Yasemin YAŞAR |
|
İlim ve kalbin önündeki engel |
İNSANIN işlemiş olduğu günahlar daha ahirete gitmeden bu dünyada huzursuzluklara, mutsuzluğa ve mânevî hastalanmaya sebep olmaktadır. Günahların neticesinde oluşan mânevî hastalıklara yakalanmak, günahların bu dünyadaki cezalarıdır. Risâle-i Nur müellifine şu soru sorulur: “Neden Risâle-i Nurlar bu kadar aleyhinde propaganda yapılmasına rağmen rağbet edilen ve okunan eserlerdendir?” Bu soruya Bediüzzaman, İman ve Küfür Muvazeneleri adlı eserinde cevaben—özetle—şöyle demektedir: Bu zamanda iki dehşetli hâl vardır. Birincisi, İbrahim Sûresi 3. âyette geçtiği üzere, “Onlar dünya hayatını ahirete seve seve tercih ederler” âyetiyle, bu zamanın insanı, akıbeti görmeyen kör hissiyât neticesinde anlık, küçük ve hatta menhus lezzetlerin peşine düşüp, ilerideki cennet gibi bâkî ve elemsiz lezzetlerin mekânını hesaba almazlar. Ve tercihlerini anlık lezzetlerde kullanırlar. Böyle davranan bu asır insanlarına cennet ve cehennemin varlığını ispat yetmeyecektir. Çünkü bu kör hissiyâtı ile cennet de cehennem de çok uzaktır. “Cenâb-ı Hak Gafururrahîm” diyerek sefahetine devam edecektir. Oysa Risâle-i Nur eserleri, insanın bu kör hissiyatını terbiye nevinden daha ahirete gitmeden cennetin lezzetlerini ve cehennemin azabını bu dünyada ispat mesleğinden gittiği için tesiratı bu kadar azim olmaktadır. Bu konunun hemen arkasında, hemen hemen herkesin aklına gelebilecek şu sorunun cevabı verilir: “Ehl-i iman olduğumuz halde, cennetî lezzeti bu dünyada yaşayamıyoruz. Üstelik ehl-i küfrün de bu dünyada cehennemî bir hâli yaşadığına çok şahit olamıyoruz. Çünkü küfürde bir lezzet yok. Küfür karanlığında olanların intihar etmesi gerekir. Fakat öyle görülmüyor.” Buna cevaben Bediüzzaman özetle şöyle der: Ehl-i küfür ve dalâlet bu fırtınalı zamanda hissi iptal eden ve beşerin nazarını afaka dağıtan ve boğan cereyanlara tutuldukları için sersemlemişlerdir. Bu hâlden dolayı manevî azabı tam hissedememektedirler. Ehl-i imanın cennetî lezzeti hissedememesinin sebebi ise, gaflette olmalarıdır. İşte bu noktadan yola çıkarsak, gaflet hâli, insanın günahları kolayca işleyebildiği, aklın ve kalbin vazifesinin ihmâl edildiği anlardır. Gafleti dağıtacak şey ise, ilim ve zikirdir. Fakat işlenen ve tövbe edilmeyen günahlar, kafalara bir çok şüphe ve vesveseler attığı gibi, kalbi de, zikirden nefretkârâne uzaklaştırmaktadır. Dolayısıyla işlenen günahların en önemli vahim neticelerinden birisi, insanı ilimden mahrum bırakmasıdır. İlim, Allah’ın kalbe attığı bir nurdur. Günahlar ise bu nuru söndürmektedir. Elbette burada kastedilen, insanın mahiyetini ve kâinatın sırlarını keşfe yönelik ilimdir. Enaniyetin karanlığında kalıp, kafa fenerleri ile ilerleyenlerinki ilim değil, cehildir. İlim öğrenmekten maksat, bilginin beşere bir mürşid ve rehber olmasıyla beraber insanı kemâlâta taşımasıdır. Dolayısıyla insanı ulvî hedeflere taşımayan ilimler, zihin hamallığından başka bir şey değildir. Ayrıca insanın kıymeti, tahsil ettiği ilmin muhtevasına ve kişinin himmetine göre değişir. İnsandan başka diğer canlı türlerinin amacı yaratılışlarında belirlenmişken, insanda amacı belirleme işi kendine bırakılmıştır. İşte insanın kıymeti, amacının, gayretinin büyüklüğü ve ulvîliği ile doğru orantılıdır. Kişinin amacı kendi