23 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Banu YAŞAR

Nasıl bir özgüven?


A+ | A-

Özgüvenli çocuk yetiştirmek, zamanımızın popüler konularından biridir. Kendini tanımak, kendini sevmek ve kendinden memnun olmak anlamlarına gelen özgüven, daha küçük yaşlarda ailenin tutum ve davranışlarıyla belirlenir. İlk yıllarda şekillenen kişisel özgüven, çocuğun ileriki yaşlarında okul başarısını, kendine dair bakış açısını ve insan ilişkilerini de etkiler.

Genelde özgüven sorunu yaşayan çocuklar, ilk çocuklar olabilmektedir. Ailenin ilk çocuklarına karşı tutumları sonrakilere oranla daha eleştirici ve daha mükemmelliyetçi olmaktadır. Yaşının üstünde bir olgunluk beklenen ilk çocuklar, yetersizlik duygularına daha kolay kapılabiliyorlar. Tecrübesizliğin getirdiği tutum ve davranışlara, baskı ve dayak da eklenirse, çocuğun özgüveninde ciddî yaralar açılabiliyor. Genelde sonraki çocukların daha özgüvenli ve kendini rahat ifade edebilen bireyler olmasında anne babanın tecrübe kazanmaları ve rahatlamaları da önemli bir etkendir. O yüzden aileler genelde ilk çocukları konusunda ileriki yıllarda vicdanî bir sorgulama yaşarlar. Onu çok fazla kurallara boğdukları ve çok şey bekledikleri için...

Anne babanın ne kadar özgüvenli oldukları da, çocuğun kişilik gelişiminde oldukça önemlidir. Çocuklarımız bizi taklit ederek öğrendikleri için, özgüvenlerinin bizimkine benzer olması muhtemel görünüyor. Biz kendimizden memnun isek, artı ve eksi yönlerimizi doğru olarak tanımlayabiliyorsak, hayata bakış açımız ve problemleri çözme tarzımız bunalımlı, şikâyetçi değil de, çözüm odaklı ise çocuklarımızda bu davranış modellerini örnek alacaklardır. Çocuk sahibi olmanın belki de en kritik yönü insanı kendisiyle yüzleştirmesidir. Başka hiçbir deneyim insana bu fırsatı sağlamaz. Kendi takıntılarımızı, zaaflarımızı, korkularımızı, zayıf ve kuvvetli yanlarımızı bir ayna gibi çocuğumuzda seyrederiz. Yeter ki, bu aynaya bakmaya cesaretimiz olsun...

Özgüven derken şişmiş bir benlikten söz etmiyorum. Kendini dünyanın merkezi zanneden, her şeye gücünün yeteceğini düşünen bir kişilik yapısı hem bencilleşir, hem de kırılmaya karşı dayanıksız ve tepkilidir. Yaratıldığı ve yaratılmaya değer görüldüğü için, sadece kendine has özelliklerle donatıldığı için kendini değerli hissetmek, daha sağlıklı bir özgüvenin temelini oluşturur.

Peki, çocuklarımızın özgüvenli bireyler olması için neler yapabiliriz ?

İlk önce onu kendi kişilik yapısıyla ve kendi bireyselliğiyle kabullenmek gerekiyor. Çocuğum benim küçük bir kopyam değil, kendine has kişilik yapısı olan bir birey.

Daha sonraki aşamada onun yeteneklerini keşfetmek geliyor. Her çocuk belli bazı şeylere meyilli olarak doğuyor. San'at, spor, matematik vs.

Bunları keşfedip, desteklemek ve takdir etmek özgüven oluşumunda çok önemlidir. Kardeşlerin bile kişilik yapıları, tercihleri, yetenekleri birbirinden oldukça farklı olabilmektedir.

Çocuğu başkalarıyla kıyas etmek ve sürekli eleştirici bir tutum için de olmak, kişilik gelişimine ciddî zararlar verir. Kıyaslamak, kıyaslanan kişiye dair öfke doğurur ve motive etmek yerine daha da geriletici olur.

Çocuğumuzla özel zaman geçirmek, birlikte oyun oynamak ve sevdiği şeyleri birlikte yapmak ona değerli olduğu, sevildiği duygusunu verir.

Çocuğun yaşına uygun sorumluluklar verip, onu başarılarından dolayı takdir etmek, onunla gurur duyduğumuzu ifade etmek, onun bizim çocuğumuz olduğu için ne kadar mutlu olduğumuzu söylemek, hayata daha güçlü bir şekilde başlamasına yol açar. Onu davranışları konusunda uyarabiliriz, hatta sınırlar da koyabiliriz, ama eleştirirken kişiliğine değil, problemli olan davranışına kızdığımızı ifade etmeliyiz. Bu daha az yaralayıcı ve daha çok öğreticidir.

Kendini değerli hisseden çocuk, başkalarına da değer verir.....

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Mevlânâ Halid’den Bediüzzaman’a


A+ | A-

Künyesi Ebü’l-Beha Ziyaüddin Halid bin Ahmed bin Hüseyin’dir. Kadiriye tarikatına bağlı bir sufi olan babası Pir Mikail tarafından soyu Hz. Osman’a (ra), annesi tarafından Hz. Ali’ye (ra) dayanır. 1193 tarihinde Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zur bölgesinde dünyaya gelmiştir. Karadağ’da Şeyh Abdürrahim Berzenc ve kardeşi Şeyh Abdülkerim Berzenc gibi, büyük bir çok âlimden dersler alarak tahsilini maddî manevî mertebelere çıkacak kadar ileri seviyelere getirmiştir. Mantık ve kelâm konularında ihtisas sahibi olan Halid b. Ahmet, yirmi bir yaşında çevresindeki ilim merkezlerini araştıran ve ulaşan ‘’Mevlânâ’’ ünvanıyla anılan bir ilim adamı, bir mertebe sahibi sufi olarak tanınmış ve anılmaya başlanmıştır... 1213 yılında Şeyh Abdülkerim Berzenci’nin vefatından sonra Irak’ta Süleymaniye şehrinde onun yerine medresesinin müderrisi olmuştur. Burada yedi yıl müderrislik yapmıştır. Zamanın aklî ve mantıkî ilimlerinden tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, akaid konularında mütehassıs birisi olarak derin ilminin yanında, büyük bir zühd ve takva içerisinde Müslümanlara hizmet vermeye, binlerce talebe yetiştirmeye muvaffak olmuştur...

