H. İbrahim CAN |
|
Dünyanın kirli para kasası: İsviçre |
İsviçre’nin minare yasağına tepki olarak, Devlet Bakanı Egemen Bağış İslâm ülkelerini İsviçre bankalarındaki paralarını çekip Türk bankalarına yatırmaya çağırıyor. Bizce bu çağrıya uyacak Müslüman ülke pek çıkmayacaktır. Peki neden? İsviçre dünyanın kirli paralarının gizlendiği, aklandığı, zenginlerin paralarını vergiden kaçırdığı mutemet kasa görevi görmekte, bu paralar sayesinde dünyanın en müreffeh ülkesi olarak asalakça hayatını sürdürmektedir. Uyuşturucu tüccarları, Afrika ve Ortadoğu’nun halkının parasını zimmetine geçiren diktacı liderleri, vergiden kaçmak isteyen uluslar arası şirketler, çeşitli kisveler altında parayı bu ülkeye aktardılar mı rahatlıyorlar. Nijerya’nın darbeci lideri Sani Abaşa’nın 5 milyar dolarını sakladığı ortaya çıkınca İsviçre Nijerya hükümetine 700 milyon doları iade etmek zorunda kaldı. Daha bu yıl ABD Adalet Bakanlığı bir İsveç bankasına karşı açtığı dâvâda 1 milyar dolar kazandı. Eski Filipin diktatörü Ferdinand Markos’un bu ülkede sakladığı paranın 684 milyon doları on sekiz yıllık hukukî mücadele sonrasında Filipinlere iade edildi. Bu paralar İsviçrelileri zengin ederken, Filipinlerde yoksulluktan binlerce çocuk açlık ve hastalıktan öldü. Peru’nun eski istihbarat örgütü şefi Vladimiro Montesinos’un zimmetine geçirdiği 180 milyon doları, bu yoksul Güney Amerika ülkesi üç yıl mücadele ettikten sonra geri alabildi. Meksikalı eski lider Raul Salinas’ın çaldığı 110 milyon doların ise ancak 74 milyon dolarını oniki yıl sonra iade etti İsviçre. Hepsi bu kadar mı? Elbette hayır. Usame bin Ladin’in parasının da bu ülkenin himayesinde olduğu biliniyor. Bir milyon Iraklı açlıktan ölürken Saddam Hüseyin’in 40 milyar dolarının İsviçre bankalarında saklandığı ortaya çıkarıldı. Halen dünyanın bankalarda bulunan parasının yüzde 35’i (3 trilyon İsviçre frankı) bu ülkenin bankalarında. Kayıtları açıklansa İsviçre bankalarında hangi Türklerin parasını yattığını görünce şaşırsınız. İşte Arap ülkelerinin demokratik olmayan yöntemlerde iktidarı onlarca yıllardır elinde bulunduran liderleri ve zenginleri de paralarını bu kirli kasada saklıyorlar. Böylelikle paralarını kendi ülkelerinin denetiminden, vergilerinden ve ilerideki muhtemel el koyma işlemlerinden saklıyorlar. Böyle bir durumda Müslüman ülkelerin paralarını bu ülke bankalarından çekip 2001 krizinden sonra her şeyi denetim altına alınmış olan Türk bankalarına yatırmaları mümkün mü? Eğer bu paralar meşru olarak kazanılmış olsaydı, zaten kendi ülkelerindeki bankalarda olurdu. Kendi ülkelerindeki milyonlarca kulun hakkını umursamayan zenginlerin, İsviçre’deki minare yasağını önemseyip paralarını çekeceğine inanıyor musunuz? Temennimiz Avrupa’nın ortasındaki bu gayrimeşrû para kasası ülkenin, hukuki denetim altına alınarak bu özelliğinden kurtulması sağlanırken, halkının da minare yasağı tartışmalarıyla gündeme gelen İslâm’ı daha yakından tanıma merakı duymaları. 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Derin tahrikle provoke… |
