07 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

‘Her insan ölebilecek yaştadır’


A+ | A-

(GEÇEN haftadan devam)

B

aşkasının ölümüne inanmak belki kolay ama kendi ölümüne inanmak zordur.

Evet, geleceğini biliyordum ama ne zaman geleceğini bilmiyordum!

Dostlardan kiminin haberi olmuş, kimi haftalar sonra duyacak belki ölümümü. Belki bir Fatiha ya okuyacak, ya da okuyamayacak. İşleri çok insanların. Unutulup gideceğiz.

Cenaze namazında, kabrin başında bile bulunamıyor artık kırk yılın dostları. Akranlar kabristanda buluşuyor. Herkes ölümü görüyor, ölüm önlerinde duruyor, ama bir gün ben de öleceğim diye nedense hiç düşünülmüyor. Bu kayıtsızlık neden? Ölümü Allah’a göre değil, nefsimize göre kurguladığımızdan mı acaba? Her neyse…

Konuşulanları duyuyorum, dinliyorum. Hayatın fânî olduğunu bilmeyen yok. Biri; “Hepimiz öleceğiz kardeşim; dünyaya kazık dikmeye gelmedik”, diğeri; “Kazık dikmedik ama evler, apartmanlar dikmekten geri kalmadık” diyor. Konuşuyorlar işte her şeyden. Öteden, beriden.

Rahmet ince ince yağıyor, tabutumun aralığından kefenimi ıslatıyor. Şimdi kabirdeyim. Dünya ile ahiret arası bir yerdeyim.

Ölüm korkutuyor insanları. Korkunun ecele faydası oldu mu hiç? Öleceğini bilse de insan, yapacağı ne var ona hazırlanmaktan başka? Dostların konuşmalarını geçtim artık, amellerimle baş başayım.

İtiraf etmeliyim ki, ne hizmetimi, ne de ibadetlerimi lâyıkıyla yapamadım. İdeâllerimi hep erteledim. Oysa bir değil, binler arzularım vardı. Olmadı, olamadı. Yaptıklarım yakışmadı, içime sinmedi yaşadıklarım. Uyandım, geç kaldım. Geri dönüşü yok artık bu yolculuğun. Yine de rahmetine sığınmak vaktidir Rahman’ın, O’ndan ümitvarım.

Ey sevgili Rabbim! Sensin biricik ümidim. Sensin sadece her daim beni terk etmeyenim. Hâlimi görenim. Kelimesiz konuşmalarımı da bilenim… Sadece Sensin…

Ey kalbim! Ey kalbimin güneşi olan Sevgili Peygamberim (asm)! Varlığınla avunurum, şefaatini hatırlarım, sevinirim. Rabbim! Habibin hürmetine, şu kabristanda okunan son duâlar hürmetine, beni günahlarımın ağır yüklerinden kurtar… Âmin…

Şu an benim yerimde kimse olmak istemez sanırım. “Hadi gel, yer değiştirelim” desem, diyebilsem, kimse kabul etmez, bilirim. Herkes kendi hayatını yaşar. Benim de yaşadığım kendi hayatım, kendi kaderim. İnşallah ölümüm dostlara ders olur. Bir çift göz kapanırken, binlerce göz açılır. Kalpleriniz uyanır, gafletten ayılır İnşallah.

Sanki bir camın ardındayım. Hepinizi görüyorum, sesinizi duyuyorum ama sesimi duyuramıyorum. Ruhum özel bir yerden seyrediyor bu manzarayı. Kendi ölümümü bile.

Küçük işler bir yana, dünyanın kendisi bile değmiyor aldanmaya, üzerinde itişip kakışmaya. Değmiyor Allah’ın emrinden uzak yaşamaya, hiçbir şey değmiyor. Farkında değiliz. Kayıp gidiyor yıllar elimizin altından, bir kum saatinden dökülür gibi akıp gidiyor. Nefse ve şeytana bu fırsatı vermeyelim. Son dönemece girmeden evvel uyanalım. Geçenlerde bir kardeşimizin annesi, vefatına yakın günlerde “Bu kadar çabuk muydu, bu kadar ölüm yakın mıydı?” demişti. Ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyor insan.

Bir gün onun ve benim yaşadıklarımı siz de yaşayacaksınız. Bakmayın her şeyinizin yerinde oluşuna. Aldanmayın. Ölüm iki kaşın arasındadır. Uzakta değil, yakındadır. “Her insan ölebilecek yaştadır.”

Kalbinizin ve tansiyonunuzun sağlam, kolesterolünüzün de düşük oluşuna aldanmayın, turp gibi duruşunuza bakmayın! Hele hele ailenizdeki yetmişe, seksene merdiven dayamışlara bakıp, siz de o yaşa ulaşacağınızı sanmayın. Ölüm var, aldanmayın. Herkesin hayatı özeldir; herkesin eceli kendine göredir.

Nasıl yaşarsak öyle öleceğiz; nasıl ölürsek öyle dirileceğiz. İnsan bunu bilir; bilir ama nefis ve şeytan bırakmaz peşini. Bırakmaz, çeker de çeker kendi safına. Allah’ın lütfu, keremi yetişmeseydi imdada, ne oyunlar oynayacaktı bize de, ne oyunlar, kim bilir?.. Bereketi, lütfu ve inayetiyle Rabbimizin, imanı tattık, Kur’ân’ı tanıdık, Hz. Peygamber’i (asm) elçi ve resul bildik. Her ne getirmişse Rabbimizden, kabul ettik, “âmennâ” dedik.

Ölümü bilmek başka şey, ölümü yaşamak bambaşka bir şey. Ölüm çok eski bir şey ama başa gelene yeni gözükür.

Aslında ölüm iman sahibi insanlar için ebedî saadet ülkesine bir geçiştir. Geride kalan dünya ise bütün şaşaasına rağmen ahirete nispeten bir zindan hükmündedir. Evet, iman sahipleri için durum aynen böyledir.

