Dizi Yazı |
|
BABNİRLİ MELE (MOLLA) ABDULLAH: Bediüzzaman’ın temas ettiği nükteleri hiçbir tefsirde görmedim |
Şarktaki medrese hocaları Bediüzzaman'ı anlatıyor - 2 Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Şark medreselerinde, umman gibi seydaların yanında medrese tahsilimi ikmal ettim, icazet aldıktan sonra 20 seneye kadar tedrisâta devam ettim ve birçok talebeye icazet verdim. Bu hizmetle beraber vaaz, hutbe ve telif hizmetlerine de ağırlık verdim. Yayınlanmış eserlerim şunlardır: 1. Çağlar Boyu İslâm Fıkhı (iki cilt, basılmıştır) 2. Mezhepler ve Sistemler (bir cilt basılmıştır.) Kaleme aldığım ve henüz basılmayan çalışmalarım ise şöyle: 1- Fethü’l-Celil Tercümesi. 2- Şeyh ve Müteşeyyih. 3- Denge. 4- Divanem (Arapça, Türkçe ve Kürtçe’den müteşekkildir) 5- Arapça fıkıh (iki cilt).
Medrese tahsilinize ilk defa kaç yaşında, nerede başladınız? Kaç yıl sürdü? Medrese tahsilime ilk olarak Keferzo Köyünde (Batman’a bağlı) Seyda Mele Ahmed’in yanında başladım, ondan sonra Seyda Mele Muhammed’in (Arapkentli) yanında okudum, sonra Ayınkaf’ta Seyda Mele İsmail’in yanında, daha sonra Fetli Köyünde Seyda Mele Yasin’in yanında ve en son Ahmedi Köyünde Seyda Şeyh Arif’in yanında okudum. Ve ilim icazetimi ondan ve kardeşi Şeyh Afif’ten aldım. Şimdi Batman’da ikamet ediyorum.
Tahsiliniz boyunca hangi eserleri okuyup mütalâa ettiniz ve nerelere kadar okudunuz? Okuduğumuz ve tedrisâtta ağırlık verdiğimiz ilimler, Nahiv ve Sarf’tır. Bunun yanı sıra medresenin müfredât programında yer alan tefsir, fıkıh, hadis, istiâre, mantık, vadi, belâgat, münâzarâ, hesap, tasavvuf, hendese gibi ilimlerden metinleri ve bir kısım şerhlerini okudum, bunların cüz’î kısmını talebelerime de okuttum, öğrettim.
Bediüzzaman Hazretleri’nin eserleri olan Risâle-i Nurları okuma ve inceleme fırsatınız oldu mu? Bu husustaki değerlendirmelerinizi anlatır mısınız? Risâle-i Nur Külliyatından mahiyetini anlayacak kadar okudum, inceledim ve bahusus İşârâtü’l-İ’câz gibi Arabî eserlerini tam inceledim. Ve Elhamdülillah Risâle-i Nur’un genel içeriğini kavrama bilgisine kavuştum. Risâle-i Nur medrese ve mektep ilimlerinin mahsûlü olması hasebiyle risâle ile diğer ilimlerin arasında fark görmüyorum. Yeter ki, tefekkürle okunsun, tefekkürle okunan her ilim diğerinin de okunması gibidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri şarkta doğmuş, şark medreselerinde okumuş, eserleriyle milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olmuştur. Böylesine muhteşem bir âlimi anlatır mısınız? Varsa hatıralarınız bizimle paylaşır mısınız? Bediüzzaman’ın şahs-ı mânevîsini ve ilmî seviyesini tarif etmek ne benim, ne de benim gibilerin kârıdır. Sadece derim ki, Hicri 13. asrın en mütebahhir, müfessir, mütefekkir ve müçtehitlerindendir. Ve Kur’ân’ın bahsettiği “râsihûn” (ilimde derinlik kazanmış, otorite) ulemaların başında gelmektedir. Hatta râsihûn ulemanın değinemedikleri “müteşâbih” âyetleri de tefsir etmesi ayrı bir özelliğidir. Zira o, Kur’ân’ın derin nüktelerini okuyan, denizine dalan ve tüm cevherleri istinbat edip insanlık pazarına sunan en mükemmel üstaddır. Sadrındaki denizi satırlara döken bu büyük şahsiyet, dünyanın her yerine damgasını vurmuştur. Onu ‘Bediüzzaman’la lâkablandıranlar isabet etmişlerdir. Birinci Said döneminde, hocası Molla Fethullah ve fikirdaşlarınca “Bediüzzaman” ismi takılmışsa da, Molla Said, Molla Said-i Meşhur, Said Nursî gibi isimler kullanıldığı malûmdur. Üstad, din ilimleri ile fen bilimlerinin birlikte okutulmasını hedeflemiş, bu amaçla İstanbul’a gidip bu düşüncesini zamanın hükümetine takdim etmiştir. Doğuda kurulmasını hedeflediği Medresetü’z-Zehrâ’nın (üniversite) Arapça, Türkçe ve Kürtçe olmak üzere üç dilde eğitim yapmasını tavsiye etmiştir. Evet, Üstadın mânevî talebesi olarak derim ki: Üstad dağlarda ve savaşta iken, yanında bir eser olmadığı halde İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde “Ve mimmâ rezaknâhüm yünfikûn” âyetini tefsir ederken temas ettiği mûciz ve beliğ nüktelerini hiçbir tefsirde göremedim. İlimle birlikte dinî cesaret, zühd gibi temel değerleri de hâvî olan Üstad, bu vasıflarıyla din ulemasına sürülen dünyaperestlik ve tamahkârlık lekesini bertaraf etmiştir. Bu büyük müçtehit, din düşmanları tarafından idamla yargılanmış, ömrünün çoğunu gurbette ve hapislerde geçirmiş, sürgün edilmiş, I. Cihan Savaşı’nda kendi talebelerinden milis kuvvet kurup düşmanla savaşmış, Rusya’da 3 yıl esir kalmış, sonra firar edip İstanbul’a gelmiştir. Diğer ermişler gibi tüm sıkıntılara sabırla katlanan büyük Üstad, her yönüyle Kur’ân’a ve Müslümanlara itibar kazandırmıştır.
Risâle-i Nurlar nasıl bir tefsirdir? Risâle-i Nurlar hakkında değerlendirmelerde bulunur musunuz? Risâle-i Nur, Kur’ân’ın tefsiridir. Bütün tefsirler Kur’ân’ın muhtevâsını izah etmek için yazılmıştır. Fakat Risâle-i Nur, ziyade olarak, asrın felsefesine, ateizmin mahsulü olan Materyalizme, Darvinizme ve müsteşriklerin itirazlarına cevap verir mahiyette olup tüm muterizleri susturduğundan ötürü tahaddi (meydan okuma) noktasında Kur’ân gibi bir nev'î mu'cizelik vasfını kesbetmiş, İslâm’a ve Kur’ân’a uzanan kirli kalemleri tersine çevirerek muknî bir üslûpla cevap vermiştir. Asrın filozoflarının zihinlerindeki tüm tereddütleri silen bu tefsir, çağın en gerekli tefsirlerinden biri, belki de başıdır. Evet, İkbal gibi birçok asrî ulemanın cevapsız bıraktığı en mühim soruları (mirasta erkeğe iki, kadına bir hisse gibi) kâfî derecede cevaplayan, ilmî ve mantıkî çerçeve çizerek, vehbî ve mu'cizeli bir eser olduğunu ispat eden cihanşümûl bir Kur’ân tefsiridir. Evet, Üstad’ın 1951’de Şam’ın derin ulemasının bulunduğu Emevi Camii’nde okuduğu hutbe, hem geleceğe yönelik olaylara işaret etmiş, hem de müellifin dünyaya bakış açısının ve ilmî seviyesinin genişliğine remiz olmuş, Şam’ın tüm ulemasının mührüyle “Bediüzzaman” lâkabını almıştır.
Risâle-i Nurlar ülkemizde olduğu gibi, dış ülkelerde de önemli bir ilgiye mazhar olmaktadır. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? Risâle-i Nur’un ülkemizin dışına ve tüm dünyaya yayılmasının sırrı, ihtivâ ettiği cihanşümulluk vasfına irtibatlıdır. Nur sıfatını taşımasının sebebi de, her yere yayılabilmesidir. Güneşin nur vasfını muhtevî olan bu eser, İslâm’a ve Kur’ân’a musallat olan tüm gölgeleri kaldırma vasfına sahip olduğundan her yere intişar etmiştir. Bu ideâl sadece benim değil, tüm ehl-i insaf ulemanın görüşüdür. Zira “Nur” vasfını ihtivâ etmesine hiçbir itiraz olmayacak şekilde semere vermiştir. Verdiği semerenin tümü beşerin iki dünyasını tenvir edecek kadar zengin dozajlı bir eser olma vasfındadır. Hatta Kur’ân’ın düşmanları da bu nurdan müstefid olmuşlardır.