nefsine hizmet ise, böyle insan birçok bilgi sahibi de olsa, yanlışlardan kurtulamayacaktır. Günahların mahrum ettiği ilim, insanı Yaratıcıya götüren ilimdir. Hakikat mesleği ile uğraşan birçok insan hayatında şunu fark etmiştir: Günahlara maruz kaldığı zaman okuduğu kitaplardaki keşiflerinde ve feyizlerinde ciddî bir azalma görülmektedir. Bundan başka ihlâsı ve şevkini kaybetmeye başlamaktadır. Böyle durumlarda okumanın gerektiğini bildiği halde, okuyamadığı zamanlarda, ibadet etmenin faziletini bildiği halde yapamadığı hallerde, manevî hayatındaki günah kaçaklarına bir bakmak gerekecektir. Günahların bir başka etkisi ise, kişinin kalbinde kendisi ile Rabbi arasında kıyas edilmeyecek kadar büyük soğukluk ve yalnızlık hislerinin büyümesidir. Dünyanın bütün lezzetleri toplansa bile kişinin bu yalnızlığını ve soğukluğunu gideremez. Elbette bunu her kalp de hissetmez. Kalplerinde hayat olanlar ancak hisseder. Çünkü kalbi iman ile hayatlanmayanlar mânen ölüdürler. Ölüler ise hiçbir acı çekmezler. Bu yüzden insanın bildiği halde yapamadığı ve bundan da ıztırap duyma hâli aslında kalbinin daha hayattar olduğuna işarettir. Günahlar sebebiyle önce Allah ile arasına soğukluk giren kimse, daha sonra başka insanlarla, özellikle sâlih kimselerle, ona Allah’ı hatırlatan her şeyden uzaklaşmaya ve soğumaya başlar. Bu soğukluk o kadar artar ki, sonunda kişi kendisini kendisine yabancı görmeye başlar. En sevdiklerinden dahi uzaklaşır ve soğukluk görür. Ebû Hureyre (ra) şöyle der: “Ben Allah’a karşı bir günah işlediğimde, onun etkisini hanımımın davranışlarından hissediyorum.” Günahların etkisi, hiç şüphesiz birçoktur. Fakat tesbit ettiğimiz bu iki nokta, insanı helâkete çektiği için çok önemlidir. İnsanın hem dünya, hem ahiret hayatını bozan bir durumdur. Bunlardan başka günahlar, rızıkta bereketsizliğe de sebep olur. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde, “Takva rızkı celbettiği gibi, takvayı terk de fakirliği celbeder. Rızkı çekmede, günahları terk etmekten daha etkin bir şey yoktur” buyurmuşlardır. Ayrıca günahlar sebebiyle insanın yaptığı işler, ona zor gelmeye başlar. Hangi işi yapmaya kalksa, ona kapılar kapanabilir. Çünkü her kim Allah’tan sakınırsa, Allah işlerini ona kolaylaştırır denilmektedir. Hâsılı, günahlar hem bedeni, hem kalbi, hem rızkı, hem de aklı zayıflatmakta ve engellemektedir. Günahların bedeni zayıflatması, kalbin zayıflamasından kaynaklanır. Çünkü mü’minlerin gücü kalbindendir. Kalp güçlendiği oranda beden güçlenir. Bu biyolojik olarak da, mânevî olarak da böyledir. Günahkâr bir insanın bedeni gücü olsa da ihtiyaç halinde onun gücü son derece zayıftır. Ona en ihtiyaç duyduğu zaman kendisine ihanet eder. Münafık yapıda olan insanlar buna örnektir. Onlar hiçbir zaman cesaret göstermezler. İşleri hep iki yüzlülüktür. Tarihte de bunun örnekleri çoktur. Çok güçlü, ama imansız olan ordulara karşı, az, fakat imanlı orduların galebe etmesi buna bir misaldir. O halde, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, bir lokma, bir bakma, bir öpmede batma anlamında olan günahlardan şiddetle çekinmek gerekecektir. Gafleti dağıttığımız ve manevî hastalıklardan kurtulduğumuz ölçüde imanın cennetî lezzetini daha bu dünyada hissedeceğiz. Hissettikçe daha çok bağlanıp kemâlât merdivenlerini çıkacağız.
