Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın emri mi, Cennet arzusu mu? - 2 |
Ahmet Kaya: “İbadetlerimizi yaparken Allah’ın emri diyerek mi yapalım yoksa, cennete gitmek gibi bir amaç ile mi yapalım?”
Bedîüzzaman Hazretleri ibâdetin, gelecek mükâfâtların bir ön adımı değil; geçmiş nimetlerin bir neticesi olduğunu bildiriyor. Öyle ki, Bedîüzzaman’a göre, biz ücretimizi önceden almışız. Öyleyse bu gün, bundan önce aldığımız ücreti hak etmek için, hizmetle ve ibâdetle mükellefiz. Bundan önce aldığımız ücretleri Bedîüzzaman şöyle sıralar: 1- Mutlak şer olan yokluktan, mutlak hayır olan varlık alanına çıkışımız başlı başına bir peşin ücrettir. 2- Bize iştihalı bir mîde veren Cenâb-ı Hakk’ın, Rezzâk ismiyle dünyayı bir nimet sofrası biçiminde donatması ve bütün nimetleri önümüze dizmesi ikinci bir büyük peşin ücrettir. 3- Sonra Cenâb-ı Hakkın, bize gâyet duygulu ve duyarlı bir hayat vermiş olması ve hayat midesinin göz, kulak, dil, burun ve akıl gibi duygu ellerinin önüne de dünya kadar geniş bir istifade sahası açması bir başka büyük peşin ücrettir. 4- Sonra Cenâb-ı Hakk’ın, mânevî bir çok rızık ve nimet isteyen insanlığı bize vermesi ve insanlığın önüne de varlıkların dış ve iç yüzlerini anlamaya kâbiliyetli aklın eli yetişecek derecede, görünen görünmeyen bütün âlemleri kapsayacak kadar geniş bir nimet ve istifade sahası açması bir başka yüksek peşin ücrettir. 5- Sonra Cenâb-ı Hakkın, hadsiz nimetleri isteyip, hadsiz rahmet meyveleriyle beslenen ve “insaniyet-i kübrâ” olan İslâmiyet’i ve îmânı bize vermesi ve bizi Müslüman kılması, böylece dünya ve âhiret dâiresi ile birlikte Allah’ın isimlerini ve mukaddes sıfatlarını da içine alan geniş bir nimet, saadet ve lezzet sofrası bize açmış olması bir diğer yüksek peşin ücrettir. 6- Sonra Cenâb-ı Hakk’ın, îmânın bir nûru olan muhabbeti bize vererek, kalbimizin önüne sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet sahası açmış olması bir başka yüksek peşin ücrettir. Demek Cenâb-ı Hak; 1- Bize hayatı vermekle, cansız bir zerre iken, bizi, duyu organlarıyla donatılmış kapsamlı bir canlılığa, 2- Bize insanlığı vermekle şuurlu bir canlılığa, 3- İslâmiyet’i vermekle ulvî ve nûrânî bir şuura, 4- Allah’ı bilmeyi ve sevmeyi nasip etmekle de çok geniş ve her şeyi kuşatan bir nûra bizi çıkarmıştır. Bütün bu nimetler, peşin ve yüksek birer ücret olarak önümüzde durmaktadır. Öyle ise, biz ücretimizi almışız! Bu değeri yüksek ücretlere karşılık, yalnız “ibâdet” gibi lezzetli, onurlu, nîmetli, rahatlı ve gâyet hafif bir hizmetle mükellef tutulmuşuz! Buna da tembellik göstermemiz akıl kârı değildir. Biz bu niyetlerle, Allah’ın tevfik ve hidâyetiyle, inâyet ve yardımıyla, sırf Allah rızâsı için, sırf Allah’ın emrine itaat etmek niyetiyle ibâdetimizi yaparız. Ebedî âhiret yurdunda ise Cenâb-ı Hakk’ın Cennetini, rahmetini ve mağfiretini ibâdetimizin karşılığı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın fazlından, lütfundan ve merhametinden bekleriz ve umarız. Dünyada ibâdet yapmamız ne kadar kulluğumuzun bir gereği ise, âhirette–ibâdetimizin karşılığı olarak olmasa da—Cenâb-ı Hakk’ın fazlından ve rahmetinden merhamet ummamız ve Cenneti vermesini beklememiz de bir o kadar kulluğumuzun gereğidir. Kula istemek, O’na vermek yakışır! 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |