Basından Seçmeler |
Niye Yeni Asya’dan başka kimse anayasaya karşı çıkmadı?
TOPLUMSAL, ekonomik ve siyasal gelişim ve dönüşümleri okumaktan aciz kesimler (sadece TSK’nın üst düzeyini kastetmiyorum) 28 Şubat 1997’den itibaren başlattıkları süreçle Türkiye’yi yukarıdan aşağıya yeniden dizayn edeceklerini sandılar. Onlara göre genel olarak İslami hareket, özel olarak Refah Partisi esas olarak “dış güçlerin komplosu”ydu ve “bir sıkımlık canı var”dı. Sonuç olarak “28 Şubat süreci” olarak adlandırdığımız bu post-modern darbenin ülkemize çok büyük zararları oldu. Bunları teker teker sayacak değilim, şu an yaşananlar 28 Şubatçıların ne derece gerçeklerden uzak hareket etmiş olduklarını, ellerindeki pirinçten olduklarını net bir şekilde gösteriyor. 28 Şubatçıların nice kötülükleri yanında Türkiye’ye en azından şu hayırları dokundu: Sünnî muhafazakâr kesimleri önce demokrasi, insan hakları gibi evrensel değerlerle tanıştırdı veya bu kesimlerde bu kavramlara yönelik şüpheleri büyük ölçüde giderdi ve nihayet bu çevreleri Batı ile (Avrupa, ABD, hatta bir ölçüde İsrail) yakınlaştırdı. Kuşkusuz 28 Şubat darbecilerinin maksadı bu değildi. Yine kuşkusuz, İslami çevrelerin demokrasiye, Avrupa Birliği projesine vb. dört elle sarılmaları, en azından başlangıçta “zaruret” ten olmuştur, fakat zamanla bunları büyük ölçüde içselleştirdiklerini de görüyoruz. (...) Kimileri, düne kadar demokrasiye “beşeri ideoloji” damgasını vurup onu “küfür rejimi” olarak görenlerin bugün “takiye” yaptıklarında ısrarlı. Bütün enerjilerini, bu maskeyi indirmeye hasrediyorlar. Ortada bir takiye olduğuna inanmıyorum. Türkiye’deki Sünni muhafazakâr kesimin, özellikle 28 Şubat’la bir demokratikleşme içine girdiği doğru ve bu hem kendileri, hem bütün Türkiye için çok iyi bir şey. Ama bu süreç bitmiş değil, aynı kesimlerin demokrasi konusunda daha çok yol katetmeleri gerek. Öte yandan düne kadar demokrasi şampiyonluğu yapmış ama ne zamandır şu ya da bu nedenle çizgi değiştirmiş kişi ve çevrelere nostaljik yaklaşmanın, onların aslında “gerçek demokrat” olduklarında ısrar etmenin hiçbir anlamı yok. Tekrar İslami kesimlerin demokrasi konusundaki eksiklerine gelecek olursak, öncelikle tarihi gerçekleri bugünden bakıp ters yüz etmekten vazgeçmeleri ve kendi geçmişleriyle samimi bir şekilde yüzleşmeleri gerekiyor. Örneğin işe, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurmuş oldukları ilişkiyle başlayabilirler. Neden Nurculuğun ana gövdesi olan Yeni Asyacılar dışında kimse alenen 1982 Anayasasına açıkça karşı çıkmadı? Neden cuntacılarla değişik vesilelerle gizli pazarlıklar yapıldı? Ruşen Çakır / Vatan, 24.11.2009 |
25.11.2009 |
Bir ‘devlet projesi’ olarak Kürt açılımı
BAŞBAKAN’IN Kızılcahamam toplantısı bitiş konuşmasında bir husus çok dikkatimi çekti. Başbakan, bu ülkede “AB’ye giden yol Diyarbakır’dan geçer diyen Başbakanlar oldu” diye başlayan dokundurmasına takılmadan edemedim. Mesut Yılmaz böyle dediği için “Hans, George Güneydoğu’ya doluşmuş, neden Konya’ya gitmiyorlarmış” diye devam eden konuşmayı, MHP yapsa anlarım, ama Kürt açılımı diye yola çıkan bir partinin Yılmaz’ın bu sözlerine itirazı ne olabilir anlayamadım. Kürt açılımı diye yola çıkan siyasi heyet, daha önce benzer bir çizgide yapılan bir konuşmayı neden yadırgar? Bu kadar yadırgıyorsa, ‘Hans, George’ edebiyatı yapıyorsa, şimdi kendisine benzer bir dille yapılan muhalefete neden bozulur? Geçen haftaki bir yazımda da hatırlattım, zamanında, Dersim konusunu dolaylı biçimde telaffuz eden de Mesut Yılmaz’dı. Hasan Cemal’e 1992’de verdiği bir röportajda, Kürt meselesini dayatma ile çözme anlayışını eleştirmek üzere ‘Dersim mantığı’ ifadesini kullanmıştı. Yani, bu tartışmalar, Kürt meselesine farklı yaklaşımlar bu hükümetle başlamış değil. Mevcut iktidar, bu büyük meseleyi geniş katılımlı bir platformdan yola çıkarak, daha önce yapılanları, söylenenleri de ciddiye alarak çözmeye girişmiş olsaydı belki tablo daha farklı olurdu diye düşünüyorum. Nitekim, 2005 yılında bir ‘aydınlar grubu’ olarak Başbakan ile görüştüğümüz tarihten bu yana, bu yönde hiçbir çaba harcanmadı. Başbakan’a ulaşıp ulaşmadığını bilemem, ama biz o zaman da, bu çabanın devamı olarak, mesela, farklı siyasi partilerden (halihazırda Meclis’te veya bir partide yer almayan siyasiler de dahil olma üzere) bugüne kadar Kürt meselesine kafa yormuş isimlerden bir çalışma grubu oluşturulmasını önermiştik. Bu önerimize de hiçbir karşılık bulamadık, o günden bugüne bu konuda başka bir çalışma yapıldığına da şahit olmadık. Bu şartlar altında, iktidar partisinin ‘Kürt meselesini ben çözerim’ ve ‘ne zaman istersem o zaman ele alırım, ne çerçevede tartışılmasını istersem o kadar tartışırım’ tavrında demokratik bir zaaf olduğunu düşünüyorum. Dahası, bu süreç biraz da bu nedenle iyice çıkmaza giriyor diye düşünüyorum. Bu kadar otoriter bir dille nasıl bir demokratik ortam yaratılacak anlamakta zorlanıyorum. Başbakan, muhalefete cevap vermek adına, öyle bir ‘bayrak/ millet’ dili kullanıyor ki, bu memlekete demokrasi gelecekse onu da biz getiririz, sözümüz üzerine söz söyletmeyiz!’ tablosu oluşuyor. Bu tablo içinde ‘Kürt meselesinin halli’ bir demokrasi meselesi olmaktan ziyade, giderek daha çok bir stratejik mesele görüntüsü veriyor. Demokrasi iddiası ikna ediciliğini yitiriyor. Tabii iktidarın demokrasi iddiasını gölgeleyen sadece bu konudaki üslubu değil, ülkenin içinde bulunduğu genel tek parti zihniyetine kayış gibi bir sorun da var. Ancak, bunu bir yana bıraksak bile, sadece Kürt açılımı çerçevesinde sergilenen tavır demokrasi üslubunu fazlasıyla zorluyor. ‘Milli birlik projesi’ başlığından, ‘devlet projesi’ iddiasına, bu açılımın dili giderek gerçekten de yeni bir ‘devlet’ dayatmasına dönüşüyor. İktidar, milliyetçi tepkiler üzerinden kendisini sıkıştıran muhalefet ile baş etmek adına, giderek daha fazla otoriter devlet üslubuna sığınıyor, itirazı olanı neredeyse ‘vatan haini’ ilan etmenin kıyısında laflar edilmeye başlanıyor. Bu memleketin ‘demokratları’ da, Kürt meselesi çözülecek umuduyla, Kürt meselesi üzerinden kurulan otoriter bir üslubu sineye çekiyor. CHP ve MHP safına düşmemek adına, bu demokrasi zaafı görmezden geliniyor. Kimse kendini kandırmasın, daha fazla demokrasi istiyorsak, bu hedefimiz ‘memlekete demokrasi gerekiyorsa onu da biz getiririz’ mantığı içinden gerçekleşemez. Böyle bir muhalefeti olduğu kadar, böyle bir iktidarı da zamanında eleştirebilirsek, demokrasi umudumuzda yol alırız, yoksa boşa kürek çekmiş oluruz. Nuray Mert / Radikal, 24.11.2009 |
25.11.2009 |
Açılım için zaman daralıyor
ÖZELLİKLE ‘demokratik açılım’ projesinin somut tedbirlerini uygulamaya koymak ve bunların olumlu sonuçlarını almak için zaman daralıyor. Açılımın bütün boyutlarıyla gerçekleştirilmesinin uzun bir süreç gerektirdiği kuşkusuz. Ancak kısa dönemde yapılabilecekleri de gecikmeden uygulamalı. Aksi halde son dört aydır geliştirilen ‘açılım dili’, oluşturulan kamuoyu desteği heba edilmiş olur. Bu yüzden, açılım konusunda kararlılığını her fırsatta dile getiren hükümetin artık ‘icraat’ faslına geçmesi gerek. (...) Hız önemli, çünkü uzun zamana yayılan süreç riskleri de beraberinde getiriyor. Deniz Kuvvetleri içinde oluşturulan cuntayı öğrendik. Hükümeti ‘düşman unsur’ olarak niteleyerek çocukları Koç Müzesi’nde havaya uçurmayı planlayanlar daha neler yapabilirler. Etnik hatlar üzerinden düzenlenecek birkaç provokatif eylem, süreci başlamadan bitirebilir. Açılım kesinlikle ‘kırılgan’ unsurlardan oluşuyor, bunun başında da kamuoyu desteği geliyor. Siyasal irade de kamuoyu desteğinden bağımsız değil. Bu nedenle mesafe almak, açılım sürecini ‘geri dönülemez’ bir noktaya taşımak gerek. Hükümet, zamanının çok olduğunu düşünmemeli. Neden mi? Türkiye en geç 2011 Temmuz’una kadar Parlamento seçimlerini yapmış olacak. Seçimlerin 2011 Nisan-Mayıs aylarına çekilmesi çok muhtemel. Dolayısıyla 2010 baharından itibaren Türkiye seçim sathı mailine girecek. Seçimlere bir yıl varken de, bir yandan siyaset sertleşecek öte yandan siyasi partiler ciddi risklere girmekten, seçmen davranışını nasıl etkileyeceklerinden emin olmadıkları büyük politik kararlar almaktan kaçınacaklar. AK Parti’nin de böyle davranmayacağının hiçbir garantisi yok. Bir yandan ekonomik kriz, öte yandan Ergenekon davası ve Doğan Grubu’na kesilen cezaların politik yansımaları, yetmedi hâlâ ortaya dökülen cunta ve darbe belgeleriyle boğuşan AK Parti hükümeti acele etmeli. Önündeki dört beş ayı icraatlarla değerlendirmezse başındaki büyük gailelerden birine yenik düşebilir. Yükünü hafifletmek adına en azından bunlardan birinde (demokratik açılım) mesafe almalı. İhsan Dağı / Zaman, 24.11.2009 |
25.11.2009 |
Gerçeklerin ortaya çıkmasını Atatürk’ü Koruma Kanunu engelliyor
TÜRKİYE Cumhuriyeti’nin kuruluş hikâyesi karmaşıktır. Aradan geçen bunca yıla rağmen gerçekler bir türlü ortaya dökülmedi. Bu asla dökülmeyecek demek değil tabi. Gerçeklerin ortaya çıkmaması önündeki en büyük engel 5816 sayılı Atatürk’ü koruma kanunudur. Gerek tarihçiler, gerek araştırmacılar yakın tarih çalışmalarında resmi tarihin ötesine geçemiyorlar. TC’nin kuruluş tarihi büyük ölçüde Atatürk’ün kişisel tarihidir de. Atatürk, Yeni Türkiye’nin kuruluşunun her noktasında bir şekilde vardır ve onun bu varlığı resmi tarihe göre “her zaman olumlu” olmalıdır. Aksi takdirde 5816 sizi bulur! Eğer bir savcı size 5816’dan dava açmışsa hakimlerin bu davayı reddetme şansı pek yoktur. Bu ülkede hakimler 5816’dan gelen dosyaları yüzde 99 cezalandırırlar! Şimdi... Yunanlılar’ı gerçekten denize döktük mü? Fransızlar, İtalyanlar güneyden neden çekildiler? İstanbul’u işgal eden İngilizler neden bırakıp gittiler? 1917 Bolşevik Devrimi TC’nin kuruluşunu nasıl etkiledi? Bütün bunlara bir cevap bulunabilir de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra dahilde yaşanan bir kısım hadiselerin açıklanmasında Atatürk’ü anmadan, onun kutsiyetine halel getirmeden doğrulara ulaşmak mümkün görünmüyor! Çünkü resmi tarih onun yaptığı her şeyi, attığı her adımı doğru kabul ediyor, tıpkı Onur Öymen gibi. Bugün bizim için “Cumhuriyet nasıl kuruldu” sorusuna verilecek cevap değil, “kurulduktan sonra yaşanan bir kısım olaylar neden yaşandı, nasıl yaşandı” sorusuna verilecek “gerçek cevaplar” önemli. Tek Parti döneminin günah galerisi... Bir kısım iç isyanlar... Bir kısım isyan olmadığı halde isyan varmış gibi gösterilerek yapılan askeri harekatlar... Şapka Kanunu’na muhalefet cezalandırmaları.... İstiklal mahkemeleri... Bütün bunlar yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl kurulduğunun bir sonucu gibi geliyor bana. O yüzden “nasıl kurulduğu ve kurulduktan sonra o topraklarda yaşayan halka yaşatılan devlet şiddeti birbiri ile alakalı” dedim. Kuruluştan sonra yaşananlar da bir tür savaştı aslında. Milletin bir bölümüyle savaşıldı. Bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin niçin içe dönük bir yapılanma şekline sokulduğunu da gösteriyor! Hatta bugün ortaya serilen darbe planlarını, milleti kafese sokma planlarını da açıklıyor. Yeni kurulan yapı bir devrimin sonucuydu. Onun için “Atatürk Devrimleri” deniliyor zaten. Devrim yani, kendinden öncekini yıkıp yerine başkasını tesis etmek. İsterseniz siz biraz ileri gidip “Osmanlı’yı da Atatürk yıktı” diyebilirsiniz. Ama ben demem çünkü Türkiye kuruluşundan bunca yıl geçmesine rağmen hâlâ o kadar özgür değil. Çünkü, yeni kurulan devletin eskisine inkılap etme ihtimali en büyük korkuları. Eğer İngiliz, Yunan, Fransız, İtalyanlar yıkmış olsaydı Osmanlı’yı, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra onların yeniden bizi işgal etmesinden korkardık, irticadan değil, değil mi? Ama onlarla dostuz ve hatta yönümüz Batı’ya dönük! Düşman dışarıda değil içeride. Valla bu bana çok şey anlatıyor, siz ne anlarsanız anlayın artık! Nuh Gönültaş / Bugün, 24.11.2009 |
25.11.2009 |