Dostlar kabristandan birer birer ayrılmaya başladılar. Birazdan hoca efendi talkın verecek. Defin işlemi de bitti. El ayak çekildi. Yakın bir iki dostun dışında, kimse kalmadı kabrin başında.

Ölümü hep merak edip yaşamıştım. Bugünün son gün olacağını nereden bilebilirdim? Hangi ayın, hangi yılın, hangi haftası, hangi günü ve saatinde öleceğimi hep merak edip durmuştum. Sonunda olanlar oldu…

Yaman çaldı o saat, yaman geldi o melek. Nerden bilebilirdim bugün öleceğimi? Oysa yapacak o kadar çok işim vardı. Bir ömür daha yetmezdi o işlere. O lâzım, bu lâzım derken, akşam oldu, kepenkler indi erken… Şimdi her şeyi geride bırakıp gidiyorum. Bir toplu iğne başı kadar hiçbir şeyi götüremeden. Ne verdimse elimle, o gidiyor benimle. Kabrimin başında bir vefalı dostumun sesi risâle okuyor. Üstadımın bu dersi, hâlime tercüman oluyor:

“Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim!

‘Gelmesi muhakkak olan herşey yakındır’ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: ‘El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!’

“İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: ‘El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!’

“İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin “yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.”

(Lem’alar, 17. Lem’a, s. 133)

***

Evet, ben de öldüm dostlar, sizler sağ olun, âfiyetle ve imanla kalın. Hayatınıza bir ibret aynası tutup yansıtın içinizdeki güzellikleri. Diyeceğim o ki, ölüme karşı hazırlıklı olun. Günde en az “on” defa ölümü hatırlayın. Hz. Peygamber’in (asm) böyle yapanlara müjdesi var, unutmayın. Hepimiz âciziz, hepimiz eşitiz ölümün karşısında. Ölen ölmüyor, ölümle ebedî bir hayat başlıyor.

Hayret! Ruhum ağlıyor… Yağmurun taneleri gözyaşlarıma karışıyor. Şefaatini bekliyorum Hz. Peygamber’in (asm). Yardımını bekliyorum rahmeti sonsuz olan, Rahman ve Rahim olan Rabbimin.

Öldüm artık... Kabrimin başına gelip bir Fatiha okuyan dostlar, ben çetin bir hesabın içindeyim artık, geriye dönemem. Yaptıklarım benimle beraber geliyor. Hayatımın bundan sonrasını onlar şekillendirecek. Sizlere tavsiyem âcizane: Nurun hakîkatleriyle az da olsa daimî bir meşguliyetle, sabırla ve dikkatle insanların dertlerini kendinize dert edinmeniz; her anı bir fırsat bilmeniz.

Rabbim, ben öldüm işte… Ömrüm bir top yumak önümde. Birazdan harmanı yapılacak. Şunca yıl rahmetini tadan, şefkat ve muhabbetinle beslenen bu ruh, bu kâlp Seni unutmadı hiçbir zaman. Rahmetindir sığınağım, şefkatindir barınağım. Ruhum ne bulduysa Sende buldu. Hayatı veren Sen olduğun gibi, hayatı alıp terhis eden de yine Sen oldun. Her şey Senin emrinle olur, kalpten inandım. Zerreden şemse, yerden göğe, geçmişten geleceğe kadar her bir şeye inandım.

Rabbim, bir Sen bilirsin hâlimizi. Korkuyoruz ölümden, korkuyoruz hesaptan. Rahmetinden ümitvârız, bilirsin, tanırsın ruhumuzu, kalbimizi ve pişmanlığımızı. Ümidimiz ağır basıyor. Bir teselli kapısı açıktır, bir yerden bir meded ulaşır İnşallah. Kalbimle ve ruhumla inanıyorum.

Rabbim! Son yolculuğumuzu hakkımızda hayırlı eyle. En güzel ölümler ve imanlı gidişler nasip eyle. Ruhum, bedenimden geçici de olsa, mahşer günü tekrar buluşmak üzere ayrıldı artık, Birazdan meleklerin sorgusu başlayacak, doğru cevaplar vermek için Rabbim yâr ve yardımcım olsun.

Rahman olan Rabbim! Yardımını esirgeme… Berzahta istirahat etmeyi, kabirde dostlarla görüşmeyi nasip eyle. Hz. Peygamberimiz’e (asm) salât-u selâm olsun… Son sözümüz, son kelâmımız bu dünyadan ahirete geçerken Kelime-i Şahadet olsun: Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûluhu…

***

Madem bir gün bunlar er ya da geç yaşanacaktır, hayal değil hakikattır, bu fakirin tefekkürü de bu kadardır. Cümleniz hakkınızı helâl ediniz…

***

Sevgili dostum, melek misâl, güzel insan Şaban Döğen Ağabeyimin ruhuna binler Fatihalar ile. Hepimizin başı sağ olsun. Rabbim bu fıtratta yeni kardeşler, yeni kalemler nasip etsin İnşallah.

07.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Müfritane irtibat üzerine


A+ | A-

Mine Hanım: “Müfritane irtibat nedir? Ne kazandırır? Ölçüsü ne olmalıdır?”

Müfritane irtibat, iman ve hizmet ehlinin birbirleri arasında sırf Allah için kurmaları gereken bağdır ve köprüdür. Îman ehline uzatılan eldir, hizmet ehline verilen selâmdır, sorulan hal ve hatırdır. Allah için kalpten kalbe akan sevgi selidir. Hiçbir şeyin ifratı meşrû olmadığı halde, irtibatta ifrat iman hizmetinin icrası ve selâmeti için, iman kardeşliğinin bekası için tavsiye edilmiştir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hizmet dairesinde olanların birbirine müfritane âlî makam vermek (abartılı şekilde yüksek makam vermek-adeta uçurmak) yerine, “fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs”ta terakki etmelerinin Risâle-i Nur’un talimatı olduğunu kaydediyor.1 Bu lahuti yaklaşım tarzı, İhlâs Risalesinde de “tefani sırrı” olarak ifadesini buluyor.2

Müfritane irtibatta ölçü “Allah için olmak” olmalıdır. Yani ehl-i imanla ve ehl-i hizmetle irtibatı Allah için sağlamalı, Allah için irtibatı sıklaştırmalı ve müfritane hâle getirmeli ve Allah için irtibat kesici ve gönül kırıcı davranışlara girmemelidir.