13.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Paketten ne çıkacak? |
Anayasa değişikliklerinin halkoylamasına sunulmasına ilişkin Kanunun Cumhurbaşkanı Gül tarafından imzalanıp yürürlüğe girmesinin ardından anayasanın bazı maddelerinde yapılacak değişiklikle ilgili AKP muhalefet partileri ile sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etmeye hazırlanıyor. Erdoğan’ın Riyad’a hareketinden önce anayasa değişikliği ile ilgili çalışmaların bittiği muhalefetten de randevu talep edeceklerini açıklamasının ardından Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in yanı sıra hukukçu kurmaylar önümüzdeki günlerde muhalefet partileri ve aralarında TÜSİAD ve TOBB’un da yer aldığı sivil toplum örgütlerini ziyaret ederek, hazırladıkları değişiklikler için “destek” isteyecekler. Ancak şimdiden görünen, değişiklikleri Anayasa Mahkemesine götüreceğini açıklayan CHP ve bu konuda net tavır sergilemeyen MHP’den destek bulmaları zor gözüküyor. Bu yüzden paketin Meclis’ten 367’nin üzerinde geçmesi de zor gibi… AKP’nin referandumu göze almış görünmesi de bunu gösteriyor. AKP’nin 336 milletvekili olsa da bazı sebeplerle oy kullanamama durumu olması durumunda yaşanacak sıkıntıları aşmak için Meclis içinden diğer partilerden ve bağımsızlardan destek sağlamaya çalışacağı görülüyor. (Referandum için en az 330 gerekiyor) AKP çalışmalarda son aşamaya geldiğini söylerken, “Daha demokratik bir anayasa” hedeflenen pakette, siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılması ve Venedik Kriterlerinin getirilmesi, yargı reformuyla birlikte HSYK ile Yargıtay ile ilgili değişiklik, Ombudsmanlık ve HSYK ve YAŞ Kararlarının yargı denetimine açılmasının yer alacağı konuşuluyor. Henüz paket ortada yok, ama 12-15 madde arasında değişiklik yapılacağı söyleniyor. Bu paketin arasında Baykal’ın dile getirdiği 12 Eylül ihtilâlini yapanların yargılanmasının önünü açacak geçici 15. maddenin “zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle pakete alınmaması” da dikkat çekici. ««« Gelinen noktada, yeni bir anayasa için ilk adımı atması gereken hükümet de tıpkı sivil, özgürlükçü, demokrat bir anayasa isteyenler gibi konuşuyor. “Bu kadar çok yoğun talep varsa buna da siyaset kurumunun kulak vermesi, dinlemesi gerekir. ‘Bunu önümüzdeki döneme, daha sonraki döneme götürelim’ demek yanlıştır. Ülkemizin sivil bir Anayasaya ekmek, su kadar ihtiyacı var…” Bunu herkes söylüyor, ancak gündeme getirecek olan hükümettir. Mutabakatı oluşturmakta öncelikli sorumluluk iktidarın omuzlarındadır. Muhalefet karşı çıktığında misliyle onlara cevap vererek mutabakat sağlanamayacağı ortada. Ama asıl çözmesi gereken onlar. 2002-2010 yılları arasında 8 seneye yakın bir zamandır iktidarda olan, 2007 seçimlerinde “sivil” bir anayasa için milletten oy isteyen hükümet, aradan geçen 3 senede geldiği noktada, ağırlığı yargı konusundaki değişiklikler olmak üzere kısmî ya da mini diyebileceğimiz bir değişiklik için harekete geçti. Anayasa konusunda gelinen noktayı, “sivil bir anayasadan, anayasa değişikliğine gelindi” şeklinde özetlemek mümkün. 12 Eylül anayasanın neredeyse üçte biri değişti, ama çözüm olmadığı görülüyor. Yeni değişiklikler de vesayet anayasası yaftasını kaldıramayacak. Bir takım meseleleri daha ileri götürecek, ama köklü çözüm yeni anayasadadır. Ama yapılmadı, yapılamadı. İhtilâl dönemlerinden sonra anayasa değiştirildi, ama bir sivil irade anayasa değiştirmedi. Bu demokrasimiz için üzüntü veren bir durum. Bu yüzden de madem referandum olacağı kesin gözüküyor. O zaman bu aşamada paketin genişletilip muhalefet partilerinin istediği değişiklikler dikkate alarak mutabakatın en geniş mânâda sağlanması yararlı olacaktır. Sivil toplum örgütlerinin de tekliflerinin dikkate alınıp, paket genişletilmesi bir adım daha iyiye gidiş olacaktır. ««« İKİ NOT Bütün bunlar olurken iki konuya dikkat çekmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Daha paket çıkmadan, her değişiklikte ortaya çıkan Sabih Kanadoğlu’nun, bu Meclis’in anayasa değişikliği yapamayacağını söyleyerek bir yerlere işaret vermeye başlaması dikkat çekici. Kanadoğlu, bir yandan anayasanın değiştirilmeye muhtaç olduğunu söylüyor, bir yandan da “Demokratik bir ülkede yaşamıyoruz ve özgür değiliz” diyor ardından da “Ancak anayasayı demokratik değişime tabi tutmak için, ciddî ve samimî bir iktidar gerekir” demeyi de ihmal etmiyor. Bir diğer not da, CHP bir taraftan değişiklikleri Anayasa Mahkemesine götüreceğini açıklarken diğer yandan, “Referandum tarihî bir fırsat. Bu iktidar kalsın mı, gitsin mi, artık yeter mi, yoksa çileye devam mı diyeceğiz” diyerek farklı bir taktiğin peşine düşüyor. Bunun karşılığında da AKP’nin de 2007 seçimleri öncesinde olduğu gibi “yapacaktık, ama engel oldular” türü taktikleri izleyeceği de kulislerde konuşuluyor. Bu taktikler karşısında asıl milletin taktiğinin ne olacağı önemli.
13.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Askeriyenin kamyonu mu yok? |
Ankara’da bomba yüklü (özellikle dikkat çeken tarafı da, 900 adet el bombası) kamyon hadisesi bayağı bir ses getirdi. Bir ihbar neticesinde polis tarafından yakalanan bu kamyon hadisesi ile alâkalı akla bir çok soru geldi. Önce kamyondan başlayalım. Yakalanan kamyon sivil, ticarî bir vasıta. Yani, askeriyenin nakil işinde kullanacağı kamyonu yok mu da sivil bir kamyonla nakliye yapılıyor? Milletin parası, devletin en büyük bütçesi hâlinde askeriyeye gidiyor. Kamyonun en âlâsını da, istedikleri marka ve şekilde alıp, kullanabiliyorlar. Askeriyeyle özdeşleşmiş ve yıllardır kullandıkları Amerikan malı, halkın lisanıyla cemse (General Motor Company’nin baş harflerinden kısaltılmış g.m.c) markalı kamyonlardan tutun, çeşitli markalarda vasıtalara sahip askeriye. Hatta, yeri gelmişken söyleyeyim. Bundan on sene kadar önce, çalıştığım teşkilât olan Köy Hizmetlerine bir çok sayıda M.A.N marka kamyon alınmıştı, ama teknik olarak baktığımızda, bizim işimize elverişli olmayan acaib yapıda bir şekli vardı. Şoför mahallinin üzerinde siper gibi yapılmış bir bölüm falan. Daha sonra öğrendik ki, bu kamyonları askeriye Güneydoğu bölgesinde PKK ile mücadele için M.A.N fabrikasına sipariş vermiş, fakat sonradan (hangi sebeple ise) beğenmemişler ve hemen köy hizmetlerine satılmış. (Tevafuka bakın ki, alıkonulan kamyon da M.A.N marka). Şoför mahallinin üzerindeki siper gibi yer de, operasyonlarda kullanılacak şekilde dizayn edildiğinden, orası makineli tüfek yerleştirilen kısımmış. Yani, TSK için kamyon tedarikinde ve kullanımında bir problem yokken, bu son hadisede niye sivil kamyon kullanmışlar acaba? Sonra, niye gece Ankara’da olacak şekilde geliyor? Orası da devlet dairesi olduğuna göre, mesai saati içerisinde muâmele yapılmayıp da, niye mesai saati dışında düşünülmüş bu? Biz, çalıştığımız zaman MKE’den yol yapımında kullanılmak üzere aldığımız dinamit v.s. için emniyete bilgi vermeden götüremezdik. Bu olayda ise, dahilî emniyetteki sorumlu birimlere haber vermeden bu işi yapıyorlar. Burada karışık ve muamma, mühimmatın çoğunun da el bombası (her halde Ankara’da PKK için kullanılmayacaktı) olması. Cihet-i askeriye işe sahip çıkıp, bir de üstelik bu şekilde on civarında kamyonun da sevkinin yapıldığını söylüyor—ki, sirkatini gösterirken kendini ele veriyor gibi—ya bunların akıbeti, ne olduğu, nereye gönderildiği bilinmiyorsa, millet yandı o zaman. Bir de, neden ihbar edenin tesbit edilmeye çalışıldığını anlayamadık? Haydi asılsız ihbar olsa tamam da... Böyle bir durumda yapılmak istenen ne acaba? Hülâsa; muamma ve sual çok. Zaten, yakın geçmişte hafızalarda böyle bomba yüklü kamyon hadisesi de epey çoktur. Yapılan işler, milletin rağmına ise, elbette ve İnşaallah mesulleri hesap verecektir. Kimsenin kendisini milletten üstün görmediğini ve öyle olmadığını anladığı anda da, işler daha düzgün olacaktır.
