Nurullah AKAY |
|
Dünyamdan yansımalar |
İçinde bulunduğum ruh hâletini satırlara dökmek için oturdum bilgisayarımın başına. Kafamda hep iyilikler ile kötülüklerin, güzellikler ile çirkinliklerin, doğruluklar ile eğriliklerin çatışması bulunmaktaydı. Dünyanın iyilikler, güzellikler ve doğruluklarla ne kadar mükemmelleştiğini; kötülükler, çirkinlikler ve eğriliklerin ise dünyayı nasıl çekilmez bir hâle getirdiğini düşünüyordum. Ama içimde olumlu rüzgârların oluşturduğu bir huzur ânı vardı ve bu, dünyama hep güzellikler katan havayı bâkileştirmek istedim. İstedim ki, şeytanlardan bana miras kalan bütün mal varlığımı yakayım, yok edeyim. İstedim ki hep iyilikleri dünyama davet edeyim. Geride bir gün bırakmış, yeni bir günün ilk saatlerini yaşıyordum. İnsanların çoğunun nevm âleminde olduğu bu dakikalarda kendimle, dünyamla ve biraz da dış dünyayla yüzleşmek istiyorum gibi bir hâlet-i ruhiyeye sahiptim. İçimde bana huzur veren duygular varken kendimi uykunun derin karanlıklarına teslim etmek istemedim. Sanki “Eşref Saati” mi yaşıyordum? Derler ya herkesin bir “Eşref Saati” vardır. Hazır içimde bir huzur serinliği varken, bu anı bana yaşatan Rabbime şükretmeyi elbette ihmal etmezdim. Şükür duygularıyla huzur esintileri dünyamda daha da artmaya başlamıştı. Bütün zerrelerimle şükür denizine dalmış gibiydim. Rabb-i Rahimimi düşününce ve kendimi O’nun âciz ve fakir bir kulu olarak görmeye başlayınca, faniliklerin bütün yüklerini sırtımdan atmıştım. Bir kuş gibi, şimdikilerin “özgür” dediği, kendimin ise bırakmayı istemediğim “hür” kelimesiyle ifade edilebilecek bir hâlet içinde kendimi hissediyordum. Sanki dünyanın bütün faniliklerini bir tarafa atmış Hâlık-ı Kerim olan Allah’ımla başbaşaydım. Bütün dünya benim olmuştu. Dünyadaki bütün varlıklarla dost olmuş, düşmanlık duygularını sadece şeytânî oyuncaklara ayırmıştım. Oyuncaklarla zaman geçirecek kadar çok vaktim yoktu benim. Hızla gerçekler âlemine doğru gitmekteydim. Yolumun sonunu adeta görür gibi oluyordum. O sonun bir yeni başlangıç olması bütün üzüntülerimi sevinçlere dönüştürüyordu. Evet Rabbimle yoluma devam ediyordum. Benden hiç ayrılmayan Sultanım vardı yanımda. Öyle bir Sultan ki, O yaratılan her şeyin sahibi. O her şeyi biliyor, her şeyi görüyor, her şeyi duyuyor. Bütün güzel isimler O’na aittir. O’nu bulan kendini ve her şeyi bulur. O’ndan gafil olan karanlıklara kendini mahkûm eder. Yalvarıyordum Malikime. Yalvarınca kendimi buluyor, huzurlara gark oluyordum. Kusurlarım, hatalarım çoktu. Kendimi affettirmek için daha da gayret etmeli, beni Rabbimin rızasından ayırmayacak, şeytanların fitnelerinden koruyacak bir rehber bulmalıydım. Düşündüm ki, elbette en doğrusu, Kâinat Sultanının Habibinin (asm) rıza yolunu takip etmek... Girdim o güzellikler ve iyilikler ülkesine. “Rabbim” dedim, “Sevgim sana ve Senin Habibine. Kabul et ey Rabb-i Rahimim...” Muhammed (asm) ismiyle kendi dünyamda ifade edilemez aydınlıklar meydana gelmeye başlamıştı. “Yol bu, varlık bu, insanlık bu” diyerek sevincimle dünyamdaki aydınlıkları arttırmaya çalıştım. Fenalıklar benden uzaklaşmaya başladı gibi oldu. Onların artık dünyama bulaşmamalarını temenni ettim. Bunun için de aczimi ve fakrımı Rabbime arz ederek, O’nun rahmet hazinesinden dilenmek istedim hayatım boyunca. Dualarım kabul olursa, ben artık gerçek bir insan olmuş olacağım Rabbimin izniyle ve merhametiyle. Gecem aydınlıklarla doluyordu, aydınlıkları düşündükçe. Adeta yeniden doğan bir canlı gibi hayat bulmaya başlıyordum. Bu benim yeni bir dirilişim gibiydi. Meğer yaşayan bir ölü olmak ne kadar da çekilmez bir hâletti... Düşüncelerle dirilmek, Rahmanî duygularla dünyamızı kokuşturan muzahrafattan kurtulmak Rabbimin büyük bir nimetiymiş meğer. İnsan ancak gaflet hallerinden kendini kurtarınca gerçekleri görüp, insan olmanın hazzını yaşayabiliyor. Çok şükür bunu anladım gibi bir hâleti Rabbim bana nasip etti... 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Kriminolojik keşkek (!) |
Türkçe karşılığı: “Suç Bilimi”... Diğer ilimlere göre; Çok yeni bir ilim dalı kriminoloji. Bundan dolayıdır ki zengin bir bilgi kaynağı yok bu ilim dalının. Deneme-yanılma bir şeyler oluyor işte kriminolojide de! Aslında; Şunu da belirtmekte fayda var: Kriminolojinin tarifi ile ilgili de çeşitli görüş ve çekişmeler var. “Suçun incelenmesi”... Veya; “Suç ile ilgili ilim”… “Suç bilimi” gibi adları da var.
*** Aynı zamanda; Şahsın ve sosyal hususların varlığına bağlı bir çok müphemiyetlerle çevrilmiş bir ilim dalı kriminoloji ! “Nereden icap etti bu ilim dalı şimdi?!” demeye başladınız değil mi ? Lütfen; Biraz daha sabreyleyelim… Suçu önlemeye… Ve; Suçlular hakkında gerekli tedbirleri almaya ilişkin genel ve değişik ilkelerin ve diğer tipteki bilgilerin bütününü kapsayan ilim dalı olan kriminoloji; Suçu anlamak... Suçu önlemek… Suçlular hakkında uygulanması gerekli işlem ve tedbirleri belirlemek için gayret sarf eden bir dal...