İrtibatı hiç şüphesiz sevgi besliyor. Sevgiyi de îmân besliyor. Başka bir ifadeyle îmân sevgiyi, sevgi de irtibatı mecbur kılıyor. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Ruhum kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, îmân etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mânâda îmân etmiş olmazsınız. Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.”3

Birbirini Allah için sevenler, Allah için irtibatını, selâm ve sabahını kesmeyenler, Allah için birbirinin hâl ve hatırını sıkça soranlar için Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmeti vardır. Müjdelerle dolu hadislerden sadece bir kaçını buraya alalım:

* “Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle buyurur: ‘Benim için birbirini sevenler neredeler? Himayemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde, ben onları Arşımın gölgesinde barındıracağım.”4

* “Aziz ve Celil olan Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Benim için birbirini sevenler yok mu? Onlar için Peygamberlerin ve şehitlerin imreneceği nurdan kürsüler vardır.’”5

* “Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Benim için birbirini sevenler, benim için toplananlar, benim için birbirini ziyaret edenler, benim için birbirine ihsan edenler üzerine muhabbetim ve sevgim vacip oldu.’”6

* Bir diğer hadiste Allah için bir araya gelenlerin, Allah için dağılanların ve birbirlerini Allah için sevenlerin, Allah’ın himayesinden başka hiçbir barınağın bulunmadığı mahşer gününde Allah’ın arşının gölgesinde barınan yedi sınıf insandan olacakları müjdelenmiştir.7

Anlaşılıyor ki, mü’minler Allah için birbirlerini sevmekle ve sevgi bağlarını güçlendirmekle mükelleftirler. Bu mükellefiyeti Bedîüzzaman Hazretleri “müfritane irtibat” sözüyle ifade ediyor.

İman hizmetinde ve hizmet yolunda müfritane irtibatta nefis ve çıkar ilişkisi yoktur. Geçicilik yoktur. Başkasını dışlamak yoktur. Başkasını kınamak ve küçümsemek yoktur. Müfritane irtibat fedaileri arasında kurulan sevgi ve hürmet sırf Allah içindir ve daimidir.

Müfritane irtibat hizmet ehline şevk kazandırır, hayra ve hizmete teşvik eder, huzur ve mutluluk verir, güç ve kuvvet verir. Allah’ın rızasını kazanmaya, mahşerde Allah’ın arşı altında himaye görmeye ve Cennete ulaşmaya vesiledir.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası: 61.

2- Lem’alar: 166.

3- Müslim, Îmân, 93; Tirmizi, S. Kıyame, 56.

4- Rıyazu’s-Sâlihîn, s. 288.

5- Rıyazu’s-Sâlihîn, s. 290.

6- Rıyazu’s-Sâlihîn, s. 291.

7- Rıyazu’s-Sâlihîn, s. 288.

07.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Vicdanımız rahat mı?


A+ | A-

Her 7 Kasım günü, yaşı 47'yi geçmiş seçmen vatandaşlar için aynı zamanda bir muhasebe ve murakabe günü olmalı. Zira, 7 Kasım 1982'de referanduma sunulan Darbe Anayasası, bundan 27 sene önce bugün kabul edildi.

Sandık başına gitmenin mecburi tutulduğu o tarihte seçmen yaşı da 20 olduğuna göre, referandumda evet, ya da hayır oyu verenlerin bugün itibariyle en az 47 yaşında olması gerekiyor.

Referandum, darbecilerin uyguladığı şiddetli baskı ve tek taraflı propaganda bombardımanı altında yapıldı. Hatta, anayasaya hayır oyu verecek kimseler peşinen ve alenen "bölücü, anarşist, komünist, vatan haini..." ilân edildi.

Dahası, bu ihtilâl anayasasını beğenmediğini izhar eden gazete ve dergiler, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin süresiz şekilde kapatıldı.

Nitekim kendi gazetemiz ve aylık Köprü dergimiz de aynı akıbete uğratıldı. Hatta diyebiliriz ki, faturanın büyüğü Yeni Asya camiasına kesildi: Defalarca ve aylarca sürüp giden haksız ve keyfi kapatılma muamelesine maruz kaldık.

Sebep belli ve gayet açıktı: Oldum olası hürriyet ve demokrasi taraftarı olan Yeni Asya, darbecilerin de Darbe Anayasasının da yanında değil, karşısındaydı.

Bundan dolayı da çok ağır bedeller ödedi. Ödenen bedel iki ana eksende gelişti.

Birincisi: Cuntacılar tarafından yapılan doğrudan cezalandırma. Sık sık kapatma, basın ilân gelirinden mahrum bırakma, vesaire…

İkincisi: Okuyucu kitlesini caydırma, zihnini bulandırma, gazete almaktan vazgeçirme ve nihayet tercihlerini "Anayasaya evet" çizgisine çekme tarzındaki canhıraş gayretler.

Hiç şüphe yok ki, Yeni Asya'ya en ağır darbe bu ikinci kısma giren münafıkane manevralarla indirildi.

Şimdi, o dehşet verici hadisenin üzerinden tam 27 sene geçti. Unutulması, bizim açımızdan imkân ve ihtimal harici. Zira, bugün hâlâ yaşamakta olduğumuz maddî ve mânevî birtakım sıkıntıların temelinde, o zamanki kahredici ihtilâflar yatıyor.

Dolayısıyla, 1982 yılı sonlarında yapılan Darbe Anayasası referandumu esnasında olup bitenleri yok sayarak hiçbir yere varamaz, sosyal ve bilhassa siyasî çatallaşmanın önünü alamazsınız.

Zira, referandumda seçmen kitlenin yüzde 90'ına kabul ettirilen o anayasa, bir dizi ayrılık ve gayrılığın başlangıç noktasını teşkil ediyor.

Aynı anayasa bugün itibariyle referanduma götürülse, neticenin eskisinden çok farklı çıkacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Durum ortada. Bir kısım maddesi değişmek zorunda kalan 82 Anayasasından, bugün acaba vatandaşın yüzde kaçı memnun?

Bunu düşünmek ve bir iç muhasebesi yapmak gerekmez mi?

Gerekir elbet. 27 sene evvel bugün, Evren Paşanın Cumhurbaşkanı olmasına da endeksli olan İhtilal Anayasasına evet diyenler de, hayır diyenler de kendi vicdanına dönerek şu soruların cevabını bulmaya çalışmalı diye düşünüyoruz: O zaman yaptığım tercihten dolayı pişman mıyım, yoksa memnun muyum?

Bizler, red oyu vermekten dolayı şimdiye kadar hiçbir pişmanlık hissi duymadık. Zamanın ve gelişen hadiselerin bizi haklı çıkarmasından dolayı da, ayrıca memnuniyet duymaktayız.

Yine de, yapılacak vicdan muhasebesini kolaylaştırmak için, 27 sene önce bugün halka dayatılan 82 Anayasasında ne gibi hususlar olduğunu dikkat nazarlarına kısaca sunmak istiyoruz.

İşte, 7 Kasım 1982'de referanduma sunulan ve seçmenin yüzde 90'ına kabul ettirilen Darbe Anayasasının "Giriş" bölümünde zikredilen birkaç cümle:

* "…Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

* "Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, …Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği;

"Fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere hazırlanmıştır."

Anayasanın 174. Maddesi: "Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kànunlarının, …Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz…"

Anayasanın bu maddesine dahil edilen 8 inkılâp kànunu, kısaca şunlardır:

1) 3 Mart 1924 tarihli Hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması ve Tevhid–i Tedrisat hakkındaki 430 sayılı kànun.

2) 25 Kasım 1925 tarihli ve Şapka ve kıyafet mecburiyetine dair 671 sayılı kànun.

3) 30 Kasım 1925 Türbe, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair 677 sayılı kànun.

4) 17 Şubat 1926 tarihli İsviçre'den aynen iktibas edilen Medeni Kànunun kabulü.

5) 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Rakamların Kabulü kànunu.

6) 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Kur'ân harflerini yasaklayan, Latin Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkındaki kànun.

7) 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair kànun.

8) 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı, sarık, cübbe gibi Dinî Kıyafet ve Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair kânun.

Son olarak, 82 Anayasasının "Geçici 15. Madde"sinden, 12 Eylül Darbesini yapan ve onlara yardım edenlere karşı hiçbir hak dâvâ edilemeyeceği, her ne yapmış olurlarsa olsunlar, onlardan hiçbir şekilde hesap sorulamayacağını şart koşan bir ifadeyi iktibas ile, bunun muhasebesini kamunun vicdanına havale ederek bitirelim.

Söz konusu maddede aynen şu ifade kullanılıyor: "12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı kànunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kànunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz."

07.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Çeyizin en hayırlısı


A+ | A-

Çeyiz, bir bakıma hayata hazırlık malzemelerini toplamaktır. Yani, evlilik ve aile hayatının malzemelerini. Çeyiz işine nereden başlayacaksınız? Önce şu soruyu kendinize sorun:

Bu hususta kimi örnek almalıyız?

Hz. Peygamber (asm), kızı Fatıma (ra) ile Hz. Ali’nin (ra) evliliklerini, aile yapılarını bir prototip olarak Müslümanlara örnek olarak sundu. O (asm), kızını evlendirmekle ondan kopmadı. Daima onları gözetledi, yardımcı oldu. Yine her sabah onları namaza kaldırdı. Bir yola veya sefere çıkacağı zaman en son Hz. Fatıma (ra) ile vedalaşırdı. Dönüşte de hanımlarından önce ona uğrardı.

Evet, Hz. Peygamber (asm) bu yeni yuvaya çok önem veriyor; İslâm ümmetinin geleceğini bu yuvanın etkileyeceğini bilerek onları yönlendiriyor, eğitiyordu. Hz. Ali (ra) ve Hz. Fâtıma (ra) arasında işbölümünü bizzat kendisi yapmıştı.

Babasından ayrılıp Hz. Peygamber (asm) mescidine bitişik, zemini toprak eve yerleşirken çeyiz ve ev eşyası olarak şunları götürmüştü: Üç adet minder, bir halı. bir yastık, iki eldeğirmeni, bir su tulumu, bir su testisi, meşinden bir su bardağı, bir elek, bir havlu, bir koç postu, eski bir kilim, hurma yaprağından örülmüş bir sedir, iki elbise, uzunlamasına örttüklerinde ayakları enlemesine örttüklerinde başlarını açıkta bırakan bir küçük yorgan.

Çeyizlere her türlü eşyayı koyuyoruz. Kitap neden yok? Oysa çeyiz sandıklarının yarısı kitaplardan oluşmalı. Hayat kitapla başlar!

Sonra şunu kesinlikle uygulayın: Önce kendiniz kitap okuyun. Okuma alışkanlığınız yoksa bile, kitabı açın, bakın ve kapatın. Zira, gözleriniz fotokopi makinesi gibi, sayfalardakileri zihninize, beyninize yerleştirecektir. Ardından da çocuklarınıza, kızlarınıza kitap okumalarını tavsiye edin. Bunu fiilen yapın. Ki, en etkili bir metot budur.

Hediyeleşmelerinizi kitaba çevirin. Alacağınız bir kilo pasta, baklava ağzımızı tatlandırıp bir iki dakika içinde bitiyor. Ama, kitap öyle mi? Ömür boyu bizi tatlandırır, zevklendirir.