13.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Bari köstek olmayın |
Haksızlık karşısında susmanın iyi bir davranış olmadığı, aksine böyle davranmanın ‘dilsiz şeytan’a benzetildiği herkesin malûmu. Yaşadığımız sıkıntıların temelinde, haksızlığa karşı susmanın yaygın bir davranış olmasının da payı vardır. Haksızlık karşısında susmaktan daha yanlış olan başka bir tavır da, susmayanlara engel olmaktır. Bunun en dikkat çekici örneği, başörtüsü yasağına karşı yapılan çalışmalarda görüldü. Öyle bir hava meydana geldi ki, başörtüsü yasağına karşı çıkanlar destekleneceği yerde “Boşver, sen mi bu işleri düzelteceksin? Başını aç ve okulunu bitir, sonra başını örtersin” fetva ve tavsiyeleri duyuldu. Peki, yapılması gereken nedir? Bir ‘insan’ kendisi haksızlığa karşı çıkamıyorsa en azından haksızlığa karşı çıkanlara duâsıyla, sözüyle, hâli ve tavrıyla destek olmalıdır. Diyelim ki çeşitli sebeplerle destek olamıyor, hiç değilse onu bu tavrından dolayı kınamamalı, haksızlık karşısında susmasını istememeli. Hiç kimse “Haksızlığa karşı çıkanları susturanlar da mı oldu?” demesin. Şahsen böyle bir ‘yanlışa destek, doğruya köstek’ hadisesine şahit olmuştum. Sizler de benzer hadiselere şahit olmuş olabilirsiniz. Birinci dereceden şahidiz ki, başörtüsünü açmamak için üniversitedeki eğitimine son veren bir akrabamı, 5 vakit namazını kılan babası tebrik yerine onun başını açıp okulunu bitirmesini istemişti! ‘Hacı baba’ya göre okulunu bitirdikten sonra pekâla başını örtebilirdi! Üstelik bu hususta bazı ‘büyük hocalar’ da fetva vermişti. İlâhiyatçı olmayan kızı, ‘büyük hoca’lardan daha iyi mi bilecekti? Maalesef, 28 Şubat sürecinin en büyük zararlarından biri de Müslümanları bu duruma getirmiş olmasıdır. Bir anlamda ‘düşman’ içeriye girmiş, kurt gövdeyi içeriden kemirmeye başlamış. Bu anlayış “Deprem İlâhî İkazdır” demeyi de ‘şık’ bulmamış, “Ne lüzum vardı böyle konuşmaya?” demişti. Aynı söze ise ‘sol’cular insaniyet namına sahip çıkmış, “Biz de bu sözün altına imzamızı atarız” demişlerdi. Geçen günlerde sohbet ettiğimiz bir dostumuz da benzer tavırlarla karşılaşınca çok üzülmüş. 12 Eylül İhtilâli sonrasında askerî liseden sırf namaz kıldığı için atılan dostumuz, “Bize destek olmasını beklediğimiz çevreler maalesef bizi anlayamadı. ‘Ne lüzum vardı namaz kılmaya? General oluncaya kadar bekleseydiniz’ diyenler oldu. Bu tavır, bizi okuldan atanların tavrından daha fazla yaraladı” demişti. İnanın, hak ve adalet konusunda insanlar şuurlansa; yasakçılar bu kadar pervasız hareketler edemezlerdi. Çeşitli sebeplerle haksızlara karşı çıkamayanlar, en azından cesurane haksızlara karşı çıkanlara destek olmalı, duâ etmeli. Aksine, haksızlara destek anlamına gelecek tavırlar sergilenmemeli. Gerek 28 Şubat süreci ve gerekse daha önceki ihtilâllerde yapılanlara da bu gözle bakmakta fayda var. Eğer yürekler toplu atmaya devam edebilseydi, darbeler bu kadar öldürücü olabilir miydi? Bu noktada cemiyete örnek olması gereken ‘aydın’lara ve en başta da ilâhiyatçılara büyük görev düşüyor. Aydınlar ve ilâhiyatçılar, haksızlara ve haksızlıklara ciddî tepki gösterebilmiş olsa geniş halk kitleleri de bundan cesaret alır. Zaten ihtilâlciler de bunu bildiği için en başta ‘aydın’ları ve ‘hoca’ları tesirleri altına alıp ‘kale’yi içten fethetmeye çalışmıyor mu? Haksıza dur deyip, haklıya cesaret verelim...
