Cevher İLHAN |
|
Zorlama te’villerle… |
Türkiye Zonguldak’tan gelen 30 madencinin can verdiği “göçük kara haberi”yle sarsılıp CHP kongresi öncesi “kaset iddiaları”na cevapla meşgulken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’yi haksız bulduğu mahkûmiyet kararını “onanması” talebi, Türkiye’nin demokrasi, düşünce ve ifâde özgürlüğü “düzeyini” bir defa daha ortaya çıkardı. Görünen o ki bu talep, “milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde kabul edilip, hakkında Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağını esas alan Anayasa’nın 90. maddesinde yazılan, “usûlüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalar”a aykırı olamayacağı hükmüne bâriz bir biçimde hukukî tezat teşkil etmekte. Bu tenâkuz, tamamen inanç ve düşünceyi ifâdeden ibâret olan ve iç hukuku bağlayan milletlerarası anlaşmalara aykırı olmamakla kalmamakta; ayrıca Türkiye’nin adına demokratik reformları yaptığı, uyum yasalarını çıkardığı AB kriterlerine de uymamakta. Öncelikle AB’nin “ilerleme raporları”nda şart koştuğu ve Ankara’nın “ulusal program”da taahhüd ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile AİHM içtihadı gereğince AB hukuku ekseninde temel özgürlükler ve kültürel haklardan tam ve eşit olarak yararlanma hükmü hiçe sayılmakta. Bu çerçevede, AİHS’nin 9. maddesinin öngördüğü, “Herkes, düşünce, din ve vicdan hürriyetine sahiptir; bu hak, açık veya özel biçimde ibâdet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü de ihtiva eder” esasıyla çelişmekte…
AİHM VE AİHS’E RAĞMEN… Gerçek şu ki Ankara, temel hak ve hürriyetlerde hep tutuk kaldı. Bu kırılganlık, “AB’ye uyum” gerekçesiyle değiştirilen başta Türk Ceza Kanunu olmak üzere diğer mevzuat değişikliklerini hep kifâyetsiz ve noksan bıraktı. Özellikle ifâde özgürlüğü, AB müktesebatı ile üye ülkelerin uygulamaları ışığında geliştirilmesini esas alan AİHS’in 10. maddesine göre yeterince tâdil edilmedi. “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahâlesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içine alır” ibâresiyle deklâre edilen düşünceyi açıklama-yayma ve ifâde özgürlüğüne dair maddeler yeterince düzeltilmedi. Bundandır ki sözde AB özgürlük normlarına ulaşmak adına çıkarılan “yeni ceza yasası”na rağmen, mahkemeler sırf düşüncelerini açıkladıkları için yazar ve düşünürleri yargılamaya, cezalar yağdırmaya devam ettiler. Son örnekte olduğu gibi AİHM kararlarına rağmen, zorlama te’villerle sürdürüldü, sürdürülüyor. AİHM’nin sözkonusu ifâde özgürlüğünün ihlâli olarak haksız bulduğu ve hatta Türkiye’yi tazminat ödemekle mahkûm ettiği davalarda, hâlâ temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı tavırda ısrar ediliyor… Bunun sebebi, şüphesiz eski “lastikli kanun” 163. maddenin yerine konulan 312. maddenin yerine ikame edilen 216. maddenin, AB düşünceyi açıklama ve yayma standartlarına göre düzenlenmeyişi. Bütün çağrılara rağmen, “şiddeti ihtiva eden ve şiddeti tavsiye eden tahrikler” ayırımının maddeye konulmayışı. Maddeye eklenen “kamu güvenliği açısından ‘açık ve yakın tehlike” cümlesiyle anlatım ve ifâdenin “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” kapsamında yorumlanması istismarına açık olması. Ve sekiz yıldır siyasî iktidarın demokratikleşmede, hak ve özgürlüklerde ciddî bir çaba içinde olmayıp makyaj değişikliklerle geçiştirmesi…
“TÜRKİYE’NİN AYIBI” DEVAM EDİYOR… Bilindiği gibi, AKP hükûmeti Leyla Şahin davasında AİHM’e gönderdiği “savunma”da, dinî bir vecîbe olduğu, devletin “din işleri”yle yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in fetva kararlarına rağmen, başörtüsünün “siyasî sembol”, “laikliğe aykırı” ve “tahrik sebebi” olduğunu bildirdi. AİHS Ek 1. protokolü 2. maddesinde, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” hükmüne göre, başörtüsü yasağının yanlış olduğunu, hak ve hürriyetlerin genişletileceği ve bunun düzelteceğini bildirmek yerine, yasağı savundu. Keza, başta gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere, Yeni Asya yazarlarının AİHM’e giden “İlâhî ikaz” dâvâlarında Strasbuoorg’e ilettiği “hükûmet savunması”nda, Kur’ân’ın yüzlerce âyetinin tefsiri ve Peygamberimizin hadislerinin mânâsıyla deprem gibi umumî musîbetlerin mânevî boyutunu, bir ders ve ikaz olduğunu belirten beyânların ve yazıların, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” bahanesiyle “suç” sayılıp cezalandırılmasını uygun buldu. Onca değişikliğe rağmen, demokratik eğitim hakkını, düşünceyi ifâde hürriyetini bir türlü temin edemedi. Temel hak ve özgürlüklerin uygulaması, din eğitimi ve öğretimi özgürlüğünün sağlanması için başta “yargı reformu” olmak üzere, gerekli düzenlemeleri yapmadı. Son “Anayasa değişiklileri paketi”nde de sadece AYM ve HSYK’nin yapısıyla yetindi… Neticede hak ve hürriyetlerle ilgili değişiklikler bir başka bahara kalıyor. Demokratik irâde zâfiyetiyle Türkiye’nin ayıbı devam ediyor… 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |