Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli Kim ihlâs ile Allah'a yönelir ve güzelce kullukta bulunursa, işte onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Bakara Sûresi: 112 |
03.12.2009 |
Terakkînin birinci kapısı, Meşrûtiyet-i Meşrûa
Tenbih
M edeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefâhete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet, nev-î insanın terakkî ve tekemmülüne ve mâhiyet-i nev’îyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insâniyeti istemektir. Hem de mânâ-yı meşrûtiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrûa ve Şeriat dâiresindeki hürriyettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrûtiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm, ecânibin istibdâd-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu halde, herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız. Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakâik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziyâ-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek bir mizâc-ı mûtedile-i adâlet vücuda gelecektir. Yaşasın meşrûtiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakîkat-i Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet! İstibdâdın Garîbüzzamanı, meşrûtiyetin Bediüzzamanı, şimdikinin de Bid’atüzzamanı: Divân-ı Harb-i Örfî, s. 55 *** Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır. Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim. Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan, Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ. Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden, Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 53
LÛGATÇE: memzuç: Karışmış. eşhas: Şahıslar. terakkî: İlerleme, gelişme. iptilâ: Bağlanmak, müptelâ olmak, tiryakilik. tali’: Baht, kısmet. ecânib: Ecnebîler. istibdâd-ı mânevî: Mânen baskı. zarardîde: Zarar görmek. muhtelit: Karışmış, halita. ziyâ-yı maarif-i İslâmiye: İslâmî eğitimin ışığı. neyyir-i hürriyet: Parlak hürriyet. mugalâta: Aldatma. saadet-saray-ı medeniyet: Medeniyetten kurulu mutluluk sarayı. tesmiye: İsimlendirme. mahall-i ağrâz: Kasten yapılan kötülüklerin yeri. serbesti-i kelâm: Konuşma hürriyeti. |
Bediuzzaman Said Nursi 03.12.2009 |
KABİR ÂLEMİ
Kabir âlemi nedir? “Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.” (Sözler, 35) sırrınca kabir âlemi, insan için ebed yolculuğunda mutlaka uğranılması gereken bir istasyon, bir duraktır. Bir başka ifade ile bir salondur, bilhassa bir bekleme salonu. Ruhlar âleminden bu âleme gelen insan, ömrünü tamamladığı zaman ilk olarak berzah âlemi dediğimiz kabir âlemine intikal eder. Haşir meydanına çıkmadan önceki ilk durak kabir âlemidir. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor” (Sözler, s. 562) sırrınca kabir âlemi bir ara hayat tarzıdır. Ruh yaşamaya devam ediyor, ancak ceset çürümüş. Ceset çürüdüğü için bu dünya hayatının şartlarına sahip değiliz. Yani kabirde bu dünyadaki gibi bir hayat sürmemiz mümkün değil. Ruh bu dünyayı hem biliyor, hem de berzah âleminden görebiliyor, ama bu dünyadaki gibi hayata sahip olamıyor. Aynı şekilde ceset çürümüş ve haşir meydanındaki cesedimiz de inşâ edilmemiş olduğundan, yani haşir meydanına çıkmadığımız için ruh sür'atine ve hayal hareketine sahip olan yeni cesedimizi de giymemişiz. O zaman kabir hayatı tam olarak haşir sonrası hayatımızın şartlarını da taşımıyor demektir. Bu noktada, ruh bir ölçüde akıbetini görüyor, ahiret şartlarını idrak ediyor, nereye gideceğini biliyor, ama o hayat gibi yaşayamıyor. Çünkü ahiret şartlarına uygun cesedi yok. Zaten ahiret şartları da tam olarak oluşmamış. Haşir meydanına çıkmamış, ahiretteki ebedî hayatında kendisine eşlik edecek olan yeni cesedi ile bir araya gelmemiş. Demek ki kabir hayatı ruh için bu dünya cesedinin kaybedildiği, ahiretteki cismin de eline geçmediği tam bir ara hayat tarzı. Zaten berzah âlemi denmesi de buna işaret ediyor. Bir misâl ile açıklarsak: Diyelim ki bir süreliğine Almanya’ya misafirliğe gittiniz. Orada size verilen vize süresince gezdiniz ve ziyaretlerde bulundunuz. Sonra memlekete geri dönüyorsunuz. Asıl vatanınız olan ülkenize avdet ediyorsunuz. Köln hava alanına gittiniz ve gümrükten geçtiniz, dış hatlar servisinde ülkenize dönmek için uçağınızı beklemeye başladınız. İşte sizin aslî vatanınıza dönmek için beklediğiniz salon bir ölçüde kabir âlemine işaret eder. Gümrükten geçmeniz ise ölüme. Ölüm yolu ile ahiretin ilk salonuna giriyorsunuz. Nasıl ki o hava alanı veya istasyon o ülkenin bir parçası, siz daha uçağa binmediniz. İşte onun gibi kabir âlemi de bu dünya şartlarının bir parçası. Evet gümrükten geri dönüş olmadığı gibi, kabir âlemindeki gümrük salonundan da dönüş söz konusu değil. Uçağınız geldiği zaman aslî vatanınıza doğru yola çıkacaksınız. Elbette ki bu bekleme salonunda da bir süre bekleyeceksiniz. Sual: Kabir âlemi “Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukur” olarak tanımlanmış. Bu ne demektir? Cevap: Ölümden sonraki hayatımız izâfî bir mahiyet taşır. Kişi kabirde ameline göre bir hayat sürer. Ömrünü küfür ve isyan ile geçirmiş bir kişi elbette ki, kabir âlemine girdiği zaman hayatının neticesini görür. Yani Cehennemde ebedî bir zahmet ve sıkıntıyı haber alır. Bir ölçüde Cehenneme uzanan hayatı ile karşı karşıya gelir. Ve bu akibetin neticesi, bulunduğu berzah hayatını Cehennem çukuruna çevirir. Öte yandan ömrünü itaat ve ibadetle geçirmiş, musîbetlere sabretmiş, daima Allah’a şükretmiş bir mü'min insan da, Rahmet-i İlâhiyenin ihsanı ile kabre girdiği zaman Allah’ın ebedî rahmetini görür ve bütün hissiyatı ile Cennete müştak olur. Bir ölçüde gideceği yer olan Cenneti müşahade eder. Veya Hazret-i Üstadın tabiri ile, mü’minler “Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.” İşte bir mü’min kulun bu müşahadeden aldığı lezzet de hiç kuşkusuz kabri bir Cennet bahçesine çevirir. Bu dünyada bile Abdülkadir-i Geylânî gibi büyük evliyalar, Cennet ve Cehennemi müşahede ettikleri gibi, imtihan dünyasından ayrılmış bir kul da ebedî âlemlerin ilk durağı olan kabirden ebedî âlemleri müşahede edebilir. Sual: Kabir hayatı bir ölçüde ruhî bir hayat gibi gözüküyor. Yani dünya cismi çürüyor, ahiret cismi de haşirden sonra insana verilecek. Bu sebeple kabirde tam olarak cismanî olmayan bir hayat yaşanacak. Kabirde insan azaba uğrayacak deniliyor. Peki cisme sahip olmayan ruh nasıl azap çeker? Ruhu dövmek, ruhu parçalamak, ruhu yakmak mümkün olmadığına göre bu nasıl bir azap türü olacak? Cevap: Kabir azabı haktır. Çünkü bu konuda birçok sahih rivayet var. Ancak bu azabın mahiyeti bizce meçhuldür. Yani orada nasıl bir azap var olduğunu bilmiyoruz. Bu azabın dünyada ve ahirette çekilecek azap tarzında olmadığı açık. Çünkü insan bu dünyada cism-i dünyevîsi ile birlikte sıkıntıya maruz kalır. Cehennemde ise cism-i uhrevîyesiyle birlikte sıkıntı çekecek. Kabirde ise ruhî veya yarı cismanî bir hayat yaşandığına göre çektiği sıkıntı ve azap da bir ölçüde ruhî olacaktır. Azabın bizzat kendisinden çok, azabın haberi ile azaba uğrayacaktır. Şöyle ki: Şimdi bir insana “Üç gün sonra öleceksin veya üç gün sonra başına büyük bir musîbet gelecek” dense, bu kişi aldığı haberin tesiri ile çok büyük bir sıkıntı çeker. Bir ölçüde azabın haberi azabın kendisinden daha fazla sıkıntı verir. Ya da musîbetin mukaddimesi musîbetten daha beterdir. Bu noktada kabre giren bir inançsız kişi, ebedî cehennem azabına uğrayacağını haber alsa ve tam olarak öğrense; bu bilginin insana vereceği sıkıntı belki de azabın kendisinden daha çok tesir eder. İşte kabir azabı böyle bir azaptır. Hadislerde kabir âlemi ile ilgili bazı hususlar yaşayan insanları ikaz etmek için söylenmiş. Ölümü hatırlatmak, insanları iman ve itaat konusunda ikaz etmek için Resûl-i Ekrem kabir âlemine ait bazı hallerden bahsetmiş. Yoksa dünya cihetine bakarak yorum yapmak, sanki kabirde yaşanan bazı haller dünya şartlarında görülecek ve bilinecek diye bir fikre kapılmak meselenin yanlış anlaşılmasına yol açar. Sual: Ölüm sonrası insan defnediliyor. Ruh tekrar ölmüş olan cesede iade ediliyor mu? Cevap: Bu konuda bazı İslâm âlimleri ruhun tekrar cesede döndüğünü ifade ediyorlar. Bu durum daha çok kabir azabı ile ilgili. Zira bazı âlimler kabir azabının ruh ve cesedin her ikisine birden tatbik edildiğini söylüyorlar. Ancak Risâle-i Nur’daki ifadelere baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz. “İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor...” (Sözler, s. 562) ifadesi bu hakikate işaret eder. Bu sebeple çürüyen cesede ruhun dönmesi söz konusu değil. Şayet kabirde “Cesetle birlikte bir hayat olduğu fikri ortaya atılırsa”, “O zaman tam olarak itaat etmiş, imanla kabre girmiş bir mü’min de cesedi ile birlikte zevk yaşar” gibi bir sonuç ortaya çıkar ki, bu durum pek de hikmete uygun gözükmüyor. Kabir âlemindeki hayat, “Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı lâtîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer” (Sözler, 478) ifadesi doğrultusunda ne tam maddî, ne de tam ruhî olmayan tamı tamına bir ara hayattır. Ruhun misali bedenle yaşadığı, dünya hayatından uzak ama tam kopmuş değil, ahiret hayatına yakın ama tam elde etmiş değil. Bir ara hayat, bir berzah hayatı. Aynı şekilde “hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl,” ifadesi de misâlî bir hayata işaret eder. Son söz Hazret-i Üstadın: “Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekàda olan ahbablara visâl ve mülâkàt mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk, ayn-ı likà olduğunu ispat eder. “Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.” (Sözler, s. 580) |
HALİL AKGÜNLER 03.12.2009 |
Gerçekle yüzleşebilmek!
Cemiyette bir unvanın, şânın var. Anasın, babasın; yârsın veya yâransın; kardeşsin, karındaşsın; amirsin, memursun; komutansın, askersin. Neticede bir şeysin. Neye göre bir şeysin? Bana göre, ona göre, ötekine göre; yani başkasına göre… Ama, sen, sana göre kimsin? Allahu Teâlâ, her insana birçok meziyet vermiş, fazilet vermiş; sıhhat vermiş, ömür vermiş göndermiş, şu dünya memleketine. Evet, burada işin ne? İnsanların tamamının muhatap olduğu “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suâli, sana sorulmuyor mu? Yalnızken, yapayalnızken; bir O, bir de sen olduğunda sen, “sen” oluyorsun. İşte tam o sırada, düşünmeli derinden. “Kimim, neyim, neciyim?” diye. Evvelâ, ”Nasıl bir kulum?” diye sormalı, kendimize. Din gelir, dindarlık gelir ardından. Acaba, imanım ne mertebede, itikadım ne hâlde? Mesleğime, meşrebime sadâkatim nicedir? Ne kadar anayım, babayım; eşim, dostum, ahbabım? Vâlideynim nezdinde ne şekil bir evlâdım? Düşün düşün! Düşünmek, insana has meziyet. Dahası: Sevgim nedir vatana, nasıl bir vatandaşım ben? Çevrem memnun mu acep, komşum razımı benden? Nasıl dâvâ adamıyım, nasıl bir Nurcuyum ben? Nûr-u Kur’ân tefsirini kaç kişiyle paylaştım, kaç insana yol açtım? Ve… Ben, gerçekte nasıl bir insanım? Soruları çoğaltmak elbette ki mümkün. Marifet, cevabında! “Ben” olmaktan vazgeçerek “biz” olmak, yavaş yavaş doğru yola koyulmak, olması gereken olsa gerek. En zor işlerden biri, hayatını kaydetmek. Kolay mı? Her şeyi yalın, olduğu gibi, olması gerektiğince yazıp, çizip kaydetmek sıradan şeyler değil. Soruların cevabı da yalın çıkmalı kalpten, dürüstçe, mertçe… Nefse zor gelir biraz, murakabe edilmek. Ama, edeceksin. Kaçar, kıvırtır belki; üstüne üstüne gideceksin. Soru sormak can sıkar ama, soracaksın. Seni, sen yapan Kudret, senin en ince duygularına, düşüncelerine vâkıf. O’ndan gizlenemeyeni, kimden saklayacaksın? Aykırılıklarını bir bir yasaklayacaksın, sana; “biz” olma dâvâsına. Göğe çıkan gönlünü çekeceksin aşağı, “kül” olma pahasına. Sen, sana döneceksin “kul” olma sevdâsına. Kul olma duâsına…
|
ALİ RIZA AYDIN 03.12.2009 |