13.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“12 Mart muhtırası”ndan “27 Nisan e-muhtırası”na (2) |
Darbe soruşturmalarında yaman çelişkiler yaşanıyor. 12 Eylül’den 28 Şubat’a ve hatta 27 Nisan e-muhtırasına kadar gerçek dayatılmış darbeler yargılanmıyor. 28 Şubat sürecinde Refahyol koalisyonunda DYP’nin eski İçişleri Bakanı, MHP’li Meclis Başkanvekili Meral Akşener’in tesbitiyle, “darbeyi plânlayanlar kadar darbeyi yapanlar hakkında da yargılama süreci başlatılmadığı sürece”, istifhamlar devam edecek… Akşener’e göre, son dönemde Sarıkız, Ayışığı, Kafes gibi pek çok cuntaya yönelik iddialarla “teşebbüs halinde hayal edip, ‘böyle bir şeyi yapsak ne olur?’ diye düşünenler” hakkında hukukî sürecin işleyip yargılanmalarının yanı sıra, “plân” safhasını aşan, düşünceden fiiliyata dökülen darbeler de operasyon kapsamına alınmalı. “28 Şubat sürecinde Başbakan’a sövenler” ve “27 Nisan bildirisini hazırlayanlar” da yargılanmalı. Kamuoyunun günlerce “Balyoz harekâtı” kapsamında gözaltına alınan dört kuvvet komutanının “ne yaptığı”ndan ziyâde “Çekyatta mı somyada mı yattılar, çay mı, kahve mi içtiler, sabah kahvaltısında ne yediler?” türü mizansenleri izlediğini belirten Akşener, bu tür “yanıltıcı resimler”le asıl meselenin gözden kaçırıldığını nazara veriyor. “Bellerindeki silâhı teslim eden ‘ptt konumu’nda yani pijama, terlik, televizyon durumundayken bu cunta hevesleriyle ilgili gözaltına alınan komutanlar”la birlikte “bizzat eyleme karışan komutanların olduğunu” ve bunların serbest dolaştığını nazara veriyor…
“27 NİSAN E-BİLDİRİSİ” NEDEN YARGILANMIYOR? Bir iktidar partisi milletvekilinin 28 Şubat için, “bir İsrail projesi” nitelemesine katıldığını belirten Akşener, bunu “tavşana kaç, tazıya tut” politikası olarak yorumluyor. BOP’un eşbaşkanı Başbakan Erdoğan’la birlikte Amerika’daki Yahudi kuruluşundan “cesâret madalyası” alan Çevik Bir’in -AKP’li bir milletvekilinin ikrarıyla- “İsrail’deki silâh fabrikasına danışmanlık yaptığı” sözlerini nazara veriyor. “İsrail ve ABD’ye danışmanlık ötesinde yakınlıkları olan emekli askerlerin bir kısmı ve AKP’li vekilin söylediği arkadaş da (Çevik Bir) olmak üzere AKP’ye çeşitli alanlarda yardım ve danışmanlık hizmeti veriyorlar; bu nasıl iştir?” diye tezâdı soruyor. “Bir de eylem yapmışlar var. Birisi 27 Nisanda. Genelkurmay eski Başkanı kendi eliyle yazdığını ifade ettiği bildiri koymuş” diyen Akşener, AKP’li Ömer Çelik’in mevzubahis “bildiriyi ‘kese kâğıdına çevirdik” sözüne atıfta bulunarak, “Ama o bildiriyi yazan elin sahibine üstün hizmet madalyası takıp bir trilyon iki yüz milyarlık zırhı arabayla ödüllendirildiğini belirtiyor. Darbeyi planlayanlar kadar yapanların da yargılama sürecinin başlatılması gerektiğini kaydediyor. Bunun açık örneği olarak, 28 Şubat süreci komutanlarından emekli Orgeneral Çevik Bir, Tümgeneral Erol Özkasnak ile birlikte 27 Nisan bildirisini hazırlayan Yaşar Büyükanıt’ın da yargılanması gerektiğini söylüyor…