Hac yolunda, milâdî 1805 yılında, Medine’de kınadığı yanlışlıklar konusunda, Yemenli bir zatın bu işi terk etmesi konusunda tavsiyesine muhatap olmuştur... Mekke’de sırtını Kâbe’ye dönerek oturan bir zatı kınayınca, o zat kendisine dönerek: ‘’Allah indinde mü'min bir kulun değerinin Kâbe’nin değerinden daha yüksek olduğunu biliyor musun?’’ demesi üzerine, hayretini, alâkasını gizlemeyen Mevlânâ Halid, o zata mürid olmak istemiş, fakat o kendisine ‘’Sizin mürşidiniz Hindistan’da bekliyor’’ diyerek isteğini kabul etmemiştir...

Süleymaniye’de bulunduğu zaman içinde Hindistan’lı derviş Mirza Rahimullah Azimabadi tarafından Delhi’de bulunan Şeyh Abdullah Dehlevi’den el almasını tavsiye etmesi üzerine altı ay sürecek olan, İran ve Afganistan üzerinden Şiîiler noktasından ve onlarla yapılan fikri münakaşalar sebebiyle çok müşkilatlı ve zahmetli geçen bir yolculuktan sonra Delhi’ye ulaşmıştır. Burada Abdullah Dehlevi ile görüşerek ona intisap etmiştir. Nakşibendiye’nin seyr-i süluk mertebelerini beş ay gibi kısa bir sürede katetmiş ve şeyhinden icazet almıştır. Maddî ve manevî ilimlerle mücehhez bir halife olarak, şeyhi tarafından Süleymaniye’ye irşad için geri gönderilirken kendisine Nakşibendiye’nin yanında Kadiri, Sühreverdi, Kübrevi ve Cişti tarikatlarında da irşad ve aydınlatma konusunda izin ve icazet verilmiştir.

Süleymaniye’deki muazzam ilim ve irşadını, aydınlatmasını Bağdat’a çeviren ve oraya giden Mevlânâ Halidi Bağdadî (ks) burada yetiştirdiği dört bin talebesine ilim ve tasavvufta icazet vermiştir. Adeta vazife gibi, bütün talebeleriyle birlikte neşrettiği doğru İslâmiyetin, iman ve Kur’ân hakikatlarının özellikle Şiîler’den aldığı ve alacağı yaraları tamir etmeye çalışarak, bu yolda Süleymaniye, Bağdat, Şam, Doğu ve Güney Anadolu, Kafkaslar, İran ve Irak’ı içerisine alan çok geniş bir dairede irşad hizmetinde bulunmuştur.

Kendisine intisab eden Şam Müftüsü Hüseyin Efendi Muradî, büyük ısrarlarla şeyhi Mevlânâ Halid-i Bağdadî’yi, Bağdat’tan Şam’a gelmeye ikna etmiştir. Talebeleriyle Şam’a gelen Mevlânâ Halid (ks) bulunduğu asrın müceddidi olarak burada da irşadlarına devem etmiştir. Şam’da çıkan veba salgınından etkilenerek 9 Haziran 1827 tarihinde vefat etmiştir. Şam yakınlarındaki (şimdi Şam’ın dahilinde) Kasiyyun Dağının eteklerinde bir tepeye defnedilmiştir. Buraya inşa edilen türbe zamanla harap olmuştur. Zamanımızda Türkiye’de bulunan müntesiplerinin delâletiyle türbe ve çevre düzenlemesi yeniden yapılmıştır. Kendisine ait olan cübbesi müceddidliğin bir alâmeti farikası olarak, akrabalarından Asiye isimli bir hanım tarafından kendisinden sonra gelen müceddid Bediüzzaman Said Nursî’ye ulaştırılmıştır.

Bilinen on adet eseri mevcuddur. İman ve Kur’ân dâvâsındaki vazifesini hakkıyla yerine getirmeye çalışan Mevlânâ Halidi Bağdadî’nin (ks) şefaatine Cenâb-ı Hak hepimizi mazhar eylesin. Allah (cc) ondan ebediyen razı olsun İnşaallah.

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Nübüvvet (peygamberlik) dâvâsının delili: Mu'cize


A+ | A-

Her makamın, her statünün, her rütbenin/kariyerin, her derecenin bir işareti, bir göstergesi, bir arması olduğunu hepimiz biliriz. Hz. Âdem’le başlayıp Hz. Muhammed’le (asm) son bulan nübüvvet, yani peygamberlik müessesesinin de göstergelerinden birisi, mu'cizedir. Zira peygamberliğin ispatı ancak mu'cizeyle olur.

Mu'cize, Allah’ın alışılmış tabiat kanunlarının dışında yarattığı1, vasıtasız, doğrudan doğruya kendi fiili olup,2 elçisinin dâvâsını fiilen tasdik3 ettiği beşer üstü olaydır.

Bir padişahın huzurunda “Padişah beni şu işle görevlendirdi” diyen birinden doğru söylediğine dair delil istenildiğinde padişahın “Evet” demesi nasıl o kişinin doğruluğunu tasdik ederse, padişahın âdet ve vaziyetini onun için değiştirmesi “Evet” sözünden daha kesin ve sağlam bir şekilde o elçinin dâvâsını doğrular.4 Ki, Allah’ın elçileri ve insanlığın önderleri olduklarını ispat edebilmeleri için, bir insan olarak gösterdikleri olağanüstü, insanüstü harika olaylardır. Yani diğer insanların yapması mümkün olmayan harika işlerdir.