*** Çağdaş bir ilim dalı olan kriminoloji; Ceza hukukunun sosyal kökenlerini... Ceza adalet mekanizmasının işleyişini... Suç teşkil eden davranışların nedenlerini... Suçun önlenmesi… Ve; tenkili (bastırılması)… Kişilerin iyileştirilmesi, ıslahı ve sosyal tarafları ile de ilgilenen dal!..
*** Şimdi gelelim memleketimize.. Ve dahi; Asıl meselemize: Başbakanın yanına, ana muhalefet liderlerini oturtun. Onların yanına popülaritesi şu sıralar çok yüksek şekilde seyreden din âlimlerini yerleştirin.. Yetmedi: 5000’den fazla profesörü bulunan canım ülkemden aklınıza gelen isimleri bu heyete dahil edin… Daha yetmedi: En müthiş hatipleri; hukukçu ve siyasileri bütün bu saydıklarımız ile bir yuvarlak masa etrafında toplayın. En. en.. en… en…. En âlâ enkırmenleri bu heyetin başına koyup 24 saat değil, 24 hafta konuşturun. En çarpıcı açıklamalar ile söz gelimi; Şu: “Ergenekon” meselesini tartışsınlar! Bu milletin kılı kıpırdarsa ne olayım!
*** Sinirlerimiz tahriş olmuş bir kere: Profesör annesini boğazlayan kızını mı istersin? Tıbbiyeli arkadaşını lime lime eden ve resmen doğrayan sapkın gençler mi? Bu tuhaf halimize bir gıdım olsun çare aramayan basını mı? Ne istersen var. Ama; Ortada sağlığı kalmış bir toplum yok. Hoş; Dünyanın da bizden farkı yok! Vaziyet: Tam anlamı ile; Kriminolojik keşkek. Kriminoloji ne yapsın. Dünyanın şirazesi kayık.
*** Çare? Kur’an’a dönüş. Her akşam; Toplumun her kesimine tefekkür dolu sohbetler sunmak. Risale-i Nur Külliyatının hem Diyanet İşleri Başkanlığı, hem de Kültür ve Turizm Bakanlığınca sahiplenilmesi ve umuma mal edilmesi. Dünyamızın buna ihtiyacı var ! Çok geç kalınıyor çooooook !.. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Evlilik üzerine sorular |
Yunus Bey: “Kirvelik kavramının İslâmî literatürde yeri nedir? Kirve çocukları arasında evliliğe engel bir durum söz konusu mudur?”
Kirvelik, sünnet çocuklarıyla ilgili bir yakınlık bağını tanımlıyor. Örf ve âdetlerimize göre kirve, sünnet olan çocuğun harcamalarını karşılayan, sünnet esnasında çocuğun elini kolunu tutan, çocuk üzerinde babaya yakın hak ve sorumluluk taşıyan ve görev üstlenen kimsedir. Sünnet çocuklarıyla ilgili böyle bir yakınlık bağı kurmanın dinî bir sakıncası yoktur. Bilakis, bu örf, toplumumuzun sünnete olan ilgisinin bir göstergesi de sayılabilir. Bir Müslüman’ın, diğer bir Müslüman’ın işiyle ve problemleriyle elinden geldikçe hayat boyu ilgilenmesi dinimize göre zaten teşvik edilmiştir, sevaptır. Kirvelik kurumunu insanlar arası yakınlaşmayı, dayanışmayı ve yardımlaşmayı teşvik eden dinimizin dışladığını söylemek bu bakımdan imkânsızdır. Fakat dinimiz, kirvelikle birbirine yakınlaşan kişiler arasında bir evlilik haramlığı tanımlaması yapmıyor. Yani kirve çocukları arasında evliliğe engel bir durum söz konusu değildir. Kirve, sünnet olan çocuğun babası veya üvey babası hükmünde olmadığı gibi, kirvenin çocukları da kendisine nesep kardeşi sayılmaz. *** Ömer Bey: “Arap kardeşlerimizden bir tanesi bana bir insan kız istemeye bir eve gittiğinde, ev sahibinin bütün kızlarını gelen şahsa göstermeye mecbur olduğunu ve Kur’ân’da bunun delili olduğunu iddiâ etti. Ben Kur’ân’da böyle bir şey bulamadım. Böyle bir şey mümkün müdür? Lütfen bir açıklama yapın ve Kur’ân’da kız isteme ile ilgili âyetleri de açıklarsanız memnun olurum.”
Evlenmek sünnettir. Fakat bunun âdâbı var, erkânı var, yolu var, yordamı var, görgüsü var, nezaketi var. Böyle kız istemeye gelen şahsa ev sahibinin ne kadar kızı varsa göstermeye mecbur olduğu gibi bir emir Kur’ân’da olmadığı gibi, böyle bir yorum veya âdet Müslüman toplumların örfünde de yoktur. Bu yorum, söz konusu Arap kardeşimizin şahsî ve patavatsız görüşünden başka bir değer de taşımaz. Kur’ân’ın evlilik konularında getirdiği hükümler şöyledir: “Mü’minlerden hür ve iffetli kadınları ve kendilerine sizden önce kitap verilmiş olanlardan hür ve iffetli kadınları nikâhlamak da, mehirlerini verdiğiniz, iffet üzere olup zinadan kaçındığınız ve gizlice gayr-ı meşrû şekilde dostlar da edinmediğiniz takdirde size helâl kılındı.”1 “İçinizden bekâr olanları ve köle ve cariyelerinizden dindar olanlarını evlendirin. Onlar fakir iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah’ın lütfu geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.”2 Musa Aleyhisselâm gençliğinde bir seyahat esnasında Medyen suyunun başına geliyor. Burada hayvan sulayan topluluğa karışmayan ve topluluktan geride durup, topluluğun kuyu başından ayrılmasını bekleyen Şuayp Aleyhisselâm’ın kızlarına rastlıyor ve onlara sırf Allah rızası için yardım ediyor. Şuayp Aleyhisselâm’ın kızları muhterem babalarına bu durumdan bahsedince, Şuayp Aleyhisselâm bu genci görmek istiyor. Kızlarından birisini bu genci çağırmak üzere gönderiyor. Kızcağız Musa Aleyhisselâm’a babasının selâmını ileterek kendisini babasının görmek istediğini ve yardımına karşılık vermek istediğini bildiriyor. Musa Aleyhisselâm da çağrıya uyup gidiyor. Musa Aleyhisselam’ın tavır ve davranışlarını, saygısını ve efendiliğini beğenen Şuayp Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm’a diyor ki: “Sekiz sene bana çalışman şartıyla şu kızlarımdan birini sana nikâh etmek isterim.”3 İki peygamberden birisinin diğerine kızlarından birisini arz etmesi böyle gerçekleşiyor. Görüldüğü gibi burada da–hâşâ—bir görgüsüzlük ve nezaketsizlik söz konusu değildir. Esasen Kur’ân’ı nezaketsizliğin kaynağı saymak, her şeyden önce Kur’ân’ı incitir. Şu halde, sünnette evlilik var, kız istemek var; bunlar tamam. Fakat kız istemeye gelen birisine ev sahibinin ne kadar kızı varsa göstereceği gibi bir yorum, İslâm nezaketine ve sünnet nezahetine asla uygun düşmez. Böyle bir yorumu Kur’ân’a atfetmenin ise hiçbir imkânı yoktur.
Dipnotlar:
1- Maide Sûresi: 5 2- Nur Sûresi: 32 3- Kasas Sûresi: 27 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
“Bediüzzaman’ı arıyorum” |
45 yaşlarında bir bayan, yana yakıla Kocaeli Yeni Asya Bürosu’na gider, “Şükür buldum” sizi der. “Ben Bediüzzaman’ı arıyorum. Nihayet sizin sayenizde bulacağıma inandım. Hani siz geçen sene Mart ayında bir Bediüzzaman eki vermiştiniz ya, onu zevk ve heyecanla okudum. Bu ülke Bediüzzaman gibi bilginlere sahip olduğu için çok şanslı. O broşürden öğrendiğime göre Bediüzzaman gerçekten bizim için büyük bir nimet. Onun görüş ve düşünceleri beni mestetti. Tekrar tekrar okudum o broşürü. Onu yakından tanımak, eserlerini okumak istiyorum. Nihayet size ulaştım.” 17-18 Ekim Cumartesi-Pazar günleri Konya Ilgın Grand İpek Palas Termal Otel’de Yeni Asya Gazetesi temsilciler toplantısında Kocaeli Yeni Asya Bürosu temsilcimiz Salih Oral anlattı bu hatırayı. Gerçekten ufacık bir ışık bile arayış içinde olan insanlara yetiyor. Kimbilir nice insan bu hakikatler yanıbaşında olduğu halde habersiz. Haberi olsa bu bayan gibi nasıl sevincinden uçacak! Önemli olan ise bizim bu hususta ne gibi katkılarda bulunduğumuz. İşte sönmez iman ve Kur’ân hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırma gayreti mutluluk için yetiyor bu işin şuurunda olan insanlara. O günkü istişare toplantısında Ramazan ayında gerçekleştirdiğimiz promosyon kitaplarıyla ilgili sonuçları değerlendirdik ve ilerde yapacağımız yeni hamlelerle ilgili çalışmalar üzerinde durduk. Arkadaşlar her zamanki gibi heyecan yüklü idiler. Bu heyecan, aşk, şevk ve gayret bulunduğu müddetçe başaramayacağımız ne olabilirdi? Bugüne kadar yaşadığımız tüm olumsuzluklara rağmen bu şevk sönmemişti, sönmezdi. Çünkü Üstad’ın ifadesiyle, “Geçici, dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Ve madem hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kat’î kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.”1 İman ve Kur’ân hizmeti işte böylesine yüce, kudsî ve büyük bir hizmet… Böyle bir hakikate, yüz bin can olsa, feda edilse yine ucuz düşmez mi? Bu inanç, duygu ve düşüncedeki arkadaşlarımızın nefis ve kesif gayretleri Ramazan hamlesini sevindirici sonuçlarla noktalandırmıştı. Gösterilecek gayretler bir sonraki hamleler için de ümit bahşediyordu. Yetmiş küsûr yaşlarında olmalarına rağmen Necati Yılmaz ve Enver Tezer ağabeylerimiz büyük bir iştiyakla Balıkesir’den toplantıya katılmışlardı. Enver Tezer ağabeyimizin anlattığı bir hatıra da bizi duygulandırdı. Birgün bir genç büroya uğrayıp, “Ben sizin gazeteniz sayesinde namaza başladım” demiş. Hapishanede gazetemizi tanımış, namaza başlamış, namazın ve sair ibadetlerin ruh ve esaslarını anlatan Risâle-i Nurları nasıl elde edebileceğini öğrenmek için oraya gelmiş. Onun ıslah-ı hâl edişi hapishane müdürünün dikkatini çekmiş, altı ayda bir dışarı çıkma izni vermiş ve bundan istifade ile büroyu bulmuş. Daha nice güzel anekdotlar var gazete hamlesiyle ilgili. Bir sonraki makalemizde de bunlar üzerinde duralım inşaallah.
Dipnot:
1- Şualar, s. 277. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ahiyan ve Bacıyan |
Ahiyan, kardeş anlamına gelen “ahi”nin çoğuludur. Bacıyan da “bacı”nın çoğulu olup bacılar demektir. Bu isimler altında teşkilatlanan insanlar, Selçuklu ve Osmanlı döneminde büyük itibar görmüşlerdir. Anadolu yerleşik halkının Müslümanlaşmasında ise, aynı kaynaktan beslenen bu iki teşkilatın rolü ve hizmeti pek büyük olmuştur. Ahilik teşkilatı, kardeşlik esasına dayanır. Bu teşkilatın kurucusu 1171-1262 yılları arasında yaşamış olan Ahi Evran’dır. Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş, önce Kayseri ve bilahare Kırşehir’e yerleşmiş bir büyük şahsiyettir. Ahi Evran’ın büyüklüğü, sadece onun temiz ahlâkından, dürüstlüğünden, şahsî faziletinden kaynaklanmıyor. Onun ayrıca insan yetiştirmesi ve insana yatırım yaparak insan merkezli bir hayat tarzını geliştirmesi vardır ki, onu asırlarca unutulmayacak bir mühim şahsiyet hâline getirmiştir. Ahi Evran’ın kendisi esnaf, sanatkâr ve gençlik arasında geliştirmiş olduğu Ahiyan’a (Ahilik ve Fütüvvet teşkilâtı) mukabil, onu hanımı olan Fatma Bacı da, Bacıyan teşkilatını sevk ve idare etmiştir. Gerek Ahiyan ve gerekse Bacıyan teşkilatına mensup kimselerin sadece bir tek vazifesi yoktur. Bu kimseler, öncelikle kendi nefsini terbiye etmesi, kendini yetiştirmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra, diğer teşkilât mensuplarıyla iyi bir diyalog ve münasebet içinde bulunması icap ediyor. Bu merhalelerden geçtikten sonra da, geniş daireye açılmalarına, maddî veya mânevî yönden muhtaç durumdaki insanların yardımına koşmalarına sıra geliyor. Bacıyan (Bacıyan-ı Rum da deniliyor) halkasına dahil olan hanımlar, örnek İslâm ahlâkını ailelere yansıtmaya çalışırlarken, bir taraftan da Anadolu’nun yerleşik Rum, Ermeni, Süryani vesâir ailelerine nüfuz ederek onlara da İslâmiyetin temel prensiplerini anlatmaya çalışırlardı. Ahiyan (Ahiyan-ı Rum diye de isimlendiriliyor) ise, hem temel ahlâk derslerini alır, hem bunu çevreye ve iş hayatına yansıtmaya çalışırlar. Bunun yanı sıra, esnaf