“28 ŞUBAT” NİÇİN SORGULANMIYOR? Başbakan her fırsatta “damdan düşen, damdan düşenin halinden anlar” diye konuşuyor. İşte “28 Şubat postmodern darbe” damından düşenlerin açık beyânı. Ne var ki bunca çağrı ve uyarıya rağmen 12 Mart muhtırasından 27 Nisan e-bildirisine, 12 Eylül darbesinden 28 Şubat postmodern darbesine kadar fiiliyata dökülen darbeler ve muhtıralar muâhaze edilmiyor. Oysa bir yandan “darbe teşebbüsleri ve plânları”na dair “belgeler” araştırılırken, ortada belgeleriyle, eylemleriyle açıkça işlenen darbe cinâyetleri var. Suçüstü zâbıtları duruyor… Diyelim ki 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için “koruması ve kollaması altında” oldukları “darbe anayasası”nın değişmesi gerekiyor. Peki, “28 Şubatçılar”a neden dokunulmuyor? “ABD’nin stratejik vizyonu”nu övüp “AKP iyi yolda” medhiyelerini dizdiklerinden dolayı mı? Tıpkı 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi ucu küresel güçlere uzanan Büyük Ortadoğu Projesi’ne dayanan, meydana getirdiği tepkiyle “Millî Görüş”ten ayrılan “gömlek değiştiren yenilikçiler”in önünü açıp AKP’yi iktidara taşıyan bir “Amerikan projesi” olduğu için mi? Anlaşılan AKP siyasî iktidarı, “akıldâneleri”nin telkiniyle “aleyhinde bir durum ortaya çıkaracağı”, darbelerin arkasındaki “stratejik müttefik”i açığa çıkaracağı ve asıl “derin devlet” ve statükoyla başı derde gireceği korkusuyla “mayınlı arazi”den uzak duruyor. Ateşteki kestaneleri toplamaya cür’et etmiyor. Demokrasinin açıkça askıya alındığı dönemleri yargılama kapsamına almaktan cayıyor, yan çiziyor… Ve bunun içindir ki birkaç maddelik “Anayasa değişikliği” paketi, “darbe anayasası”nı antidemokratik ârızalardan arındırmada, sistemi demokratikleşmede nâkıs kalıyor, güven vermiyor… Türkiye’nin temel problemi bu…
13.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB’siz demokrasi? |
Ergenekon dâvâları, Balyoz ve diğer darbe planlarıyla ilgili gelişmeler, üst düzey muvazzaf veya emekli general ve amirallerin gözaltına alınıp bazılarının tutuklanması, dış dünyada da ilgi ve dikkatle takip ediliyor. Bu süreçteki çok ilginç gelişmelerden biri, bazı eski kuvvet komutanlarının da sorgulandığı son Balyoz gözaltıları için ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün “Yeni bir durum yok” demesiydi. Şimdiye kadar bilhassa askerî cenahta olup bitenlerin arkaplanında mutlaka bir şekilde dahli bulunan ABD’nin verdiği bu sinyal anlamlıydı. Bu sinyalin, Ankara’daki Amerikan Büyükelçisinin “Ordunun iç politikadaki güçlü gözetimine ihtiyaç azaldı” (Nur Batur, Sabah, 3.2.10) mesajından çok kısa bir süre sonra verilmiş olması da. Ahmet Davudoğlu’nun başında bulunduğu Dışişleri Bakanlığı, bu beyanından dolayı ABD Büyükelçisine tepki gösteren bir açıklama