Bunların yanında, mu'cizenin, nübüvvet dâvâsının ispatı sadedinde inkâr edenleri ikna etmek (zorlamak değil), inananların imanını arttırmak gibi de bir yönü vardır. Bediüzzaman bu sebeple, nübüvvet hakikatini işitenler için ‘ikna edecek bir derecede’ mu'cize göstermek lâzım geldiğini, aksi halde imtihan sırrına ters düştüğünü ifade eder. Ona göre teklifte “akla kapı açıp ihtiyar ve iradeyi elden almamak” esas olduğundan, mu'cizeler apaçık ve aklın ihtiyarını/hür seçimini elinden alacak bir şekilde cereyan etmemiştir.5

Peygamberlerin mu’cizeleri, aynı zamanda zihin ve dimağlarda şu çarpıcı hakikati nakşetmiştir: Peygamberler Allah’ın elçileridir, söyledikleri doğrudur.

Peygamberlerin mu'cizelerinde iki gaye ve hikmet takip edilmiştir:

Birisi, peygamberliklerini halka tasdik ve kabul ettirmek; ikincisi, sosyal hayatın terakkîsi için lâzım olan örnekleri ‘mu'cize’ şeklinde insanoğluna göstererek, o mu'cizelerin benzerlerini meydana getirmeleri için onları teşvik etmektir. İleride meydana gelecek gelişmeler, geçmişte kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Günümüzdeki gelişmelerin tamamıyla dinlerden alınan işaretler ve mu'cizelerden hâsıl olan ilhamlar üzerine vücuda geldiği bir gerçektir. Meselâ Hz. Yusuf’un ve Hz. Süleyman’ın kıssalarını anlatan âyetler “uzak mesafelerden ses, resim, koku ve benzeri şeyleri nakletmek” gibi insanlığın keşfettiği veya edeceği icatlara örnek ve kaynaklardır.6 Bu açıdan bakıldığında bütün peygamberler bir mesleğin piri, önderi ve başlatıcısıdır. Mutluluğun kaynağı din-peygamberler olduğu gibi, insan hak ve hürriyetlerinin kaynağı, hatta san'at, mimarî ve teknolojinin kaynağı da, ilham edicisi de onlardır.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, 60-61. 2- İşârâtü’l-İ’câz, 314; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 121. 3- Asa-yı Musa, 98; Şuâlar, 99. 4- Mektubat, 83. 5- Muhakemat, 55; Sözler, 548-551; Mektubat, 85, 190, Lem’alar, 60-61. 6- İşârâtü’l-İ’câz, 256-257; Sözler, 229-242.

23.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Halil USLU

Gölbaşı ve Şekerci Han’da müjdeler


A+ | A-

Bu hafta başında Ankara Gölbaşı Yeni Asya Temsilciliği’nden ve İstanbul’da ikamet eden Kastamonu ve İnebolulu can dostlarından iki dâvet aldım. Gölbaşındaki dâvet Türkiye ve bütün dünya Müslümanlarınca kutlanan Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle “Peygamber Efendimizden (asm) Çağımıza Müjdeler”, ikincisi ise İstanbul meşhur Şekerci Han bitişiğindeki külliyede “100 Yıllık Süreçte Hz. Bediüzzaman’dan Çağımıza Müjdeler”. Âyet ve hadislerin ışıgında ve Risâle-i Nur satırlarından takdimlerde bulunduk.

Makalelere, kitaplara ve asırlara sığmayan, çağ ve çağları kucaklayan Peygamber Efendimizin (asm) işaretlerinin neşv-ü neması ve İslâmiyet’in bütün haşmetiyle dünyayı kaplaması ve Hz. Bediüzzaman’ın tesbitlerinin tahakkuku, bizim gibi abd-i acizlerin çeşitli salonlarda ve bir çok kesimlere, mukteza-i hâle göre intikali kolaylaşmıştır. Çok dönemlerde “Olur mu? Tahakkuk eder mi? Gelecek günler daha beterdir?” gibi sözlü baskılara rağmen, taviz vermeden, bizlere kadar intikal eden müjdelere sarılarak, bu dâvâ-i nuraniyede bütün şartlara rağmen, çok mesafeler almıştık ve hâlen de almaktayız.

Salonlarda konferanslarımda gösterdiğim, son dönemde elimdeki sayısız belgelerden bir kaç tanesini takdim etmek istiyorum. Bir tanesi ve en mühimlerinden, Avrupa Kiliseler Birliği’nin neşrettiği “Laik Avrupa’da Allah’a şahadet” kitabının 3’ncü maddesinde “Hz. Muhammed (asm) Allah’ın Resulü ve Kur’ân da Allah’ın kelâmıdır. Bu inançta olan insanları dışlamak âdil ve hakperestlik değildir” 1 ifadesi. Vatikan’ın önceki beyanını da doğrulamaktadır.

Hıristiyan dünyasının ruhanî cemaatinin düşünür ve üst düzeyini bu seviyeye getiren, Avrupa’daki büyük İslâmî inkişaflardır. Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer, ülkedeki Müslüman toplumun önde gelenlerine Hofburg Sarayında verdiği bayram dâvetlerinin 6.’sında, “Her türlü İslâm düşmanlığını da şiddetle reddediyorum ve karşısındayım” dedi. Obama başta olmak üzere çok sayıda liderin, İslâm düşmanlığına karşı olan söylemlerini onayladığını belirten Fischer, “Ama sadece güzel sözler söylemek yeterli değil. Bunların uygulanması da gerekir” şeklinde konuşuyor.2 Bunlar yüzlerden birkaç tanedir.

İsra 105. âyette “Müjde Peygamberi” olarak ifade edilen Efendimiz (asm) “Kostantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Onu fetheden asker ne güzel askerdir” 3 demiştir. Müjdeler bölümü hadis-i şeriflerinden en çok etkilendiğim ve en çok ufkumu açan ve şahsıma kıyas yaptıran bu mezkûr hadis-i şeriftir. Çünkü o tarihlerde, bugünkü İstanbul küfür diyarı Kostantiniyye. Çağ kapatıp çağ açan Sultan Fatih tarafından 1453’teki fetihle “İslâm diyarı ve dersaadet“ olan İstanbul.

