Abdil YILDIRIM |
|
Akıbetini unutanlar |
Hayatımızın arşivi olan hafızamız, en kıymetli mânevî uzuvlarımızdandır. İnsan hayatı boyunca öğrendiklerini burada saklar. Yaşadıklarının kaydı burada tutulur. Lüzumsuz ve zararlı mâlûmatlar nisyan perdesine sarılarak hafıza arşivinin karanlık dehlizlerinde unutmaya terk edilir. Yani kayıtlardan silinir. Şayet yaşadığımız her olayın kaydı hafızamızda her an canlı tutulsaydı, hayat bir ızdırap hâline gelebilirdi. Zira öyle olaylar yaşıyoruz ki, onları bir an evvel unutmak ve hafızamızdan silip atmak istiyoruz. İnsana acı ve elem veren olayların unutulması, yüreklerdeki yangını söndürdüğü için, böyle durumlarda unutmak, bir nimet olarak karşımıza çıkıyor. Kötü olayları, acı veren hatıraları, lüzumsuz ve zararlı mâlûmatları unutmak bir nimet olduğu gibi, hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gereken çok önemli şeyleri hafızadan silip atmak da tam bir felâkettir. İşte o zaman bir nimet olan unutmak, bir nikmet hâlini alır. Onun için hafıza denilen hayatın arşivini öyle düzgün kullanmalı ki, her zaman hatırlamak durumunda olduğumuz mâlûmatlar arşivin ön raflarında ve hep göz önüne bulunurken, lüzumsuz ve zararlı hatıralar arşivin arka raflarında tutularak unutulmaya terk edilmelidir. İnsan hem cahil hem de gafil olduğundan, kendisi için en lüzumlu şeyleri gaflet perdesine sarıp nisyana terk ederken, lüzumsuz ve zararlı olanlarını hep hafıza arşivinin ön raflarında hazır bulundurur. Çünkü nefis, zararlı mâlûmatları insanın kulağına fısıldar durur. Nefsin sesine kulak verenler de bu mâlûmatları hep hatırda tutarken, insanın ebedî saadetini temin edecek olan aklın ve imanın telkinlerine kulak tıkarlar. Bu durum ise, insan için en büyük felâkettir. Hafıza denilen nimet, en başta Allah’ı hatırlamak için istimâl edilmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın kulu olduğunu, ruhlar âleminden gelip dünyadan, kabirden, mahşerden, sırattan geçerek ebedî hayatın menzillerine doğru yol aldığını hatırından çıkarmayan bir insan, hayatını ona göre tanzim eder. Sahip olduğu vücudun, sıhhatin, rızkın ve ömrün, kendisine emanet olarak verildiğini, bir gün hepsinin geri alınacağını ve bunları veriliş amaçlarına uygun olarak kullanıp kullanmadığının sorulacağını düşünür. Akıllı bir insan, sadece geçmişte yaşadığı olayların acı veya tatlı hatıraları ile hayatını geçirmez. Yakın geleceğini düşündüğü gibi, uzak geleceğini de düşünür. Zaten “bütün gelecekler yakın” olduğuna göre, uzak gelecek diye bir şey de yoktur. Elli sene önceki hayatımız, zaman seli ile nasıl akıp gitmişse, elli sene sonra da yine zaman seli bizi yeni bir hayata taşıyacaktır. Bizim gibi ellisini aşanlar, “Ben elli sene sonra hayatta olmayacağım ki” diye düşünebilirler. Halbu ki, ömür sona erer ama, hayat devam eder. Bizim gibiler, elli sene sonra dünyada olmaz belki ama, hayatın bir başka boyutunda yaşamaya devam ederler. Bedenler toprak olacak, kafataslarına kumlar dolacak ama, ruhlar bâkî kalacaktır. Geleceğini düşünmeye meraklı olan insan, ölümün de bir gün geleceğini, kabir kapısından içeri gireceğini hatırlamalıdır. Ölümü düşünmek, gafleti dağıtıp kalbi uyanık tuttuğu için, Peygamber Efendimiz (asm) tarafından ümmetine tavsiye edilmiştir. Efendimiz (asm) “Lezzetleri acılaştıran ölümü sıkça hatırlayınız” buyuruyor. Ölümü hatırlayıp, hayatının hesabını vereceğini düşünen bir insan, gaflete dalıp günah işlemeye devam edemez. Bütün bunlar da Allah’ı hatırlamakla, hatta hiç hatırdan çıkarmamakla mümkün olacaktır. Allah’ı unutmanın ne kadar büyük bir felâket olduğunu, Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerime ile bizlere hatırlatıyor: “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi akıbetlerini unutturmuştur.” (Haşir Suresi, 19) Akıbetini, yani sonunu düşünmeyen insanların bu dünyada bile ne büyük sıkıntılara maruz kaldıklarını biliyoruz. Üç günlük dünya hayatında insanların en büyük kaygılarından birisi, “Yarın ne olacağım” endişesidir. Bugün sağlıklı ve varlıklı olanların yarın ne hâle geleceklerini kimse bilemez. Onun için atalarımız, “Ne oldum deme, ne olacağım de” diyerek, sadece bu günümüzü değil, asıl sonumuzu düşünmemiz gerektiğini bildirmişlerdir. Her zaman geleceğinden endişe etmek gibi bir zaafiyet taşıyan insan, Allah’ı hiç hatırından çıkartmazsa, hayatını Allah’ın emrettiği şekilde tanzim edecek, akıbetine ait en ufak bir endişe duymayacaktır. “Ya Bâkî, ente’l-Bâkî” diyecek, bekaya mazhar olduğunu bilecektir.
KİM TUTAR ELİMDEN Mahrum etme rahmetinden nurundan, Gaflete düşmekten kurtar Allahım. Ayrı koyma beni hiç huzurundan, Kalbim senin için atar Allahım.
Korkuyorum zalim nefsin şerrinden, Yine Sana sığınırım ben senden, Bir lem’a yollasan Settar isminden, Tüm günahlarımı örter Allahım.
Musibetler İzzetine bir perde, Şâfî ismin şifa olur her derde, Seni anan hazır bulur her yerde İsmin imdadıma yeter Allahım
Ruhumu sıksa da yeis halkası, Kalbimi kaplasa hüzün dalgası, Nur isminin gölgesinin gölgesi, Gönlüme bir güneş katar Allahım.
Baş başa kalırsam kederle gamla, Sonsuz aczim, fakrım ve ihtiyacımla, Rahmetinden vereceğin bir damla, Bütün hâcatıma yeter Allahım.