yaptı. Sonuçsuz darbe planlarının tarihi olarak gösterilen 2003’te de, “Ordu göreve” pankartlarının taşındığı yürüyüşten sonra Kara Kuvvetleri Komutanının, kendisiyle görüşen YÖK Başkanı ve rektörlere verdiği mesajları eleştiren AB temsilcisine Bakanlık yine benzer bir tepki göstermişti. Sair zamanlarda bürokratik oligarşiden yakınan hükümetin, bilhassa askerle ve resmî ideoloji açısından hassas konularla ilgili hususlarda, şikâyetçi olduğu derin bürokrasinin dilini kullanıp onunla aynı frekanstan tepkiler sergilemesi, ancak buna rağmen yine de yaranamaması, başlı başına üzerinde durulması gereken bir çelişki. Buna rağmen dış dinamikler ve özellikle ABD, kendi çıkarları gereği, AKP hükümetinin bu tavrının aksine, demokrasimizin önündeki yapısal engellerin kalkmasına destek veren bir irade ve inisiyatif ortaya koymakta kararlı gibi görünüyor. Daha doğrusu, Türkiye’de şimdiye kadar darbecilerle iş gören ABD, dış ve iç şartların bu yöntemi işe yaramaz hale getirdiğini gördüğü için, politikalarını, seçimle gelen iktidarlarla çalışma esası üzerine güncelleyip dizayn etmiş durumda. CIA ile irtibatlı düşünce kuruluşu Rand Corporation’ın hazırladığı bir raporda da, önümüzdeki dönemde ABD çıkarları açısından en uygun alternatif “AKP’nin iktidarda olduğu bir Türkiye” olarak ifade edilmişti. (Yeni Asya, 14.2.10) Aynı raporda kayda geçirilen alternatiflerden biri, AB üyesi olmuş bir Türkiye idi ve böyle bir Türkiye Washington’dan ziyade Brüksel’e yöneleceği için, bunun tercih edilmediği belirtilmişti. Yine bu istikamette benzer bir yorum, Newsweek dergisinin geçen sayısında dile getirilmiş. “Ordu yenildi, ABD İslâmcıları selâmlamalı” şeklinde, son derece provokatif bir başlıkla yayınlanan yazıda, askerî cenahtaki operasyon, gözaltı ve tutuklamalar yorumlanmış ve başlıktaki ifadeyle verilen hükmün ortaya çıkarabileceği muhtemel sonuçlardan biri şöyle ifade edilmiş: “AKP’nin en büyük rakibi olan ordunun kâğıttan kaplan olduğunun ortaya konulmasından sonra AB projesini daha ileriye götürmenin Erdoğan ve ortakları için artık fazla bir yararı olmaz. AKP’nin ordu karşısında elde ettiği zafer, AB’nin ciddî kaybı olabilir...” (Milliyet, 8.3.10) Bu mantığın gerekçesi, AKP için öteden beri öne sürülen “AB sürecini ve reform programlarını katı laiklere, orduya ve yargıya karşı kalkan olarak kullanıyor” iddiası. Eğer AKP’nin niyeti bu ise, “katı laikler”e, orduya ve yargıya karşı kesin bir zafer kazandığı hükmünün dayanağı ne? Statükoyu bütün gücüyle ayakta tutan anayasa mı değişti, ordu üzerinde muhkem bir sivil kontrol mü sağlandı, köklü ve kapsamlı bir yargı reformu mu yapıldı, “katı laik” düşüncenin derin bürokratik yapıdaki hakimiyeti mi kırıldı ve bütün tıkanıklıkları bitirip ülkenin önünü açacak demokratik bir zihniyet değişimi mi gerçekleşti? “Demokratikleşme için AB’ye ihtiyacımız yok” havasındaki AKP’nin bu suallere vereceği ikna edici cevapları ve daha önemlisi icraatı var mı? Ve Türkiye AB’siz demokratikleşebilir mi?
13.03.2010 E-Posta: [email protected] |