Şimdi Hollanda’da Müslüman belediye reisleri var. Avrupa’nın bir çok ülkesinde ve belediyelik yerlerinde Müslümanlar çoğunlukta. Yarın o beldelerde ve ülkelerde Müslümanlar söz sahibi olduklarında, niçin oralar da Kostantiniyye gibi İstanbul olmasın? Çünkü çağımızı kaplayan ve bizleri de içine alan şu hadis-i şerif müjdeliyor. 14 asır sonra yeni yeni mânâlar tebeyyün etmektedir. “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar galibane hakkı dâvâ edecektir.” 4 Bu gelişmeleri görüyor ve secdeye kapanıyoruz. Hollanda’da ve daha önceleri Almanya ve İsviçre’deki konuşmalarımızda demiştik: “Buralardan Türkiye’ye dönmeyin, buraları İstanbul gibi yapın ve yapacaksınız." Çünkü Perşembenin gelişi Çarşambadan belli olmaktadır, şükürler olsun.

Her iki beldede başta Rasim Sürav Ağabeye ve Şekerci Han mihmandarlarına, İstanbul canibine ve Gölbaşından S. Beydoğan ve Cihan kardeşlerime, Ankaralı eğitimcilere ve emeği geçen bütün can dostlarıma, binler teşekkür ve tebrikler. Haklarını helâl etsinler, çok emekleri geçti. Müjdelerle koşmak ümidiyle..

Dipnotlar:

1- Hollanda, Rotterdam Üniversitesi IUR bülteni, Nisan 2009

2- Yeni Asya, 27 Eylül 2009.

3- Camiü’s-Sağir, 5: 262, 80, Hadis no: 7227.

4- Buhari, 9. Hadis-i şerif.

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman’a göre ‘Levlâke levlâk’ hadisi - 1


A+ | A-

Zeynep Hanım: “Risâle-i Nûr’a göre, ‘Sen olmasaydın Ben âlemleri yaratmazdım’ hadis-i kudsîsinin yorumu nasıldır?”

Hazret-i Muhammed Aleyhisselatü Vesselâm bir insandır; fakat insanın saadetine vesîle olmuş, insana Allah’ın eşsiz kelâmını getirmiş, insanın saadetinin yolunu açan bir dînin sahibi, insanı Allah’ın rızâsına yükselten sünnetin sahibi bir insandır!

Kaldı ki, Kur’ân’a göre, insan da yeryüzünde halîfe olarak yaratılmadı mı? 1 İnsana ahsen-i takvîm2, yani kâinatta en üstün makam verilmedi mi? Kâinatın, kâinata halîfe olarak yaratılmış ve kendisine en üstün makam verilmiş olan insan cinsinin Reisi (asm) hürmetine yaratılmış olması elbette makul olandır. Aksi takdirde, insan cinsinin halîfelik vasfında da, ahsen-i takvîm makamında da abartı aramamız gerekecektir. Öyle ya, bu sıradan (laşan) insan neden kâinâta halîfe olsun ve neden en üstün niteliklere sahip olsun ki?

Fakat, gerçek şu ki: Bu sıradan dediğimiz insanı, Allah, tercihleriyle baş başa bırakıyor, Kendisine muhatap alıyor, şerefini ve saygınlığını koruması için kendisine peygamber üstüne peygamber gönderiyor, kitap üstüne kitap indiriyor, vahiy üstüne vahiy nazil buyuruyor ve insanı, yani halîfesini kâinât üstü bir gâyeye, yani Kendisine yönlendiriyor! Allah’ın, cinlerden başka, irâdesini eline verip salıvermekle berâber, serbest tercihine bağlı olarak salih amel beklediği ve bunun için hiç durmadan yönlendirdiği başka bir varlık cinsi yoktur! Cinler de, insan cinsinden gelen peygamberler eliyle yönlendirilmişlerdir.

Yani kâinâtın merkezinde insan vardır, çekirdeğinde insan vardır, gayesinde insan vardır! Bu hiç abartılı bir ifade değildir. Çünkü Allah insanla konuşuyor! İnsan da irâdî olarak duâsıyla ve ibâdetiyle doğrudan Allah’a yöneliyor!

İşte Bedîüzzaman Hazretleri, Hazret-i Muhammed’i (asm) “Levlâke=Sen Olmasaydın” hadîsinin ışığında kâinât ağacının hem çekirdekliğinde, hem meyveliğinde görüyor. Hazret-i Muhammed (asm), kâinâtın hamlık döneminde bir olgun nûr çekirdek, kâinâtın meyveye durduğu olgunluk döneminde de kâinâtı ebedî âhirete götüren eşsiz bir rehber meyvedir! Evet, Hazret-i Muhammed’in (asm) gerek peygamberlik derecesiyle, gerek insanlık derecesiyle, gerek Allah’ın kulluğu derecesiyle tarihte bir eşi ve bir benzeri daha yoktur ve gelmemiştir! Kezâ ona gelen Kur’ân’ın Allah kelâmı olarak bir eşi ve benzeri yoktur ve gelmemiştir! Kezâ ona inen ve insanın dünyada ve âhirette saadetinin anahtarını taşıyan İslâmiyet’in insanı tamamıyla hitap çemberine alan mükemmellikte bir din olarak bir eşi ve benzeri yoktur ve gelmemiştir! Bunlar Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre “Levlâke=Sen Olmasaydın” hadîsinden çıkan sonuçlardır.

Nitekim Bedîüzzaman, Hazret-i Muhammed’in (asm) getirdiği nûr olmadığında kâinâtın ve her şeyin değerinin hiçe ineceğini ispat ettikten sonra, “Levlâke=Sen Olmasaydın” hadîsi ile örtüşecek biçimde hükmünü şöyle ortaya koyuyor: “Böyle bedî bir kâinâtta, böyle bir zât lâzımdır! Yoksa kâinât ve eflâk olmamalıdır!”3

Saîd Nursî Hazretleri, On Birinci Söz’de de bu kâinâtta Hazret-i Muhammed’in (asm) neden olması gerektiği ve Hazret-i Muhammed (asm) olmadığında bu kâinâtın neden olamayacağı üzerinde durur. Orada eşsiz bir saray vardır. Bu eşsiz sarayın kemâl sıfatlar sahibi eşsiz bir Sahibi vardır. Saray Sahibi tarafından saray misafirleri için tayin edilen eşsiz bir de kılavuz üstad vardır! Kılavuz Üstad, sarayın niçin binâ edildiğini, saray sahibinin kim olduğunu, saray misafirlerinin nasıl hareket edeceklerini ince ince anlatmakla görevlidir.

Bedîüzzaman bu ifadeleri bir büyük hükümle sonuçlandırır: Bu sarayın varlığı iki şeye bağlıdır:

1- Saray Üstadının varlığı. Çünkü saray üstadı olmadığında sarayla ilgili bütün maksatlar boşuna olacaktır. Tıpkı, anlaşılmaz bir kitabın, eğer öğretmensiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibâret kalacağı gibi!

2- Saray misafirlerinin Saray Üstadının sözünü kabul edip dinlemeleri.

Demek Saray Üstadının varlığı sarayın varlığı için olmazsa olmaz şarttır! Saray misafirlerinin, Saray Üstadının sözünü dinlemeleri ise sarayın devamlılığının olmazsa olmaz şartıdır! Diğer yandan, sarayın yıkılması da Saray Üstadının sözünün dinlenmemesine bağlanmıştır!4

Öte yandan Bedîüzzaman’ın Otuzuncu Lem’a’da Hayy ismini ve hayat hakîkatini açıkladığı bölümde geldiği sonuç da ilginçtir ve tam bu hükmü doğrular niteliktedir: “Evet, evet, evet! Eğer kâinâttan risâlet-i Muhammediyenin (asm) nûru çıksa, gitse, kâinât vefat edecek! Eğer Kur’ân gitse, kâinât dîvâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek! Belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir kıyâmeti koparacak!”5 Demek kâinâtın varlığının devamlılığı, Hazret-i Muhammed’in (asm) mesajının dinlenmesine bağlıdır!

Dipnotlar:

1- Bakınız: Bakara Sû resi: 30.

2- Tîn Sûresi: 4.

3- Sözler, s. 215.

4- Sözler, s. 113.

5- Lem’alar, s. 329; Sözler, s. 103; Aynı mânâyı besliyor: Şuâlar, s. 510.

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

İslâmiyet Müslümanlarca temsil edilmelidir…


A+ | A-

Zihinlere, bunun aksi mi oluyor, diye bir soru gelebilir. Hayatları Avrupa'da geçmiş, Türkiye'de yaşamamış ve Türkiye'nin yakın tarihini dikkatli araştırmayanlar için “mantıksızca” görünebilir yukardaki ifade.

Türkiye'nin 1920'lerden bilhassa 1950'lere kadarki sosyal ve siyasî tarihinin Batılılarca bilinmemesi, Avrupa'daki Müslümanların kendilerini ifade etmesini zorlaştırıyor. Yani halifeye dayanarak kurulan Ankara hükümetinin, daha sonra başta İslâmiyet olmak üzere bütün semavî dinlere arkasını dönmesini, Osmanlıya düşman kesilmesini, din ve vicdan hürriyetlerini tamamen kapatmasını, din eğitiminin çeyrek asır boyunca yasaklanmasını, İslâmî gelenek ve geçmişten Türk milletinin koparılması uğruna yapılan zulümleri, Hıristiyan ve diğer dinlere mensup azınlıkların dinî haklarının gaspedilmesini Avrupalılara bilgi ve belgelerle anlatamadığımız sürece, Türkiye’de yaşadığımız ikiyüzlülükleri, mantıksızlıkları ve yanlış mukayeseleri burada da yaşayacağız.

Ankara'da, Osmanlının devamı niteliğinde kurulan hükümet; Kur'ân'larla, hadis ve dinî merasimlerle Meclisi açtığı halde, hemen ikinci dönemde yer yer bazı üyeler Allah'a ve İslâmiyete inanmadığını dillendirmeye başlıyor. Dini, milleti baskı altında tutmada bir unsur olarak kullanırken, dinsiz Avrupalı meslektaşlarıyla birlikte “modern İslâmı dizayn” etmeye başlıyorlar. Rüşvet veya darağacını göstererek etraflarında topladıkları birkaç âlimin fetvalarıyla bin üç yüz senelik “pratik İslâmı” kafalarına göre değiştirmeye teşebbüs ediyorlar. Peygamber düşmanlığını öyle bir noktaya vardırıyorlar ki, kendi Meclislerinde İslâmî mukaddesat “alay ve hakarete” maruz bırakılıyor. İşte bu inanmadığı halde belli bir vakte kadar inanmış gibi görünen bazı kurucular, Kur'ân'ın ve ezanın Türkçeleştirilmesine çalışıyorlar. Namazları haftada bir güne indirmeye ve cami yerine halkevlerinde kılınmasına gayret gösteriyorlar. Altı yüz senelik tarihî camilerin birçoğu depo, işyeri ve hatta “at tavlası” olarak kullanılıyor.

Bu zulüm ve istibdattan Batının sorumlu olduğunu belirtmek zorundayız. Ama Kemalizmi Türkiye'nin başına saranlar “bir kısım Batılılar” olduğu gibi, Türkiye'ye çok partili sistemin gelmesine yardımcı olanların da “Hıristiyan ve insanî değerlere saygılı” Batılılar olduğu ayrımı burada önemlidir.

Türkiye'deki gerçekleri bilmeyen efkâr-ı âmmenin, birkaç zevzek devletin desteğiyle yanlış bilgilendirilmesine itiraz ediyoruz. Medyanın sorumsuzca ve toplum barışını tehlikeye sokacak tarzdaki yayınlarını Avrupalılar az çok biliyorlar. Fakat Almanya’da ismi Hıristiyan olan iktidar partisinin, İslâm konferansı çerçevesinde, İslâma tam inanmayanları toplama teşebbüsü yeni sıkıntılar getirir.

Müslümanlıkla Hıristiyanlığın iman ve pratik açısından mukayaseleri bazı yanlışları ortaya çıkaracaktır. Müslümanlar, dinlerinin hem ibadet ve hem de iman cihetlerinden Kur'ân ve Peygamberin Sünneti başta olmak üzere, içtihad kitaplarında ve icma-ı ümmet denilen umumî kabulde bütün detaylarıyla yazılı ve belirgin olduğuna inanırlar. İnanmayan Müslüman olamaz. İbadet boyutunu inkâr eden dinden çıkar ve pratize etmeyen ise günahkâr olur.