Gençler; evlenmeyi düşünüyorsunuz; ne yapacaksınız? Önce iki açıdan şanslı olduğunuzu düşünün:

Bir: Eskiden bu konular pek konuşulmaz, biraz da ayıp sayılırdı. Bazıları da başkalarına sormaya cesaret edemezdi.

İki: Eskiden doğru dürüst istifade edilecek kitaplar, eserler yoktu. Var idiyse de herkes ulaşamıyordu.

Şimdi, kitaplar, dergiler, bazı tv programları oldukça faydalı bilgiler ihtivâ etmekte, aydınlatıcı tavsiyeler yapmaktadır.

Bence yemek yemeyi, uyumayı, bir meslek öğrenmeyi öğrendiğimiz; bunların eğitimini aldığımız gibi; evlenmenin de eğitimini almalıyız. Çünkü, hayatımızın en önemli kararlarından biridir. Üstelik bu, sadece dünya huzûr ve mutluluğumuzu değil, ebedî hayatımızı da ilgilendirmektedir.

Öyle ise, çeyiz sandığımıza kitap koymalı.

Tuhaf değil mi? Basit işler öğrenmek için zamanımızı, mesaimizi, paramızı harcıyoruz da; hayatımızın en önemli dönüm noktası, en mühim meselesi için pek kafa yormuyoruz. Gençlerin de kafa yormalarına zemin hazırlamıyoruz!

***

Hz. Ali (ra), Fatımatü'z-Zehrâ’yı nikâh edeceği zaman, satılması için zırhını pazara gönderdi. Zırhın parası ile düğün masrafı yapacaktı. Hz. Osman (ra) pazardan geçerken, Hz. Ali’nin zırhını tanıdı. Dellâlı çağırdı:

“Bu zırhın sahibi buna ne kadar istiyor, gel parasını vereyim” buyurdu.

Evine gittiler. Zırhı dellâldan alıp parasını verdi. Sonra bu zırhı yanında dört yüz dirhem daha ilâve ederek Hz. Ali’ye (ra) gönderdi.

“Bu zırh, İslâma hizmet edecek senden başkasına lâyık değildir. Bu dört yüz dirhemi de düğününe harca ve bizi mazur gör” buyurdu.

07.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

İnsanlık ‘iktisad’ı öğrenecek


A+ | A-

Musîbetlerin ‘nasihat’lardan daha tesirli olduğunu, yaşadığımız son ekonomik krizde de gördük. Başka zamanlarda ‘iktisad ve tasarruf’ insanların aklına gelmezken, kriz sebebiyle çoğu insan tasarrufu öğrendi.

Bu durum sadece Türkiye ile sınırlı değil. Krizin en derinden hissedildiği Amerika’da da insanlar artık ‘tasarruf’a yönelmeye başlamış. New York Times, çoğu işsiz kalan insanların krize karşı geliştirdikleri stratejileri sayfalarına taşımış.

ABD’li vatandaşların New York Times’a ilettikleri mesajlar arasında daha fazla para harcamamak için arkadaşı ile aynı evi paylaşanlar, daha fazla sebze ile beslenip et kullanımını azaltanlar da var. Aynı zamanda işyerlerine yakın yerlerde oturanların araba kullanmak yerine bisikletle işe gitmeleri de krize karşı bir başka ‘çare’ olarak görülmüş.

Elbette Türkiye’nin sosyal ve ekonomik şartları Amerika ile farklıdır, ama bu tavsiyelerde bizim için de örnek alınabilecekler var. Amerikalı işsizlerin yazdığı ve Radikal’in (30 Haziran 2009) aktardığı görüşlerden bazıları şöyle:

* Bu mevsimde genellikle sebze ve meyve yemeyi tercih ediyorum. Hem taze, hem de ucuz oluyorlar.

* Ne gördüğünüz ve ne yapacağınız konusunda seçici olun.

* Doğum günü gibi özel günlerimizde bütün arkadaşlarımızla ortaya para koyuyoruz. Bu parayla da hediye çeki alıp arkadaşımıza veriyoruz. Böylelikle hem biz küçük bir katkı yapmış oluyoruz, hem de o tasarruf yapmış oluyor.

* Uzun seyahatlerde ya kendi otomobilinizi, ya da arkadaşınızınkini birden fazla kişiyle paylaşın. Daha kısa mesafeli yolculuklarınızı ise bisikletle gerçekleştirin.

* Dışarıda öğle yemeği yemeyin. Cuma günleri hatta haftasonu bile dışarıda yemeyin. Bakkal dükkânına hergün değil haftada bir kere gidin. Her ay bu şekilde 300 doları tasarruf etmiş olursunuz.

* Bisikletimi onardım ve işe her gün bisikletle gidip geliyorum.

* Evimde sebze yetiştiriyorum. Kolay ve eğlenceli bu işle ciddî tasarruf sağlıyorum. Tavsiye ederim.

* İşten atıldım. O gün otomobilin deposunun yarısı doluydu, bugüne kadar hiç kullanmadım. Her yere yürüyerek gidiyorum! Mükemmel bir egzersiz!

* Her zaman poşet çay taşıyın. Bu şekilde kahveye vereceğiniz günde 3 dolardan tasarruf etmiş olursunuz.

* Şehrin daha ucuz bir kısmına taşındık. Bisiklete biniyoruz, otomobil, toplu taşıt kullanmıyoruz. Tasarruf için vejeteryan olduk.

* Daha az harcayarak, daha iyi yaşayın. Satınalma kararlarını kendinize ‘Ben gerçekten buna ihtiyaç duyuyor muyum?’ diye sorarak verin. Ne kadar sık hayır cevabı verdiğinize şaşıracaksınız.

* Gardrobumdaki giysilerimden 100’ünü kullanılmış eşya dükkânlarına sattım. İyi para kazandım.

* 2 kişi için dört yatak odalı ev fikrinden vazgeçin.

* Bunu yeni okudum ve katılıyorum: Sonuna kadar kullan, sonuna kadar giy, kendin yap ya da yapamıyorsan para harcama.