“Açılım”ın Habur sınır kapısındaki şovlarla askıya alınmasının ardından yapılan eylemler, terörden nemâlanan terör örgütü ve işbirlikçisi iç ve dış mahfillerin demokratikleşmeyi istemediklerini açıkça su yüzüne çıkarmakta. Kandil’den “önderliğin emriyle” geldiklerini belirten PKK’lıların DTP toplantılarında konuşturulmalarıyla tetiklenen olaylar, derin tahriki deşifre etmekte. Hükümetin İmralı’ya “yeni koğuş komşuları” göndermesine rağmen “PKK’nın kuruluş yıl dönümü” ve kırk bin insanın ölümünden sorumlu idama mahkûm olmuş terörist başı “Öcalan’ın cezaevi şartlarının düzeltilmesi” bahanesiyle posterleri ve PKK amblemi altında eylemlerin artması, bu tesbitin te’yidi olmakta. Tıpkı Nevruz “kutlamaları”ndakine benzer kışkırtıcı gösterilerde olduğu gibi Doğu’dan Batı’ya Anadolu’nun muhtelif merkezlerinde tertiplenen mitinglerde tahrik komplosu kurulmakta. Göz göre göre polisler taş yağmuruna tutulmakta, çatışmalar yaşanmakta. Terör örgütü ve ifadesiyle “siyasî temsilcileri”nce yurt çapında fitne fitili yakılmakta. İzmir’deki tahrikten sonra peşpeşe karakollar, postaneler, işyerleri ve sivil araçlar ateşe verilmekte; polislere, taşlarla, havai fişeklerle, molotoflarla saldırılmakta. Emniyet araçları, yolcuların bulunduğu belediye otobüsleri yakılmakta…
“AÇILIM”DA KIRILMA VE ŞIMARMA! Provokasyonların, DTP’nin “terörü durdurmada etkin olmadığı” itirafının ve “terör örgütünün muhatap alınması” teklifinin peşinden gelmesi, “açılım”la şımaran terör örgütünün, kavga ve kargaşayla çatışma ortamı peşinde olduğunu ortaya koyuyor. Cumhurbaşkanı Gül, “Kanunsuz şeylere kimse boyun eğmez; onların hepsi tek tek toplanır, terör artık bu coğrafyada kalamaz; elinde silâhı olan gelecek, vazgeçecek” diyor. Ne var ki terör örgütü, silâh bırakıp terörden vazgeçmeyeceğini her fırsatta deklâre ediyor. Dahası, gelenler, “terör örgütünün tâlimatıyla gönderildiklerini” ve “pişman olmadıklarını” açık açık söylüyorlar. “İmralı muhatap alınmaz ve ‘yol haritası’na göre hareket edilmezse kan akmaya devam eder, terör sürer” diye sürekli tehditler savuruyorlar. Kısacası, PKK’nın kurulduğu köydeki evde “resmen kutlama”yla yetinmeyen terör örgütü sempatizanları, “açılım”dan cür’et alarak “açılım”ı provoke ediyor. Yüksekova’dan Mersin’e, Şemdinli’den Antalya’ya, Doğu Bayazıt’tan, Hakkâri’den İzmir’e, Ağrı’dan İstanbul’a, bütün yurtta provokasyonlara devam ediliyor. Terörün durdurulması ve “açılım”ın önünün açılması bir yana, “terör örgütünün kurulmasını kutlama gösterileri”yle etnik husûmet telkin ediliyor. “Açılım süreci”, “ayrıştırma ve bölünme süreci”ne dönüştürülüyor. Irkî ayırımlarla kavmiyetçiliğe ve tefrikanın azdırmasına âlet ediliyor… Görünen o ki “açılım”da vâhim bir kırılma var. Bu “kırılma”, Türkiye’nin hayrını istemeyen ecnebilerin güdümündeki terör örgütünü çeyrek asırdır terör taşeronu olarak besleyip kullanılmasının yanı sıra, hükûmetin “açılım”daki zâfiyetini ele veriyor. Başbakan, her fırsatta muhalefetin “projesi”nin olmadığından bahsediyor; “kifâyetsizlik ve çapsızlık”tan dem vuruyor. Lâkin hükûmetin de doğru dürüst bir “açılım projesi”nin olmadığı, “açılım”ın içinden çıkılmaz hale gelmesinden anlaşılıyor.