Müslümanlar Hz. İsa'nın (a.s.) otuz üç yaşında ve şeriatını Hıristiyanlara tam anlatamadan Allah tarafından semaya kaldırıldığına inanıyorlar. Halbuki Hz. Muhammed (a.s.m.) ise evlenmiş, çocukları olmuş, ticaret yapmış, devlet kurmuş, düşmanlarıyla savaşmış ve bir insanın yirmi dört saat boyunca nasıl yaşayacağını nefsinde tatbik ederek Ashabına bizzat göstermiş. Hayatın en küçük karesini bile dolduran İslâmiyeti günümüzdeki Hıristiyanlıkla mukayese ederek reform çağrıları yapan “İslâm tenkitçileri”nin evvelâ şu iki kıstasa vurulması lâzım:

1) İslâmiyete Kitap, Sünnet, kıyas ve icma ile inanıp inanmadıkları…

2) Bu sahada ihtisas sahibi olup olmadıkları…

Hukukçular kongresinin bilgisayar ve makinacılarla, sosyoloji ve psikoloji konferanslarının inşaat mühendisleriyle diş doktorları tarafından organize ve idare edilmesi ne kadar mantıktan uzak ise, aynı şekilde İslâmî ilimlerde yeterli bilgisi olmayan ve aynı zamanda ne kadar inandığını kendisi dahi bilmeyen kişilerin İslâm konferanslarında reformu konuşmaları o denli bir mantıksızlıktır.

Kemalistlerin seksen senedir Türkiye'de oynadıkları tiyatroya Almanya hükümeti alet olmamalıdır, diyoruz. Başta Almanya olmak üzere bütün AB hükümetleri, çeşitli konferanslar düzenleyerek Müslümanların hem entegrasyonuna, hem de kanun ve düzenin işleyişindeki sıkıntılarımıza yardımcı olabilirler. Bugünden sonra Avrupa'nın temel insan hak ve özgürlüklerinde geri gideceğini artık kimse hayal etmemelidir. Saldırgan ateistlerin bütün semavî dinlere karşı başlattıkları taarruza Avrupa'nın büyük devletleri alet olursa, tarihte olduğu gibi faturasını yine Avrupa halkları ödeyecektir. Dinsizliği, ahlâksızlığı, kaos ve hedonizmi “değer” haline getirmek isteyenleri Alman kamuoyu gibi biz Müslümanlar da dikkatlice takip ediyoruz.

Türkiyeli bazı İslâm tenkitçilerinin “İslâmda reform” çağrılarına karşı, bu işin Müslümanları ilgilendirdiğini, “reform konferansı” düzenledikleri takdirde oraya gelip meseleyi anlatabileceğimizi ve bu tip konferansların da yukarda arz ettiğimiz çerçeveyi değiştiremeyeceğini bu vesileyle belirtmiş olalım. Ve burada fevkalâde yanlış ve mantıksız bir yaklaşımı da arz edelim. Dinin pratiklerini yapmaya çalışanlara “İslâmcı” denilmesi, İslâmiyeti din olarak kabul etmemenin ifadesidir. İslâmiyet kalplere hapsedilmiş ve mahiyeti meçhul bir inanç değildir. Fikre tevhid ve hayata istikamet veren İslâmiyet, insanlığın tatbikte zorlanamayacağı bir hayaz tarzıdır. İslâmiyet İbrahim (a.s.)’ın dini olduğu kadar Musa (a.s.) ve Mesih'in de dinidir. İnançta Hz. Muhammed (a.s.m.) ile İncil'de geçen peygamberler arasında Müslümanların fark gözetmediklerini “meşhur İslâm tenkitçileri” de bilmelidirler.

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Değişikliğin seyri


A+ | A-

Deniz Baykal’a Van’da yumurtalı saldırı ile başlayan, eski DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’e yumruklu saldırı ile devam eden, ardından Taner Yıldız ve Çankırı Belediye Başkanı ile devam eden yumrukların aslında iyi irdelenmesi gereken provokatif hadiseler olduğu bilinmeli. Ancak anayasa değişikliği konuşulduğu için bu mesele şimdilik pek değerlendirilmiyor.

Tam da anayasa değişikliği tartışılırken bu tür çirkin olayların gerçekleşmesi yine bir yerlerde bir oyun mu tezgâhlanıyor sorusunu akıllara getiriyor. Güvenlik zafiyeti mi, yoksa planlı saldılar mı soruları zihinleri kurcalıyor ve hemen akıllara “Ergenekon”u getiriyor.

* * *

Bu arada anayasa değişiklik teklifinin Meclis Genel Kurulundaki 1. tur oylaması muhalefet partileri ile iktidar partisinin taktik savaşları ile devam ediyor. Şu ana kadar üçü geçici 30 maddenin ilk 8 maddesi geçti. (Yazı yazıldığı saatlerde üç madde daha tartışılmaya devam ediyordu). Maddeler 333 ile 337 oy aralığında kabul ediliyor.

Muhalefet partilerinin özellikle de CHP’nin sık sık yoklama talebi ve usul tartışmaları dolayısıyla her gün üç maddesi görüşülmesi planlanmışken, bu engellemeler sebebiyle görüşmeler sabah 6-7’lere kadar sürüyor.

Görüşmeler sırasında sert muhalefeti ve engellemelere rağmen CHP, BDP ile birlikte oylamalar sırasında kulislere çıkarak oylamalara katılmıyor. MHP ise blok halinde “ret” veriyor. Tamamı üzerinde birkaç fire vermesine rağmen maddeler AKP’nin Meclis’teki sandalye sayısı olan 336’ya yakın çıkıyor.

Görüşmelerde Başbakan Erdoğan’ın “fire verilmemesi” için Meclis’ten ayrılmaması zaten bıçak sırtında olan oyların 330’un altına inmemesini sağlıyor. Kayseri’de yumruk neticesinde burnu kırılan Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın ve iki milletvekilinin hasta halleriyle gelmeleri paketin Meclis’ten geçmesinin ne kadar kritik olduğunu gösteriyor.