* İhtiyacınız kadar gıda maddesi alın, aksi takdirde fiyatların yükselmesine sebep olursunuz.

Yıllardan beri israf içinde yüzen insanlık, kriz musîbeti sonrasında mecburî de olsa iktisada alışacak gibi görünüyor. İnşallah bu alışkanlık kriz sonrasında da devam eder...

07.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Siyasetteki üslûp…


A+ | A-

Başbakan Tayyip Erdoğan’la CHP Genel Başkanı Deniz Baykal arasında Cumhuriyet Bayramı törenlerinde yaşanan bir-iki cümlelik diyalog erken seçimi gündeme getirdi. Henüz seçimlere 1.5-2 yıl varken erken bir seçimin gündeme gelmesi, birçok kişiyi heyecanlandırdı. Hatta “bugün seçim olsa hangi parti ne kadar oy alır” türü anketlerin sonuçları bile açıklandı.

Diyaloğun gazetelerde yayınlandığı gün hem AKP hem de başbakanlıktan yalanlama gelirken, konuşmaların “lâtife” olduğu söylendi. Gazete manşetlerine bile çıkan diyalog şöyle gerçekleşmişti: Erdoğan, “Turlara devam mı?” Baykal, “Anlayamadım.” Erdoğan, “Yani gezmeye devam ediyor musunuz, yurt gezilerine.” Baykal, “Sizin ne yapacağız belli olmaz. Yurt gezilerimize devam ediyoruz.” Erdoğan, “Evet haklısınız, her şey olabilir.” Bu konudaki polemik geçtiğimiz haftada devam etti.

Bu diyalogu Erdoğan “net” ve “sert” bir şekilde yalanlarken, “Külliyen yalan. Böyle bir şeyi milletimle paylaşırım. Ana muhalefet lideri ile niye paylaşayım? Ben erken seçimi değil demokratik açılımın Meclis’e gelmesi konusunu kastettim” derken, Baykal diyaloğu doğruladı. “Erken seçimi düşünerek konuştum. Başbakan öyle düşünmemiş. Bu konuşmanın da böyle yarı şakalaşma niyetinde yapılmış bir konuşma olduğu kanaatindeydim. Ama anlaşılıyor ki Başbakanın şaka kaldıracak bir durumu yok…” dedi.

Öyle anlaşılıyor ki, iktidarla anamuhalefet partisi genel başkanları birbirini anlamıyor. Şaka olduğunu söylüyorlarsa biz de şunu hatırlatalım: Her şakanın altında bir gerçeklik payı vardır…

Bir süreden beri de siyasette karşılıklı konuşmalarındaki üslûp bozukluğu da herkesin malûmu. Böyle olunca da siyasetçiler birbirlerini anlamakta zorluk çekiyorlar.

Bu polemikte bile siyasetteki üslûbun ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

* * *

TENKİDİN DE ÜSLÛBU OLMALI…

Siyasetteki üslûbu eleştirirken, başka bir üslûptan da bahsetmek istiyorum.

Geçen hafta Pazar günü Anavatan Partisi ile Demokrat Parti’nin “bütünleşme kongresi”ni yazmıştık. Bu yazımızdan sonra telefon, mail yoluyla itirazlar, eleştiriler, suçlamalar geldi.

Öncelikle şunu söyleyeyim. Yazımızda kongreden notlar aktarmış, yoruma girmemiştik. Yani bir yorum yazısından öte, kongrede olup bitenleri aktarmıştık. Her kongre notunda olduğu gibi yapılan konuşmalardan bölümler ile salonunun havasını, afişlerdeki mesajları yazmıştık. Yaklaşık 19- 20 yıldır birçok partinin kongresini takip ettim, buralardan notlar aktardım. Tıpkı burada yaptığım gibi…

Kongre devam ederken, haberlerimizi ve yazımızı yetiştirmek için erken de ayrılmak zorunda da kalmıştım. Konuşmalardaki bazı bölümleri de dinleyememiştim.

Yazıda geçen sadece bir cümleyi yorum gibi algılamayıp insafsızca eleştirmek, hatta “kınamakta” hiç yerinde değildi, insafsızcaydı. Hele hele bu devam eden bir soruşturmayla ilgili daha önce yazdığımız yazılar arşivde dururken “Ergenekon’un avukatlığına siz de destek veriyorsunuz” demek daha da insafsız bir suçlamaydı.

Elbette ki, “demokrat misyon” dediğimizde milliyetçi, muhafazakâr, demokrasiye yakışmayacak söylemlere destek vermemiz, hatta kabul etmemiz, tevil etmemiz; misyona ters düşecek sözleri eleştirmeyeceğimiz düşünülemez.

Kongrede neticesinde oluşan yönetim listesindeki isimlere de itiraz ediliyor. Unutmamak lâzım ki, misyonu temsil edemeyecek, misyondan anlamayan kişileri millet kabul etmez. Bu partinin geleneğinde millî ve manevî değerlere yaptığı hizmetleri de kimse görmezden gelemez. Bunu, partiyi idare edenler de elbette biliyorlardır. Üç defa darbeler maruz kalan bir partiden de beklenen demokrasiye sahip çıkmak, darbe teşebbüslerine, plânlarına karşı çıkmaktır.

Pazar yazımızı şu cümleyle bitirmiştik: “DP’nin yeni kadroları ile demokrasiye ve hürriyetlere açık, temel hak ve hürriyetleri gözeten bir muhalefet anlayışını getirmesi halinde de millet kendisini destekleyecektir.”

DP’nin önümüzdeki yılın Mayıs ayında büyük kongresi toplanacak ve partinin yönetim kadrosu oluşacaktır. Bu kadro partiyi seçime götürecek. Partiyi idare edenlerin de bu ikazlara dikkat edecekleri beklenir. Etmezlerse de millettin karşılığını görürler. Ancak şurası bir gerçek ki, demokrasinin, hak ve hürriyetlerin önüne açacak bir partiye Türkiye’nin şu anda ihtiyacı var.

