Faruk ÇAKIR |
|
Korkutan uçurum kapanmalı |
Cine5 televizyon kanalında “Veresiye Defteri” adlı yardımlaşma programı yapan sanatçı Ahmet Yenilmez, toplumu kemiren çok önemli bir derde dikkat çekmiş. Cansuyu Derneği’nin yayın organı olan “Cansuyu” dergisinin (Kasım 2009) sorularını cevaplandıran Yenilmez, program sebebiyle şahit olduğu fukaralığı değerlendirirken şöyle demiş: “Ben açıkçası (fakir ile zengin arasında) bu kadar uçurum olduğunu düşünmüyordum. Giderek bu pergel açılmış. Dip ve üst var. Zengin daha zengin, fakir inanılmaz fakir. İşin kötü tarafı, özellikle kentsel dönüşüm projesi bünyesi içerisinde gecekonduları falan yıkıyoruz. Eskiden o gecekonduların içinde yaşayan insanlar, ekmeği, soğanı bittiğinde çalacak kapı buluyordu. Şimdi, onu da bulamıyorlar. Çok acı bir facia var ortada.” Az çok hepimizin şahit olduğu fakirlik halleri var. Bazen öyle hallere şahit oluyoruz ki, anlamakta, kavramakta zorluk çekiyoruz. En üzücü olanı da, gerçek fakirlerin derdini anlatacak kimse bulamaması. Bazıları da yardım etmek istedikleri halde gerçek muhtaçları bulamamaktan yana şikâyetçi. Ahlâk bozulduğu için kimin gerçekten muhtaç, kimin muhtaç olmadığını anlamak da zorlaştı. Daha önce de bahsetmiş olabiliriz. Bir defasında çok fakir olduğuna şahit olduğumuz bir komşumuzun durumunu, iktidar partisine mensup belediyenin ‘gönüllü ekibi’ne beldirmiştik. Gelen cevap, “(Partimizin) hangi ilçe başkanlığına ‘üye’ olarak kayıtlıdır, belgesini getirsin” şeklinde olmuştu. Bu cevaba, cevap vermeye bile değmezdi ve cevap vermemiştik... Usta oyuncu Yenilmez, şunu da söylemiş: “Bu ülkede yaşıyorsan, Mevlânâ’yı bileceksin. Alevî’yi, Sünnî’yi bileceksin. Siirt’teki ateşe tapanları bileceksin. Köy düğününü, salon düğününü bileceksin. Başka bir şey yok. Bu ülkenin her şeyini bileceksin.” Yenilmez’in bir de ‘yakın tarih’ hatırası var: “Rahmetli dedem, Ahmet Yenilmez. İlk köy enstitüsü mezunlarındandır. İlk tayini yapıldığında, o köyde cami de yokmuş. Altına okul, üstüne cami yaptırdığı için devletten aldığı ilk ödül İsmet İnönü’den kınama olmuştur.” Kurban Bayramı arefesindeyiz. Her yıl olduğu gibi yine kurban derisi kavgası yaşanacak mı? Yenilmez, kurban derisine müdahale edilmesine de itiraz ediyor: “İnşallah bu kurban bayramında böyle şeyler yaşanmaz. Benim ibadetimi ilgilendiren ve tasarrufumu içeren bir şeyin nereye bağışlanacağını ben tayin ederim.” Şunlar da en azından bazılarımıza yabancı gelmeyecektir: “Ben birçok sebzeyi fakülte yıllarında tanıdım. Muzu ortaokulda tanıdım. (...) Hiç para ile satın alınmış bir oyuncağım olmadı. Çivi bile yoktu. Biryerden çiviyi sökeceğim, doğrultacağım, sonra onu oyuncağa çakacağım da oyuncak yapacağım. Nerde öyle gidip parayla oyuncak almak?” Babalarımız daha fakirdi. Biz zengin olduk, ama fakirleri unutan bir zenginlik neye yarar? Bayramı, yardımlaşma için fırsat bilelim. Fakirin hakkı, bizim de onlara borcumuz olan zekâtlarımızı eksiksiz verelim! Ki, ‘korkutan uçurum’ yavaş yavaş kapansın. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
İngilizler tartışıyor: Irak’ı işgalde haklı mıydık? |
İngilizler, işgalden neredeyse yedi yıl geçtikten sonra Irak işgalinin hukuka uygun olup olmadığını, Blair’in parlamentoyu ve milleti yanıltıp yanıltmadığını tartışıyorlar. Dün başlayan çalışmaları esnasında, Sör John Chilcot başkanlığındaki parlamenterler heyeti; İngiltere’nin bu savaşa nasıl itildiğini anlamaya ve açıklığa kavuşturmaya çalışacaklar. Ancak Kuzey İrlanda’da İngiliz ordusuyla yakın çalışan bir bürokrat olan Chillot’un komisyon başkanlığına seçilmesi ve daha ilk açıklamalarında hedeflerinin Irak’ın işgalinin hukuka uygun olup olmadığını belirlemek olmadığını söylemesi, komisyonun somut sonuçlar elde etmeyeceği kanaatini uyandırdı İngiliz kamuoyunda. Zamanın başbakanı Tony Blair’in 2002 yılında savaşın hedefinin rejim değişikliği değil, kitle imha silâhlarının yok edilmesini olduğunu iddia ederek, kamuoyunu yanılttığı ve böylelikle İngiltere’nin ABD öncülüğündeki işgale katılımına halkın ve parlamentonun karşı çıkmasını önlemeye çalıştığı anlaşılıyor. Asıl planı ise sınırlı sayıda üst düzey yetkili biliyordu. Şimdi savaşa katılan üst düzey subayların anlattıkları ise ilginç. Bir üst düzey komutan İngilizlerin savaşa son derece hazırlıksız olduğunu, o kadar ki, çöldeki bir savaş için bir konteyner dolusu kayak getirildiğini anlatıyor. İşgal sonrası dönemde yapılacak işlere ilişkin ise hiçbir hazırlık yapılmamıştı. Hatta birliklerin bir kısmı Irak’a komşu ülkelere yapılan sivil uçuşlar yoluyla gönderilmişti. Zaten Blair’in, çıraklığını yaptığı Bush’a Irak’ın işgaline katılma sözünü Temmuz 2002’de verdiği, dolaysıyla hazırlık yapacak bir zaman da kalmadığı anlaşılıyor. Hem de en yakın danışmanlarının ‘bu işgale katılma’ telkinlerine ve Başsavcı Lord Goldsmith’in “rejim değişikliği arzusu askeri harekat için yasal bir gerekçe oluşturamaz” görüşüne rağmen. Bush ve Blair Irak’ı işgal etmek için o kadar hevesliydi ki, işgalden iki ay önce yaptıkları bir görüşmeye ait tutanaktan, BM denetçilerinin kitle imha silâhları bulmalarından umudu kestikleri ve bunun yerine BM renklerine boyanmış savaş uçaklarını Irak hava sahasında uçurmayı, böylelikle Irak’ın uçağa ateş etmesini BM kararlarının ihlâli nedeniyle savaş sebebi saymayı bile planladıkları anlaşılıyor. Peki neden? Blair Irak’ın işgaline katılmak için neden bu kadar istekliydi? Zamanın ABD Başkanı George Bush’un Haziran 2003’te Filistinli liderlerle yaptığı ilk toplantıda, Irak’ı işgal etmesi ve Afganistan’a saldırmasını Tanrının kendisine emrettiğini söylemesine inanılmayacağı aşikâr. Asıl sebebin Amerika’nın Irak petrollerini kontrolü altına almak istemesi olduğunu bilmeyen kalmadı artık. Blair’i heyecanlandıran ve apar topar savaşa katılmaya iten de İngilizlerin özellikle Kerkük ve Musul petrollerine yirminci yüzyılın başından itibaren başlayan ve bizim Musul ve Kerkük’ü kaybetmemize yol açan ilgisi idi. Şimdi aynı ilgi Hazar petrolünü güneye indirmede en önemli güzergâh olan Afganistan’a gösteriliyor. Ancak liderlik ne Bush’a, ne de Blair’e kalmadı. Doymak bilmeyen hırslarıyla yol açtıkları savaşlarda ise yüz binlerce masum insan öldü ve ölmeye devam ediyor. İngilizler de Afganistan’da çocukları ölmeye devam ederken, oturmuş yedi yıl önceki işgalin haklı olup olmadığını, hükümetin kendilerini kandırıp kandırmadığını tartışıp duruyorlar. Büyük ihtimalle bu soruşturmanın sonunda da haklı olduğu kanaatine olacaklar. Nasıl olsa hiç kimse onlardan yaptıklarının hesabını soramıyor. Ama unutmasınlar ki masumun ahı onları mutlaka tutacak, kul hakkı ahirete kalmayacaktır. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Statüko ve AKP |
Erdoğan, dört-beş ayrı isim taktıkları, ama kamuoyunda daha çok “demokratik açılım” ve “Kürt açılımı” adlarıyla tartışılan, içeriği hâlâ belirsiz projeyle ilgili olarak muhalefetin sergilediği reddiyeci tavrı eleştirirken, “Statüko ile geldiğimiz yer burası ve bu şekilde daha fazla gidebilmemiz mümkün değil; eğer böyle yol alabileceğimize inanıyorsanız, buyurun, bunun nasıl olacağını söyleyin” diyerek, ilk bakışta “meydan okuma” gibi algılanan bir çıkış yapmıştı. Ama farklı bir tahlille, bu “çıkış”ın gerçekte bir “itiraf” olduğuna dair yorumlar da dillendirildi. Çaresizlik ve teslimiyet içeren bir itiraf... Çünkü AKP, statükoyu değiştirmek ve aşmak için eline geçen tarihî fırsatları kullanamadı; 3 Kasım 2002 ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde halkın verdiği büyük desteği değerlendiremedi. Çeyrek yüzyıldır Türkiye’yi sıkboğaz eden ve kendi iktidarının da elini kolunu bağlayan ihtilâl anayasasını devredışı bırakıp, yerine demokratik ve sivil bir anayasayı ikame etmeyi başaramadı. Kapatılmanın eşiğinden döndüğü dâvânın kararı açıklanırken, AYM Başkanı açıkça “Böyle dâvâların önümüze gelmesinden biz de rahatsızız, onun için anayasanın ilgili maddelerini değiştirin” dediği halde, onlara bile dokunamadı. 29 Mart yerel seçimi öncesi söz verdiği birkaç maddelik değişikliği dahi gündeme getiremedi. İşin enteresan tarafı, bu “grogi” pozisyonundaki AKP’nin Genel Başkanı bir taraftan demokratik açılımdan dem vurup statükodan şikâyet ederken, diğer taraftan anayasanın statükoya temel dayanak oluşturan “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler”ini tartışmayı “açık bir tahrik” olarak değerlendiriyor. Oysa, o “değişmez maddeler” geçen yıl AKP-MHP ittifakıyla Meclisten geçirilen “üniversitede türban serbestisi”nin Anayasa Mahkemesince iptalinde temel dayanak ve gerekçe olmuştu. Mahkemenin bu kararından çıkan sonucu değerlendiren Okan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Koçak, öğrencilerinin “Anayasanın değiştirilemez maddeleri kaçtır?” sorusuna eskiden “3 maddesi” diye cevap verirken, bu karardan sonra cevabını “177” şeklinde değiştirdiğini ifade ediyor. (Yeni Asya, 23.11.09) “Çünkü” diyor, “dokunduğunuz her madde anayasanın başlangıç bölümünde ve ikinci maddesinde belirtilen niteliklerle mutlaka ilintili...” Hal böyle olunca, “Değişmez hükümler tartışılmasın” der, tartışanları “açık tahrik yapmak”la suçlarsanız, ihtilâl anayasasının ve koruduğu statükonun savunucusu pozisyonuna düşersiniz. Bu durumda da statüko ile mücadele söylemleriniz inandırıcılığını kaybeder ve açılım adı altında gündeme getirdikleriniz boşlukta kalıverir. Peki, Erdoğan’ın, tartışılmasını açık tahrik saydığı hususları sıralarken, “değişmez hükümler”i, bayrağımızla başlayıp İstiklâl Marşımızla, sınırlarımızla ve bağımsızlığımızla devam eden bir silsile içine sokuşturmasını nasıl yorumlamalı? Bilhassa, son gelişmelerle fiilen adeta kaldırılma noktasına doğru giden Suriye ve sonra Irak gibi komşularımızla aramızdaki sun'î sınırlara veya özellikle küreselleşme sürecindeki bir dünyada tam bağımsızlığın ne derece mümkün olabileceğine dair öteden beri devam eden tartışmalar bir yana, bugün Türkiye’de “Vatan toprakları küçülsün, bir başka ülkenin peyki haline gelelim” gibi bir talep mi var ki, böyle konuşuyor? Ya da bayrak ve—bestesinin uygunluğuna yönelik eleştirileri saymazsak—millî marş mı tartışma konusu yapılıyor? Kaldı ki, milletin sahiplendiği değerler tartışmaya açılsa ne olur? Tartışılıyor diye millet onlardan vaz mı geçer? Bundan mı korkuluyor? Bu, halka güvensizlik değil mi? “Değişmez maddeler”i bunların arasına sıkıştırmanın ise hiçbir tutarlı mantığı yok. Dahası, bunları savunan, gerçekte, bu maddelerde bol bol geçen Atatürk milliyetçiliği ile ilke ve inkılâplarının gönüllü avukatlığına soyunmuş olur. O zaman da statükodan şikâyete hakkı olmaz. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Dicle Kent bir başka güzeldi |
Elimdeki bilete göre uçağın en sonundaki koltuk görünüyordu. Niyet halis olunca, mutlaka orada anlatmak arzu ettiğim hakikatlere muhtaç insanlar olmalı diye düşünerek ilerledim. Orada birbirine benzeyen iki genç oturuyordu. Hayırlı yolculuklar diledim. Teşekkür ettiler. Ercan ve Ekrem kardeşler biraz düşünceli, hattâ sıkıntılı görünüyorlardı. Meğer, babalarının ağır hasta olduğu haberiyle memleketlerine gidiyorlarmış. Bir saat boyunca hastalık, ölüm, âhiret ve ibâdet üzerine sohbet ettik. Ayrılmadan önce okuduğum Yeni Asya gazetemi hediye ettim. Çalıştıkları Alanya ilçesinde bulunan kardeşlerin telefonlarını vererek onlarla görüşmelerini söyledim. Tekrar buluşmak dileğiyle vedalaştık. Sonradan öğrendiğime göre babaları vefat etmiş. Hava alanında, bizi derse dâvet eden Ahmet Bozkurt, Mustafa Ergün, Hasan ve Celâl Beylerle buluştuk. Hasan kardeşin evinde bir müddet kaldıktan sonra, akşam dersine kadar Dicle Kent semtini dolaşmaya başladık. Arkadaşlar etraf hakkında bilgi veriyorlardı. Burası yeni ve modern bir yerleşim merkeziydi. Lüks villaların da bulunduğu bu semtte her taraf yüksek ve kaliteli apartmanlarla doluydu. Dicle Kentte, adını hiçbir yerde duymadığım camiler de yapılmış. Bir kısmının inşaatı hâlen devam ediyordu. Mustafa Uzun adındaki hamiyetli bir Nur Talebesi hayatını bu işe vakfetmiş. Belediyeye âit nerede bir ibâdethane arsası varsa, bilgisayar kurslarından aldığı mimarî proje tecrübesiyle caminin plânını çiziyor, kendi maddî imkânlarıyla başlatıyor, onun inşaatı devam ederken bir diğerini hayata geçiriyor. Kendisini yürekten tebrik ediyoruz. İlk ziyaret ettiğimiz yer, Dicle Kent Camii’ydi. Kubbeli ve çift minareli mükemmel bir cami. İkincisi, Cebel-i Nur Camii. Üç katlı, üç veya dört bin kişi kapasiteli muhteşem bir camiydi. Yol üstünde giderken gördüğümüz Gavs-ı Geylâni Camii. Diğeri, Bediüzzaman Camii. İmamlığını yapan Abdurrahman Hoca, cami hakkında bir hayli bilgi verdi. Öbür taraftaki, Hz. Mehdi Camii. Böyle cami isimlerini sadece orada görüyordum. İnşaatları devam ediyordu. İkisi de muazzam camilerdi. Hepsinde Mustafa Uzun Ağabeyin teşebbüsü vardı. Aynı akşam, Dicle Kent hizmet merkezindeyiz. Geniş bahçeli ve iki katlı muhteşem bir villa. Geniş salon tamamen dolmuş, cemaat koridor ve mutfak tarafına kadar taşmıştı. Yetmiş civarındaki gönül dostları anlatılan hakikatleri can kulağıyla dinliyorlardı. Üç saate yaklaşan ve muhabbet atmosferinde gerçekleşen sohbet, Risâle-i Nur mesleğinin daha iyi anlaşılmasına ve Sahabe mesleğinin bu zamandaki bir yansımasının idrâk edilmesine vesile olmuştu. Cemaatın büyük çoğunluğu yeni ve bir iki senelik hizmetin mahsulüydü. Zihinler taze ve hizmet heyecanı ile doluydu. Yaklaşık bir milyon nüfuslu Diyarbakır ilinin yarısının yaşadığı Dicle Kent semtinin istikbal vaat ettiğini gördüm. Cumartesi günü öğleden önce altmış kadar talebeye ahlâk, ibâdet, risâle ve görgü kurallarını, belli bir program dahilinde anlatan Ahmet ve Metin kardeşlerin çalışmalarını izledik. Sonra, onları tebrik ve teşvik eden konuşmalar yaptık. Liseli gençlerle yaptıkları çalışmaları da anlattılar. Tek kelimeyle öğrenci hizmetleri hârikaydı. On kadar öğretmen her türlü fedâkârlığı yaparak gençliği geleceğe hazırlıyorlardı. Birkaç hizmet merkezinden biri de hanımlara âitti. Elli altmış hanım kardeşimizin takip ettiği Nur dersleri yanında, bir o kadar da kız öğrencilere hizmet veriliyor olması, benim şevkime şevk katmıştı. Dicle Kentteki dâvâ adamları, şimdi bir arsa üzerine müstakil bir hizmet binası inşâ etmenin meşveretlerini yapıyorlar. Dicle Kent semti Nur Talebelerinde yetmişli yılların şevkini ve hizmet heyecanını kokladım. Cemaatın şahs-ı mânevîsiyle birebir örtüşen hizmet anlayışları ile birlikte, ihlâs, sadâkat, tesanüd, uhuvvet, fedâkârlık, karşılıklı sevgi saygı ve muhabbet sıfatlarıyla bezenmiş bu hizmet kahramanlarını içtenlikle tebrik ediyor ve her tarafa hüsn-ü misâl olmalarını temenni ediyoruz. Cumartesi günü, Diyarbakır surlarını, Ulu Cami’yi, yirmi yedi sahabenin medfun bulunduğu Hazret-i Süleyman Camiini ziyaret edip Fatihalar okuduk. Aynı akşam, hizmet merkezinde üç saati aşan sorulu cevaplı bir müzakere zemininde hizmetlerimizi konuştuk. Gayet verimli olmuştu. Pazar günü, on üç uçağıyla Ankara’ya dönerken sağımda askerlikten yeni terhis olmuş bir genç, solumda yetmiş yaşlarında bir adam vardı. Her ikisiyle sohbet ederek geldik. Esenboğa hava alanına indiğimizde genç arkadaşa Üstadın Münâcât Risâlesini hediye ettim. Zonguldaklı hemşehrim olan Volkan adındaki genç çok memnun olmuş ve namaza başlayacağına söz vermişti. Allah yolunda hizmet etmek çok güzel bir şeydi. Cenâb-ı Hak’tan en büyük dileğimiz de, son nefesimize kadar hepimizi bu minval üzere istihdam etmesiydi. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Kurban da şeâr-i İslâmiyedendir |
Senede iki defa yaşadığımız dinî bayramlardan ikincisi Kurban Bayramıdır. Kurban bayramında en çok dikkatimizi çeken konuların başında kurban kesmek, tekbir getirmek ve hacca gitmek gelmektedir. Bunlar biz Müslümanlara heyecan ve şevk vermektedir. Hepsi İslâm’ın şiarlarından (sembol, alâmet) kabul edilir. Her birinin ayrı bir makamı olmakla birlikte topluca düşünüldüğünde de yeri çok önemlidir. Kurban Bayramının yaklaştığı şu günler bizlere bu ibadetlerin heyecan ve zevkini vermektedir. Gündemler bunlar etrafında dönmektedir. Ulvî duygular ise had safhaya çıkmaktadır. “Kurban pazarları” görülmeye değer. Oradaki coşku bir başka! Kurban kesilecek hayvanların cinsleri belli: Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Bunlara genel adıyla söylemek gerekirse, ehlî hayvanlar deriz. Meselâ, ceylan, tavşan gibi hayvanlardan (etleri helâl olsa da) kurban olmuyor. Çünkü onlar yabanî hayvanlar. Sadece ehlî (evcil) hayvanlardan kurban kesilmesinin hikmetlerini hiç düşündünüz mü? Ehlî hayvanlar insanların günlük hayatlarında önemli bir yere sahiptir. Onların etinden, sütünden, derisinden hatta gübresinden faydalanırız. Bunlar doğumundan itibaren hayatımızın bir parçası olur. İnsanlar sevgilerini bunlara da verir. Sevimli birer hayvandan çok, sevimli birer dost olurlar. Onlar bizim sesimize, bakışımıza bile alışırlar. Öyle olur ki, zamanla munis, itaatkâr bir arkadaş vaziyetini alırlar. Adeta bizden kopmaz bir parça olurlar. Onlardan birini veya birkaçını kurbanlık olarak ayırırız. Daha bir itina ile bakarız. Bayrama doğru onu süsleriz, başına kınalar yakarız. Kurban Bayramı sabahı ipini elimize alıp kesilecek yere doğru götürürüz. O hiç anlamaz ve itiraz da etmez. Belki koşarak arkamıza gelir. Gözlerini, sonra ayaklarını bağlarız. Onda Hz. İsmail’in (as), Hz. İbrahim’e (asm) teslim oluşu gibi bir teslimiyet vardır. Yönünü kıbleye çevirip hep bir ağızdan tekbirler getiririz: “Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilâhe illahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillahilhamd!” Boğazına bıçağı süreriz. Kanları akar… Akar… Akar… O artık Allah için kurban olmuştur. Daha sonra şükran makamında iki rekât şükür namazını kılarız: “Ya Rabbi! Âlemlerin Rabbine hamd olsun! Sen Rahman’sın, Sen Rahim’sin. Sen din gününün sahibisin! Ey Rabbimiz! Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Sana şükürler olsun ki, bana böyle bir ibadeti yerine getirmeyi nasip ettin…” İşte böyle senli-benli olduğumuz bu hayvanları Allah için kurban kesmek ne kadar mânâlı gelir insanlara. Bu anlattığım daha çok köylerde yaşanır. Şehir hayatında bunları anlamak veya anlatmak zordur. Satın aldığımız kurbanları bekleteceğimiz bir yerimiz bile yoktur. Böyle olunca da onlarla dostluklar kuramayız. Belki elimizi bile bir kere dokunamadan kurban olur, giderler. Kurban kelime olarak yaklaşmayı veya yakınlaşmayı ifade eder. Uzaklaşmanın zıddıdır. Kurban ilmihal kitaplarımızda, Allah’ın rahmetine yaklaşmak için, ibadet niyetiyle kurban edilme şartlarına uygun bir hayvanı kesmek olarak açıklanmaktadır. O, Cenâb-ı Hakk’ın ikram ettiği nimetlere karşı bir şükür ifadesidir. Kurban, İslâmiyetin şeâirinden (sembol, alâmet) kabul edilir.1 Müslüman olmayanlar bile, Kurban bayramında kesilen hayvanların bir ibadet niyetiyle kesildiğini bilirler. Pek çok yerde kurban kesildiğini gören insanlar oralarda manevî havaların estiğini görürler. Günümüzde bildiğimiz gibi her gün, belki her an milyonlarca hayvan kesiliyor. Bunların etlerini kimler yiyor? Tabiî ki, varlıklı, zengin aileler. Fakirler ise aylarca et yüzü görmüyor. Peki, onlar ne zaman et yüzü görecekler? İşte kurban, belki aylardır et yüzü görmeyen fakirlerin yüzlerinin güldüğü böylesine önemli bir ibadettir. Bu yönüyle kurbanı sosyal bir ibadet kabul edebiliriz. Kurbanın, kesene bakan hikmetli bir yönü daha vardır: Yıl boyunca manevî günahlarla kirlenen Müslüman, kurban kesmekle o kirlerden temizlenir. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “İnsanoğlu, Allah’a karşı Kurban gününde kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmamıştır. Hiç şüphesiz ki, o kurban kıyamet gününde boynuzlu, tırnaklı ve postlu olarak gelir. Kurbanın kanı daha yere düşmeden Allah onu kabul eder. Öyle ise artık gönlünüzü ferah tutun.” Kurban sırf Allah rızası için kesilir. Bizlere verilen nimetlere bir şükran duygusunun ifadesidir. Elbette kesilen kurbanın eti, kanı değil; kesim sırasındaki ihlâs Müslümanları Allah’a ulaştıracaktır. Bununla ilgili Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!”2 Bu konuda bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır: “Kim ki gönül hoşluğuyla ve kestiği kurbanın sevabını Allah’tan umarak kurban keserse bu onun için Cehennem ateşine karşı perde olur.” Allah’a yaklaştıran kurbanın önemli bir hikmeti de, geçilmesi çok zor olan Sırat Köprüsünde burak gibi bir binek vazifesi görmesidir. Bu konuyla ilgili Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin tavsiyesi de şöyledir: “Kurbanlıklarınızı iyisinden seçiniz. Çünkü onlar sıratta sizin bineklerinizdir.”3 Bediüzzaman Hazretleri de buna işaretle şöyle demektedir: “Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nev'î ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar.” 4 Kurban Bayramında tekbir getirmek bütün Müslümanların tek sloganı hükmüne geçmektedir. Arefe Günü sabah namazıyla başlayan teşrik tekbirleri bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın arkasından 23 vakit tekrarlanmaktadır. Bakın dünya bu günlerde bir zikirhâne oldu. Artık her yerde tekbirler yankılanıyor: “Allahu Ekber, Allahu Ekber…”
NOT: Kurban Bayramınızı tebrik eder, milletimiz, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar: 1- Bkz. Hac Sûresi, 36. 2- Hac Sûresi, 37. 3- Câmiü’s-Sağîr, c. 1, s. 285. 4- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 186. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yakın tarih yeniden yazılsın (1) |
Yakın tarihimiz, resmî dilde resmen "yalan tarih"e döndürülmüş. Son yüz yılın olaylarından söz eden ders kitaplarında, neredeyse "doğru söyleyen tarih"ten eser yok. Bu gerçeği, hür vicdanlı cesur tarihçilerin, araştırmacıların çoğu görmüş ve gördüğünü de idrak sahiplerine bir şekilde yansıtmıştır. "Yalan Söyleyen Tarih Utansın" diyen merhum Mustafa Müftüoğlu ve "Lozan'ın İçyüzü"nü aydınlatmaya çalışan Kadir Mısıroğlu, birer cesur yürektir. Allah, sayılarını çoğaltsın. Resmî tarih, sadece yalan–yanlış şeylerden de ibaret değil. İçinde ayrıca isnat var, iftira var, kasdî çarpıtmalar var, plânlı örtbaslar var. Kezâ, dayanılmaz zulüm ve baskıları gizleme, insanlık dışı uygulamalara kılıf uydurma gayretkeşliği var. Yerine göre habbeyi kubbe, kubbeyi ise habbe gösterme sihirbazlığı var. Var oğlu var... Bunu ise, insanlık reddediyor. Akıl, vicdan, mantık, ruh reddediyor. Gerçeği görüp "Böyle gelmiş, böyle gider" diyemezsiniz. "Nemelâzım" diyemezsiniz. Kendimizi kandırsak da, gelecek nesli kandıramayız. İnsanları kandırsak da, Allah'ı kandıramayız. Yalanlarla, kandırmalarla, yanıltmalarla ülkemize, milletimize hayırlı hiçbir hizmet yapamayız; sadece kötülük yapmış oluruz. Ne yazık ki, bu kötülüğü bir asırdır yapanlar olduğu gibi, günümüzde de yapmaya berdevam olanlar var. İlköğretimden üniversite seviyesine varıncaya kadar, eğitim–öğretimin hemen her kademesinde "yalan söyleyen tarih" dersleri verilmeye devam ediliyor. Birçok yerden haber alıyoruz ki, bazı işgüzâr öğretmenler, yalan ve yanlış bilgileri aktarmakla da yetinmiyor, ayrıca evlâtlarımızın zihinlerini iftira ile bulandırma, kalplerine zalimlerin muhabbetini yerleştirme, cerbeze ve kasdî çarpıtma manevralarıyla gerçek ve sahte kahramanların yerini değiştirme vazifesini üstlenmişcesine öğrencilere zehir–zemberek dersler veriyor. Şimdi, daha emin ve daha kararlı şekilde diyebiliriz ki, bu durum böyle sürüp gitmeyecek. Genel hava büyük ölçüde değişti, daha da değişecek. İbre değişti, daha da değişecek. Esasında, bu açıdan da tarihin dönüm noktasına gelmiş bulunuyoruz. Bir asra yakındır, resmî cenahta "yalan rüzgârı" estiriliyordu. Şimdi, bu rüzgâr bile tersine esmek, yani hak ve hakikata kuvvet verecek istikamette esmek durumunda. Bunu gerekli, hatta zarurî kılan pekçok sebep var, gerekçe var. Velhâsıl, insanî/vicdanî gerekçeler gibi, konjonktürel şartlar ile bilumum sosyal ve siyasî gelişmeler de, tarihimizin, özellikle yakın tarihimizin yeniden yazılmasını iktiza ediyor, hatta zarurî kılıyor.
Doğru tarih yazılsın ki...
Şu an önümde bir "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" kitabı var. Muhtevası, tam da yukarıda anlatmaya çalıştığımız türden. Baştan sonra yalan–yanlış bilgiler, çarpıtma örnekleriyle dolu bölümler. İçinde neredeyse "doğru"dan eser yok. Bu kitap, diğer benzerleri gibi, binlerce öğrencisi bulunan bir üniversitemizde "ders kitabı" yerinde okutuluyor. Yakın tarih konusu, yani "Devrim Tarihi" dersi, esasında bütün üniversitelerin bütün fakültelerinde "mecburi ders"tir. Dolayısıyla, ilk ve orta öğretimde olduğu gibi, üniversiteye giden bütün evlâtlarımıza da aynı dersler veriliyor. Yani, aynı yalanlar mükerreren okunup okutuluyor. Hiç tereddütsüz, buna bir yerde dur demek lâzım. Aynı şekilde, evlâtlarımıza artık doğru tarihi ve bilhassa yakın tarihin doğrularını öğretmemiz lâzım. Zira, kimsenin, ama hiç kimsenin bizi ve evlâtlarımızı "yalan tarih"in hamalı gibi kullanmaya hakkı yoktur. Hakkı olmadığı gibi, haddi de olmamalı. Hiç olmazsa, bundan sonra... Evet, yakın tarihimiz yeniden yazılmalı; doğru şekilde ve olduğu gibi yazılmalı. Tâ ki... 1) 1876'da vefat eden Sultan Abdülaziz'in "ölüm sebebi" hakkındaki şüphe ve tereddütler tümüyle izâle olsun. Padişahın "intihar" mı ettiği, yoksa darbeciler tarafından "intihar süsü" verilerek mi katledildiği açıkça bilinsin, anlaşılsın. 2) 1876–1909 yılları arasında padişahlık yapan Sultan II. Abdülhamid'in uyguladığı "istibdat rejimi"nin hem gerçek sebepleri anlaşılsın, hem de haklılık–haksızlık derecesi bilinsin. Böylelikle, zihinlerde yer etmiş "Kızıl Sultan" ile "Ulu Hakan" ikilemi ortadan kalksın. 3) Jön Türklerin asıl maksadının ne olduğu, onları takiben gelen İttihat ve Terakki Cemiyetinin zamanla nasıl bir yapıya büründüğü, on yıl müddetle ülkeyi yeneten bu cemiyete mensup şahıs ve kadroların iç ve dış politikada takip ettiği usûl ve esasların doğruluk ve yanlışlık dereceleri hakkıyla bilinsin. 4) İttihat–Terakki iktidarını müteakkip yaşanan sarsıntılı, çalkantılı yılların, İstiklâl harbi döneminin analizleri doğru ve sağlıklı şekilde yapılsın. 1918–23 yılları arasında sahne alan meşurlar arasında, sahte olanlarla sahiden kahraman olanların yer değiştirip değiştirmediği hususu açıklık kazansın; zanlar, şüpheler, tereddütler bir bir izale edilsin. 5) İstanbul işgal altındayken, 19 Osmanlı subayının 1919 Mayısında Bandırma Vapuruyla Anadolu'ya (Samsun'a) gidiş gerekçesinin ne olduğu, onları kimin ne maksatla gönderdiği, bunda hem Sultan Vahdeddin'in, hem de İşgal Komiserliğinin ne gibi bir rolünün veya etkisinin bulunduğu hususu, artık 90 yıldır süren muğlaklıktan kurtulsun da bir zahmet vüzûha kavuşturulsun. 6) Ordu müfettişi M. Kemal ile birlikte "Amasya Tamimi"ni hazırlayan, altına söz ve yazıyla imza atan ordu komutanlarının kim olduğu, bunların Kurtuluş Savaşında neler yaptığı, nasıl kahramanlıklar sergilediği ve bilâhare başlarına ne gibi şeyler geldiği, onlara (tamamına) hem askerî, hem de siyasî sahadan nasıl el çektirildiği, şüpheye, tereddüde yer kalmayacak şekilde açıklık kazansın. Evet, 80 maddeyi aşan "Yakın tarihimiz yeniden yazılsın" dizisi, özetler halinde devam edecek. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İman, hayatın bütün safhalarına nüfûz eder |
İman gücü sanıldığı gibi, yalnızca kerâmet/olağanüstü hâl göstermede veya ibadetleri îfâ hususunda kendisini göstermez. O, öyle bir enerji, iksir veya güç kaynağıdır ki, hayatın bütün safhalarında, bütün olaylar karşısında tezâhürünü gösterir. Evvelâ, olumlu duyguların yükseltilmesinde gücünü icrâ eder. İkinci olarak, olumsuz duyguları dizginler. Muhteşem bir güç kaynağı olan tahkîkî iman, ruhumuza/duygularımıza muhteşem bir enerji pompalar. Kabiliyetlerimizi inkişâf ettirir. Tıpkı elektrikli bir ev âletinin fişini prize takmak gibidir. Elektrik, bir taraftan ışık verirken, sobada ısıtır, buzdolabında soğutur, fırında pişirir, vantilatörde/pervanede serinletir, süpürgeyi çalıştırır vesâire... Binlerce değişik ve tam zıddı cihazlarda fonksiyonunu icrâ eder. İman, bir taraftan ibadet etme gücü aşılarken, aynı zamanda sevgimizin dalgaboylarını güçlendirir ve yaygınlaştırır. Adeta, kâinatı kaplayacak mahiyet kazandırır. Meselâ duâ eden bir kalp, anlar ki, sonsuz kudret ve zenginlik Sahibi onun kalbinden dahi geçenleri işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczini giderir, fakirliğine imdad eder. Son derece aciz ve fakir olan insan; imanın tezahürü olan duânın gücüyle, rahmet hazinesine ve tükenmez bir kuvvet kaynağına ulaşır. Bütün varlıkların duâlarını kendi duâsına katarak muhteşem bir güç elde eder.1 Diğer taraftan iman, olumsuz olaylar karşısında direncimizi arttırır, hastalıklar karşısında moralimizi yükseltir. Öte yandan stresi ve dolayısıyla bazı hastalıklara düşmemizi engeller. Bütün psikosomatik hastalıklarımızı tedavi eder. İman, duygu kontrolünü de temin ettiğinden, olumlu hasletlerimizle olağanüstü hâller gösterirken; olumsuzlarını mecrâlarına yönlendirme gücü verir. Nefsimizi kontrol etme mahareti kazandırır. Dolayısıyla günahlara, harama karşı direnç aşılar. Kalbimiz, bütün kâinatla ilgilidir. İmanın mahallî kalptir. İman, kâinattaki bütün gayb/metafizik âlem ve onların sakinleriyle de iletişimimizi sağlar. Böylece iman, şuurlu tefekkür, ibadet, zikir ile kâinat Hâlıkının ve İdarecisinin sonsuz gücüyle irtibata geçilir. Dolayısıyla iman, akıl, zekâ, kalp gibi his ve duyguları inkişaf ettiriyor, duyarlılıklarını arttırıyor. Meselâ, iman, niyetimize farklı bir boyut kazandırır. Tıbbın keşifleri arasındadır: Soğan soyarken oluşan gözyaşı ile duygusal gözyaşlarının protein yapıları farklıdır.2 Teslimiyet, rıza, olumlu niyet iman gücünden beslenirse; stresi ortadan kaldırır, hastalıklarımızı bile tedavi edebiliriz. İşte, iman gücüyle dökülen veya içimize akıtılan gözyaşlarının protein yapıları elbette olumlu ve güzel olacaktır. Buradan kıyasla hareket edersek; nasıl ki, kötü söz, tehdit, küfür, bizi endişeye, korkuya, heyecana vs. sevk ederse ve bedenimizde tahribât yaparsa; iman enerjisi yüklü güzel söz, müjde, sevgi, ümit verir, moralimizi yükseltir, enerji kaynağı olur. İflâs, işini veya çok yakınını kaybetme kimi zayıf karakterli insanları intihara sevk eder. İman gücü, intiharlara giden yolları kapatır. Alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların pençesinden kurtarır. Günahlara dalmaktan insanı korur.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 288. 2- Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 165. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kurbanlık alırken |
Manisa’dan Muzaffer Kılınç ve birçok ilden birçok okuyucumuz: “Kurbanlık alırken şimdilerde yeni bir alış veriş türü benimsenmeye başlandı: Hayvan kesildikten sonra işkembesi, bağırsağı, ayağı, derisi, kellesi hariç olacak şekilde, safi eti ve kemiği tartılarak fiyatı belirlenmek üzere kurbanlık alım ve satımı yaygınlaşmaya başladı. Böyle bir alış veriş usûlüyle kurban almak caiz midir? Yapılan akit sahih midir?”
Bir iyilik, kucaklaşma ve kaynaşma bayramının daha gölgesi üzerimize düşmeye başladı. Kurban bayramı gibi İslâm dinine mahsus bir merhameti paylaşma bayramı bir kez daha dünyaya cihanşümul mesaj vermek üzere yakında geçit resmi yapacak. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Kurban Bayramında koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde, 'Allahü ekber, Allahu ekber' kelime-i kudsiyesini semâvâttaki seyyarat arkadaşlarına işittirecek. Binlerce hacının Arafat’ta ve bayramda beraber ve birden Allahu ekber sadaları, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin dört yüz küsûr sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nev'î aks-i sadâsı hükmünde asrımızda, arzımızda ve gönlümüzde çınlayacak.1 Bu günlerde gönüller bunun için heyecanlı. Pazarlar bunun için canlı. Yanlış anlaşılmasın; bu bir et bayramı değildir. Bu bir kurban bayramıdır. Allah’a yakınlaşmanın sosyal muhteva kazandığı bir bayramdır. Bu bayramda fert Allah’a yakınlık kurduğu ibadeti, toplum fertleriyle paylaşıyor. Kurbanlık hayvan alırken dikkat edeceğimiz en önemli husus: Hayvanı belirlemek ve hayvanı kendimize vacip kılmaktır. Bu, hayvanı görmek, tercih etmek, üzerinde karar vermek ve kesin bir şekilde satın almakla olur. Telefonla, ya da yüz yüze de olsa hayvanı görüp belirlemeksizin, satıcıya “Hayvanlarından birisini bana ayır. Fiyatını sonra görüşürüz” demekle kurbanlık hayvan satın alınmış ve kendimize vacip kılınmış olmaz. Çünkü esasen böyle bir akit sahih olmaz. (Yalnız burada hemen belirtelim: Kurbanda vekâlet caizdir. Bir kimse bir başkasını kendi yerine kurbanını kesmek için bizzat veya telefon vasıtasıyla vekil tayin edebilir. “Benim yerime al, benim yerime kes” denildiğinde, vekil tayin edilen zât, kurbanı alır ve o kimse adına keser.) Hayvan pazarı veya satıcılar gezilir, hayvanlar görülür, fiyatları sorulur, danışabileceğimiz kimseler varsa danışılır, hayvanın kurbanlık şartlarını haiz olup olmadığı, kusur taşıyıp taşımadığı, yaşı, başı, boyu, endamı incelenir. Üzerinde karar kılınacaksa, fiyatı ile ilgili pazarlık teklif edilecekse edilir. Verilen teklife göre satıcının kabulü dikkate alınarak, belirlenen bir hayvan üzerinde karar verilir, el sıkışılır. Para peşin verilecekse verilir. Hayvan veresiye alınacaksa, parasının ne zaman ödeneceği konusunda satıcı ile kesin mutabakata varılır. Bu durumda pazarlığın kesin olduğunu belirlemek için kapora verilmesi şer’î bir davranış olur. Para kurbanda veya daha ileri bir günde verilecekse, -satıcı kabul ettikten sonra bu mümkündür- ona göre anlaşma yapılır. Bu anlaşmanın sözde kalmayıp kâğıt üzerine geçirilmesi ve yazılması Kur’ân’ın emridir. Bu dikkate alınır. Pazarlığı kesinleşen ve satın alınan hayvanın teslim alınması esastır. Satıcı kabul ettiği takdirde hayvan kurbana kadar satıcıda da bırakılabilir. Fakat satıcı buna zorlanmamalı, bu bir ön şart olarak koşulmamalı, ön şart koşulacaksa, satıcının kurbana kadar bakım ücreti almasının hakkı olduğu bilinmeli, eğer satıcı kendiliğinden –ya da örfte olduğu gibi fiyatın içinde olarak- bu hizmeti verirse, bunu tamamen rızasıyla yaptığı ama hayvan üzerindeki sorumluluğun satıcıda olmadığı bilinmelidir. Çünkü hayvan artık, kurban için vacip bir hayvan hükmünde, satın alan kişiye veya kişilere ait olmuştur. Uhrevî bir mahiyet taşıyan bu aidiyet, sırat köprüsünü, cenneti ve ebediyeti içine alan bir değer ihtiva ettiğinden kutsaldır. Hayvanın fiyatı götürü olarak veya canlı kilo usûlüyle ya da güvenilir başka bir usûl varsa onunla ve nihayet pazarlık usûlüyle başta belirlenebileceği gibi, kesildikten sonra neresinin tartılacağı ve kilo başı fiyatının ne olacağı –yine pazarlık ve nihayet karşılıklı anlaşma yoluyla- belli edilmek şartıyla kesim sonrası tartı usûlüyle de belirlenebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü ortada aldatma veya aldanma yoktur. Çünkü ortada, sonradan ihtilâfa sebep olacak bir belirsizlik yoktur. Kurbanlık hayvan, kesim sonrası et ve kemiği tartılarak parası verilmek sûretiyle alınmışsa eğer, kilo fiyatının başta belirlenmesi gerekir ve bu yeterlidir. Söz gelişi, kesim yapıldıktan sonra hayvanın safi eti ve kemiği 250 kilo geldi. Diyelim ki, kilo başı 14 liradan anlaşmışlardı. Bu durumda 250 ile 14’ün çarpımı sonucu diyelim 3500 lira tuttu. Netice itibariyle hayvanın fiyatı belli oldu. En başta bu 3500 liranın belli olmamış olması, alış veriş akdinin sıhhatine zarar vermez. Böyle bir akit sahihtir. Çünkü baştaki belirsizlik ihtilâfa sebep olacak ve aldatma taşıyan bir belirsizlik değildir. Başta kilo fiyatının ve hangi parçalarının tartılacağının belli olması kâfidir. Aktin sıhhati için bu yeterlidir. Huzurlu alış verişler ve huzurlu bir bayram duâlarımla… Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 210. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Şerif Mardin... |
Dünya çapında ünlü bir sosyal bilimci olacağı o çakır çakır çakan gözlerinden belli idi! Prof. Dr. Şerif Mardin Hocamdan bahsediyorum. Amerika’da çalışan bir bilim adamı idi… İlk defa; Hafızam beni yanıltmıyorsa Cennet köşesi Bursa’mızda üniversite öğrencisi iken arkadaşlarımla birlikte kaldığımız eve 1977 senesinde gelmişti. Bizi incelemek için… Evet; Yanlış değil. Bizi incelemek için… Çünkü; Maalesef Türkiye’de o yıllar anarşi ve terörden beslenenler yüzünden kan gövdeyi götürüyordu… Herkes: Kendince çareler üretmek için arayış içinde bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturarak medet arıyordu. Üniversitede okuyan ve Risâle-i Nur okuduğu için teröre bulaşmayan genç bir model olduğunu duymuş, bizleri tanımaya gelmişti.
*** Hiçbir yabancılık çekmedik. Hemen kaynaştık ve sanki Risâle-i Nur kültürüne sahip bireymişçesine bize bu kitaplardan okuyup izah etmesini isteyerek kendilerine uzatıverdik. Gayet nezaketle; Bu eserleri bizim kadar bilmediğini... Ancak; Biz dindar üniversiteli gençleri tanımak istediğini ve nasıl bir 24 saat geçirdiğimizi gözlemlemeye çalıştığını dile getirdi. Bizim okumamızı istedi ve dilimiz döndükçe bir hoş sohbet cereyan etti. Özellikle aynı evde kalan bizim gibi 5 veya 6 kişiden oluşan İstanbul’daki kardeşlerimiz ile de tanışmışlar. Nitekim Bursa’dan ayrılarak beraberindeki ağabeylerimizle İzmir’e gittiklerini hatırlıyorum…
*** En çok kütüphanelerimizden etkilenmişti… Bizlere, gayet hayranlık dolu ifadelerle şunu sorduklarını hatırlıyorum: -Hepiniz farklı branştasınız, ancak; hepinizin kendine ait birer kütüphanesi var ve hepsinde de en üstte Kur’ân-ı Kerim… O’nun altında Risâleler… Diğer alt raflarda ise başka kitaplar bulunduruyorsunuz. İstanbul’daki arkadaşlarınızda da bu böyle idi! Neden? Aşağıdaki cevabı alınca Hocamızın gözlerinin ışıldadığını gördüm. -Kur'ân-ı Kerim; Müslümanları ve özellikle Osmanlı İmparatorluğunun doğduğu bu topraklarda bizi biz yapan İlâhî kaynağımızdır. Onun bu asırdaki tercümesi ise Risâle-i Nur Külliyatıdır… Kütüphane raflarımızın üst katlarını bu sebeple bu şekilde düzenliyoruz. Alt raflarda sırası ile branş kitaplarımız, onun altında ise genel kültür ihtiva eden kitap ve klâsiklerimiz mevcuttur. Türkiye’mizde; Dünyayı yeniden aydınlatacak müthiş ve inanılmaz güzellikte bir gençliğin geldiğini ve bunun dünyada bir benzerinin bulunmadığı tarzında iltifat dolu sözler etti bize. Şunu da eklediğini hatırlıyorum: -Neden anarşiye bulaşmadığınız gayet açık… İç dünyanız da kütüphaneleriniz gibi muntazam! Mardin Hoca’mızın; Sonraki yıllarda: Bizimle ve Risâle-i Nur ile ilgili en azından bir üniversite hocası olan beni mutlak mânâda tatmin edecek doygunlukta ve çok bariz bir şekilde tutum sergilediğini görüp-okumadım… Bunu; hepimize bulaşan, akademik bir soğukluk ve Avrupaî üniversite şüpheciliğimize bağlıyorum!
*** Bu günkü köşemi hocamıza ayırma sebebim şu: Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili çalıştığı için Türkiye Bilimler Akademisi’ne alınmadığı iddia ediliyor! Muhterem Şerif Mardin Hocamın bu Akademiye ihtiyacı mı var ki? Akademi böyle bir tutum sergiler mi? Sergilerse ve sergiledi ise çok ayıp… Zaten; Dünyaca ünlü bir sosyal bilimci olan Prof. Dr. Şerif Mardin ancak gittiği yere değer katar. Ancak; Bu kıymetli bilim insanına bu eğer lâyık görüldü ise.. Çok kolay bir çözümü var: Bu yılki Cumhurbaşkanlığı şeref nişanı yahut onur ödülü kabilinden bir nişan kendilerine takdim edilebilir. Herkes de anlar: Bize bir harf öğretene gerçekten de değer verebildiğimizi. 25.11.2009 E-Posta: [email protected] |