Üstad Hazretleri bir eserinde, “Risâle-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binaen...” demektedir. Üstad’ın bu sözü muvacehesinde bir değerlendirme yapar mısınız? Üstad Hazretlerinin medreseden zuhuru, gösteriyor ki, medrese ilminin içinde hakkın ispatı için her çeşit cevap vardır ve bu cevaplar Üstad gibi dâhîlere muhtaçtır. Bu nedenle Risâle-i Nur ve müellifinin yüce karakterini bilme yeteneği medrese ulemasına münhasırdır. Onlar Risâle ile Üstadın değer ölçüsünü bilen kişilerdir. Zira medresenin müfredat programında olan bir kısım ilimlere âgâh olmak bir ömür gerektirdiği halde, Üstad bu ilimlerin tümünü kavrama nimetine kavuşmuş, tümüne akıllara ibret olacak şekilde kısa bir zaman içerisinde vakıf olmuştur. Bu harika hasletin hikmetini medrese uleması bilir. Ben Üstadın, bu ilimlerin ilk mucitleri kadar tümüne vukufiyetine inanırım. Evet, asırlar boyu medreselerde okutulan bu ilimlerin hepsini kavrama kabiliyeti imkân harici olduğu için her bir âlim ancak bir iki ilme tam vâkıf olabildiği halde, Üstad bu ilimlerin tümüne ve ilâve olarak mektep bilimlerine de vakıf olmuştur. Bundan ötürü Üstadın bu yüce ilmî seviyesini ancak medrese âlimleri müdrik olabilirler ve ondan ibret alırlar.
Medrese hocaları ile alâkalı bu değerlendirmelerin yanı sıra, ehl-i mektebin Risâle-i Nur karşısındaki duruşuyla ilgili değerlendirmeleriniz nelerdir? Üstadın, Risâle-i Nur’a sahip çıkma görevini medrese ulemasına vermesi, mektep ulemasını sahiplikten ihraç etme mânâsına gelmez. Bilâkis, mektep bilim adamlarıyla medrese uleması arasında köprü kurup, Risâlenin ihtivâ ettiği ilim hazinesini yayma görevini ikisine taksim etmiştir ve bu iki grup ulemanın imtizacıyla maksudun hâsıl olacağını ilân etmiştir. Zira Risâle’nin Kur’ân’a verdiği mânâ, hem medrese ulemasına hem mektep ulemasına ışık tutmuştur. Her ikisinin, istidadı nispetinde Kur’ân denizinden pay çıkarabileceklerine kapı açmıştır.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Benim son olarak söylemek istediğim çok şeyler var, ama şu noktaya dikkat çekmeyi bir borç bilirim: Hiçbir âlim, bilim adamı, Risâle-i Nur’un içine girmeden ve derin denizine dalıp cevher aramadan uzaktan ona bakmasın, içine girsin incelesin, değerini ölçsün, müellifinin değeriyle eserin değerini ilmin ve insafın mihenk taşına vursun. Vursun ki ne kadar gerekli olduğunu, onsuz yaşamanın imkân harici olduğunu bilsin. İçine girsin ki, hem kendisi mutlu olsun, dünya ve ahiretini kazansın, hem de başkasının kazanımına vesile olsun. İlâve olarak Üstad ile ilgili bir hatıramı sunmak isterim. Şöyle ki: Ben ile hocam ve üstadım Şeyh Afif Hamidi medresede okurken, Üstad Bediüzzaman’ın sakal bırakmama konusunu açtık, hâşâ itiraz mahiyetinde değil, hikmetini anlamak için münâzarâ açtık. Sonra bir gece rüyada Üstad benim medreseme geldi, sakalı biraz uzamıştı, bir mahkemeye gidiyordu, onun sakalının uzunluğu dikkatimi çekti, kalbimde kesmesini arzuladım. O anda bana baktı ve dedi ki: “Senin tıraş malzemen varsa getir tıraş olayım.” Ben evime koşarak gidip ona jilet getirdim, bana jiletle tıraş olmayacağını, saç makinesi varsa getirmemi emretti. Ben eve koşup saç makinesini getirdim. Onu tıraş etmek istedim, ama kendisi makineyi benden aldı ve tıraş oldu. Tıraş olunca içim rahat etti. Sonra hocam Şeyh Afif’in ziyaretine gittim, hocamın da benim rüyam gibi bir rüya gördüğünü, Üstadın sakal bırakmama hikmetinin derin olduğunu söyledi. Evet, Üstadın, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî - s. 189 ve Mektûbât - s. 34 bölümlerdeki gaybî işaretlerini ve Hicrî 1379 (1960) tarihinde vefat edeceğini, kabrinin açılacağını bir şiirle dile getirdiğini düşünürken ve her şeyin söylediği gibi çıktığına dikkat ederken büyük kerâmetlere mazhar olduğunu anlarız. Esâsen ailesiyle çevresinin ifadesinden anlaşıldığı gibi, doğduğu tarihten vefatına kadar yaşama dilimlerinin tümü harikalarla doludur. 45 yaşına kadar siyasetle de ilgilenerek dine hizmet eden “Birinci Said”, bir duraklama dönemi sonucu Şeyh Abdulkadir Geylani’nin maneviyât içerikli Fütuhü’l-Gayb eserini okuyunca “İkinci Said” dönemi başlamış, bu çerçevede siyasetten uzak bir üslûpla hizmete devam etmiştir. Risâlelerin tüm ülkeye ve Amerika gibi dış ülkelere yayılmasıyla “Üçüncü Said” devri başlamış; iktidara gelen Demokrat Parti’nin Risâle-i Nur’a sıcak bakması sayesinde Risâle-i Nur tab edilerek dünyanın birçok ülkesine dağıtılmıştır. Üstad’la alâkalı Arapça, Türkçe, Kürtçe birçok kasidelerim de vardır.
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ [email protected] Mustafa Tayfur Hoca: Risâle-i Nurları okumayan, ne kadar âlim de olsa cahildir Muhterem Mustafa Tayfur Hoca, kendisiyle röportaj talebimize, aşağıdaki metni göndererek cevap verdi: *** Aziz kardeşim! Benim adım Mustafa Tayfur. 1938’de Batman’ın Gercüş ilcesine bağlı Çardaklı Köyünde dünyaya geldim. İlk tahsilimi 12 yaşında çevre köylerde yaptım. 14 yaşımdan tâ 18 yaşında askere gidinceye kadar 4 sene Suriye’de medrese tahsili yaptım. Askerliğimi yaptıktan sonra Türkiye’de medrese tahsilime devam ettim. Yaklaşık 14 yıl süren medrese tahsilim müddetince; sırasıyla Sarf, Nahv, Mantık, Tefsir, Şeriat, Hadis okudum. Daha sonra dört mezhebe göre karşılaştırmalı Fıkıh okudum. Risâle-i Nur’la tanıştığım yıl 1967... 14 yıl boyunca medresede öğretilen hemen hemen bütün ulûma vakıf olmama rağmen Risâle-i Nurlarla tanışıp, Nurları okuyunca ne kadar cahil ve yetersiz olduğumu anlamıştım. Halbuki Risâle-i Nur’la tanışmadan evvel okuduğum ilimlerin verdiği izzetle enaniyet derelerinde at koşturuyorduk. Allah’a sonsuz şükür ki, Risâle-i Nurları okudum ve çok istifade ettim. 14 yıllık Arapça tahsilimden aldığım feyiz ve iman nurlarını, Risâle-i Nurlarda çok daha kısa bir sürede ve daha fazlasıyla elde ettim. Bilfiil yaşayarak anladığım şu ki; Risâle-i Nurları okumayan ne kadar âlim dahi olsa cahildir. Üstadımız iki türlü tefsirden bahsetmektedir. Biri maddî; yani lâfzî ve ibârîdir. Diğeri ise, mânevî yani hakikî tefsirdir. Birinci tefsir ihtilâflı, ikincisinde ise ihtilâf yoktur. Günümüze kadar 350 bin çeşit tefsir yazılmakla beraber, bu tefsirler arasında ciddî ihtilâflar mevcuttur. Ama Risâle-i Nur ikinci kısım tefsirlerin en parlağı, en yükseği olmakla birlikte imanî hiçbir konuda ihtilâf bırakmamıştır. Aynı zamanda hiç kimsenin itrazına mahal vermeyecek bir sûrette imanî bütün mevzuları ispat etmiştir. Bende eski medrese tahsilimden kalan kitaplar hâlâ duruyor. Günlük Nurlarla meşguliyetten sonra hadis ve fıkıh kitaplarımı da inceliyorum. Meseleler çok karışık, teferruatta insan boğuluyor. Bu nedenle bu asırda böyle eserlerle amel etmek çok sakıncalı oluyor, Risâle-i Nur her şeyimize kâfî geliyor. Şarkta çeşitli vesilelerle (taziye vb.) ilim meclisleri kurulur. Bu meclislerde yörenin meşhur âlimlerinin katılımıyla da ilmî bir münâzarâ ortamı oluşmuş olur. Ben de medrese tahsili almış olmam ve imam olmam hasebiyle fıtrî olarak bu tartışmaların içinde yer alırdım. Haliyle bu tartışmalara neden olan mevzular orada bitmez, günler süren araştırmalar neticesinde de maalesef işin içinden çıkamayarak, tartışılan mevzuyu öylece bırakırdık. Risâle-i Nurları okuduktan sonra anladım ki, bütün bu tartışmaların sebebi, yukarıda Üstadımızın anlattığı gibi, bizim sadece lâfız ve ibârî olan maddî tefsirlerle iştigal etmemizdi. Neticede bende şöyle bir kanaat bilfiil yaşayarak oluşmuştu. O da şu ki: Nurları okuduktan sonra katıldığım bütün ilim meclislerinde istisnasız hiç kimsenin itiraz edemediği, itiraz etse dahi ispat ettikten sonra ikna olduğu tek eser Risâle-i Nur olmuştur. Bu üstünlüğünden dolayıdır ki Risâle-i Nur’un karşısına hiç kimse aklıyla, mantığıyla veya ilmiyle çıkamamıştır. Şükürler olsun ki, Risâle-i Nurlar bütün dünyaya yayılmaktadır. Milyonlarca insan, Nur Risâleleriyle imanlarını kurtararak hidayete kavuşmuşlardır. Malûmdur ki Üstad Hazretleri de medrese tahsili almıştır. Risâle-i Nurları yazmadan önceki kesbî, ilmî malûmatlarını medrese tahsili esnasında almış ve bu ilim ileride yazacağı Risâle-i Nurlara bir çekirdek olmuştur. Bundan dolayıdır ki, Üstad, Risâle-i Nurları medresenin malı saymıştır. Maalesef hâlihazır hocalar ve medrese âlimleri, izzeti ilmiyeden gelen enaniyetlerine mağlûp olup, yıldız böceği misâli azıcık ilimlerine kanaat ederek, Risâle-i Nurlara sahip çıkmadılar. Ama Allah’a şükür şu anda cahil bir çobandan tutun, en yüksek makamdaki devlet adamlarına kadar her kesimden insanlar Nurlara sahip çıktılar. Bu arada yaşadığım bir hadiseyi de nakletmek istiyorum: Gercüş’te imamlık yapmakta iken tayinimi Mardin Nusaybin’e çıkarmak hususunda tereddüde düşmüştüm. Bu nedenle istihareye yattığım bir gece Üstadımız rüyama teşrif etmiş ve bana şunları söylemişti: “İstediğin yere gidebilirsin, çünkü sende Risâle-i Nur var. Bu Nurlar sayesinde sen ve çocukların hadisâtın tazyikatından İnşallah mahfuz kalacaksınız.” Evet, her türlü tehlikenin kol gezdiği, herkesin maddî veya manevî fitne ateşlerine maruz kaldığı bir dönemin şarkında, Nusaybin’de, Risâle-i Nurların inayetiyle Cenâbı Hak bizleri muhafaza etti. Allah sizin gibi müdakkik Nur Talebelerinin adedini arttırsın. Yapacağınız bu çalışmalarda Allah yar ve yardımcınız olsun. Bâkî Hakkın birliğine emanet olunuz. Muhabbetle... Mustafa TAYFUR |
03.12.2009 |