Bütün bunlardan “üslûp” konusunda şuna söyleyebiliriz. Eleştiri yapılırken, insafsız olmamak, “önyargılı” davranmamak gerekiyor. Elbette tenkit yapılabilir ama hakaret içermemeli. (Buradan hakaret içermeyen bütün eleştirilerinize açık olduğumuzu bir kez belirtiyoruz.) Yapıcı tenkit yapılırsa yanlış yapmamız önlenir. Yol gösterici olunur. Ama bir şeyi tenkit ederken üslûba da dikkat etmek gerekir. Günlük olayların etkisinde kalıp insafsızca da hak etmediğimiz suçlamaların yapılmamasını bekliyoruz.

NOT: Bu konudaki gazetemizin tavrını Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz 3 Kasım 2009 tarihli yazısında net bir şekilde ortaya koydu. Oradan okuyabilirsiniz…

07.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bediüzzaman, “İsmim, ‘Said Nursî’dir” (1)


A+ | A-

Bediüzzaman Said Nursî’nin te’lif ettiği çağın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı, Anadolu’da, İslâm âleminde ve bütün dünyada dalga dalga yayılmakta, kalpler ve gönüller üzerinde büyük akisler meydana getirmekte.

Ülkemizin, İslâm âleminin ve topyekûn insanlığın mânevî bunalım ve problemlerine çözümler getiren; demokratikleşmenin, Güneydoğu meselesinin, din ve fen ilimleri ilişkisinin, toplumun ve gençliğin ıslâhının ve diğer içtimaî konuların Nur Risâlelerinin mânevî ve fikrî mesajı ekseninde tartışılması, bazı mihrakları oldukça rahatsız etmekte.

Bu sâikle çağımızda bir Asr-ı Saadet Müslümanı olan Bediüzzaman hakkında “bayat isnadlar” yeniden gündeme getirilmekte... Tefsirlerinin, fikirlerinin, dâvâsının ve mücadelesinin tam aksine ithamlar, Bediüzzaman’ın görüşlerinin kabulüne karşı azgınlaşmakta; daha önce bütünüyle çürütülmüş bühtanlar, sırf zihinleri bulandırmak için ısıtılıp piyasaya sürülmekte...

İFTİRALARLA KİME

YARANACAKLAR?

Bazı odaklara “şirin” gözükmek, birilerine dalkavukluk yapmak, kimi dinden bîbehre farmasonlara yaranmak adına, ifsad şebekelerinin tahrikiyle Bediüzzaman’a ilişme cür’etinde bulunanlar, şeytanları dahi inandıramayacak kocaman yalanları savurmaktalar.

Bediüzzaman’a ve Nur Talebelerine yönelik iftira kampanyasına katılan ve mâlum zihniyet hesabına kalemlerini fitne ateşine odun yapanların başvurdukları bayat iftiralardan biri de Bediüzzaman Said Nursî’nin ismi üzerindeki çarpıtmadır…

Oysa Bediüzzaman, isminin “Said Nursî” olduğunu bizzat eserlerinde ifâde eder; Osmanlı döneminde doğduğu bölgeye atfen kullanılan “Kürdî” lâkabının ırkî bir anlam taşımadığını, doğduğu bölge adından geldiğini açıkça ifâde eder.

Zira Osmanlı devletinin coğrafî terkibinde ve resmî devlet sâlnamesinde bu bölgeye “Kürdistan” denildiğinden Bediüzzaman da önceleri buna izâfeten “Kürdî” lakabını kullanır. Osmanlı nüfus kayıtlarında tıpkı Karadeniz bölgesine “Lazistan”, Gürcülerin yaşadığı bölgeye “Gürcistan” denildiği gibi, Doğu Anadolu’ya “Kürdistan” denmesine atfen, “Kürdî” soyismini alır.

Ancak Osmanlı’dan sonra Bediüzzaman bu “lakabı” kaldırır, kullanmaz; bütün kitaplarını ve mektuplarını bizzat “Said Nursî” diye imzalar. “Eski yazılarında kullandığı “Kürdî” ve diğer lâkapları “Nursî” olarak değiştirir.

Ve hayatta iken tabettirdiği “Tarihçe-i Hayat”ında da yer alan 1935’teki Eskişehir Mahkemesi Müdafaasında bu hususu bir defa daha sarahate kavuşturur; ismi “Said Nursî” iken kendisine kasden “Said-i Kürdî” diyenlerin sinsî desîselerini deşifre eder.

“Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mâhiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda (sorgularda) ismim Said Nursî iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve ‘Bu Kürd’ diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hâmiyet-i milliyelerine (milliyetçilik hislerine) ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir” açıklamasında bulunur. (Tarihçe-i Hayat, 200-203)

“KÜRDΔ LÂKABININ YERİNE

BİZZAT “NURSΔYİ YAZMIŞ…

Buna rağmen bazılarının “Kürdî” tâbirinde ısrarlarının, kendisi hakkında “bir yabanîlik hissini vermek ve nazâr-ı adâleti şaşırtmak” olduğunu belirten Bediüzzaman, devamında bu sathî ve sığ isnada karşı şu hitapta bulunur:

“Ey efendiler! Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana ‘Kürd’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civânmert bin Türk gençlerini işhâd edebilirim (şâhid gösterebilirim.)” (a.g.e.)

Keza Bediüzzaman’ın bütünü beraatle neticelenen, kendisinin ve Nur Talebelerinin yargılandığı mahkemelerde haklarında hazırlanan iddianâmeler, resmî evraklar üzerindeki işlemler hep “Said Nursî” ismiyle olmuştur. Bunun içindir ki altı bin sayfalık Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı kitaplarına ve daha evvel yazdığı “Münâzarât” ve “Sünûhat” gibi “Eski Said Dönemi Eserleri”ne “Said Nursî” imzasını atar; eski mektuplarındaki “Kürdî” kelimesinin yerine bizzat “Nursî”yi yazar.

Osmanlı döneminde yazdığı, sonradan eline geçen makale ve kitaplarında geçen “Kürdistan” kelimelerinin çoğunun üzerini çizerek kalemiyle “Şarkî Anadolu” diye tashih eder; hatta Osmanlı’nın son döneminde Şark’taki aşiretlere verdiği “içtimâ-î hayatımıza nâfî (menfaatli) hürriyet ve meşrûtiyet dersleri”nde, “Ey Kürtler!” diye başlayan bazı hitapları dahi “Ey bu vatan evlâtları” olarak değiştirir. O gün Doğu’daki Kürt aşiretlerine verilen bu derslere bütün vatandaşları muhatap kılar…

Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleri ortada. Daha hayatta iken, menhus mahfillerden gelen sözkonusu isnad ve iftiraların hepsine bizzat cevap vermiş ve tarihe geçen kahramanca ilmî ve fikrî mücâhadesiyle fiilen tekzip etmiş...

07.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Manzara-i umumiye


A+ | A-

AB’nin daha önce de ifade edip, son ilerleme raporunda bir kez daha tekrarladığı önemli bir tesbit var: “AKP 22 Temmuz’da halkın verdiği güçlü destek ve yetkiyi, demokratikleşme reformları için değerlendiremedi.”

Bu tesbit, 3 Kasım 2002 seçimi için de geçerli.

O seçimde AKP şimdikinden daha güçlü bir Meclis çoğunluğunu elde etmiş, hattâ bir ara transferlerle anayasayı tek başına değiştirebilecek sayıya erişmişti. Ama bunu da kullanamadı.

Ve bir daha kolay kolay ele geçmeyecek olan tarihî fırsatları harcayarak, günü ve zevahiri kurtarmaya yönelik politikalarla bugünlere geldi.

Ama çok enteresan; aralıksız şekilde sürdürülen psikolojik harekâtlarla, AKP’nin bu inanılmaz fiyaskoları gözden kaçırılmaya, dahası çeşitli gerekçelerle mazur göstermeye çalışılırken, tersine, peş peşe ortaya atılan gündem maddeleriyle, bu partiye yine prim yaptırılmak isteniyor.

Bazı fiyasko örneklerini birlikte hatırlayalım:

* 22 Temmuz’dan sonra sivil ve demokratik bir anayasa projesi ucundan kıyısından gündeme getirilir gibi oldu, ama statüko kaynaklı tepkiler üzerine frene basılarak konu askıya alındı. Hâlâ askıdan inmediği gibi, en son 29 Mart yerel seçiminden sonra gündeme getirme sözü verilen birkaç maddelik değişiklik dahi “unutuldu.”

* Aynı şey, 3 Kasım 2002 gecesi kameralar önünde söz verilen, “2004 yerel seçimine kadar seçim ve siyasî partiler kanunlarını demokratikleştirme” konusu için de, tam yedi yıldır geçerli.

* Yeni anayasa rafa kalktıktan sonra, başörtüsü yasağını sadece üniversiteler için iki maddelik anayasa değişikliğiyle kaldırma girişimi de unutulmaz fiyaskolardan biri olarak kayıtlara geçti.

* Brüksel’den, üyelik müzakerelerini 5 Ekim 2005’te başlatma sözü aldığımız 17 Aralık 2004 tarihinden bugüne kadar geçen beş senelik zaman zarfında, AB ve demokratikleşme reformları adına kayda değer hiçbir yeni adım atılmadı.

* “Demokratik açılım” gündeme getirildi, ama içi hâlâ doldurulamadı. Buna karşılık, sözü edilen açılımın Ermeni meselesini, Alevileri, azınlıkların sorunlarını, hattâ işsizliği kapsayan bir içerikte olduğu belirtilerek, insanlar bu konularda çözüm beklentisi içinde tutulmak isteniyor.

* Açılım kapsamında başlatılan “dağdan iniş” süreci, ilk dalgada sergilenen yanlış görüntülerin tetiklediği tepkiler bahane edilerek durduruldu.

* Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme adına imzalanan protokol Meclise getirildi, ama Ermeni tarafı, Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın şart koştuğu “Karabağ’da çözüm” konusuyla protokollerin bir ilgisi bulunmadığı iddiasındaki ısrarını koruduğu için, orada da bir donma hali var.

* Kamuoyu, yazın haftalarca tartışıldıktan sonra peşi bırakılıp, geçtiğimiz günlerde “ıslak imzanın teyidi” gelişmesiyle yine gündeme getirilen “irtica belgesi”yle meşgulken Başbakanla Genelkurmay Başkanının görüşmesinden sonra yayınlanan açıklamada, konuyla ilgili adlî ve askerî yargı süreçlerinden çıkacak sonuçların beklenmesi çağrısı yapılarak, bilhassa askerî yargıya yönelik kuşkuların Başbakanlıkça da dikkate alınmadığı mesajı verilmek suretiyle, bu yeni aşamanın varacağı netice şimdiden ilân edilmiş oldu.

* En az iki buçuk senedir gündemdeki yerini koruyan ve açılan ilk dâvâsı birinci yılını dolduran Ergenekon’un lâfı çok ediliyor; ama ağır topların hemen hemen tümü dışarıda. “Hasta” diye tahliye edilenlerden Tolon, cumhuriyet balosunda verdiği gayet enerjik ve dinamik dans ve vals görüntüleriyle, bunlardan biri. Ve zaman ilerledikçe dâvânın tavsayacağı kaygıları hâlâ geçerli.

* YÖK’ün katsayıyı kaldıran kararı Danıştay’da.

* Hükümet Kur’ân eğitiminde yaş sınırını kaldırmaktan söz ediyor, ama bu yönde yapılacak bir düzenlemenin de yargıya takılma ihtimali var.

İlk iktidar döneminde en önemli takoz olarak gösterilen Çankaya engelinin kalkmasından ve YÖK’ün hükümetle uyumlu hale gelmesinden iki buçuk yıl sonraki manzara-i umumiye böyle.

07.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.