Öte yandan, görüşmelerin magazin boyutu da gazetelere yansıyor. Uyuyan milletvekilleri, gece yarısı yapılan çorba ikramları, Erdoğan’ın, sabaha karşı 5’te genel kurul salonunda uyuyan erkek milletvekillerine hitaben “Tabiî siz çocuk bakmadığınız için sabaha kadar dayanamadınız. Bakın bayan vekiller nasıl uyanık?” diye espri yapması, milletvekilleri ile fotoğraf çektirmesi hep grubundan fire vermemesi çalışması olarak değerlendiriliyor.

Erdoğan ile Bahçeli’nin grupların başında sabahlara kadar kalması iki tarafın da meseleye verdikleri önemi gösteriyor.

* * *

Paket Meclis’te görüşülürken partilerdeki çelişkiler ise dikkat çekici…

Parlamentoda grubu bulunan partilerin tamamı 12 Eylül ihtilâl anayasasının değişmesi gerektiğini söylemesine rağmen, gerek siyasî sebepler, gerekse, iktidar tarafı ile uzlaşılamaması yüzünden ya karşı çıkıyorlar, ya da oylamaya katılmıyorlar. Hele Baykal’ın sürpriz bir çıkışla ihtilâl yapanların yargılanmasının önünü açacak olan geçici 15. maddenin kaldırılmasını istemesine rağmen şimdi oylamaya katılmaması, diğer yandan da en çok kapatılma ile karşı karşıya kalan bir partinin şimdi parti kapatmanın önünü kapatacak değişiklik konusunda oylamaya katılmaması bu çelişkilerden bir kaçı.

Diğer taraftan Erdoğan’ın anayasa değişikliği ile ilgili muhalefetle tartışmaları devam ederken ve paketin Meclis’ten geçmesi bıçak sırtındayken “başkanlık sistemi”ni gündeme getirmesi de büyük bir çelişki oldu. Durduk yere “sonuçsuz kalacağını bile bile” başkanlık sisteminden bahsetmesi yeni bir tartışma ortamı meydana getirirken, dikkatleri anayasa değişikliği teklifinden kaçırmaya çalışması da gözden kaçmıyor. Zira, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, başkanlık sistemi ile ilgili bir çalışma yapmadıklarını, ama mütalâasında bir sakınca olmadığını söylemesi de bunu gösteriyor.

Muhtemeldir ki, bu değişiklikler (çok anormal bir durum ortaya çıkmazsa) tartışmalarla, taktik savaşlarıyla ve yine bu oy aralıkları ile Meclis’ten geçecek ve Köşk’e sunulacak. Ancak Anayasa Mahkemesine gitmesi kesin gözüküyor. Değişiklik yapılsa bile sadece AKP’nin oyları ile yapıldığı için de tartışılmaya devam edilecek. Şimdilik görülenler bunlar.

* * *

Yazımızı anayasa değişikliği teklifini partilere ve sivil toplum kuruluşlarına götürerek destek isteyen AKP’li heyetin başkanı Cemil Çiçek’in değişikliğin Genel Kurul’da görüşülmeye başlandığı gün söylediği şu cümleler ile bitirelim: “İstiklâl Harbi’ni yaptık, ama çok partili hayata geçtiğimiz günden beri bir sivil anayasa yapamadık. Yokluklar içerisinde kazandığımız bir mücadele var, ama bir sivil anayasayı milletimize armağan edemedik. Dolayısıyla bu siyaset kurumunun bence en önemli eksikliğidir, belki hepimizin de ortak ayıbıdır…”

İşin özeti de bu… İhtilâl ürünü anayasaya önemli bir yama daha yapılıyor. Ama ruhu hâlâ ayakta…

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Başörtüsü yasağına öfke duyan ateist


A+ | A-

Başörtüsü yasağını devam ettirmek isteyenlerin hen geçen gün biraz daha zor durumda kalacağını her fırsatta ifade etmeye çalışıyoruz. Bu iddiamıza bir delil de kendisini ‘ateist’ olarak tanımlayan ünlü bir yazardan geldi.

Nobel’li yazar Günter Grass, Türkiye’yi ziyareti esnasında “Başörtüsü yasağına çok öfkeliyim” demiş.

Almanca’nın büyük edebiyatçılarından biri olarak kabul edilen Günter Grass’la yaptığı sohbeti aktaran Yasemin Çongar, konuşma esnasındaki ‘hava’yı anlatırken şöyle demiş: “Grass, ‘Bu başörtüsü meselesi çok ama çok öfkelendiriyor beni’ (dedi.) O ana kadar hiçbirimiz dinden, örtüden, laiklikten, inanç hürriyetinden söz açmamıştık, ama Grass’ın lâfı buraya getirmesi, içinde dolaşıp durduğumuz ortak hikâyenin bütününe gayet uygun düşüyordu.

“‘Benim dinle hiçbir alâkam yok. Ateistim’ dedi Grass, ‘ve dindarlara gerici gibi bakanlar, başörtüsünü gericiliğin simgesi gibi gösterenler beni öfkelendiriyor. Fransa’da, Almanya’da, Türkiye’de laiklik adına bunu yapanlara kızıyorum. Benim anneannem de başını örterdi; belki de kendince dinsel bir inançtandı bilmiyorum. Ama ne fark eder. Başörtüsü yapay bir sorun; böyle yapay bir sorunla insanların üzerine gitmelerine sinirleniyorum.’” (Taraf, 21 Nisan 2010)

Günter Grass’ın duyduğu öfke haksız değil. Ayrıca Grass bu ‘öfke’sinde yalnız da değil. Türkiye’deki milyonlar da bu kanunsuz ve haksız yasağa zaten öfke duyuyor. Türkiye’deki milyonların çığlığını duymayan ‘idareciler’in Grass örneğinde olduğu gibi ‘ateist’lerin çığlığını duymasını arzu ederiz. Türkiye’yi keyfî bir yasakla canından bezdiren yasakçılara ve onların keyfini bozmak istemeyen ‘idareciler’e hatırlatmak isteriz ki, bu yanlış ilelebed devam edemez, etmemeli. Ateistler bile bu yasağa ciddî anlamda karşı çıkmaya başladığına göre yasağın devam etmesi mümkün değil. O halde yanlışta sürdürülen inada bir son vermek gerek.