ve sanatkârlar olarak kendi aralarında lonca denilen teşkilâtlar kurarak, mesleklerinin sağlam dairede gelişmesini sağlamaya gayret ederler. Kardeşlik duygusunun temel baz olarak kabul edildiği Ahilik, ayrıca cömertlik, mertlik ve mürüvvet mânâlarını içinde barındırır. Onların bu mertlik ve cömertlik hâllerine şahit olan Berberi asıllı seyyah İbn Battuta, Seyahatnamesinde Anadolu’da yaşayan Ahilerden şu sözlerle bahseder: “Ahiler, Anadolu’da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her vilâyet, her kasaba, hatta her köyde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancılara karşı yakın alâka gösterirler. Yiyecek, içecek ve yatacak ihtiyaçlarını temin ederler. “Ahiler, ayrıca bulundukları yerlerdeki zorbaların hakkından gelir ve onları yola getirmesini de bilirler. Herhangi bir sebeple kendi ‘Fütüvvet/Gençlik teşkilatlarına iltihak eden kötüleri bertaraf etmeye çalışırlar. “İşte bu gibi hususlarda, Ahilerin dünyada eşi benzeri yoktur diyebilirim. “Ahilerin çoğu esnaf ve sanatkârdır. Sabah işlerine erken saatte giderer. İkindiden sonra ise kazandıklarını reislerine, ustalarına, yani o işyerindeki idarecilerine götürüp teslim ederler. “Ahiler, kazandıklarıyla ayrıca kendi aralarında topluca yemek yerler, şayet varsa misafirlerini de aynı cemaate dahil ederek, onlara karşı cömertliklerini sergilemekten geri durmazlar. Misafire karşı her türlü izzet ve ikramı eksiksiz yaparlar. “İşte ben dünyada bunlardan daha güzel, daha samimi ve daha hayırlı iş yapan kimse görmedim. Meselâ, Şiraz ve İsfahan taraflarında gördüğüm bazı kimselerin hâl ve hareketleri de bunlara benziyordu. Ancak, Ahilerin gelen giden yolculara, misafirlere gösterdikleri yakınlık ve sıcaklık, besledikleri şefkat ve iltifat, şimdiye kadar gördüklerimin fevkindedir.” İşte, İbn Battuta gibi dünyayı gezip dolaşmış meşhur bir seyyahın anlattıkları da gösteriyor ki, Ahiler, müstesna insanlardır. Esasında Anadolu insanının nice güzel haslet ve meziyetleri vardır ki, bütün bu hususiyetler Ahilik teşkilatı içinde asırlarca yaşatılmaya çalışılmış. Ne zaman ki, biz onları unutarak, ya da bir kenarda tutarak başka toplulukların hayat tarzlarını örnek almaya başladık, cemiyetteki bozulma da buna paralel şekilde kendini gösterdi. Fert ve cemiyet bazında insanlarımızın düzelmesi, yine kendi özümüze dönmeye ve o güzel ahlâkı yaşamaya, yaşatmaya bağlıdır. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Pes doğrusu |
Geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı’nın “Teke Tek” programında, tarihçi Murat Bardakçı ve Prof. Dr. İlber Ortaylı, neler söyleseler beğenirsiniz: Prof. Ortaylı, “(Said Nursî’nin) Yazdığı Risâleyi anlamak fevkalâde güçtür. Niye? Sentaksı bozuk, Türkçe değil o. Demek ki, Türkçe yazmamış. Siyak-sibak ilişkisi yok. Yani çerçeve ve muhtevâ birlikteliği olmuyor” diye kestirip atarken, güya mesele hakkında malûmat sahibi imiş gibi inciler döktürmeye devam ediyor: “10 tane kişi okuyor 100 kişi dinliyor, izah ediyor. Cemaatin mensubuna Nur talebesi denir. Okunuyor. Daha bilgili tecrübeliler izah ediyor. Sistem bu zaten.” Bardakçı, “Anlayamazsın. Bunu söyledim diye, bu da kabahat oldu. İlber hoca da aynısını söylüyor. Kelimeler arasında rabıta kopuktur.” Bilmemek ayıp değil. Anlamamak da bir derece ayıp değil! Ancak, bir konuda bilgi sahibi olmadan ahkâm kesmek ayıp değil mi? Herhalde, aşağıda nakledeceğimiz benzeri yüzlerce tesbiti işitmemişler, okumamışlar, bilmemişler: “Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftihârı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde, ‘Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler’ demiştir. Edib ve şâirler, zevâl ve firaktan ağlamışlar, ölümden vâveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir.”1 “Üstâd şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrâke seslenişi, yaralanan bir idrâke, yabancılaşmış bir idrâke. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine âşinâyız, ne mefhumlara.”2 Harran Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Servet Armağan, Risâle-i Nurların Türkçe’nin muhafazasında önemli bir yeri olduğunu belirterek, “Risâle-i Nur’un dili ve üslûbu, diğer pek çok konulardaki özel durumu ile birlikte bu konuda da özel bir farklılık taşıyor. Adeta Türkçe’nin muhafazasına da bu farklı yönüyle üstatlık etmiştir”3 diyor. Bu ve benzeri, yüzlerce yerli, yabancı ilim adamlarının beyânâtları var. Sempozyumlar, kongreler, açıkoturumlar, konferanslar verildi. Yüzlerce kitap yazıldı, televizyon, radyo programı yapıldı. Haydi diyelim ki, duymadınız, okumadınız. Peki, “Biz bu mevzuları tam olarak araştırmadık. Birikim ve fikir adamı, satırdan (yazılı belgeden) konuşur. Bu hususta söz söylemek bize düşmez!” demeniz gerekmez miydi? İlmin ve tarihçiliğin izzeti, bunu icap ettirmez mi? Bediüzzaman, Risâle-i Nur Külliyatı ile, yediden yetmişe herkesi “tefsir halkası”na katmıştır. İlkokul talebesinden, ilim adamı profesöre, çiftçiden, dağdaki çobana kadar… Dünyada, Kur’ân-ı Kerim’den sonra en çok basılan, satılan ve okunan eser Risâle-i Nur’dur. Peki bu insanlar bu eserleri süs olsun diye mi alıyorlar?
Dipnotlar:
1-Sözler, YAN, s. 1241.; 2-Cemil Meriç, Kırk Ambar, sayfa 419, Ötüken Neşriyat, 1980.; 3-Risale-i Nur Enstitüsü Şanlıurfa Şubesi Seminer Salonu/04 Mayıs 2009. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Komşu komşunun ‘gül’üne muhtaç |
Bazı komşularımızla aramız düzelirken, bazılarıyla da bozulma ihtimali ortaya çıktı. Bilhassa Ermenistan konusunda atılan adımlar, “can” Azerbaycan’ı üzmüşe benziyor. Haberlere bakılırsa Azerbaycan yöneticileri ‘tepki’ gösterirken biraz fazla heyecanlanmış gibi. Tabiî bu tepkilerin geçici olması her iki ülkenin de menfaatine. Herkesin bildiği gibi Azerbaycan’la sadece ‘din’ birliğimiz yok. Bunun yanında çok önemli olan ‘dil’ birliği de bizi birbirimize bağlamış. Azerbaycan kamuoyunun, Ermenistan konusunda hassasiyeti de zaten bilinen bir durum. Geçmişte Azerbaycan’a gitme imkânı bulduk ve bu hassasiyeti yakından görme imkânı bulduk. Hassayiseti anlamak için kimsenin aklına geçmişte yaşanan Türkiye-Yunanistan arasındaki ‘gerginlik’ gelmesin. Azerbaycan ile Ermeninstan arasındaki gerginliği başka ülkeler arasındaki gerginlikle izah etmek neredeyse imkânsız. Tahminlerin üzerinde bir hassasiyet ve soğukluk yaşandığı malûm. Türkiye, bir komşusuyla ilişkilerini düzeltirken bir başka komşusunu küstürme lüksüne sahip değil. İdeal olan bütün komşularla ve hatta komşu olmayan ülkelerle de ilişkileri geliştirmek olmalı. Belki yapılmak istenen de bu, ama Azerbaycan’ın ‘bayrak indirme’ye varan tepkisi de dikkate alındığında bir problemin olduğu akla geliyor. Azerbaycan, bu güne kadar Türkiye’ye ‘ucuz’ fiyatla gaz sattığını hatırlatıp ‘zam’ sinyali vermiş. “İki devlet, tek millet” olmakla övünenler arasında böyle ‘maddî’ krizlerin çıkmaması gerekirdi. Hele hele ilişkileri ‘ucuz gaz, pahalı gaz’ tartışmasına indirgemek ‘kardeş ülke’ler için uygun olmayan bir durum. “Öfke ile kalkan zararla oturur” tesbiti doğru bir tesbit olduğuna göre, hadiseleri akl-ı selim ile değerlendirmek gerekir. Bunu yaparken de medyanın ve ‘arabozucu’ diğer sebeplerin tahrikine kapılmamak gerek. Yarını ve yarınları düşünerek, bu krizin geçici olmasını temin etmek gerek. Azerbaycan ile Türkiye arasında geçmiş yıllarda da bazı tartışmalar yaşanmış, işin içine ‘darbe yapma/ yapana destek olma’ ithamları da yapılmıştır. Dolayısıy-la bu krizin de suhuletle çözülmesini temenni edelim. Türkiye’de olduğu gibi Azerbaycan’da da bu ‘yara’yı kaşıyan, krizin derinleşmesini isteyen ekipler ‘Ergenekon’ uzantıları olabilir. İşin içine bir de Rusya faktörü girdiğinde hadise daha da karmaşık hale gelebilir. Bu bakımdan ‘yara’ derinleşmeden ‘ifsat şebekeleri’ne fırsat vermeden ilişkilerin düzeltilmesi icap eder. 1990 sonrası büyük ölçüde dış politikamızın gündemini meşgul eden “Türkî Cumhuriyetler” konusunda son yıllarda sıkıntılar yaşanıyor. Bu ülkelerle başlatılan bazı projeler hedefine ulaşamadı. Meselâ, üniversite eğitimi için bu ülkelerden çok sayıda öğrenci Türkiye’ye geldi. Sonra çeşitli sebeplerle bu ‘açılım’ devam edemedi. Kısmen devam etse de başlangıçtaki hedefler tutturulamadı. Azerbaycan’la aramızda meydana gelen bu krizi bir an önce sona erdirmek ve başka komşu ülkelerle de benzer krizlerin yaşanmaması için dikkatli ve tedbirli adımlarla yürümeliyiz vesselâm. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Sınırdaki “dönüş”ün akıbeti (1) |
Türkiye, Silopi gümrük kapısından Mahmur kampındaki bir grubun Türkiye’ye giriş yapmasına kilitlendi. Terör örgütü PKK’nin aldattığı, tahrik edip Türkiye’den kaçırttığı âilelerden, çoluk-çocuktan oluşan ve âdeta bir korsan kasaba haline gelen sınırın hemen ötesindeki kamplardan bazı vatandaşların Türkiye’ye dönmeleri sevindirici. Her ne kadar gelen dört kişinin arasında Kandil’deki “dağ kadrosu”ndan olanlar bulunduğu iddia edilse de, gelenlerin dağdakiler değil ovadakiler; teröristler değil, teröristlerin tahrik ve tâlimatlarıyla götürülenler olduğu ortada. Bu bakımdan bu “dönüş”ün, başta Kandil olmak üzere Kuzey Irak’ın diğer bölgelerindeki teröristlerin tesliminin başlangıcı olup olmayacağı tedirginliği yaşanıyor. Önceki örneklerine bakıldığında, “açılım” sürecindeki bu “sembolik” hamlenin Başbakan Erdoğan’ın son Irak ziyaretinde Talabani’yle görüşmesinden sonra İmralı’daki terörist başı Öcalan’ın “çağrısı”nın peşinden gelmesi, bir “pazarlık” ve “propaganda” olduğu intibaını daha baştan verdiriyor. Habur kapısında televizyonların naklen yayınlarıyla, DTP’nin şamatasıyla yapılan “giriş”in, tıpkı 29 sene öncesinde olduğu gibi bir fiyaskoyla sonuçlanacağı endişesi var.Dahası nasıl bir dalga meydana getireceği ve çözüme ne denli bir katkı sağlayacağı tereddüdü devam ediyor. Zira daha önceki gelişler de “sembolik” kalmış, gelenlerin ceza alması üzerine, “gelişler” kesilmiş, arkası gelmemişti…
“GETİRİLENLER”İN İNTİBAKI… Yıllardır terör örgütünün ve yabancı istihbarat servislerinin propagandası altında yönlendirilen, terör örgütüne arka çıkan ve destek verenlerin doğrudan toplumun içine salınması sakıncalı olduğuna göre, “gelenler”in intibakı bu açıdan fevkalâde önemli… Şüphesiz konunun birçok boyutu var. Terör örgütü mensuplarının ve sempatizanlarının sığındığı bir ülkeden ellerini kollarını sallaya sallaya girişlerinde demokrasi, hukuk ve insan hakları arasındaki ince bir çizgi var… Dört aylık bir gözaltı süresinden bahsediliyor. Yürürlükte olan “etkin pişmanlık”tan yararlanan bu insanların topluma kazandırılması için nasıl bir program uygulanacak? Birçok soru var: “Gelenler”in ya da “gönderilenler”in gözaltına alınmasını dahi istemeyen, “teslim” olmayı ve “pişmanlık” kelimesini dahi kabul etmeyen terör örgütü taraftarlarının “talepleri”yle, hukukun gereği arasında nasıl bir denge sağlanacak? Kandırılan vatandaşların “Pişmanım, ülkeme dönüyorum” kayıtsız-şartsız dönüşlerinin ötesinde, tamamen bir “taktik ve propaganda” maksadını taşıdığı her halinden belli olan bu “gelişme”nin arkası gelecek mi? Ve en önemlisi, büyük bir kısmı yurtdışında doğmuş, terörle ve tahriklerle hiçbir alâkası olmayan çocuklar, kadınlar, yaşlılar arasından, teröristler, teröre destek verenler nasıl ayıklanacak? Sözkonusu kamplarda âdeta bir askerlik şubesi gibi çalışıp terör örgütüne eleman temin edenler hangi yöntemle ayrıştırılacak? Şefkatle adalet dengesi nasıl sağlanacak? Mâsumlarla teröristler ve destekçileri nasıl tefrik edilecek? Doğrusu şu ki her biri birer robot haline getirilen, evlerinden, kentlerinden, âilelerinden koparılıp terör örgütünün emrine sokulup terörist haline getirilenlerin hiçbir “kimlik” belgesi, “eylem çetelesi” yok. Mahmur ve Havaşin gibi kamplardan, Kandil’den “getirilen”lerin arasından kimlerin terör olaylarına karıştıklarına dair bilgiler bulunmuyor.
TERÖRİSTLERLE MÂSUMLARIN AYIRIMI NASIL SAĞLANACAK? Kırk bin insanın katline sebep olan terör örgütünün arka bahçesi haline getiren, tefrikada istimal eden, gözü dönmüş azılı teröristleri yetiştirip örgüte birer maşa ve kalkan olarak kullananların cezâlandırılması gerekiyor. Kandırılarak ya da zorla kaçırılıp mülteci durumuna düşürülenlerle, bebekleri, çocukları, kadınları hunharca katleden katilleri ve teröristleri birbirinden ayırması gerekiyor. Asıl olan terörü sona erdirmek, akan kanı durdurmak ve “anaların gözyaşlarını dindirmek” olduğuna göre, kamplardaki çoluk çocuğun, aldatılarak dışarı çıkan vatandaşların değil, teröristlerin dağdan inmesidir. Terörü sürdüren, köyleri basan, kentlerde intihar saldırılarını düzenleyenlerin “giriş” yapmasıdır… Başta Türkiye’nin Bush devrinden beri 150 kişilik listesini verip ABD’den istediği elebaşları olmak üzere, lüks ve zevk içine yaşayan, terörün rantını yiyen, terörü tezgâhlayan Kuzey Irak’taki ve Avrupa’daki teröristlerin “teslim” olmasıdır… Aksi halde durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alacak, “kaş yapayım derken göz çıkarma” vartasına düşülecek. “Askerî çözüm”den “siyasî çözüm”e uzanan kargaşada “dağda iniş” projesi, dağdakilerin tefrika ve kavgayı ovada sürdürmesine zemin hazırlanacak… Terörle mücadelede hayatlarını veren şehidlere ve gazilere saygısızlık içinde güvensizlik ve inkisar-ı hayal, “açılım”ı daha da çıkmaza sürükleyecektir. Ve en vâhimi, bu elebaşları kendilerine yeni yeni “robotlar” bulup, Türkiye ve komşu bölge ülkelerine karşı, ecnebiler adına, küresel ifsad şebekeleri hesabına terörü bir tehdit ve şantaj olarak istikrarsızlaştırma ve zaafa düşürme aracı olarak istimal edeceklerdir… 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Nazarbayev’in 10 uçaklık Ankara çıkartması! |
Yarın Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev Türkiye’ye geliyor. Nazarbayev 10 uçakla çıkartma yapacak Ankara’ya. Çok kalabalık bir heyet katılıyor geziye: 400’den fazla işadamı ve 40 basın mensubu ile çok sayıda bakan ve bürokrat. 1000 işadamının katıldığı bir iş forumunda konuşacak; stratejik ortaklık anlaşması imzalanacak. Türk dünyasının entegrasyonun güçlendirilmesi çağrısı yapması, akademik değişim, teknoloji transferi, askerî ve kültürel işbirliği, ekonomik yatırımlar Nazarbayev’in yoğun gündeminde yer alan başlıklar. Kazakistan coğrafî alan bakımından dünyanın dokuzuncu büyük ülkesi. Toprakları Batı Avrupa’dan daha büyük. Ama denize çıkışı yok. Nüfusu yalnızca 16,4 milyon. Bu nüfusun yüzde 60 kadarı Müslüman. Yüzde 59,2’i kazak olan ülkede Rusların sayısı da yüksek. Nazarbayev ülkenin komünist dönemden bu yana cumhurbaşkanı. Türkiye Kazakistan’ı ilk tanıyan ülke. 16 Aralık 2001’de ülke bağımsızlığını ilan ettiğinde dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın talimatıyla aynı gün tanıdık Kazakistan’ı. Bu uygulama tüm Türkî cumhuriyetler için yapıldı. O yüzden bu ülkelerdeki Türk büyükelçisinin makam arabasının plakası hep 01’le biter. Bununla da yetinilmedi. O anda Sovyet döneminden ekonomik kaynaklarını kullanamaz halde çıkan Kazakistan’da müthiş bir yokluk egemendi. Kaynakları vardı. Ama bu kaynakları işleyip sermayeye dönüştürecek, ekonomiyi çalıştıracak sistem henüz kurulamamıştı. Özal, Nazarbayev’e neye ihtiyaçları olduğunu sormuş, acil nakit yardıma ihtiyaçları olduğunu öğrendiğinde 500 milyon dolar göndermişti. Bu para ile ekonomi çarkı döndürülmeye başlanılmıştı. Bu yüzden Nazarbayev’in gözünde Türkiye en sadık dostların başında gelir. Bu ülkede yaklaşık 2500 Türk firması çalışıyor. İnşaat ve eğitim sektörleri başta olmak üzere, bir çok alanda Türk firmaları piyasaya hakim. Ancak ticaret hacmi bu yoğun ilişkileri yansıtacak boyutta değil. Bu yıl 5 milyar doları bulması bekleniyor. Ancak bu rakam Kazakistan’ın toplam ticaret hacminin yalnızca yüzde 1,2’sine tekabül ediyor. Yani çok düşük bir rakam. Bakü-Ceyhan boru hattının Aktau-Bakü-Ceyhan boru hattına dönüştürülmesi teklifi bu ziyarette daha da somutlaştırılacak. Nabucco boru hattıyla birlikte boru hattına doğal gaz arayan Batı Avrupa için de önemli bir kaynak ülke Kazakistan. Kazak halkı Sovyet döneminin dinî, ahlâkî ve kültürel yaralarını sarmaya çalışıyor. Bu açıdan da çok fazla çalışmaya ihtiyaç duyulan bir ülke. Türkiye, bağımsızlıklarını kazandıkları dönemin başlangıcında bu ülkelere gösterdiği ilgiyi zaman içinde büyük ölçüde kaybetti. Onun için Nazarbayev ‘Özal dönemindeki ilişkileri arıyorum’ diyor. Umarız bu ziyaret ilişkilerin arzulanan düzeye gelmesi için iyi bir vesile olur. Türkiye ‘merkez ülke’ olma iddiasını, Kazakistan’la olan ekonomik, siyasî ve kültürel ilişkilerini daha da geliştirerek, güçlendirir. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Capitol Hill’de Müslümanların duâsı |
Yaklaşık 4000 Müslüman Washington’daki Capitol Hill’de bir kaç hafta önce “Amerika’nın ruhu” için duâ etmek üzere bir araya geldi. Elizabeth, New Jersey’deki Darul İslâm Camisi, Cuma namazının bir parçası olarak söz konusu duaâyı organize etmişti. Duâ merasimi bir süre sonra kendiliğinden, salondaki her Müslüman’ın bir Müslüman olarak inançlarını özgürce açığa vurduğu ve yaşamak için seçtiği yerin Amerika olduğuna dair bir ilanata dönüştü. South Brunswick, New Jersey İslâmi Topluluğu ve Merkezi lideri, imam Hamad Chebli, toplantıda, “İslam ve Müslümanlar olarak Amerika için her zaman en iyisini vereceğiz” dedi ve ekledi: “İslâm ve Müslümanlar kendi anavatanlarından ve ülkelerinden en iyi şeyler haricinde başka birşeyi getirmeyecektir”. Tören sırasında tek bir protesto yaşandı, o da İslam karşıtı küçük bir grubun tören alanının yan tarafında İslâm karşıtı marşlar eşliğinde slogan atmaları şeklinde cereyan etti. Newark, New Jersey’den Ahmed Bashir adlı Müslüman kardeşimiz, “Burada bulunma sebebimiz asla politik meseleler değildir” dedi. Bashir’in giydiği kazağın üzerinde İngilizce ibarelerle “Kur’ân: Öğren, Sev, Yaşa” yazıyordu.. Bashir daha sonra tekrar etti: “Bu bizim siyasî bir toplantımız değildir, bu sadece bizim Cuma namazımızdır”. Erkekler sol tarafa, kadınlar sağ tarafa yerleşmişti ve namaz için abdest almadan gelenler uygun bir yerde plastik şişeler vasıtasıyla abdest aldılar. Organizatörler, bu tür bir toplantının Amerika’da gittikçe artan Müslüman nüfus hakkındaki endişeleri bir nebze yatıştıracağı ve rahatlatacağı görüşündeydiler. Namaz ve duaya katılanlar bu şekilde ABD’li Müslümanların çeşitliliğini ve vatanseverliğini göstermek istediklerini belirttiler. Böylece amaçları bu inancın Amerika için yabancı ve uzak bir inanç olduğuna dair önyargı ve mitleri kırmaktı. Newarklı bir muhtedi olan Rachel Foye, “Biz Müslümanlar için buraya toplandık ama aynı zamanda biz insanlık için buradayız. Biz problemin değil, çözümün bir parçası olmak için buradayız” diyordu. Onun arkadaşı Hamidah Abdullah ise “Ayrıca biz terörist olmadığımızı göstermek için buradayız. Çünkü İslâm barış anlamına gelir” dedi. Bu güzel toplantıyı sabote etmek üzere toplantının yapıldığı alana kadar gelen protestocular ise ellerinde “İslâm bir yalandır” yazılı pankartlar taşıyorlardı. Capitol’ün polisi bu grubu olabildiğince uzak tutmaya çalıştı. İmam bu durum üzerine, “Biz asla sizin bir ibadet toplantısını basıp, sizi rahatsız etmeyiz. Lütfen biraz saygı gösteriniz, çünkü bu kutsal bir andır ve mübarek bir gündür. Tıpkı sizin Pazar gününüzün mübarek olduğu gibi, bizim için de Cuma günü önemlidir” şeklinde protestoculara ikazda bulundu. Cuma namazında konuşma yapan liderler Müslümanlara tavsiye olarak okullarında, mesleklerinde ve topluluklarında daha görünür olmaları ve öne çıkmaları çağrısında bulundu. Capitol Hill’de toplanan Müslümanlar böylece İslâm’ın Amerika’da hüküm süreceğini ilan etmiş oldular. İnşallah, Müslüman topluluğu gelişip, yayılırken İslâmiyet’in manası Amerika’da bir revizyona sebep olacak ve Amerika kendini yeniden tanımlayarak gittikçe çok kültürlü ve çok dinli yeni bir yapıya kavuşacaktır.
Tercüme: Umut Yavuz
Muslims Pray at Capitol Hill
About 4000 Muslims gathered at Capitol Hill in Washington D.C. a few weeks ago to pray for "the soul of America". The Dar-Ul-Islam mosque in Elizabeth, New Jersey, organized the prayer vigil as part of Friday "jummah" prayers.
The prayer session quickly became a statement by many Muslims in attendance to publicly proclaim their faith and claim their place as Muslims living in America.
"Islam and Muslims will never ever give to America anything except the best," said Hamad Chebli, the imam, or spiritual leader, of the Islamic Society of Central Jersey in South Brunswick, N.J. "Islam and America will never ever bring anything from their homelands, from their countries, except the best."
The only protests came from a few dozen vocal anti-Islam demonstrators shouting from the sidelines anti-Islam chants.
"The political stuff is not what we're here for," said Ahmed Bashir of Newark, N.J., wearing a sweatshirt that said "The Quran: Learn It, Love It, Live It." "This is not a political statement; this is just our Friday prayers."
Men sat on the left, and women on the right, as participants performed ritual pre-prayer washing with plastic bottles of water.
The organizers said the event may help ease concerns about America's increasingly visible Muslim population. The participants said they wanted the rally to showcase the diversity and patriotism of U.S. Muslims, as well as dispel myths about a faith that is still foreign to many Americans.
"We are here for the Muslims, but we're also here for humanity," said Rachel Foye, a Muslim convert from Newark. "We're here to be part of the solution, not the problem." Her friend, Hamidah Abdullah, piped in, saying, "And to show that we're not terrorists. Islam means peace."
Protesters who gathered at the prayer carried signs reading "Islam Is A Lie" and argued with Capitol Police who tried to keep them at a distance.
"We would never come to a prayer meeting that you have to make a disturbance," he said. "Please show some respect because for us, this is a sacred moment on a sacred day. Just as your Sunday is sacred, our Friday is sacred" said the Muslims to the protestors.
Many of the leaders of the prayer appealed to Muslims to become more visible in their schools, jobs and communities.
Islam will reign in America declared the Muslims praying on Capitol Hill.
Inshallah, the perception of Islam will undergo revision in America as Muslim communities grow, and as America comes to re-define itself in terms of its increasingly multicultural and multi-religious growth. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Münih notları |
Hafta sonunda, Üstadı anma etkinlikleri çerçevesinde tertiplenen küresel finans krizi konulu toplantı için Münih’teydik. Hatırlanacağı gibi, söz konusu faaliyetlerin bu yılki konusu mâlî krizdi. Bu bağlamda İstanbul’daki Risale-i Nur Kongresiyle startı verilen toplantılar, bilâhare başka yerlerde de gerçekleşti. Bunlardan biri, geçen Haziran’da Köln’de yapıldı. Açış konuşmasını Şükrü Bulut’un yaptığı programa Türkiye’den Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. Mehmet Emin Ay ve biz katıldık. Alman katılımcı, Prof. Dr. Friedhelm Hengsbach’tı. Bu yıl onuncusu yapılan Almanya toplantılarında şimdiye kadarki uygulama, organize edilen programı önce Köln’de yapıp, ertesi gün biraz daha eksik bir katılımla Güney Almanya şehirlerinden birinde tekrarlamak şeklinde oluyordu. Ama bu yıl Münih’teki program Köln’den beş ay sonra ayrı bir organizasyon olarak gerçekleşti. Ve gayet de güzel neticeler alındı. Bunların başında, bundan önceki Güney toplantılarında göze çarpan “Alman konuşmacı eksikliği”nin bu defa giderilmiş olması geliyordu. Toplantıya katılan Münih Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Markus Vogt, küresel krizi Kur’ân’a ve İncil’e yaptığı atıflarla yorumladı. Müslümanlarla Hıristiyanların bu konuda da sıkı bir işbirliği yapmaları gerektiği mesajı verdi. Evvelce Vatikan’ın yayın organında çıkan ve faizsiz bankacılığın krizi aşma noktasında bir alternatif oluşturabileceğine dikkat çeken yorum ekseninde ayrıntılı değerlendirmelerde bulundu. Faizle ilgili olarak Katolik iktisatçılar arasında iki farklı görüş bulunduğunu, bunlardan biri faizi tümüyle kaldırmaktan yana iken diğerinde faize dayalı sistemde reform yapılması gerektiği yaklaşımının ağır bastığını, kendisinin de bu ikinci grupta yer aldığını, ama bunun da çok tartışmalı olduğunu ve tartışılması gerektiğini ifade etti. Vogt’un Said Nursî’ye atıf yaparken, “O dinle bilimi barıştırdı” demesi, krizle ilgili olarak “Atlatılmadı, yalnızca ertelendi” tesbiti yapması ve krizin gerçekten aşılabilmesi için ahlâkî değerlere dayanan yeni bir sistem inşasına ihtiyaç olduğunu vurgulayıp, bunun için derin ve köklü bir zihniyet değişiminin gerekliliğine dikkat çekmesi, ayrıca aktarılması gereken önemli ifadeleriydi. İlginç tesbitlerini enerjik bir sunumla aktaran ve toplantı arasındaki sıcak sohbette “çalışmaları derinleştirme” gereğini ifade eden Vogt’un katılımı, Almanya’daki Üstadı anma toplantılarının en önemli hedeflerinden birini oluşturan “Müslüman-Hıristiyan işbirliği” açısından kayda değer bir merhaleye ulaşıldığı anlamına da geliyor. Yani, açılan müsbet çığır gelişerek sürüyor. Münih toplantısı, şehir merkezindeki St. Paul Kilisesi külliyesine dahil bir binanın konferans salonunda yapılırken, dışarıdan işitilen çan sesleriyle, içeride Bahri Güngördü, Hüseyin Sert ve Cem Murat Dişçi’nin teşkil ettiği tasavvuf musikîsi heyetince icra edilen eserler meyanındaki tekbir ve salât-ı ümmiyelerin birbirine karışması, bu mânâyı perçinleyen mesajlar taşıyordu. Şükrü Bulut’un Said Nursî ve Almanya’daki Nur hizmetinin serencamı hakkında aydınlatıcı bilgiler verdiği toplantıda biz de küresel krizi, Risale-i Nur’da verilen ölçüler ışığında, bilhassa manevî ve ahlâkî boyutlarıyla işlemeye çalıştık. Katılımın, önceki yıllara göre daha da arttığını gözlemlediğimiz program, her zamanki gibi hanımların leziz ikramlarıyla renklendi ve tatlandı. Toplantı sona erdiğinde, Güney Almanya’nın farklı yerlerinden ve Avusturya’dan gelen katılımcıların gözlerinde, hem müfritane irtibat mânâsına uygun şekilde yine buluşup kucaklaşmanın ve hasret gidermenin hazzını, hem de Avrupa’daki gönülleri de fethetme hedefi yolunda önemli bir merhaleyi daha kat etmenin ümit ve heyecan yüklü sevincini okumak mümkündü. Programa emeği geçen herkesi kutluyor, bu yeni ve önemli hizmet hamlesinin hayırlı neticelere vesile olmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz. 20.10.2009 E-Posta: [email protected] |