“AÇILIM”, MOLOTOFLARIN DUMANINDA BOĞULUYOR… Belli ki terör örgütünün şımarmasında, siyasî iktidarın peşinen Öcalan’ın “federasyon”un ötesinde ayrılık ve iftirakı hedefleyen “yol haritası”na karşı kararlı bir tavır ve esaslı bir alternatif ortaya koyamaması etkili olmuş. Dünyanın hiçbir yerinde terörü sürdüren terör örgütüyle doğrudan ya da dolaylı görüşülmezken, Ankara’nın terörün devam ettiği esnadaki “açılım”ı, terör örgütü ve “siyasî temsilcileri”nce, bir “teslimiyet” ve hatta “mecburiyet” olarak yorumlanıyor. Terör örgütü, Türkiye’nin bütün ısrarlı taleplerine rağmen Kuzey Irak’ta lüks içinde serbestçe dolaşan terörist elebaşlarından bir tekini dahi teslim etmeyen işgalci ABD’ye ve kontrolündeki Kuzey Irak yerel yönetimine sırtını yaslamış… Buna mukabil terörün durması ve terör örgütünün silâh bırakması için Ankara’nın bir plânı yok. Siyasî iktidarın “açılım”da net ve kararlı bir siyasî hedefi bulunmuyor. AKP hükûmeti, Irak’ın toprak bütünlüğünde direten, PKK’nın tasfiyesi için “stratejik müttefiki” ABD’nin işgalindeki Irak’ta yüzlerce terörist elebaşının teslimini şart koşan, Kerkük’ün statüsünün oldubittiye kurban edilmesini kabul etmeyen siyasî irâdeyi sergileyemiyor. Örgütün Avrupa ve Amerika’daki finans kaynaklarının kurutulmasına, propaganda merkezlerinin kapatılmasına, terörü palazlandıran uyuşturucu, insan ve silâh kaçakçılığının önlenmesine dair etkili bir politikayı yürütemiyor. Bağdat’a rağmen son zamanlarda sıkı-fıkı olduğu Erbil’den Kandil’deki ve diğer kamplardaki teröristlere her türlü silâh, para, ilâç ve lojistik destek yollarının kesilmesini sağlayamıyor. Neticede Ankara’nın kırılgan “açılım”ı, molotof kokteyllerinin dumanında boğuluyor… 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Minare yasağı |
Müslümanlar Kurban Bayramını kutlarken İsviçre’deki referandumdan çıkan minare yasağına hem İslâm âleminin, hem de daha yoğun şekilde Avrupa ülkeleri, AB ve ABD’den oluşan Batının tepkileri devam ediyor. Bu tepkiler içinde en çok dikkat çekenlerden birinin, referandum sonucunu “entegrasyona ve dinî özgürlüklere ağır bir darbe” olarak niteleyen Vatikan’dan gelmiş olması özellikle ilginç. Bu çıkışın, Papa’nın göreve gelir gelmez yaptığı o talihsiz konuşmanın İslâm dünyasında yol açtığı derin tepkileri yatıştırma niyetiyle bir irtibatı var mı, bilmiyoruz. Öyleyse, bunu da olumlu bir yaklaşım olarak değerlendirmek gerekir. Esasen o konuşmadan sonra Vatikan Müslümanlara sıcak mesajlar vermeye itina gösterdi. Bu bağlamda, Vatikan çıkışlı “Avrupa Allah’ı Müslümanlarla hatırladı, bu sebeple onlara teşekkür borçluyuz;” “Aileyi ve ahlâkî değerleri korumak için Müslümanlarla işbirliği yapmalıyız” ve “Faizsiz bankacılık, küresel krizi aşmak için çıkış yolu olabilir” mesajları bilhassa önemli. Vatikan’ın minare yasağına karşı sergilediği net tavır da, bu zincirin yeni bir halkası olarak, dünyanın şiddetle ihtiyaç duyduğu Müslüman-Hıristiyan dayanışmasına yeni bir katkı sunuyor. Minareye yasak krizinin getirdiği bir diğer olumlu gelişme, AB’nin farkını ortaya çıkarması. Avrupa’nın tam orta yerinde olduğu halde AB üyesi olmayan İsviçre’deki bu kriz üzerine Brüksel’in birliğe vücut veren temel hukuk ve demokrasi kriterleri ekseninde ortaya koyduğu tavır, net bir şekilde din özgürlüğünden yana oldu. Böylece, yakın zamanlara kadar Türkiye’deki dindarları AB’den soğutmak için yapılan “AB üyesi olursak ezan sesi kısılacak” gibisinden propagandaların da asılsızlığı gözler önüne serildi. Din özgürlüğü de dahil olmak üzere, temel hak ve hürriyetler üzerine bina edilen bir yapıda bu özgürlükleri daraltacak ve kısıtlayacak bir girişimin destek bulup kalıcı olamayacağı görüldü. Nitekim bugün Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın birçok yerleşim yerinde minareli camiler yükseliyor ve sayıları da giderek çoğalıyor. Onun için, İsviçre’de düşük bir katılımla gerçekleşen referandumda, ülkedeki Müslümanların sayısına aşağı yukarı denk bir fark ile kabul edilen, ama gerek iç hukuk mekanizmaları, gerekse AİHM yoluyla iptali girişimleri şimdiden başlatılan minare yasağından hareketle genelleyici suçlamalar yapmaktan kaçınılması ve tam tersine, bu olayın, İsviçre ve Avrupa halklarına İslâmın korkulacak bir din olmadığını anlatma fırsatı olarak değerlendirilmesi büyük önem taşıyor. Referandum öncesinde yasaktan yana tavır alan partilerin yürüttüğü “anti-İslâm” propagandanın menfî izlerini silmek ve insanları “doğru İslâm”ın müşfik yüzüyle tanıştırmak için, bu anlamda pozitif bir kampanyaya çok ihtiyaç var. Onun için, bazı Müslümanların evvelce karikatür krizinde düştüğü provokasyon tuzaklarından kesinlikle uzak durularak, işin bu ciheti üzerinde yoğunlaşılması ve minare krizinin müsbet bir tebliğ vesilesi olarak görülmesi icab ediyor. Minare yasağından söz açılmışken, fazla uzağa gitmeden, kendi ülkemizin yakın tarihindeki bazı minare düşmanlığı örneklerini de hatırlayalım. Bunlardan biri, İstanbul’un fethinden sonra beş asır cami olarak hizmet veren Ayasofya’nın korsan bir kararname ile müzeye çevrildiği günlerde, mabedin cami hüviyetini tamamen tahrip etmek için minarelerinin yıkılmasının da gündeme gelmesi ve merhum İ. Hakkı Konyalı’nın, Yeni Asya'da yazdığı üzere, “Yıkarsanız kubbe de çöker” diyerek bu menfur girişimi engellemesi. Bir diğeri, 1996’da Teoman Koman döneminde Jandarma Genel Komutanlığının kışlalarda yeni cami yapımını, mevcut cami ve mescitlerde ezan okunmasını yasaklayıp, boş bidonlardan yapılan minarelerin yıkılmasını emreden yazısı. 28 Şubat’ın bu genelgeden 11 ay sonra patlak verdiğini hatırlatarak bu bahsi şimdilik bitirelim. 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Habur notları |
Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) aylık ihracat rakamlarını her ay farklı bir ilde açıklama geleneğini sürdürüyor. Kasım ayı (2009) ihracat rakamlarını açıklamak için de Şırnak’ın Habur Sınır Kapısı seçilmişti. Önceki gün TİM heyetiyle birlikte İstanbul’dan hareketle Mardin üzerinden Habur’a ulaştık. Irak’a açılan kapımız olan Habur, geçmiş yıllarda kamyon kuyruklarıyla manşetlere taşınan bir yerdi. Ancak geçen “yap-işlet-devret” modeliyle yaptırılan yeni tesisler bu kuyrukları sona erdirmiş ve bölgeye yeni bir yüz kazandırmış. İhracat rakamları açıklanmadan önce, Şırnak Valisi Ali Yerlikaya’yı dinledik. Vali Yerlikaya, Şırnak’ın dertlerini sıraladı ve Habur’un Şırnak için önemine dikkat çekti. Şırnak bir il, ama sadece 11 bin kişi sigortalı. Bunlar da büyük ölçüde ‘devlet’ memuru. Anlaşılacağı üzere, sanayi yok denecek kadar az. Meselâ Cizre merkezinden geçen, burayı ‘tanker ve eski kamyon mezarlığı’na benzetebilir. Geçmiş yıllarda satın alınan binlerce tanker, işe yaramayınca otoparklara ya da yol kenarlarına terk edilmiş vaziyette. Ancak Habur sınır kapısından çok sayıda araç giriş çıkış yaptığı için şehir merkezi aynı zamanda ‘araba tamirhane’si görünümünde. Sanayi siteleri tamamlanamadığından ya da esnaf o sitelere taşınmak istemediğinden olsa gerek, şehir merkezlerindeki görüntü hiç de hoş değil... Habur Sınır Kapısı her türlü altyapıya sahip, ama Mardin’den, Cizre’den oraya doğru giderken gözümüze çarpan görüntüler biraz da Afganistan’ın fakirliğini hatırlatıyor. Yollarda kısmen iyileştirmeler var, ‘duble yol’lar hizmete açılmış, ama onların da ‘sağlam’ olmadığına, pek çok yerde asfaltın tahrip olduğuna şahit olduk. Şırnak Valisi Yerlikaya, terörün sadece Şırnak’a verdiği ekonomik zararla ilgili çok önemli bir bilgiyi basın mensuplarıyla paylaştı. ‘Terörden önce’ Şırnak yaylalarında 1 milyondan fazla küçükbaş hayvan varmış. ‘Terör sonrası’nda—şimdi—ise bu rakam 200 binin altında. Yapılan hesaplamalara göre; terörün, sadece Şırnak’a yalnızca hayvancılık noktasındaki zararı 100 milyar doların üzerindeymiş. Vali diyor ki: “Kendi imkânlarımızla hesaplayarak ulaştığımız bu rakamı açıklamaktan adeta ürktük. Araştırmanın daha ilmî kaynaklara dayanması için elde ettiğimiz bilgileri Ziraat Fakültesine gönderdik ve onlardan bu konuda bir rapor yazmalarını istedik. Raporun çok da farklı olmayacağını tahmin ediyoruz, ama bu raporu elde ettikten sonra neticeyi açıklayacağız.” Sadece Şırnak’ın, yalnızca hayvancılık yapılamaması sebebiyle meydana gelen terör zararı bu kadar olursa, bütün Güneydoğu’ya ve dolayısıyla Türkiye’ye verdiği zararı hesap edin... Elbette terörün zararını sadece maddî kayıplarla hesaplayamayız. Asıl kayıpların başka sahalarda olduğunun da farkına vararak bu musibete karşı her türlü tedbiri almak gerektiği her halde anlaşılır... Habur’da açıklanan Kasım 2009 ihracat rakamları, krizin etkilerinin halen devam ettiğini ve bu etkinin 2010’da da azalarak süreceğini gösterdi. Güneydoğu için hem ekonomik, hem de demokratik açılım şart vesselâm... 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bozulmamış her vicdan Yaratıcısını tanır |
Vicdan; yaratılışı ve yapısı gereği, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen, hayırlı ve güzeli isteyen, iyilikten lezzet alan, çirkin ve yanlıştan kaçan, kötülükten elem duyan ruhumuzun esaslı, güçlü fonksiyonu, aynı zamanda aklın kontrolörü, haritası, pusulası ve bekçisidir. Vücudumuz beynin, ruhumuz akıl ve kalbin, aklımız ise vicdanımızın tanzim ve tedbiriyle hareket eder. Ruhumuzun en ileri bilgi kaynaklarından olan vicdan, akıldan üstün olduğundan pek çok gerçeği onunla biliriz: Sevmeyi-nefreti, zevki-elemi vs. Davranışlarımızın ahlâkî değeri olup olmadığı hakkında öznel, kendine dayanan, sübjektif bir şuurdur vicdan. Bu şuur: • Bir fiili işleyip işlememe, • Bir işi yapıp yapmamada sorgulama, • Uyarma, yargılama, • Öğüt verme, • Reddetme, doğrulama, • Temyiz/ayırma ve kontrol etme özelliklerine sahiptir. Ahlâkî mesuliyetin kaynağı olan vicdanımız, akıl, mantık, kıyas, fikir, hipotez gibi yollar takip etmez. O, gerçeği doğrudan doğruya bilir. Kendi varlığımızı bildiğimiz gibi... Meselâ bir şeyin kendi kendine, tesâdüfen veya sebepler aracılığıyla meydana gelemeyeceğini, kendimizin de yapmadığını vicdanen biliriz. Keza iman esaslarını vicdanen kabul ve tasdik ederiz… Ruhen ve bedenen varlıkların en değerlisi, en mükemmeli, en güzeli (ahsen-i takvîm) olarak yaratıldık. Yaratıcı tarafından sayısız iç ve dış nimetler bizlere ihsan edilmiştir. Kâinat, bütün unsurlarıyla hizmetimize sunulmuştur. İşte, kalbimizde yardım isteme noktası, dayanma noktası olan vicdan, bizlere paha biçilemeyecek kadar değerli nimetler ihsan eden Yaratıcı’yı asla unutmaz. Farazâ; dimağımız, zihnimiz, aklımız tatile girse, Allah’ın ihsan ettiği nimetleri görmezlikten gelse de, vicdan gelemez. Zaten O’na imanı ve O’nu sevmeyi yaradılışının gayesi olarak bilen bir vicdan, gereğini yerine getirmeden rahat edemez. Bozulmamış her vicdan, şuuruna bile varamadığı haddi hesabı olmayan ikram ve ihsanlara karşı teşekkür etmek ister. Vicdanımız: • Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? • Kimin ikramlarıyla böyle müşfikane terbiye olunuyorum? • Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum? Sorularını sorar, doğru cevabı verir ve Allah’ı bulur. Çünkü âlemin her tarafına dağılmış, sonsuza uzanmış ve binden birisine elimizin yetişemediği ihtiyaçlarımızı karşılayanı vicdan bilir, acz ve fakr diliyle yalvarır, ister, O’na sığınır ve duâ eder... Kalp penceresinden bakarak vicdanımızı ve işlevlerini daha yakından tahlile tâbi tuttuğumuzda, vicdanın ruhun bakan ve gören gözü, kalbin ise penceresi olduğunu anlarız. 03.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yakın tarih yeniden yazılsın (4) |
Doğrularla yanlışların harman edildiği, çoğu yerde yalana itibar edilerek konuların anlatıldığı yakın tarihimizin, akademik analiz, sorgulama ve yüzleşme metoduyla anlatılması, sadece bir ihtiyaç değil, artık bir zaruret halini almıştır. Duâ ve temenni yerine geçmesi ümidiyle, bu yöndeki duygu ve düşüncelerimizi kısa maddeler ve ana başlıklar halinde sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz.
31) Saltanat sisteminin kaldırılması, Ankara'da yeni teşkil edilen Millet Meclisinin kararıyla (1 Kasım 1922) olmuştur. Eyvallah. Cumhuriyet'e geçebilmek için, belki buna ihtiyaç vardı. Cevap bekleyen soru şudur: Cumhuriyet ilân edildikten sonra, Hilâfet niçin lağvedildi? Meclis tarafından temsil edilen Hilâfetin mânâsıyla Cumhuriyet rejimi birbirinin zıddı mıdır? Bunlar birbirine aykırı şeyler midir? İlk dört büyük halife, aynı zamanda birer reisicumhur değiller miydi? Dinî bir makam olan Hilâfetle beraber, aynı anda ve aynı günde (3 Mart 1924) dinî tedrisatın kalbi olan medreseler niçin kapatıldı? Bu girişim, acaba devlet eliyle dine muhalefet yapıldığı fikrini doğurmaz mı?
32) Tevhid–i Tedrisat Kànunu metnine göre, fen ilimleri yanında dinî ilimlerin de okutulması gerekmiyor muydu? O halde, niçin tek taraflı bir eğitim politikası uygulandı da, din ve mâneviyat eğitimi tamamen terk edildi? Anayasa'dan "Bu devletin dini, din–i İslâmdır" ibaresi niçin çıkarıldı? Dolayısıyla, bu vatan ahalisini "Dinsiz bir millet" haline getirme niyet ve arzusunu, kim ne maksatla hayata geçirmeye çalıştı?
33) Saltanatın ardından Hilâfetin de kaldırılması cihetine gidilirken, Osmanlı Hanedanına mensup bütün fertlerin sınır dışı edilmesinin insanî, vicdanî sebepleri nasıl izah edilebilir? 620 sene müddetle bu millete hizmet eden bir hanedanın kadın, ihtiyar ve kundaktaki bebeklere varıncaya kadar, bütün efradına düşman muamelesi yapılmasının ve bilhassa onları gurbet elde sefâlet ve perişaniyet içinde bırakmanın mantığı neydi? Acaba hangi milletin torunları ecdatlarına karşı böylesi bir vefasızlıkta bulunmuş? İnsanlık, böylesi bir muameleyi kabul ediyor mu?
34) Mübadiller meselesi, niçin bilinmiyor? Lozan Antlaşmasına eklenen bir madde ile, becayiş yapılması, yani Türkiye'deki Rumların (yaklaşık 1,5 milyon kişi) Yunanistan'a ve oradaki Müslüman Türklerin (tahminen 400 bin kişi) Anadolu'ya getirilip yerleştirilmesi esnasında yaşananlar, niçin yakın tarih kitaplarında yer almıyor? Türkiye'ye getirtilenler, sadece Müslüman Türklerden mi ibarettir? Aralarındaki Yahudi dönmelerin (Sabetaistlerin) sayısı ne kadardır? Türkiye'ye getirtilenlere eşit muamele mi yapıldı, yoksa farklı bir durum mu söz konusu?
35) Cumhuriyet'in ilân edilmesiyle birlikte, niçin bir "rejim düşmanı" cephesi tevehhüm edildi? Cumhuriyet'i istemeyen, yahut bu rejime düşmanlık eden, bunu yıkmaya çalışan kişi ve kuruluşlar mı vardı? Acaba 1923'te yurdun hangi yerinde bir isyan, bir ayaklanma hadisesi vuku buldu? Madem isyan çıkmadı, o halde "hayalî düşman" vehmi nereden çıktı da, dindarlar türlü bahanelerle kıyıma uğratıldı?
Tarihin yorumu 3 Aralık 1933
İnkılâp Tarihi, mecburî ders oldu
Millî Eğitim Bakanlığı tarafından, "İnkılâp Tarihi" dersi, lisenin her sınıfı için mecburî hâle getirildi. Aynı ders, aynı yıl (1933) içinde üniversitelerde de mecburî ders olarak okutulmaya başlandı. Bu konudaki gelişmelerin seyir defteri şu şekilde tanzim edildi: * 1925'ten itibaren, bazı okullarda ( Ankara Hukuk Mektebi gibi) “İhtilâller Tarihi” dersi okutuluyordu. * 3 Aralık 1933'te, verilmesi mecburi kılınan bu dersin adı "İnkılâp Tarihi" oldu. * Aynı yıl, İstanbul Üniversitesi bünyesinde İnkılâp Tarihi Enstitüsü kuruldu. * 15 Nisan 1942’de, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne bağlı olarak “Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü” kuruldu. * 27 Mayıs Darbesinden (1960) sonra, bu dersin “Türk İnkılâp Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti Rejimi” adıyla bütün fakülte ve yüksek okullarda okutulmasına karar verildi. * 20 Mart 1968’de dersin adı “Türk Devrim Tarihi” olarak değiştirildi. * 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise, bu ders tekrar “Türk İnkılâp Tarihi” adını aldı. * Hemen ardından (6 Kasım 1981), bu derse “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” ismi verildi ve yine zorunlu ders olma mecburiyeti konuldu. Bu dersin maksadı, YÖK tarafından 4 ana başlık halinde şu şekilde özetlendi: 1) Türk bağımsızlık savaşı, Atatürk inkılâpları ve Atatürkçü düşünce sistemi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi hakkında doğru bilgiler vermek, 2) Türkiye ve Atatürk inkılâpları, ilkeleri ve Atatürkçü düşünceye yönelik tehditler hakkında doğru bilgiler vermek. 3) Türk gençliğini ülkesi, milleti ve devleti ile bölünmez bir bütünlük içinde Atatürk inkılâpları, ilkeleri ve Atatürkçü düşünce doğrultusunda ulusal hedefler etrafında birleştirmek, 4) Türk gençliğini Atatürkçü düşünce doğrultusunda yetiştirmek ve güçlendirmek. Her halinden, ideolojik bir maksatla hazırlandığı anlaşılan ve okullarda mecburiyetle okutturulan resmî tarihin, gerçekte neresinin doğru ve neresinin yanlış olduğu, ne yazık ki nesiller tarafından hakkıyla bilinmiyor, bilinemiyor. 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Âfakî şeyler |
İşin özünü bazen kaybederiz. Kamuoyunda birçok konunun âfâkî olduğuna şahit oluruz. Siyasî hayattan alınız birçok sosyal konulara varıncaya kadar havanda su döğülüyor. Her şey günlük hayattan ibaret değildir. Boşanmalar gittikçe artıyor. Günde 350 çift birbirinden ayrılıyor. Nişanlılık dönemi evlilik zannediliyor. Sınırsız ilişkiler, kurulacak aileye zarar veriyor. Görücü usûlü, nerede ise kalkıyor. Gençler hayat arkadaşını farklı yollarla seçiyor. İlk etapta fizikî durum nazara alınıyor. Güzelliği, tahsili veya çevresi… Denklik bu açıdan önemli. Tencerenin kapağı tencereye uygun olmalıdır. Üzülüyoruz. Bir aile yıkılıyor. Buna eşler nasıl tahammül ediyor? Bıçak kemiğe dayanıyor demek ki. Çocuklar ağlıyor, bütün aile sendrom geçiriyor. Sosyal bir yaradır bu. Âfâkî konular kamuoyunu süslerken, sessiz ve sedasız fırtınalar yaşanıyor. Halbuki aile yuvası, dünyanın bir cennetidir. Aile reisi hırçınlaşıyor, evin hanımı ahkâm kesiyor. Çocuklar kontroldan çıkmış. Harcamalar çığrından çıkmış. Böyle bir atmosferde aile hayatı cehennemden bir numuneyi yaşar. Oysa bunun dışında, güzel ve imrenecek mutluluğu yaşayan aileler vardır. Afakî konulardan ziyade aileyi sağlam tutmanın yollarını bulmalıyız. Bunu temel çaresi şudur: Sevgi ve muhabbet. Baba ne kadar haksız olursa olsun, evlât onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Evlât da ne kadar serkeş olsa, baba fıtrî şefkatini ondan esirgememeli. Dinimizde ölçü budur. Dağları eriten, demiri bal mumu gibi yapan unsur muhabbettir. İşler hep böyle gitmez. Bazen baba aileyi alt üst eder. Bazen de evlâtlar ailenin hayatını zehir eder. Sosyal hayatın temeli ailedir. Bunun temelleri sağlam olmalıdır. Bütün aileyi sür'atle cehenneme götüren hayat seyri, hem dünyanın, hem de ahiretin mahvına sebeptir. Fakat, ah şu âfakî şeyler… 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Allah’ın emri mi, Cennet arzusu mu? - 2 |
Ahmet Kaya: “İbadetlerimizi yaparken Allah’ın emri diyerek mi yapalım yoksa, cennete gitmek gibi bir amaç ile mi yapalım?”
Bedîüzzaman Hazretleri ibâdetin, gelecek mükâfâtların bir ön adımı değil; geçmiş nimetlerin bir neticesi olduğunu bildiriyor. Öyle ki, Bedîüzzaman’a göre, biz ücretimizi önceden almışız. Öyleyse bu gün, bundan önce aldığımız ücreti hak etmek için, hizmetle ve ibâdetle mükellefiz. Bundan önce aldığımız ücretleri Bedîüzzaman şöyle sıralar: 1- Mutlak şer olan yokluktan, mutlak hayır olan varlık alanına çıkışımız başlı başına bir peşin ücrettir. 2- Bize iştihalı bir mîde veren Cenâb-ı Hakk’ın, Rezzâk ismiyle dünyayı bir nimet sofrası biçiminde donatması ve bütün nimetleri önümüze dizmesi ikinci bir büyük peşin ücrettir. 3- Sonra Cenâb-ı Hakkın, bize gâyet duygulu ve duyarlı bir hayat vermiş olması ve hayat midesinin göz, kulak, dil, burun ve akıl gibi duygu ellerinin önüne de dünya kadar geniş bir istifade sahası açması bir başka büyük peşin ücrettir. 4- Sonra Cenâb-ı Hakk’ın, mânevî bir çok rızık ve nimet isteyen insanlığı bize vermesi ve insanlığın önüne de varlıkların dış ve iç yüzlerini anlamaya kâbiliyetli aklın eli yetişecek derecede, görünen görünmeyen bütün âlemleri kapsayacak kadar geniş bir nimet ve istifade sahası açması bir başka yüksek peşin ücrettir. 5- Sonra Cenâb-ı Hakkın, hadsiz nimetleri isteyip, hadsiz rahmet meyveleriyle beslenen ve “insaniyet-i kübrâ” olan İslâmiyet’i ve îmânı bize vermesi ve bizi Müslüman kılması, böylece dünya ve âhiret dâiresi ile birlikte Allah’ın isimlerini ve mukaddes sıfatlarını da içine alan geniş bir nimet, saadet ve lezzet sofrası bize açmış olması bir diğer yüksek peşin ücrettir. 6- Sonra Cenâb-ı Hakk’ın, îmânın bir nûru olan muhabbeti bize vererek, kalbimizin önüne sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet sahası açmış olması bir başka yüksek peşin ücrettir. Demek Cenâb-ı Hak; 1- Bize hayatı vermekle, cansız bir zerre iken, bizi, duyu organlarıyla donatılmış kapsamlı bir canlılığa, 2- Bize insanlığı vermekle şuurlu bir canlılığa, 3- İslâmiyet’i vermekle ulvî ve nûrânî bir şuura, 4- Allah’ı bilmeyi ve sevmeyi nasip etmekle de çok geniş ve her şeyi kuşatan bir nûra bizi çıkarmıştır. Bütün bu nimetler, peşin ve yüksek birer ücret olarak önümüzde durmaktadır. Öyle ise, biz ücretimizi almışız! Bu değeri yüksek ücretlere karşılık, yalnız “ibâdet” gibi lezzetli, onurlu, nîmetli, rahatlı ve gâyet hafif bir hizmetle mükellef tutulmuşuz! Buna da tembellik göstermemiz akıl kârı değildir. Biz bu niyetlerle, Allah’ın tevfik ve hidâyetiyle, inâyet ve yardımıyla, sırf Allah rızâsı için, sırf Allah’ın emrine itaat etmek niyetiyle ibâdetimizi yaparız. Ebedî âhiret yurdunda ise Cenâb-ı Hakk’ın Cennetini, rahmetini ve mağfiretini ibâdetimizin karşılığı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın fazlından, lütfundan ve merhametinden bekleriz ve umarız. Dünyada ibâdet yapmamız ne kadar kulluğumuzun bir gereği ise, âhirette–ibâdetimizin karşılığı olarak olmasa da—Cenâb-ı Hakk’ın fazlından ve rahmetinden merhamet ummamız ve Cenneti vermesini beklememiz de bir o kadar kulluğumuzun gereğidir. Kula istemek, O’na vermek yakışır! 03.12.2009 E-Posta: [email protected] |