Yasakçılar uyguladıkları keyfî yasağa alışmamızı ve kabullenmemizi istiyorlar, ama bu kanunsuz yasağı kabullenmek mümkün değil. Başörtüsü yasağına gelen uluslar arası tepkiler artarak devam edecek gibi. Türkiye’yi idare edenler yurt dışı gezilerinde de artık bu sorularla karşı karşıya kalacaklar. Bakalım bu keyfî başörtüsü yasağı konusunda ‘hür dünya’yı ikna edebilecekler mi?

Nobel’li yazar Günter Grass’ın bu çıkışı, başörtüsü yasağını unutan ‘mütedeyyin kesim’in uyanmasına da vesile olabilir. Çünkü birileri ‘sanki başörtüsü yasağı yokmuş’ gibi davranıyor. Kocaeli başta olmak üzere bazı illerimizde ‘özgürlük platformları’ kurularak her hafta düzenlenen toplantılarla yasak kınanıyor, ama Türkiye’yi idare edenlerin bu kınama seslerini duymaya niyeti yok.

Günter Grass’ın bu hakperest çıkışı hem mütedeyyin camiayı hem de ‘yasakçı camiayı’ harekete geçirmeli ve Türkiye’nin önünü tıkayan, ufkunu karartan en büyük insan hakkı ihlâli olan keyfî başörtüsü yasağı sona ermeli...

23.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

90 yıl sonra


A+ | A-

Bundan iki sene önce, 2. Meşrutiyetin ve Osmanlı Meclis-i Meb’usanı'nın ikinci defa açılışının 100. yılını geride bırakmıştık. Bugün de Türkiye Büyük Millet Meclisinin 90. yılını tamamlıyoruz. On sene sonra ise, ömrü olanlar, “TBMM 100 yaşında” diyecek ve o çerçevede “asırlık” değerlendirmeler yapacaklar.

Osmanlının çözülme ve çöküş döneminde işbaşı yapıp, altı asırlık çınarla birlikte dağılan Meclis-i Meb’usan’ın, alabildiğine fırtınalı ve çalkantılı bir dönemde yaptığı çalışma ve müzakereler, sahne olduğu çekişme ve mücadeleler, yakın tarihimizin bilinmeyen sayfaları arasında.

Tıpkı TBMM’nin Birinci Meclis dönemi gibi.

Oysa bunlar hatasıyla sevabıyla bizim tarihî birikimimizin çok önemli fasıllarını oluşturuyor.

Meselâ çok partili sistemle ilk kez tanıştığımız 2. Meşrutiyet dönemindeki gelişme ve tartışmalar, bizim hayatî dersler çıkarabileceğimiz son derece değerli tecrübeleri içinde barındırıyor.

Aynı şey Birinci Meclis için de geçerli.

Bu zengin tecrübelerin, hatalardan ders alıp düzeltme ve tekrarlamama kararlılığı ile geleceğe taşınması ve TBMM’nin, milletin bütün kesimlerini kucaklayıp temsil eden bir yapıyla devamı mümkün olsaydı, bugün herşey olumlu anlamda çok daha farklı olabilirdi. Ama olmadı.

Mübarekiyetinden istifade için, açılışı özellikle Cuma gününe denk getirilip, hatimler, Buharîler, kurbanlar ve dualarla hizmete giren Mecliste, bu mânâlarla yola devam edilmesi gerektiğini düşünenler kısa bir süre sonra tasfiye edildi.

Ve cumhuriyet adı altında bir tek parti rejimi kuruldu. Meclis de, bu partiye mensup olan ve Cumhurbaşkanıyla Başbakan tarafından belirlenip seçtirilen milletvekillerinden teşekkül etti.

2. Meşrutiyetin ilânıyla kurulup, İstanbul’u işgal eden İngilizlerin baskısı sonucu padişah tarafından dağıtıldığı 11 Nisan 1920’ye kadar görev yapan Meclis-i Meb’usan, ya tek taraflı ve “ihanet” ağırlıklı suçlamalara muhatap kılındı, ya da yokluğa mahkûm edildi. Benzer muamele, ilk Meclisin tasfiye edilen kanadına da reva görüldü.

Ama bu karartmacı tavır, eşzamanlı ve paralel olarak uygulamaya konulan dayatmacı, dışlayıcı ve ayrımcı politikalarla birlikte, hem mevcut sorunların daha da ağırlaşarak devamına, hem de yeni ve kronik problemlerin doğmasına yol açtı.

2010 Türkiye’sinde yaşadığımız ve çözüm aradığımız meselelerin çoğu, o devirlerin ürünü.

Oysa, vefatının 50. yılında rahmetle andığımız Bediüzzaman’ın, hem Osmanlı Meclisi Meb’usanı’na, hem de TBMM’ye yaptığı tarihî ikazlar dikkate alınmış olsaydı, bu sorunlar yaşanmazdı.

Hürriyetin ilânının üçüncü günü Sultanahmet mitinginde verdiği “Hürriyete hitap” nutkunda “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız); ta elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” diye seslenmişti Üstad.

Hem hürriyetin kıymeti bilinemediği, hem de yanlış yorumlandığı için, onun sonradan “Evet, daha dehşetli bir istibdatla pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler” diye kayıt düştüğü hal yaşandı (Nutuk, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 173).

İttihad Terakkî diktası da, cumhuriyet adı altındaki CHP sultası da bu yorumun kapsamında.

Yine Bediüzzaman’ın Birinci Meclise de yaptığı tarihî ikazlar var. Ki, bunun belgesi, meb’uslara dağıttığı beyanname. Orada, “Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek” diyen Said Nursî, tarihî bir dönemeçte yapılacak tercihlerin toplum, ülke, dünya gerçeklerine uygun olması gerektiği uyarısında bulunarak; “Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvari bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine (esaslarına) inkıyad (uymak) ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” demişti. (Tarihçe, s. 222)

Said Nursî’nin, o zaman maalesef kulak verilmeyen ikazları, şimdi de muhataplarını arıyor.

Vefatının 50, 2. Meşrutiyetin 102, TBMM’nin 90. yılında güncellik ve tazeliğini hâlâ koruyarak.

23.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım