejik ortağı” Türkiye’nin “kırmızı çizgileri”ni pervasızca çiğniyor.

İşgalin başında tapu ve nüfus dairelerinin işgalciler kontrolünde tâlân edilmesinin, atanan Kürt vali ve peşmergelerden oluşan şehir konseyinin emr-i vakileriyle Türkmen çoğunluğun baskı ve zulümle göçe zorlanıp yüzbinlerce peşmergenin iskan edilmesinin amacı bu...

Dahası, güneydeki “Şîi oluşum”la, bölgede Sünnîlere karşı İran nüfuzunu genişletmekle “Şîi kuşak” oluşturmaya ve “Büyük Ortadoğu Projesi” gereği İslâm dünyasında bir Sünnî-Şîi çatışmasını alevlendirmeye uğraşıyor.

Bunun içindir ki Irak’ta seçimlerin galibi eski Başbakan Allavi, İngiliz Guardian ve İspanyol El Mundo gazetelerine, açık açık “Irak’ın mezhep savaşının eşiğinde iç savaşa sürüklendiği”ni bildiriyor.

“Seçimlerden sonra çok tehlikeli yeni bir iç savaşa doğru sürüklenmenin başlangıcında terör ve şiddetin tırmanış dalgası içindeyiz; şiddet devam ederse iç savaşa itiliyoruz” diye yakınıyor. Her defasında yüzlerce sivilin katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı Irak’ta daha korkunç şiddet olaylarının meydana gelmesinden korktuğunu söylüyor.

Etnik ve mezhebî tahrikle kan dâvâsına dönüşen olayların ortasında Irak’ın bölünüp parçalanmaya hızla sürüklendiğini haber veriyor…

Neticede, bölgeyi ateşe veren işgalci “zâlimlerin kılınçlarıyla ferah, ferec (kurtuluş), sürur gelmiyor.” İşgalcilerin “muhtariyet-özerklik” paravanında “meyl-i iftirak marazı”nı tahrikle, ırkî ve mezhebî ihtilâf ve ayırımları kışkırtma plânından barış ve özgürlük çıkmıyor.

Irak’ın kanlı hal-i pür melâli ortada…

26.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İşlerin yürümesi için


A+ | A-

Karşılaştığımız pek çok olumsuz hadiseyi “kıyamet alâmeti” olarak vasıflandırırız. Dünyanın ömrü içinde “Asr-ı Saadet” günleri “ikindi vakti”ne denk geldiğine göre, kıyametin kopma vaktini hatıra getiren “akşam vakti”ne yanaşmış sayılırız.

Malûm olduğu üzere, hadis-i şeriflerdeki ifadelerde ‘iş’lerin ehil olanlara verilmemesi ‘kıyamet alâmetleri’ olarak anlatılır. “İş”lerin ehil olanlara verilmesi gerektiği Kur’ân’da da emredilir. Hatırlamak gerekirse, bu konudaki âyetlerden biri şöyledir: “Allah size, mutlaka emanetleri [işleri] ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle davranmanızı emreder.” (Nisa Sûresi, Âyet: 58)

Benzer şekilde hadis-i şeriflerde de işlerin ehil olanlara tevdî edilmesi gerektiği hatırlatılır. Bu konudaki hadis-i şeriflerden birinde Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “İş ehli olmayana (lâyık olmayana) tevdî edildiği (verildiği) zaman, kıyameti bekle.”

“İşi ehil olana verme” konusundaki ikazlar dikkate alınmış olsaydı, belki de bugün içinde bulunduğumuz problemlerle karşılaşmazdık. Tabiî ki ‘işi ehline verme’ konusu çok iyi tahlil edilmelidir. “Emaneti ehil olana teslim etme” konusu sadece maddî işler için geçerli değil. Aynı ölçüler siyasî ve sosyal hadiselerde de geçerlidir. Bu noktadaki ihmalin faturasını sadece bu ihmali yapanlar değil bütün bir Türkiye ödüyor.

Bakınız, doğrudan değilse de dolaylı olarak ödediğimiz fatura bir uzman tarafından nasıl formülleştirilmiş: İçişleri Bakanlığı Müfettişi Vahdettin Özcan, “Adam kayırmacılık, siyasal kayırmacılık, hizmet kayırmacılığı, rant kollama, vurgunculuk, lobicilik, rüşvet, hediye alma, verimsizlik ve israf kamudaki yozlaşma örnekleridir. Yozlaşmanın sonucunda da yönetime karşı güven krizi ve liyakatsizliği meydana getiriyor. Bizim en önemli sorunumuz da liyakatsizlik yani işin ehline verilmemesidir.” (Yeni Asya, 22 Mayıs 2010)

Malûm olduğu üzere Risâle-i Nur eserlerinde de “işin ehline verilmesi” noktasında çok ikazlar vardır. Münâzarât’ta bu husus anlatılırken şöyle denilmiş: “Hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San’atta maharet ise müreccahtır.” (Münâzarât, s. 56)

Bu problem sadece Türkiye’nin de problemi değil. Belki bütün bir İslâm âleminin ve dolayısı ile dünyanın da problemi. Ama bakıldığında Avrupa’nın bu hususta daha hassas davrandığı görülebilir. Bizdeki ‘yasakçılar’ın yapamadığı şey de tam budur. İnsanların ‘iş’lerine bakacakları yerde, ‘giyim’lerine ve dolayısı ile ‘dış’larına bakmayı tercih ediyorlar. Böyle olunca da yıllar geçtiği halde ‘bir arpa boyu yol’ alamamış oluyoruz.

Her konuda “iş”i ehline verelim ki işler yürüsün; millet sürünmesin...

26.05.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Operasyon ve dizayn


A+ | A-

Kemal Kılıçdaroğlu’nun 1246 imza ile aday gösterilip 1189 oyla—57 fire!—başkan seçildiği ve Önder Sav’ın, kendisiyle birlikte birkaç istisna dışında Baykal ekibini tümüyle tasfiye ettiği, ama Gürsel Tekin gibi yeni rakiplerle karşı karşıya geldiği CHP kurultayı geride kaldı.

Dışlananlar Sav’a ateş püskürüp, “CHP Sav’ın damgasını taşıyan bu ulusalcı ve statükocu kadro ile iktidar olamaz” derken, şimdilik renk vermemeye çalışsalar da partinin en az üçe bölündüğü söyleniyor: Baykal’cılar, Sav’cılar ve Tekin’ciler...

Bunların yanında, Sav’ın listesindeyken Tekin bastırdığı için PM’ye giremeyen Ali Topuz gibi eski ağır toplar da ayrı bir kategori oluşturuyor.

Neticede Sav’cılar Tekin’i, Tekin’ciler Sav’ı çizince, iki isim en düşük oylarla listenin en alttaki iki sırasını paylaşmak durumunda kaldılar.

Bu sonuçtan sonra Sav, yetkilerinin azaltılmasını öngören tüzük değişikliğini ertelettirdiği genel sekreterlik koltuğuna yine oturur ve yanı sıra Tekin de başkan yardımcısı olursa, partide nasıl bir denge ve uyum olacağı merak konusu.

Ve Kılıçdaroğlu’nun listeleri savunurken “Gözettim” dediği bu dengeleri nasıl yöneteceği de.

Mâlûm, Gürsel Tekin geçen yılki 29 Mart yerel seçim sürecinde, CHP’nin İstanbul adayı olan Kılıçdaroğlu ile birlikte öne çıkıp parlamıştı.

O zaman verdikleri “yakın ikili” görüntüsü, kurultay sürecinde Sav faktörü devreye girdikten sonra şimdiden yara almış gibi görünüyor.

Tekin’in Kılıçdaroğlu için hazırladığı kurultay konuşmasının iptal edilip yerine başka bir metnin ikame edilmesi ve sonra Sav damgalı liste krizinin gelmesi, bunun ilk işaret ve tezahürleri.

Bilhassa liste kavgası, Tekin’e ikinci bir liste hazırlama girişimi yaptıracak kadar büyüdü, ama Kılıçdaroğlu’nun “Listenin son hali seni yüzde 70 tatmin eder” teminatı vermesi, krizi şimdilik yatıştırdı veya kavgayı dondurup erteletti.

Kurultay konuşması ise, Kılıçdaroğlu’nu iki taraflı bir eleştiri dalgasının hedefi haline getirdi.

Bir kesim, “Niye demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü gibi konulardan hiç söz etmezken Ergenekon avukatlığını sürdüreceğine işaret eden ifadeler kullandı?” diye yüklenirken..

Bazıları da “Niçin Atatürkçülük ve laiklik vurgusu yapmadı?” şeklinde eleştiriler yönelttiler.

Konuşmanın bina edildiği “rejim değil, geçim” esprisi temelindeki mesajlar ise yer yer Cem Uzan’ı hatırlatan tonlamalarıyla tenkide uğradı.

“Havuzlu villalar” eleştirilerinin de, öyle yerlerde oturan CHP’liler başta olmak üzere sermayedar burjuva kesimini tedirgin ettiği söylendi.

Kılıçdaroğlu’nun “Laiklik zaten bizim temel meselemiz, onun için özellikle vurgulamaya gerek duymadım” veya “Havuzlu villa derken Başbakanı kast ettim, alın teriyle kazanılan paranın hesabı sorulmaz” şeklindeki tavzihleri, ilgili çevreleri ne ölçüde tatmin etti, şu anda bilinmiyor.

“Aç çocuklar, mağdur emekliler, zordaki esnaf, merdiven altı tezgâhlarda sigortasız çalıştırılan başörtülü kızlar” söylemlerinin muhatap kitlede nasıl mâkes bulacağı da şimdilik meçhul.

Ancak Baykal’ı bitirip Kılıçdaroğlu ile yeni bir rüzgâr estirme projesinin, öteden beri CHP yandaşlığı misyonunu sürdüren, ama son dönemde ciddî tıkanma yaşayan bir kısım medyanın “amigoluk” raddesine varan bir kampanya desteği vermesiyle tam gaz devam ettiği ve bunun en azından ortadaki “yüzer gezer” oyları kısmen dahi olsa CHP’ye yönlendirebileceği öngörülebilir.

Ama bunun getirmesi muhtemel oy artışının iktidar için yeterli olup olmayacağı belli değil.

Peki, CHP’de iki hafta içinde olup bitenler, kaset operasyonuyla başlatılan dizaynın şimdilik tamamlandığını gösterirken, diğer partileri de etkileyecek şekilde taşları yerinden oynatacak bir sürecin başladığını söylemek mümkün mü?

Bunun cevabını zaman ve gelişmeler verecek.

Tavsiyemiz, partilerin CHP’de yaşananlardan doğru dersler çıkarıp, iç dizaynlarını kendi inisiyatif ve dinamikleriyle yapmakta gecikmemeleri.

26.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.