Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
90 yıl sonra |
Bundan iki sene önce, 2. Meşrutiyetin ve Osmanlı Meclis-i Meb’usanı'nın ikinci defa açılışının 100. yılını geride bırakmıştık. Bugün de Türkiye Büyük Millet Meclisinin 90. yılını tamamlıyoruz. On sene sonra ise, ömrü olanlar, “TBMM 100 yaşında” diyecek ve o çerçevede “asırlık” değerlendirmeler yapacaklar. Osmanlının çözülme ve çöküş döneminde işbaşı yapıp, altı asırlık çınarla birlikte dağılan Meclis-i Meb’usan’ın, alabildiğine fırtınalı ve çalkantılı bir dönemde yaptığı çalışma ve müzakereler, sahne olduğu çekişme ve mücadeleler, yakın tarihimizin bilinmeyen sayfaları arasında. Tıpkı TBMM’nin Birinci Meclis dönemi gibi. Oysa bunlar hatasıyla sevabıyla bizim tarihî birikimimizin çok önemli fasıllarını oluşturuyor. Meselâ çok partili sistemle ilk kez tanıştığımız 2. Meşrutiyet dönemindeki gelişme ve tartışmalar, bizim hayatî dersler çıkarabileceğimiz son derece değerli tecrübeleri içinde barındırıyor. Aynı şey Birinci Meclis için de geçerli. Bu zengin tecrübelerin, hatalardan ders alıp düzeltme ve tekrarlamama kararlılığı ile geleceğe taşınması ve TBMM’nin, milletin bütün kesimlerini kucaklayıp temsil eden bir yapıyla devamı mümkün olsaydı, bugün herşey olumlu anlamda çok daha farklı olabilirdi. Ama olmadı. Mübarekiyetinden istifade için, açılışı özellikle Cuma gününe denk getirilip, hatimler, Buharîler, kurbanlar ve dualarla hizmete giren Mecliste, bu mânâlarla yola devam edilmesi gerektiğini düşünenler kısa bir süre sonra tasfiye edildi. Ve cumhuriyet adı altında bir tek parti rejimi kuruldu. Meclis de, bu partiye mensup olan ve Cumhurbaşkanıyla Başbakan tarafından belirlenip seçtirilen milletvekillerinden teşekkül etti. 2. Meşrutiyetin ilânıyla kurulup, İstanbul’u işgal eden İngilizlerin baskısı sonucu padişah tarafından dağıtıldığı 11 Nisan 1920’ye kadar görev yapan Meclis-i Meb’usan, ya tek taraflı ve “ihanet” ağırlıklı suçlamalara muhatap kılındı, ya da yokluğa mahkûm edildi. Benzer muamele, ilk Meclisin tasfiye edilen kanadına da reva görüldü. Ama bu karartmacı tavır, eşzamanlı ve paralel olarak uygulamaya konulan dayatmacı, dışlayıcı ve ayrımcı politikalarla birlikte, hem mevcut sorunların daha da ağırlaşarak devamına, hem de yeni ve kronik problemlerin doğmasına yol açtı. 2010 Türkiye’sinde yaşadığımız ve çözüm aradığımız meselelerin çoğu, o devirlerin ürünü. Oysa, vefatının 50. yılında rahmetle andığımız Bediüzzaman’ın, hem Osmanlı Meclisi Meb’usanı’na, hem de TBMM’ye yaptığı tarihî ikazlar dikkate alınmış olsaydı, bu sorunlar yaşanmazdı. Hürriyetin ilânının üçüncü günü Sultanahmet mitinginde verdiği “Hürriyete hitap” nutkunda “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız); ta elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” diye seslenmişti Üstad. Hem hürriyetin kıymeti bilinemediği, hem de yanlış yorumlandığı için, onun sonradan “Evet, daha dehşetli bir istibdatla pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler” diye kayıt düştüğü hal yaşandı (Nutuk, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 173). İttihad Terakkî diktası da, cumhuriyet adı altındaki CHP sultası da bu yorumun kapsamında. Yine Bediüzzaman’ın Birinci Meclise de yaptığı tarihî ikazlar var. Ki, bunun belgesi, meb’uslara dağıttığı beyanname. Orada, “Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek” diyen Said Nursî, tarihî bir dönemeçte yapılacak tercihlerin toplum, ülke, dünya gerçeklerine uygun olması gerektiği uyarısında bulunarak; “Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine (esaslarına) inkıyad (uymak) ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” demişti. (Tarihçe, s. 222) Said Nursî’nin, o zaman maalesef kulak verilmeyen ikazları, şimdi de muhataplarını arıyor. Vefatının 50, 2. Meşrutiyetin 102, TBMM’nin 90. yılında güncellik ve tazeliğini hâlâ koruyarak. 23.04.2010 E-Posta: [email protected] |