Çok mahçubum, başım önüne eğik, Biliyorum Rabbim kusurum büyük, Yardımın olmasa çekilmez bu yük, Elimden başka kim tutar Allahım. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Risâle-i Nur, imanlı gençliğin imanını yeniliyor |
Gençlik çağı genel olarak arayış içinde geçen, çalkantılı bir dönem olarak tarif edilir. Kalbini, ruhunu ve aklını doyurma çabasında olan genç, çeşitli yollara başvurur. Kimi futbol fanatiği olur, tuttuğu takımın maçını seyredebilmek ve fanatik dostlarıyla bir araya gelebilmek için Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna gider. Kimisi ise içindeki boşluğu müzikte arar, sevdiği san’atçıların konserlerinde ön sırada yer alabilmek için can atar. Kimilerinin ise vazgeçilmez eğlencesi arkadaşlarıyla bir arada olduğu kafe ve kantin gibi ortamlardır. Bunların hepsinin ortak bir sebebi vardır ki; içinde hissettiği eksikliği, kendini meşgul edecek bir faaliyetle doldurarak mutlu olmaya çalışmak. Bu gençlik, özünde Müslüman bir gençliktir. Müslüman ailelerin çocuklarıdır. Fakat yaşantılarına baktığımızda bir çoğunun sanki gayrı müslim gibi yaşadığına şahit olmaktayız. Tesettür emrine uymayan görüntüleriyle, konuşma, hâl ve hareketleriyle, süflî eğlencelere ve sefahate seve seve atılmalarıyla âdeta Müslüman olduklarına dair taşıdıkları bir emâre bulunmayan bir gençlikle karşı karşıyayız. Böyle eğlencelere koşa koşa giden gençlik, aynı azmi ve gayreti farz olan ibadetleri yerine getirmekte göstermezler. Böyle bir gençliğin ortaya çıkmasında, onları yetiştiren ailelerin, toplumun ve devletin de payı vardır. “Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.”1 Bediüzzaman Hazretleri’nin bu tesbiti, yukarıda bahsettiğimiz problemle ilgili olarak kısa ve öz, çok önemli bir tesbittir. Kurtuluş çarelerini ve reçetelerini ise, yine, ömrünü “evlâdım” dediği gençlerin ebedî hayatlarını kurtarmaya adamış ve bunu kendine en ulvî vazife bilmiş Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyatında buluyoruz. İşte Risâle-i Nur, çeşitli tuzaklarla dininden uzaklaştırılan, görünürde adetâ bir gayr-ı müslim gibi yaşaması telkin edilen Müslüman gençliğin imdadına taze kan gibi yetişiyor ve imanlı gençliğin imanını yeniliyor. Risâle-i Nur, gençliği içinde bulunduğu sarhoşluklardan silkeliyor ve kendine getiriyor. “Ey genç kardeşim, arkadaşım, sen aslında bu değilsin, bulunduğun yer orası değil, sen cennete namzetsin!” diyor. Risâle-i Nur, gençliğin dünyasını meşgul eden “Bu sene hangi kıyafetler moda?”, “Hangi filmler vizyonda?” gibi basit ve mânâsız sorular yerine gençliğe: “Benim dünyaya geliş gayem ne? Nereye gideceğim? Öldükten sonra nelerle karşılaşacağım? Hayatın sırrı ne? Kâinatta niçin bitmek tükenmek bilmeyen muazzam bir faaliyet ve düzen var? Her an etrafımızda devam eden yıkılış ve yapılışların hikmeti ne?” gibi mânidar sorular sorduruyor. Risâle-i Nur gençlere kucak açıyor ve kendisine dost ve talebe olacak müdakkik ve zekî muhataplarını bekliyor. Zirâ bugün çözümü beklenen ferdî, ailevî, içtimaî bütün dairelerdeki sorunların çözümü ve çaresi Risâle-i Nur’da vardır. 16 Mayıs Gençlik ve Nur Bayramınız kutlu olsun! 16 Mayıs Pazar günü Ankara’da Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezi’nde gerçekleşen gençlik kongresi de Risâle-i Nur’a koşan binlerce bahtiyar genci bir araya getirdi. İşte böyle olmalı gençliğin bayramları. Kemalizmin ürünü olan ve adına “bayram” denen kutlamalar, şenlikler, Müslüman gençliğin bayramı olamaz. İşte bu yüzden, biz, 19 Mayıs değil de, 16 Mayıs Gençlik ve Nur Bayramınız kutlu olsun diyoruz. İmanını Risâle-i Nur ile yenileyen, tazeleyen, böylece ebedî gençliği elde eden gençlerden olmamız duâsı ile…
Dipnot:
1- Emirdağ Lâhikası s. 39. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cennette sevap derecesi yükselir mi? |
Erkan Bey: “Marifetullah’ta ve sevap derecesinde yükselmek Cennette de devam edecek mi?”
Mârifetullah, Allah’ı bilmek, Allah’ı tanımak, Allah’ı bilme yolu demektir. Dünyaya geliş gayemiz Allah’ı bilmek, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ve Allah’ı bilmekte terakkî etmek, yani yükselmektir. Nitekim Cenab-ı Hak: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” buyuruyor. Terakkî imanla, ibadetle ve imtihanla elde edilir. İman, ibadet ve imtihan yeri ise dünyadır. Bir öğrencinin iyi not alıp yükselmesi de, kırık not alıp düşmesi de öğretmenlerinin derslerine girip durduğu, eğitimin verildiği, öğrencinin imtihanlara tabi tutulduğu öğretim dönemi içinde olur. Öğretim dönemi kapandıktan sonra, karneler dağıtıldıktan sonra, öğretmenleri tatile çıktıktan sonra bir öğrenci yüksek not almak istese, karnesini, diplomasını veya derecesini yükseltmek istese, artık buna imkân bulamaz. Öğretmenin olmadığı, eğitimin yapılmadığı, imtihanların açılmadığı tatil döneminde artık derecesini yükseltemez. Hangi derecede karne veya diploma almışsa, artık o onun başarı derecesidir. Marifette terakkî yurdu cennet değil, dünyadır. Çünkü peygamberlerin gönderildiği, vahyin gelip durduğu iman ve imtihan yeri cennet değil, dünyadır. “Cennetten daha güzel, hurilerinden daha lâtif, selsebilinden daha tatlı olan”1 Kur’ân’ın indirildiği yer, Cennet değil, dünyadır. Allah’ın insanları defalarca tövbeye çağırdığı, gece gündüz tövbe edeni bağışlayacağını bildirdiği yer, cennet değil, dünyadır. Cennette zaten—tâbir câizse—beş duyumuzla Allah’ın varlığını bilme imkânımız olacaktır. Bu bize sonsuz huzur verir, saadet verir, sevinç verir, marifet verir. Bu tamam. Fakat marifette terakkî apayrı bir olgudur. Dünyada yaşayıp geçtikten sonra, bunu Cennetten beklemeye hakkımız olabilir mi? Çünkü terakkî için imtihan şarttır. Cennet ise imtihan yurdu değildir. Terakkîde çaba vardır, gayret vardır, niyet vardır, bedel vardır. Bunlar için biçilmiş kaftan ise dünyadır. Çünkü esasen, bu açıdan, dünya Mü’minin terakkîsi için yaratılmıştır. Dünyada bu fırsatı kaçırıp da makbul bir şeyler yapamayanların, yarın ahirette, derece elde etmek için dünyaya dönmek isteyeceklerini Kur’ân bildiriyor.2 Cennette kişi dünyadan getirdiği derecesi ile bulunacaktır. Bedîüzzaman Hazretlerinin “Cennette kişi sevdiği ile beraber olacaktır” hadisinde verdiği bahçe misâlinden de bunu anlamamız mümkündür. Bahçeye giren bir kör, bir sağır ile bir güzel zevk sahibi insan aynı sofrada beraber yemek yiyebiliyorlar. Birlikte sohbet edebiliyorlar. Fakat bahçeden her birisi kendi konumuna göre, kendi zevk derecesine göre zevk alıyor. Ve bu konum değişmiyor. Çünkü herkes konumunu, derecesini, makamını, mertebesini dünyadan getiriyor.3 Şöyle de düşünelim: Eğer Cennette terakkî olsaydı tembel insan dünyada terakkî için çaba göstermezdi. Çünkü dünyada terakkî bedel istiyor, alın teri istiyor, emek istiyor. Bu da insanı yoruyor, yıpratıyor, hırpalıyor. Tembel insan dünyada yorulmaktansa, “Cennete bir kapağı atayım da, nasıl olsa orada terakkî var” derdi. Oysa dünyaya gelmekten murad, terakkîyi dünyada elde etmektir. Bunu Peygamber Efendimiz (asm) şu hadislerinde de mânen bildiriyor: “Allah Teâlâ altmış yıla ulaşasıya kadar ecelini geciktirdiği kimseye (neden terakkî etmediği hususunda makbul görülecek) bir özür bırakmamıştır.”4 Bir diğer husus: Cennette sevindireceğin bir fakir yok, iyilik yapacağın bir muhtaç yok, karnını doyuracağın bir aç yok, su vereceğin bir susuz yok, elinden tutacağın bir yaşlı yok… Ne ile terakkî edeceksin? Bunların hepsi dünyada vardı ve dünyada kaldı. Eğer dünyada bu fırsatları değerlendirmiş isen ne âlâ! Cennette—tâbir câiz ise—senin de, insanların da bir eli yağda, bir eli balda olacak. Kimsenin sana ihtiyacı olmayacak! Öte yandan, bir elin yağda, bir elin balda olduğun makama zaten terakkî ile gelmişsin. Ve gelebileceğin noktaya, istidadının kaldırdığı noktaya gelmişsin. Ölümle tedennî bittiği gibi, terakkî de bitiyor. Mahşerle de bu, tescillenmiş oluyor. Peygamber Efendimizin (asm) ifadesiyle, “Kul ne hâl üzere ölürse, Allah onu artık o hal üzere diriltiyor.”5 Sadaka-i cariye gibi mü’mine sevap akıtan musluklar hariç sevap defteri ölümle kapanıyor. Sadaka-i cariye muslukları ise zaten Cennet ile değil, dünya ile bağlantılı musluklardır. Fakir fukara dünyada vardır; Cennette yoktur. Cennet değil, dünya sevap kazanma imkânları ile lebâlep doludur. Her bir sevap, bir terakkî basamağı hükmündedir. Biz; Allah’tan Cenneti isteyelim, Cennete girebilecek amel yapmaya da gayret edelim. Allah’ın rızasını kazanmaya çaba gösterelim. Allah’ın zulmetmeyeceğinden de emin olalım. Gerisini Allah’ın takdirine, keremine ve lütfuna bırakalım. Eğer biz Cennette yükselmek istersek, Allah’ın bizi—yine dünya amelimizle orantılı olarak—yükselteceğini umalım. Bunda da bir sakınca yok. Fakat yeter ki, dünyada yaşadığımız sürece, cennette yüksek dereceler elde etmek istediğimizi aklımızın köşesinden çıkarmayalım. Ve hep bunu gözeterek ve umarak yaşayalım!
Dipnotlar 1- Sözler, s. 807 2- Araf Sûresi: 53 3- Sözler, s. 812 4- Riyazü’s-Sâlihîn, 115 5- Camiü’s-Sağir, 3/392 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İman ve pozitif bakış |
Bediüzzaman der ki: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız.”1 Allah’a iman, hayattan gerçek lezzeti aldırır. Zira iman, “pozitif bakış açısı” da kazandırır. Bediüzzaman’ın “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” sözü de bu manayı teyid eder. “Güzel görme”nin alt yapısında “iman” vardır. İmanlı insan, hayata pozitif / iyimser bakar. Hatta ölüme de... Herkese soğuk gelen Azrail’e (as) pozitif bakış; onu rûhumuzu alıp muhafaza eden sevimli bir varlığa dönüştürür. Hepimizi titreten korkunç ölümle; aslında mekân değiştirir, hayat vazifesinden terhis olur, paydos eder, ağırlaşmış hayat şartlarından kurtulur, ebedî hayata; sayısız ziyafetlere dâvet edilir, hakiki sevgiliye kavuşuruz.2 Bu; ayrılık ateş ve korkusunu pek çok hafifleştirir; ölümün ‘korkunç’ yüzünü sevdirir. Dolayısıyla, ondan kaçmak için yapacağımız menfî hareketlerden, işlerden kurtuluruz. Şu halde, menfi/olumsuz duygular; bizim için hayatî önem taşıyor. Önem arzeden; yer, ölçü ve zamanlamayı ayarlayabilmek; ifrat ve tefritten (aşırılıklardan) korunmaktır. Psikolojide “yer değiştirme mekanizması” olarak isimlendirilen savunma mekanizmanın rayına oturabilmesi, vasat mertebede kullanılması, huzûr ve mutluluğu yakalaması, ancak “Her şeyde bir hayır var!” diyerek olumlu bir bakış ile mümkün olabilir. Her şeyin, her işleyişin olumlu taraflarını görüp muhabbet üzerine tesis edilen bir bakış açısı, olumsuzluklardan bile çıkaracak dersler bulur. Delikanlının biri damdan düşmüş; bacağı kırılmış; canı fenâ halde yanmıştı. Uzun bir müddet yatağa mahkûm olur. Ziyarete gelen bir bilge: “Üzülme, bunda da bir hayır vardır” diye teselli ediyordu. “Yâhû, bacağım kırıldı; bunun neresinde hayır vardır?” Bir zaman sonra savaş çıkmış, seferberlik ilân edilmiş; bütün gençler silâh altına çağırılmıştı. Gidenler bir daha geri dönmedi. O ayağı kırık olduğundan gidememişti. Ve bacağının kırıldığı için şükretmişti! Hz. Yusuf’un (as) Mısır’a Aziz olması, kuyuya ve zindana atılması neticesinde olmadı mı? Hz. Musa (as), sarayda bakılmaya, bebekken bir sandık içinde nehre bırakılması sonucunda ulaşmadı mı? Duâ ve ibâdet başta olmak üzere karamsarlık-kötümserlik, ümitsizlik, gerginlik, hüzün, şiddet ihtivâ etmeyen müspet müzik ve ilâhîler yer değiştirme mekanizmasının iyi ilâcıdır. Bâzen iyimser olmak için bir ilâhi mırıldanmak bile yeterli. Başa ne gelirse gelsin, iç dünyamızı zenginleştirmeye yaradığını düşünmek; kin, nefret, düşmanlık, gerginlik ve baskıları üzerimizden kaldırır.
Dipnotlar: 1- Sözler, On Üçüncü Söz | 134 2- Mektûbât, s. 13 21.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Bilinmeyen gençlik |
Öyle bir gençlik… Zaman, oldukça ilginç. Gençlerimizin önünde binlerce engel var. Hayat şartları ağır. Olumsuz bir çok hayat halleri ile karşı karşıyayız. Gençleri değişik yönlere itecek şeyler var. Bazı gençleri tanımak zor. Hâl ve hareketleri ile, Tutumları ile, Davranışları ile... Öyle bir gençlik arzu ediyoruz ki: Hedefleri olan, Sağlam prensipleri olan, Azimli ve kararlı… Çağın gereklerine açık, bilim ile barışık, Cami ve seccade ile barışık... Gençlik bunları yaparken çevre baskısına aldırmadan düz bir çizgi üzerinde olmalıdır. Yani tanınabilmelidir. Başkalarına benzerken, kendi mükemmelliğini ispat edemez. Bu açıdan gençleri ilk görüşte tanıyabilmeliyiz. Çok şükür bu mânâda hayatını devam ettiren nice gençlerimiz var. “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız...” hatırlatması çok önemlidir. Bu sadece fizikî anlamda değildir. Birçok maddî ve manevî anlamdadır. Gençlerin önemli engelleri vardır. Tahsil ânındaki engelleri, Meslekî alanda, evlilik anlarında ve askerlik vazifesi gibi zamanlarından sonra gençlerde önemli değişiklikler yaşanır. Bazı gençler bu badireleri atlatamazlar. Birinde veya hepsinde takılanlar olur. Dâvâsını unutur. İdealleri törpülenmiştir. O da günlük hayatın olumsuz akışına kendisini kaptırmıştır. Eski çevresi ile bağını koparmıştır. Onları görmemek ve görüşmemek için azamî dikkat göstermeye başlamıştır. Takip ettiği yayınların yerine başka yayınlar dünyasına hâkim olmuştur. Ama rahat değildir. Eski günleri aramaktadır, ama artık oldukça mesafe aralanmıştır. Nefis ve hevâ, his ve mânâsız heveslerin kelepçeli esiri olmuştur. İşte böyle bir gençliği yaşıyoruz. Kendi ile barışık değildir. Onun dünyasını mecâzî aşklar kuşatmıştır. Hayatı alt üst olmuştur. Ama istikametli gençliğin hâli başkadır. Onun yoluna hiçbir badire set koyamamıştır. Böyle bir gençlik, hayatımızda her zaman oldu ve olacaktır. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Karaman’da konferanslar |
Hazreti Mevlânâ’nın annesi Mü’mine hatunun ve Yunus Emre hazretlerinin medfun bulunduğu ve eski ismiyle “Larende” olan, erenler diyarı Karaman’ın eğitimcilerinden Danış Kitapevi ve Yeni Asya temsilciliğinden 3 konferans vermem için uzun zaman öncesinden davet almıştım. İmkânlar ancak bu haftayı orada geçirmemize vesile oldu. Üç konferans. Birincisi, Yunus Emre Kültür Merkezi’nde “Dünya Barışı ve Gençlik.” İkincisi, kapalı cezaevinde “Hz. Peygamber, kardeşlik ve sevgi.” Huzurevinde ise “Hz. Peygamber ve ölümün güzelliği” üzerinde. Halk aşıklarının saz tellerine vurdukları gibi, bizler de gönül tellerine vurmaya çalıştık. İfade etmeğe çalıştığım üç konferans ayrı birer kitap konusu. Fakat sosyal hayata bakınca, içtimâî hayatımızın mühim köşe taşlarındandır. Büyük dünya ailesine ve hadisât-ı âleme bakarken ve rakamlarla tasnife giderken, bu hakikatlere ne kadar muhtaç olduğumuzu her zeminde ve salonda görmekteyiz. Hiç biri yeri ve kesimi ayırt etmeden, bütün engellere, takozlara ve zorlamalara rağmen, gidilmelidir, anlatılmalıdır, yazılmalıdır, konuşulmalıdır. 73 milyonda bir hisse sahibi kişi, aynı zaman 7 milyarlık dünya ailesinde de bir hisse sahibidir. Çok şeyler anlattık. Özetle şudur ki: Kâinatın nakş-ı azamı olan insan dünyada her şey yapabilir, çağı ve çağları yakalayabilir, kainâtın bir çok sırrına vâkıf olabilir, maddî ve manevî her sahada kalkınabilir. Fakat dünya, ülke ve aile içi barış olmadığı müddetçe, hiçbir şey yapamaz, eriyen buz dağlarına döner. Ancak dünya barışı ve İslâm’ın evrensel mesajlarının tam anlatılması ile mümkün olabilir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tespitine göre günde 400 bin çocuk dünya gelmekte ve yılda 56 milyon kişi ölmektedir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar ve aile hayatı... Bu arzımızın temel direkleri, bunlarla yatıp bunlarla kalkıyoruz. Problemler ve maddî-mânevî sorunlar çok, fakat çıkış yolları da vardır. Rusya’nın 1917-1987 yılları arasındaki 70 yılllık inanılmaz zulmünden sonra 2009 itibarıyla İslâmiyetin Rusya’ya girişinin 1119’ncu sene-i devriyesinin kutlanması. Kur’ân’a yönelişi ve barışı. Hz. Bediüzzaman’ın tespitleri ve The Independent gazetesinin Irak savaşı aleyhindeki soruları. Jarrow Kilisesinin papazı Smithson’un Kur’ân hakkındaki müspet beyanı... ABD eski başkanı Bush’un 11 Eylül’deki yanlış beyanı ve ABD hukukçular başkanı Prof. Abdülhalık‘ın cevabı. Maide Sûresi 32. âyetin sosyal hayattaki yeri. Bakan Hillary Clinton’un bakışları. Fahr-ı Kâinat Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, tebliğ ve davet mektuplarındaki, çağımıza bakan barış ve irşad metodları. Maide 99’ncu âyet ve dört halifenin davet edilişi. Hz. Peygamber’in (asm) ilk insan hakları savunucusu olduğu ve Veda Hutbesi’ndeki incelikler... Mekke fethindeki cihanşümûl gerçek. Hâfız-ı Şirâzî’nin günümüze ışık tutan iki tespiti. Çağ açıp çağ kapatan Büyük Hünkâr Sultan Fatih‘in İstanbul fethindeki âdil hareketleri, fermanı ve müsbet hareketin faydaları. Hz. Yunus Emre’nin ve Hz. Mevlânâ’nın gel çağrıları ve Prens Bismark‘ın çağı sarsan beyanları... Dünya gençliği 15-20 yıl sonra ülkelerin ve dünyanın patronları, idarecileri, yöneticileri olacaklar. Büyük dünya ailesinin 2 milyar genci okuyor. Yüzde 50’si İngilizce konuşuyor. Türkiye’nin üçte biri okuyor. 94 devlet, 17 vakıf üniversitede açık öğretimle birlikte 3,5 milyon talebe ve 70 bin lise dengi okulda 15 milyon civarında evlâdımızla, takriben 20 milyonu okuyor. 1948’de dakikada 100 tehlike, günah ve engel; 2010 itibarıyla 1000 tehlike... Çıkış yolları ve geleceğe müjdeler... ”Vicdanın ziyası ulûm-u diniye, aklın nuru fünûn-u medeniye”nin kıyasları, bu mânânın tahakkuk etmesinin mutlak lüzûmiyeti ve günümüzdeki temâşâlar... Bu aziz hizmete vesile olan, emeği geçen Karaman diyarının bahtiyar insanlarına, başta Millî Eğitim Müdürü sn. S. Altun ve müdür yardımcılarına, sn. Abdülkerim Çömçe ve Zeynelabidin beylere, cezaevi müdürü sn. Kâmil Özdemir ve yardımcılarına, huzurevi müdürüne ve organizatör Sn. Mustafa Danış beye binler teşekkür ve tebrikler... 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
Hayvansız virane kalan evler |
Hayvanların insan hayatında çok önemi olmasına rağmen, bugünkü şehir hayatı insanları topraklarından kopardığı gibi hayvanlardan da uzaklaştırdı ve yalnızlaştırdı. Elli yaş ve üzerindeki bir çok kişi hayvanlarla haşir-neşir olmuş ve çobanlık yapmışken, bugünün çocuk ve gençleri ise, hayvanları resimlerden veyahut da heykellerinden tanıyor. Bugün köylerde hayvanlar azaldığı oranda evler de insanlardan boşalmış durumdadır. Hayvanlardan uzak bir yaşayışın cezası olarak da kırsal bölgedeki evler de virane kalmıştır. Evet virane kalmış diyoruz, çünkü bundan 30-40 sene önce köylerdeki her evde on, on beş ve yirmiye yakın hayvan var iken şimdi ise, bazı köylerde dört beş hayvana düşmüş durumdadır. Adeta hayvanların nesli tükenmek üzeredir. Ülkemizde hayvan sayısı böylesine azaldığı içindir ki, yurt dışından hayvan ithal etmeye karar verildi. Oysa ovalar ve yaylarımız bomboş. Bu ne tembelliktir? Hadi diyelim bazı teknolojileri yapamadık ithal ettik. İnek ve koyun beslemek de mi çok zor? Ülkemizdeki hayvan sayısının azlığıyla ilgili olarak Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği (DSYB) Başkanı İsmail Anıl, “Türkiye, ancak bir kurban bayramını kaldırır, bir sonrakine kesilecek hayvan bulunmaz” diyor. Kızılderili Seattle, “Hayvan olmazsa insan nedir ki? Tüm hayvanlar yok olsaydı, insan ruhunun o büyük yalnızlığı içinde ölüp giderdi. Hayvanlara ne olursa, hemen sonra da insanlara da olur” diyor (1) Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde öküz ve inekten bahsedilmektedir. “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz” (2) Sünnette de hayvan varlığına çok önemle verilmiş. Ayrıca hayvan neslinin korunması için de gerekli uyarılar yapılmıştır. Otlayan havan neslinin azalmasının insanların üzerlerine azapların sel gibi geleceğini söylemiştir. (3) Rivayetlerden Peygamber efendimizin (asm) hayvanlarla ciddî bir şekilde haşir neşir olduğunu anlıyoruz. “Yirmi kadar sağmal devesi, pek çok davarı, —ki bunlardan yedi adedi keçidir— vardır. (4) Peygamber efendimiz (asm) keçinın cennet hayvanlarından olduğunu bahsetmiştir (5) “Koyun edinin, onda bereket vardır” (6) diye buyurmuştur. “Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa o vakit insan yaşayamaz hayat sükut eder.” (7) Evet insan hayatında böylesine öneme haiz hayvanlardan uzak yaşamak insanlara fayda yerine zarar verdiği anlaşılmaktadır. Bu kusurunu anlayan insan ayrı kaldığı toprağa ve hayvanlara tekrar sarılmak zorunda kalacak gibi.
Dipnotlar: 1-Çevre sorunları ve İslam, s.138 2-Hahl suresi. 16 3-Mecmau’z- Zevaid. 10/227 4-Kattani, Teratip. 1/439 5-İbn- Mace. Ticaret. 69 6-Lem’alar, 95 7-Sözler, 356 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Neocon ve neoliberallerin Schengen duvarı |
Zaman gösteriyor ki, maddî duvarların yıkılması meseleyi halletmiyormuş. İnsanların kafasında üstün ırk, başkalarını sömürme hakkı ve güçsüz devletleri uzaktan kumanda etme düşünceleri oldukça, maddî duvarların yıkılması insanlığa barış, güven ve emniyet getirmiyormuş. Yaratıcıya inanmayan, semavî dinleri ve dinlerin oluşturduğu kültür ve ahlâkı reddedenlerin idaresindeki coğrafyalarda yeni yeni “Berlin Duvarları”nın inşa edileceğini söylememiz kehanet mi olur sizce… Berlin Duvarının tarihçesini yeni nesiller bilmezler. Rusya´yı işgal eden bolşeviklerin yalancı cennetlerinin bir yalan ve aldatmacadan ibaret olduğunu Sovyetler Birliği halkları anlayınca “hür dünyaya” kaçışlar başlamıştı. Berlin´i ortadan ikiye bölerek cezalandırmıştı o günün emperyalist komünistleri. Dinsizliği, ahlâksızlığı ve kaosu esas alan idarelerin kafasındaki “duvar” daha sonra Filistin'e de yapılacaktı. Irak´a demokrasi götürdüklerini iddia eden neocon'lar, Bağdat´ta korunmaları için yeni bir “Berlin Duvarı”nın inşasına başlamışlar. Hürriyet asrında, komünikasyon mucizelerinin peş peşe dünyayı şeffaflaştırdığı bir zamanda ve dünyamızın iyice küçüldüğü bir devirde, görünür ve görünmez duvarların insanları birbirinden ne kadar uzak tutabileceğini zaman gösterecektir. 11 Eylül’ü gerçekleştiren neocon ve neoliberallerden destek alarak iktidarı ele geçirenlerin Fransa ve Almanya'daki iç barışı sıkıntıya düşürdüğünü söyleyenler çoğalıyor. Müslümanları bahane ederek “Hıristiyanlığın temel ilkelerine” de savaş açan Sarkozy ve Merkel hükümetlerinin akıl hocaları, Müslümanların Avrupa'dan atılmasını telkin ediyorlar. Mümkün oldukça kıtaya gelecek olan Müslümanlara müsaade edilmemesinin yanında, buradaki Müslümanların bütün çalışmalarının zabt u rabt altına alınmasını Daniel Pipes gibi yazarlar salık veriyorlar. Bunu yapmadıkları takdirde 2050 yılına kadar Avrupa'nın “Euroarabiyya”ya dönüşeceğini savunan bu çok akıllı neocon yazarları dinleyen Sarkozy ve Merkel hükümetlerinin, Avrupa'ya akrabalarını ziyaret, kültürel seyahat veya başka insanî maksatlarla vize için müracaat eden başta Türkler olmak üzere bütün Müslümanların önüne “yeni bir duvar” ördüklerini vize kuyruğuna giren milyonlardan öğreniyoruz. Yalnız ticaret, para ve siyaset söz konusu olduğunda vize problem olmuyor Müslümanlara… Şu vize duvarının “mantıklı bir izahını” Merkel ve Sarkozy hükümetleri yapabilirlerse, özür dileyerek iddialarımızdan vazgeçebiliriz. İstatistiklere göre, vize ile Avrupa´ya gelip zamanında dönenlerin başında Türkler geliyormuş. Çoğu emekli, Türkiye'de iş güç sahibi ve cemiyetin temayüz etmiş kişilerine de vize vermeyen bu “neocon ve neoliberal” patentli idarecilerin burada bir başka hedefleri var: Türkiye'ye hakikî demokrasinin AB imkânlarıyla geleceğine inanan halkımızı AB'den soğutmak. Türkiye'yi komünizme benzer bir anlayışla seksen doksan senedir idare etmeye çalışan Kemalistlere bu yolla ciddî yardımlarda bulunan neocon ve neoliberallere ses çıkarmayan AKP hükümetinin bu konuda duyarsızlığı da manidar. Dünyanın en saygın ülkesinin insanlarının AB konsolosluklarının önünde içine düşürüldükleri zilleti Başbakan ile Dışişleri Bakanı bilmiyorlar mı? Merkel ve Sarkozy´nin adaveti yalnızca Müslümanlara değil. Asıl muhatapları “Kilise” olduğu halde, Hıristiyanlarla “dünya barışı ve insanlığın kurtuluşu” için diyaloga girişen Müslümanları da kendi akıllarınca devredışı bırakmaya çalışıyorlar. Bu iki kafadar neocon siyasetçi bir medeniyet, demokrasi ve hürriyet kıtasını, yanlış politikalarla “Britanya adasına” çevirmeye çabalıyorlar. Dünyaya barış, refah ve adalet götürecek AB´nin bu kadrolardan dolayı ne zamana kadar büzüleceğini birlikte takip edeceğiz. Avrupa'da da taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakan neocon ve neoliberal siyasetçilerin “temel insanî değerlerin” tahribine göz yumduklarını inşaallah seçmenleri görecek ve dünyayı kaosa sürükleyen bu tür politikalara son verecektir diye ümit ediyoruz. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Gençlerin mutlu ve umutlu günü |
Geçen hafta sonu gençleri dinledik. Onlarla iftihar ettik. Onları alkışlayıp ümit tazeledik. İlk olarak hafta içersinde değerli dostum ve yönetim kurulu üyesi Hamza Kara beyle beraber İstanbul Eğitim Merkezi’ndeki on gencimizle iki saate yakın birlikte olduk. Ders yaptık. Sohbet ettik. Onların dâvâya sadakat ve heyecanlarına şahit olduk. İstikbale ait ümitlerinin ışıltılarını paylaştık. Kendilerine güvenleri ve bu mukaddes dâvâyı omuzlamaya hazır olmaları her hallerinden belliydi. Zonguldak üzerinden geldiğimiz Ankara’da Cumartesi günü gençlerin ve gençliğin Pazar günü yaşanacak o büyük heyecanının işaret ve doruk noktaya doğru yükseldiğini fark ettik. 16 Mayıs Pazar günü, Ankara’da, Risâle-i Nur tarihinde bir ilke imza atılacaktı. Risâle-i Nur Enstitüsü’nün hazırlamış olduğu 1. Risale-i Nur Gençlik Şöleni vardı. Gençler cıvıl cıvıldı. Ruh, kalp, his dünyalarındaki coşku ve mutluluk yüzlerinden okunuyordu. Bu heyecan ve coşkuya Anadolu’dan da büyük bir katkı olacağının işaretlerini keşfetmek için fazla mesai harcamaya gerek yoktu. “İhtiyarlığı” ve “emekliliği” kabullenmeyen; “Hizmette ihtiyarlık ve emeklilik yoktur!” diyen bu kudsî dâvânın gönül dostları hedeflerine koydukları “ömür boyu hizmet” programıyla Ankara’ya akın edeceklerinin sinyal ve haberlerini de gençlerden duyduk. Bu onlara büyük bir manevî destek ve fiilî dua hükmündeydi. Birisi: “Van’dan bir otobüs geliyormuş! Birisi Şanlıurfa’dan iki otobüs geliyormuş! Birisi otuz otobüs şu anda yolda!” diye bu büyük heyecan dalgasını gönül ve kalp dünyalarında yaşayıp paylaşıyorlardı. Ve 16 Mayıs Pazar günü Ankara’daki Anadolu Kültür Merkezi “1. Risâle-i Nur Gençlik Şölenine” ev sahipliği yaptı. Tarihî bir güne şahitlik etti. Anadolu’nun her köşesinden gelerek salonu dolduran beş binden fazla kişi; sadece gençlere sahip çıkmakla kalmadı; aynı zamanda, Anadolu’nun bağrından çıkmış ve bu toprakların medar-ı iftiharı olmuş Risâle-i Nur Külliyatına ve müstesna müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin o büyük dâvâsına bir defa daha candan sahip çıktı ve kucakladı. Vefa duygusunu yerine getirdi. Gençleri yalnız bırakmadı. Gün, sahne, mikrofon, kumanda gençlerdeydi. Onlar icra ettiler. Biz de zevkle, keyifle seyredip alkışladık. 1. Risâle-i Nur Kongresi’nin sonuç bildirilerini okuyan genç kabiliyetler dinleyici ve katılımcılara çok keyifli, unutulmaz, iz bırakan hatıralar yaşattılar. Bir yıla varan hazırlık, gayret, çaba, mükemmel bir plân ve programın ürünüydü. Gençlerin kendilerinden emin hallerinin bir tezahürü olan bu güzel faaliyette emeği geçen, katkıda bulunan, Anadolu’nun dört bir köşesinden bu şölene iştirak eden herkese gönül dolusu sonsuz teşekkür ve tebrikler. Senin rehberliğinde, senin eğitiminle, senin uyarı ve ikazlarınla, bu vatan gençlerinden “Frenkleri taklit etmeyen” bir nesil meydana geldi Aziz Üstadım! Geçen Pazar günü; onların seni rehber aldıklarına şahit olduk! Onların, senin işaret ettiğin gibi, sanatı, gençlik enerjisini, zamanlarını, kabiliyetlerini “marifetullah”ta, “Senin rızan” istikametinde ve “meşrû dairede” kullandıklarına beş binden fazla kişi şahitlik etti Üstadım. Ekilen nur tohumları başaktan meyveye döndü Üstadım! Şimdi meçhul mezarından kapıcının haberini aldığını idrak ediyor ve senin de dâvetli olduğun ve orada maneviyâtınla hazır bulunduğuna tam olarak inandığımız bu gençlik şöleninde “Sadakte ve henîelleküm!” sadâsını, tasdiklerini bütün ruhumuzla ve kalbimizle biz de işittik ve yaşadık Aziz Üstadım! Cenab-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun. Yeni ve daha mükemmel “gençlik şölenleri”nde buluşmak ümit ve temennisiyle... 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İnşâallah bu acılar tekrarlanmaz |
Çocukluğumuzdan beri kömür ocaklarında meydana gelen patlamalar sonucu vefat edenlerle ilgili haberleri duyarız. Her defasında “İnşâallah bu son olur” diye duâ ederiz, ama maalesef bu acıların hemen her yıl tekrar ettiğini duyarız. Son bir kaç yıldır ‘grizu patlaması’ sebebiyle meydana gelen ölümlerde kısmî de olsa bir azalma olmuştu. Fakat son aylarda yine kömür ocaklarından acı haberler gelmeye başladı. Son olarak da Zonguldak’ta büyük bir facia yaşadık. Patlama neticesi mahsur kalan 30 işçinin cesedine dün sabah itibarıyla ulaşıldı. Faciada vefat edenlere Allah’tan (cc) rahmet, yakınlarına da sabırlar temennî ediyoruz. Maksadımız kişi ya da kurumları kınamak değil. Fakat başka ülkelere nisbetle ülkemizdeki kömür ocaklarında daha fazla ‘kaza’ ya da ‘facia’ meydana geldiği ortada. Bu duruma itiraz etmek gerek. “Ele bakıp, kalbe bakamayacağımız”a göre, burada da ‘netice’ye bakarız. Türkiye’yi idare edenler “Her türlü tedbiri aldık” diyebilir. Belki de almışlardır, ama o halde “Bu netice neyin nesi?” diye sormak gerekmez mi? Kömür ocaklarında yaşanan problemler sadece bu günün problemi de değil. Kökleri geçmişe dayanan bir ihmalle karşı karşıyayız. Elbette dünyanın başka ülkelerinde de benzer kazalar meydana geliyor, ama bu kazaların daha az tekrarlandığı görülüyor. Her konuda olduğu gibi bu konuda da dünyayı yeniden keşfe gerek yok. Dünya bu işi nasıl yapıyorsa, büyük kömür madenleri işlettikleri halde daha az kaza ve facialarla karşılaşılıyorsa; Türkiye de öyle ve mümkünse daha iyi yapmalıdır. Her şey para olmadığına göre bu konuda yapılacak yatırımlar ‘para yok, imkân yok’ bahanesine de takılmamalı. Çünkü kaybedilen insan canı. İnsan canını ve kanını ‘para’ ile değerlendirmek mümkün değil. Faciada vefat eden aileleri ve belki de bütün Türkiye’yi üzen hadise şu: Kazalardan sonra verilen sözler, alınacağı ilân edilen tedbirler tam olarak alınmıyor. Benzer ihmaller meselâ trafik kazaları sonrasında da yaşanıyor. Karayolları, zaman zaman kazaların sıklıkla meydana geldiği ‘kara nokta’ları ilân ediyor ve bu yolların değiştirileceği ya da düzeltileceği söyleniyor. Aradan aylar ve bazen de yıllar geçiyor, ama gerekli tedbirlerin alınmadığı anlaşılıyor. Geçen aylarda İstanbul İkitelli’yi sel bastı ve dere yatağına yakın olan binaların, fabrikaların yıkılacağı ilân edildi. Aradan aylar geçti ve bir iki bina dışında yıkılan olmadı. Aksine aynı dere yatağına yakın yerlerde yeni binalar bile yükseliyor. Eğer bu binaların varlığında bir yanlışlık yok ise, niçin ‘Yıkılacak!’ diye ilân ediliyor. Yok, yıkılması gerekiyorsa niçin yıkılmıyor? “Bir öyle, bir böyle” açıklamalar, milletin devlete ve yöneticilere güvenini sarsıyor. Aynı şey kömür ocakları için de geçerli. Bunca felâketten gerekli derslerin çıkarılması ve mümkün olan her türlü tedbirin alınmasını talep ediyoruz. Duamız, bu acıların tekrarlanmaması... Bu vesile ile faciâda vefat edenlere rahmet, aile ve yakınlarına sabırlar temennî ediyoruz. Mekânları cennet olsun inşallah. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
CHP’deki “fitne, fesat” |
Ankara’nın gündemi CHP’de yaşanan gelişmeler… CHP’de kılıçlar çekildi yarınki kurultay bekleniyor. Kim derdi ki, CHP’de iki haftada böyle gelişmeler yaşanacak ve Baykal aday dahi olamayacak diye. Daha iki hafta öncesine kadar Baykal’ın karşısına kimsenin çıkmayacağı ve Baykal’ın tek aday olarak tekrar genel başkan olacağı konuşuluyordu. Deniz Baykal’ın genel başkanlıktan istifasıyla sonuçlanan kaset skandalının ardından CHP’de yaşananlar şaşkınlıkla izleniyor. Birkaç haftada partide yaşanan gelişmeler baş döndürücü nitelikteydi. Bir taraftan Baykal istifa ettikten sonra partiyi bir türlü bırakmazken, diğer yandan üst üste aday olmayacağını söyleyen Kılıçdaroğlu, CHP’nin ikinci adamı Önder Sav ve 57 milletvekilinin desteğiyle adaylığını açıkladı. Sonrasında ise neredeyse il başkanlarının tamamının desteğini aldı. * * * İki haftada CHP’de yaşananlar tam mânâsıyla ibretlikti. Hem demokrasi adına, hem de siyaset adına ibretlikti… Genel başkanları istifa etmiş bir partinin yeni genel başkanını seçmesi beklenirken, bir ay önce birbirleriyle kol kola olan insanların “hainlikle” ve “şeytan ittifakı” diye suçlanmaları, partinin ikinci adamının CIA diye yaftalanması bu ibretlik hadiselerin başında geldi. Yarım asra yakın yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, siyasette omuz omuza vermiş insanların, başta “boşuna avuçlarını ovuşturmasınlar” deyip, sonrasında arkasından iş çevirmeleri de siyaset adına ibretlikti. İbretlik olaylardan birisi de, genel başkanlarının istifa ettiğini canlı yayınlarda öğrendikten sonra gözyaşı dökenlerin, “aman gitme” diye evinin önünde açlık grevi yapanların, o söyledi diye daha üç hafta önce Meclis’te oylamaya girmeyip, onun sözünden çıkmayanların, eski genel başkanlarının “Dönmeyeceğim” dememesine rağmen bir anda onu ortada bırakıvermeleri oldu. Baykal’ın “Gece yarıları pazarlıkları ile benden gizli iş çevirdiler. Yangından mal kaçırır gibi davrandılar. Ben Önder’in nelerini kapattım” demesi de bu kırgınlığın, kızgınlığın ifadeleri oldu. Başka bir ibretlik olay da basının bu safhadaki tutumunda yaşandı. Bu süreçte görüldü ki, bazı medya grupları açıktan Kılıçdaroğlu’na destek verdiler. “Gandi” benzetmesi yaparak büyük bir “lider” havası meydana getirmeye çalıştılar. Oysa ki Mahatma Gandi, Hindistan’da bağımsızlık hareketinin liderliğini yapmış. Adama sormazlar mı, destekledikleri insan neyin bağımsızlık mücadelesini yapıyor? Gandi’nin hayatına bakılırsa görülecektir ki, söylediklerinin arkasında durmuştur, oysa destekledikleri insan, birçok kereler geri adım atmıştır. Çarşaf açılımı yaptılar, sonrasında çarşafların yakılmasında çıtları çıkmadı. Dersim hadisesindeki geri adımı da daha dün gibi hatırlanıyor. Kendisine yapıştırılan “Gandi” lakabını ne ile hak ettiği ise belli değil. Hele onu oraya taşıyan, onu “yüreklendirenler” Peygamberimize (asm) dahi dil uzatmış insanlar. Milletin bunları görmediğini mi sanıyorlar? Belki de en ibretlisi, Ankara’da bilbordları süsleyen afişte gizli. Afişte, Baykal’ın kurultay resmi var. Ve üstünde “Fitne; fesat; son bulacak!” yazıyor. Bu afişe müstakbel genel başkanın çok kızdığı söyleniyor. Afişi Baykal’a yakın insanların astırdığı söylense de, onlar bunun altında şu anda Kılıçdaroğlu’nun arkasındaki bir ismin imzasının olduğunu ifade ediyorlar. Bu ve benzeri ibretli hadiseleri alt alta koyduğumuzda siyaset adına yaşanan bu gelişmelerin demokrasinin hiçbir yerinde olmaması gerektiği akıllara geliyor. * * * Kim seçilirse seçilsin, demokratik kuralların yıpratıldığı bir adaylık süreci yaşandı. Bakalım bugün ve yarın kongrede neler yaşanacak. Sarıgül’ün adaylığında yaşanan kavgalı görüntüler tekrarlanacak mı, izleyip göreceğiz. CHP kurultayında yarın söz delegenin olacak. Görünen o ki, milletvekillerinin üçte ikisi, il başkanlarının neredeyse tamamının desteğini alan Kılıçdaroğlu, CHP’nin yeni genel başkanı olacak. “CHP’de bir şey değişecek mi?” diye sorular soruluyor. CHP’nin değişeceğini, kurulduğu günden bu yana olan politikalarını bırakacağını söylemek de iyimserlik olur. Afişlerde dendiği gibi “Fitne; Fesat; Son Bulacak’ mı?” diye sorulan soruya da şu cevabı vermek gerekir. CHP’de fitne fesat hiçbir zaman son bulmamış ki, şimdi son bulsun… Millete ve milletin değerlerine kıymet vermediği sürece de bırakın çakma Gandileri, kim gelirse gelsin, tasvip görmeyecektir. Sadece yüz ve isim değişmekle kalacaktır. Hele hele bu bir kısım medyanın pompalamalarıyla hiç olmayacaktır. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Zorlama te’villerle… |
Türkiye Zonguldak’tan gelen 30 madencinin can verdiği “göçük kara haberi”yle sarsılıp CHP kongresi öncesi “kaset iddiaları”na cevapla meşgulken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’yi haksız bulduğu mahkûmiyet kararını “onanması” talebi, Türkiye’nin demokrasi, düşünce ve ifâde özgürlüğü “düzeyini” bir defa daha ortaya çıkardı. Görünen o ki bu talep, “milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde kabul edilip, hakkında Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağını esas alan Anayasa’nın 90. maddesinde yazılan, “usûlüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalar”a aykırı olamayacağı hükmüne bâriz bir biçimde hukukî tezat teşkil etmekte. Bu tenâkuz, tamamen inanç ve düşünceyi ifâdeden ibâret olan ve iç hukuku bağlayan milletlerarası anlaşmalara aykırı olmamakla kalmamakta; ayrıca Türkiye’nin adına demokratik reformları yaptığı, uyum yasalarını çıkardığı AB kriterlerine de uymamakta. Öncelikle AB’nin “ilerleme raporları”nda şart koştuğu ve Ankara’nın “ulusal program”da taahhüd ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile AİHM içtihadı gereğince AB hukuku ekseninde temel özgürlükler ve kültürel haklardan tam ve eşit olarak yararlanma hükmü hiçe sayılmakta. Bu çerçevede, AİHS’nin 9. maddesinin öngördüğü, “Herkes, düşünce, din ve vicdan hürriyetine sahiptir; bu hak, açık veya özel biçimde ibâdet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü de ihtiva eder” esasıyla çelişmekte…
AİHM VE AİHS’E RAĞMEN… Gerçek şu ki Ankara, temel hak ve hürriyetlerde hep tutuk kaldı. Bu kırılganlık, “AB’ye uyum” gerekçesiyle değiştirilen başta Türk Ceza Kanunu olmak üzere diğer mevzuat değişikliklerini hep kifâyetsiz ve noksan bıraktı. Özellikle ifâde özgürlüğü, AB müktesebatı ile üye ülkelerin uygulamaları ışığında geliştirilmesini esas alan AİHS’in 10. maddesine göre yeterince tâdil edilmedi. “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahâlesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içine alır” ibâresiyle deklâre edilen düşünceyi açıklama-yayma ve ifâde özgürlüğüne dair maddeler yeterince düzeltilmedi. Bundandır ki sözde AB özgürlük normlarına ulaşmak adına çıkarılan “yeni ceza yasası”na rağmen, mahkemeler sırf düşüncelerini açıkladıkları için yazar ve düşünürleri yargılamaya, cezalar yağdırmaya devam ettiler. Son örnekte olduğu gibi AİHM kararlarına rağmen, zorlama te’villerle sürdürüldü, sürdürülüyor. AİHM’nin sözkonusu ifâde özgürlüğünün ihlâli olarak haksız bulduğu ve hatta Türkiye’yi tazminat ödemekle mahkûm ettiği davalarda, hâlâ temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı tavırda ısrar ediliyor… Bunun sebebi, şüphesiz eski “lastikli kanun” 163. maddenin yerine konulan 312. maddenin yerine ikame edilen 216. maddenin, AB düşünceyi açıklama ve yayma standartlarına göre düzenlenmeyişi. Bütün çağrılara rağmen, “şiddeti ihtiva eden ve şiddeti tavsiye eden tahrikler” ayırımının maddeye konulmayışı. Maddeye eklenen “kamu güvenliği açısından ‘açık ve yakın tehlike” cümlesiyle anlatım ve ifâdenin “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” kapsamında yorumlanması istismarına açık olması. Ve sekiz yıldır siyasî iktidarın demokratikleşmede, hak ve özgürlüklerde ciddî bir çaba içinde olmayıp makyaj değişikliklerle geçiştirmesi…
“TÜRKİYE’NİN AYIBI” DEVAM EDİYOR… Bilindiği gibi, AKP hükûmeti Leyla Şahin davasında AİHM’e gönderdiği “savunma”da, dinî bir vecîbe olduğu, devletin “din işleri”yle yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in fetva kararlarına rağmen, başörtüsünün “siyasî sembol”, “laikliğe aykırı” ve “tahrik sebebi” olduğunu bildirdi. AİHS Ek 1. protokolü 2. maddesinde, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” hükmüne göre, başörtüsü yasağının yanlış olduğunu, hak ve hürriyetlerin genişletileceği ve bunun düzelteceğini bildirmek yerine, yasağı savundu. Keza, başta gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere, Yeni Asya yazarlarının AİHM’e giden “İlâhî ikaz” dâvâlarında Strasbuoorg’e ilettiği “hükûmet savunması”nda, Kur’ân’ın yüzlerce âyetinin tefsiri ve Peygamberimizin hadislerinin mânâsıyla deprem gibi umumî musîbetlerin mânevî boyutunu, bir ders ve ikaz olduğunu belirten beyânların ve yazıların, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” bahanesiyle “suç” sayılıp cezalandırılmasını uygun buldu. Onca değişikliğe rağmen, demokratik eğitim hakkını, düşünceyi ifâde hürriyetini bir türlü temin edemedi. Temel hak ve özgürlüklerin uygulaması, din eğitimi ve öğretimi özgürlüğünün sağlanması için başta “yargı reformu” olmak üzere, gerekli düzenlemeleri yapmadı. Son “Anayasa değişiklileri paketi”nde de sadece AYM ve HSYK’nin yapısıyla yetindi… Neticede hak ve hürriyetlerle ilgili değişiklikler bir başka bahara kalıyor. Demokratik irâde zâfiyetiyle Türkiye’nin ayıbı devam ediyor… 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İnadına yaptırım! İnadına savaş! |
Türkiye ve Brezilya’nın İran ile nükleer takas anlaşması yapması, Amerika’yı kızdırdı. Görünen o ki; bu iki ülke Amerika’nın bölgemizdeki bütün planlarını bozmuştu. Süper gücün arzusu hilâfına bölgede barışa adım atılmasına sebep olmak gibi ağır bir suçu işlemişlerdi. ABD hemen devreye girip, takas anlaşmasından memnuniyetini bildiren Çin’i ve Rusya’yı ikna edip, apar topar BM Güvenlik Konseyi’ne yaptırımlarla ilgili bir karar tasarısı sundu. Amerika’nın bu acelesinde iki gerekçesi vardı. Birincisi takas anlaşmasının İran’ın nükleer programını durdurmayacağı; ikincisi ise İran’ın bu anlaşmaya uymayacağı, samimi olmadığı idi. Şimdi yetersiz görülen takas anlaşması, geçen sonbaharda Amerika’nın sunduğu anlaşma teklifinden pek farklı değildi. Transfer edilecek zenginleştirilmiş uranyum miktarı bile aynı. Amerikalılar şimdi “ama bu miktar o zaman ellerindekinin yüzde 80’i idi, şimdi ise yalnızca yarısı kadar” diyor. Bir başka sebep ise; ilk anlaşmanın İran’ın nükleer silâh üretimi çalışmalarını önemli ölçüde geciktirebileceği, bu yeni anlaşmanın ise İran’a çok fazla yakıt bıraktığı, yüksek oranda zenginleştirmeyi frenlemediği, Türkiye’de depolanacak yakıtı istediği zaman geri alabileceği ve müzakerelere başlama konusunda hiçbir taahhütte bulunmadığı olarak gösteriliyor. Kısacası; “İran anlaşmayı imzaladı, ama niyeti iyi değil” diye niyet okuyor Obama yönetimi. Bu yüzden alelacele Güvenlik Konseyine sunulan yaptırım karar tasarısı ile, İran’ın uluslar arası para piyasalarında işlem yapması engellenecek, İran gemileri nükleer silâh ya da parçası taşıyıp taşımadığını kontrol (!) için durdurulabilecek, ayrıca İran’a tank, zırhlı araç, savaş uçağı, savaş gemisi ve diğer benzeri ağır silâhların satışı da yasaklanacak. Aslında Amerika bu tavrıyla suçluluk telaşını sergiliyor ve kendisini ele veriyor. İran’ın hiçbir adımının, kendisinin bölgeye ilişkin sinsi planlarını engellemesine izin vermeyeceğini gösteriyor. Adeta “inadına yaptırım, inadına savaş!” sloganıyla gözünü kan bürümüş canavarlığını teşhir ediyor. Rusya’yı ve özellikle de bu konuda hep İran’ın yanında yer alan Çin’i hangi vaatlerle ikna ettiğini bilmiyoruz. Ama ortada bir gerçek varsa, Ortadoğu’da barış olması, kan dökülmeden sorunların halledilmesi Amerika’yı hiç ilgilendirmiyor. Peki, ABD bu yaptırım kararını Güvenlik Konseyi’nden geçirebilir mi? Beş daimî üyenin veto etmemesini garantiye aldığına ve geçici üyelerden dokuzundan fazlasının oyunu alacağında kuşku olmadığına göre, maalesef yaptırım kararı çıkacak. Bu durum Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Bunun birbiriyle çelişen sonuçları olabilir. Amerika’nın kızgınlığının ülkemize nasıl yansıyacağını bilemiyoruz. Ancak Güvenlik Konsey’inden Türkiye ve Brezilya’ya rağmen yaptırım kararının çıkması, her ne kadar takas anlaşmasını etkisiz kılsa da, Türkiye’nin bu anlaşma ile gerek İran ve bölge ülkeleri, gerekse diğer Müslüman ve bağlantısız ülkeler nezdinde kazandığı itibarı sarsmayacağı kanaatindeyiz. Konseyde Batılı müttefikler ile birlikte hareket etmemesi, göründüğünün aksine, Türkiye’nin tek başına inisiyatif kullanabilen güçlü bir ülke olduğunu gösterecektir. Umarız Amerika bu kirli emellerinden vazgeçmenin dünya barışı için ne kadar önemli olduğunu kısa süre içinde fark eder ve barışa biraz daha fazla şans tanır. Bütün dünya insanlarının, ama özellikle de biz Müslümanların barışa ve huzura çok ihtiyacımız var. 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
MGSB değişecek mi? |
Geçtiğimiz Ocak ayının son günlerinde ortaya atılan Balyoz darbe planıyla birlikte TSK İç Hizmet Kanununun darbelere dayanak olarak gösterilen 35. maddesi ile EMASYA protokolünün yanı sıra, “gizli anayasa” diye nitelenen Millî Güvenlik Siyaset Belgesi de bir defa daha kamuoyunun gündemine gelmişti. O tartışmaların pratikteki neticesi, EMASYA protokolünün yürürlükten kaldırılması oldu. Ama protokolün dayandığı İl İdaresi Kanunu 11-D maddesi durduğu için değişen birşey olmadı. TSK İç Hizmet Kanunu 35’in kaldırılması veya en azından düzeltilmesi hiç gündeme gelmezken, MGSB bir miktar konuşuldu. Meselâ Başbakan, “genelge” olarak niteleyip “Kanunî geçerliliği yok” dediği belgenin içeriğinde yapılacak değişikliklerle ilgili olarak şu mesajları verdi: “(İç tehdit bahsinde) Asla böyle birşeyi düşünemeyiz ve bu tür yapılanmalara, bu tür zemini oluşturmaya müsaade edecek imkânlara fırsat vermeyecek şekilde bir düzenleme yapılacak.” Oysa 2005’te yapılan revizyonda da böyle bir tehdit değerlendirmesini devam ettiren ve bir numaralı iç tehdit olarak yine irticanın gösterildiği belgeye, Erdoğan hükümeti “evet” demişti. Ve belgenin yine güncellenmesi gündemde. Konuyla ilgili habere göre, Ağustos MGK’sında sonuçlandırılması öngörülen güncellemede, Başbakanlıktan bir yetkilinin ifadesiyle, “Anayasa ve yasalarda suç olarak tanımlanmayan hiçbir fiil, belgede yer almayacak.” (Habertürk, 17.5.10) Demek ki, belgenin mevcut halinde bu durum var ve bunun düzeltileceği sözü veriliyor. Ama yürürlükteki anayasanın, daha başlangıç metninde “Hiçbir faaliyet Atatürkçülük karşısında korunma görmez” hükmü hâlâ duruyorken, bu anayasayı referans gösteren bir anlayışla “gizli anayasa”da hangi köklü değişiklik yapılabilir ki? Haberde “İç tehdit tanımı değişecek” denilirken, iç güvenlikte sorumluluğun İçişleri Bakanlığında olduğunun vurgulanacağı, TSK’nın görevinin dış güvenlik olarak belirleneceği belirtiliyor. Referanduma gitmesi söz konusu olan anayasa paketinde buna ilişkin bir düzenleme yokken, ayrıca kâğıt üzerinde İçişleri'ne bağlı gözüktüğü halde fiiliyatta çok farklı bir işleyiş sergileyen Jandarmanın konumundaki “deve mi, kuş mu” ikilemi sürüyorken bunun nasıl olacağı meçhul. Yine habere göre, yeni belgede irtica gibi genel, soyut ve muğlâk ifadeler olmayacak. Terör ve suç örgütleri, terör örgütü PKK, dini istismar eden köktendinci terör örgütleri El Kaide, Hizbullah gibi somut ve net tabirlerle ifade edilecek. Burada hemen, MİT Güvenlik İstihbaratı Başkanlığı Yıkıcı Dinî Faaliyetler Daire Başkanlığının “2010 yılı takip listesi” olarak basına yansıyan liste akla geliyor. O listenin 1. derece örgütler kısmında Nurcu Gruplar, Nakşibendilik, F. Gülen Grubu, Süleymancılık, İHH, Alevilik, Caferilik gibi, hangi mantıkla oraya konulduğu anlaşılamayan birbiriyle de alâkasız maddelere yer verilirken, ASDER ve AKDER’in 2., Mazlum-Der’in 3. derece örgütler içinde gösterilmesinin (Vakit, 29.4.10) “hikmet”i de pek anlaşılamıyor. 2010 Türkiye’sinde, AKP iktidarının 8. yılında MİT kaynaklı böyle listelerin ortalıkta dolaşıyor olması, yine gizli anayasanın mı bir tezahürü? Ve belge bu defa gerçekten düzeltilecek mi? Cumhurbaşkanı bu soruyu “On sene önceki demokratik standartlarımızla bugünkü aynı mı? Bu belge kanun da değil, anayasa da. Demokratik hukuk devletinde böyle olması mümkün değil. Yenilenirken, bugünkü realiteyi dikkate alarak yazılacağına inanıyorum” diye cevaplamıştı. Bizim de temennîmiz o. Ama işin gerçeği, öyle yapılacağından emin olamıyoruz. Ergenekon ve Balyoz operasyonlarına rağmen askerin kritik meselelerdeki mâlûm duruşunda hiçbir değişikliğin olmaması ve EMASYA sisteminin, “Protokol iptal edildi” açıklamasından sonra da aynen devam etmesi, bu endişelerimizi teyid ediyor. Bu kısır cendereyi ne zaman kıracağız? 21.05.2010 E-Posta: [email protected] |