16 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

Anlaşılmayan dersler tekrar edilir (mi?)


A+ | A-

Sel musîbetini yaşadık. Bizim hayır gördüğümüzde şer, şer gördüğümüzde de hayır olabilir. Bir musîbet geldiği zaman Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözünü hatırlarım:

“Mer’ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı hâliyle, ‘Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim’ diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musîbet taşına mâruz kaldığın zaman, ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine O’na döneceğiz’ söyle ve merci-i hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” 1

Tarih nice kavimler görmüştür; anlı, şanlı, şatafatlı, debdebeli…

Akla, hayale gelmedik nice evleri, şatoları, bağları, bahçeleri vardı onların.

Şimdi onları yerin üstünde göremiyoruz. Şimdi nerelerde acaba? Ne olmuş onlara?

İşte onlardan birisi de Âd kavmidir.

Kur’ân-ı Kerim’de Âd ve Semud kavimlerinin isimleri on bir sûrede birlikte geçmektedir. Kur’ân’da bu kavimlere neden bu kadar yer verilmiştir?

Âd kavminin başına gelenleri hatırlayalım: Âd kavminin yurtları; Hadramevt’e ve Yemen’e kadar uzanan yerler olup Allah’ın yerlerinden, en genişi, en otlu, sulu, bol nimetli olanı idi. Yerin üzerinde akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları, yer altında da, su depoları vardı.2 Başkalarına verilmeyen boy bos, güç kuvvet de, onlara verilmişti.3

Âd kavmi, kendilerine bahşedilen bu maddî manevî imkânların birer nimet olduğunu unutmuşlar ve o nimetler üzerinde o nimeti vereni görmedikleri için, zamanla şükrü bırakıp şirke girmişlerdi. Nuh kavminin helâk olmasına sebep olan putlara tapmayı yeniden ihyâ etmişlerdi. Güç ve kuvvetin, maddî refahın verdiği gururla sarhoş olup tevhidden uzaklaşıp sefahate ve eğlenceye dalmışlardı. İşlek yolların kenarına yüksek kaleler, büyük köşkler ve binalar yaparak, oralarda kendilerini oyun ve eğlenceye vermişlerdi.

Âd kavmi, böyle umumî yerlerden başka, yüksek tepelerde de kireçle dondurulmuş gayet sağlam ve muhteşem saraylar yapıyorlardı. Dünyada o güne kadar benzeri görülmemiş bir ihtişama sahip olan 4 bu sarayların içlerinde ve bahçelerinde havuzlar vardı. Bunlar akıllara hayret verecek şekilde süslenmişti.

Onlar: “Kuvvetçe, bizden daha güçlü kim varmış?” diyerek yeryüzünde büyüklük taslamaya, memleketlerinde azgınlık ve fesadlarını artırmaya, halka zulmetmeye başladılar. Âhiret hayatını, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiler.5 Putlara tapmaktan da, geri durmadılar.

Ahkaf bölgesi “İrem” adıyla tanınmıştır. Meşhur “İrem bağları” tabiri oradan gelmektedir. Âd kabilesinin yaşadığı yerler, bugün kum yığını halinde çöldür. O günkü nimetlerden, kültür ve medeniyetten sonra, orada ne bir dost ve ne de bir komşu kalmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Bir de Âd halkının kardeşleri Hûd’u hatırla. O Ahkaf’da kavmini uyarmıştı. Gerçekte ondan önce de, sonra da birçok uyaran peygamberler gelip geçmişti. O: ‘Yalnız Allah’a ibadet edin. Doğrusu ben, sizin başınıza gelecek müthiş bir günün azabından endişe ediyorum’ demişti.” 6

Âd kabilesine mensup kişiler, iri sağlam yapılı güçlü kuvvetli idiler. Onlar, iri yapıları ve uzun boyları ile dağlar gibiydiler. Onlar bu güç ve kuvvetlerine kapılarak Allah’a karşı kibirlendiler, (kendilerine gönderilen) peygamberlerin yolundan ayrıldılar ve azgınlıklarına devam ettiler. Bunun üzerine Allah da, onları, “şiddetli esen (Atiye) bir rüzgâr” ile helâk etti.

Hz. Hûd (as), bu yolunu sapıtmış “Âd Kabilesi”ne Peygamber olarak gönderildi.7

Hz. Hud, kavminin huy, ahlâk ve mizacını bildiği için, bu konuları göz önünde bulundurarak, günün şartlarına uygun bir şekilde hakkı tebliğe başlamıştı. Onları, Allah’a iman ve ibadete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeye ve günahlardan tevbe etmeye dâvet etti. Kavmine, sahip oldukları güç ve kuvvetin Allah tarafından verildiğini hatırlattı. Fakat kavminin Hz. Hud’u dinledikleri yoktu, hatta red ve tekzib ile karşılandı. Hz. Hud, onların işledikleri bütün haksızlıkları ve zulümleri yüzlerine vurur, dalâlet ve sefahatte olduklarını ifade ederdi.

Hz. Hud’un bu sözlerine, kavminin tepkisi zaman zaman çok sert oluyordu:

“Biz, seni bir çılgınlık, bir beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin yalancılardan biri olduğunu düşünüyoruz.” 8 Hz. Hud, onların bu sert cevaplarına yumuşaklıkla ve insaflarına hitap ederek karşılık veriyordu:

“Ey halkım! Bende çılgınlık, beyinsizlik yok, fakat ben sadece Rabbülâlemin tarafından size bir elçiyim. Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyorum. Ben sizin iyiliğinize çalışan, sizi uyaran güveneceğiniz bir insanım.” 9

Hz. Hud, bu gibi sözlerle kavmini hak dine ve istikamet yoluna dâvet ediyor; onların iman dairesine girmeleri için bütün gücüyle çabalıyordu. Fakat bütün bu çabalara rağmen, Âd kavmi Hz. Hud’a kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyordu. Onlar yine bina yapmakta birbirleriyle yarış etmeye, insanlara her çeşit zulüm yapmaya, gelip geçenlerle alay etmeye devam ediyorlardı.

Kuvveti hak bilen, her hareketinde menfaati esas alarak maddede boğulup mânâdan uzaklaşan Âd kavmi, Hz. Hud’un bu bitmez tükenmez gayret ve mücadelesine bir mânâ veremiyorlardı. Onlara göre, bunun altında mutlaka maddî bir çıkar yatmaktaydı. Aksini bir türlü düşünemiyorlardı.

Gerçi bütün peygamberlere kavimlerinin ortak tepkisi hep böyle olmuştu. Hz. Hûd (as) ise onları uyarıyor, Allah’ın azabından sakındırmaya çalışıyor, onlara Nûh kavmini örnek veriyor, Allah’ın Nûh kavmine de nimetler verdiğini hatırlatıyor, bu nasihatine karşılık onlardan bir ücret istemediğini ve bir mükâfat ile teşekküre de ihtiyacı olmadığını söylüyordu.

Hz. Hud, kavminin bu ithamını kesinlikle reddettikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

“Ey Kavmim! Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin! Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan ancak Rabbülâlemin’dir. Siz her yol üzerinde, gelip geçenleri şaşırtmak için bir alâmet yapıp saçma sapan şeylerle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşâ ediyorsunuz? Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?”

Hz. Hud, bu sözleriyle onları insafa getirmeye çalışıyor ve hatalarını kabule dâvet ediyordu. Bu durumdan nasıl kurtulabileceklerini de şu şekilde açıklamaktaydı:

“Ey kavmim! Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin. Size bildiğiniz bunca nimetleri veren, size davarlar ve evlâtlar ihsan eden, bağ ve bahçeler, pınarlar lütfeden o Rabbinize karşı gelmekten sakının. Müthiş bir günün azabının tepenize ineceğinden, gerçekten endişe ediyorum!”10

Hz. Hud, kavminin bu tehlikeli gidişini durdurmaya çalışıyordu. Fakat kavmi inatlarından vazgeçmiyordu. Sonunda Hz. Hud’a şöyle dediler:

“Ya Hud! Sen, ha böyle nasihat etmiş, ha etmemişsin, bize göre hepsi bir. Çünkü sen bu işe başladığından beri bizim putlarımıza, saraylarımıza, kulelerimize, halka ve yoldan geçenlere yaptıklarımıza dil uzatıp dünya ve ahirette kahredici bir azaba duçar olacağımızı söyleyip duruyorsun. Bizim tuttuğumuz yol, önceki atalarımızın sürüp gelen âdetlerinden başka bir şey değildir. Eğer bu hareketler bir azabı gerektiriyorsa, neden onlara bir şey olmadı da kabirlerinde rahat rahat uyuyorlar. Öyle ise, ey Hud! Biz bundan ötürü de cezalandırılacak değiliz! Hem de bildiğimiz gibi yaşayacağız.”11

Hz. Hud, söyleyeceğini ölçüp tarttıktan sonra söylemişti. Kavmi onu beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmişti. Kötülüğe kötülükle karşılık vermediği gibi, aksine onlara yumuşak davranmıştı. Allah’ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmış ve bu nimetlere şükretmeleri için Allah’ın emirlerine uymaları gerektiğini anlatmıştı. Bütün bunların karşılığında onlardan herhangi bir ücret istemediğini de özellikle ifade etmişti.

Hz. Hud (as) kavminin ıslâhı için elinden geleni yapmıştı. Tebliğ görevinde kusur etmemişti. Sonuçta peygamberlik görevini ifa etmiş olarak Allah’ın huzuruna gitti.

Tarihten bir kıssa okuduk. Anlaşılmayan dersler tekrar edilir. Tekrarlar tabiî ki insanların anladıkları veya anlayacakları dilden olur.

Musîbetlerin dili farklıdır. Allah bizlere anlama kolaylığı versin. (Âmin)

Not: Değerli okuyucularımın mübarek Kadir Gecelerini ve Ramazan Bayramlarını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Haktan dilerim. Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 192. 2- Şuarâ Sûresi, 129. 3- Araf Sûresi, 69, Ahkaf Sûresi, 26. 4- Fecr Sûresi, 7-8. 5- Mü’minun Sûresi, 35-37. 6- Ahkaf Sûresi, 21. 7- Hud Sûresi, 50. 8- Hud Sûresi, 66. 9- Hud Sûresi, 67-68. 10- Şuara Sûresi, 125-135. 11- Şuara Sûresi, 136-138.

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Kırşehir bir başka güzeldi


A+ | A-

Muhtelif aralıklarla gittiğim Kırşehir’e, dâvet üzerine bu yaz da gittim. Oradan mezun olmuş kardeşlerin her sene yaptıkları piknik programıydı. Halil Uslu ile birlikte iştirâk ettiğimiz program ustaca hazırlanmış ve her şey düşünülmüştü. Tebrike şâyân bir hizmetti.

Üç gün önce telefonum çaldı. Arayan yine İlimdar kardeşimdi. “Meşveret heyeti olarak bu sene ilk defa dışa açık bir iftar programı tertipledik. Bürokrasiden ve şehrin ileri gelenlerinden çok kişileri dâvet ettik, gelmeye söz verdiler. Yeni Asya Gazetesini temsilen sizin ev sahipliği yapmanızı ve konuşmanızı istiyoruz” dedi. “İlimdar kardeş! Nâzik dâvetiniz için çok teşekkür ederim. Ancak, Pursaklar’daki Asya Nur Kültür Merkezinde, bayanlar dahil, dört yüzden fazla insanla terâvih kılıyor ve onun öncesinde yarım saat risâle dersi yapıyoruz. Burayı bırakıp nasıl geleyim?” dedim. “Cemaat olarak hiçbir mâzeretini kabul etmiyoruz ve muhakkak gelmenizi istiyoruz. İlk defa olacağı için bu çok önemli” dedi. “Peki arkadaşım! Bir ayarlama yapıp İnşallah geliriz” dedim.

Cumartesi günü, Aşçı Nurettin Usta ve Ramazan Dedeyi de alarak yola çıktık ve ikindi ezanından önce Kırşehir’e ulaştık. İkindi namazından sonra, öğretmen Osman Hoca bizi biraz gezdirdi. Ahi Evran Camii, Caca Bey Camii, Kırşehir’e tepeden bakan Kale Mevkii, termal kaplıca otelleri, Ahmet Yesevî Camii gibi yerler görülmeye değerdi.

İftarda kalabalık bir dâvetli grubu vardı. Çok kibar ve mütevâzi kişilikleriyle il müftüsü Nimetullah Arvasi ve Millî Eğitim Müdürü Mesut Ayrıksa Beyefendiler de katılmıştı. Şehrin ileri gelen eşrafından ve iş adamlarından da iştirâk edenler görülüyordu. Ramazan boyunca dağıtılan binlerce Yeni Asya Gazetesi ve hediyesi olan üç ayrı kitabın sponsorluğunda onların da katkısı olmuş. İftar vesilesiyle kucaklaşmalar ve tanışmalar arasındaki muhabbet seli görülmeye değerdi. Yemekten sonraki müftü beyin duâsı mânidardı. Sonrasında kısa bir konuşma da biz yaptık. Yeni Asya Kırşehir Temsilciliği adına “Hoş Geldiniz” makâmında bir konuşmaydı. Yeni Asya bir alemdi, bir semboldü. Kırk senedir hakkın hatırını yüce tutarak eğriye eğri, doğruya doğru diyerek gelmişti. İhtilâllere ve darbecilere boyun eğmemişti. Gelene ağam, gidene paşam anlayışı onda yoktu. “Gayemiz, vatan sathını bir mektep yapmaktır” felsefesiyle binden fazla eser üretmiş ve milletin istifadesine sunmuştu. Referans aldığı kaynak Risâle-i Nur’du. Risâle-i Nurlar ise, Kur’ân ve Hadîs’e dayanıyordu. Nur Risâleleri, fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dinsizlik ve dalâlet cereyanı karşısında kalpleri yaralanan ve imanları zedelenen ehl-i imanın imanını taklit mertebesinden tahkik mertebesine yükseltmek için, ilham-ı İlâhî olarak Bediüzzaman Hazretleri tarafından telif edilmişti. O büyük insan, milletin iman selâmeti için hayatını vakfetmişti. Bu yüzden kendisine çeşitli zulüm ve işkenceleri yapanlara, Risâle-i Nurla imanlarını kurtarsalar hakkını hep helâl ettiğini söylemişti. O, vatanın ve milletin birliği için her türlü gayreti göstermiş bir insandı. İman ve İslâm potasında bu kaynaşmayı sağlamayı başarmıştı. Risâle-i Nurları okuyan Nur Talebelerinin Türk olanları Türkçü, Kürt olanları asla Kürtçü olmamışlardı. Çünkü, ırkçılık dinimizin yasak ettiği bir fitne kazanıydı. Hayatı boyunca tâkip ettiği ve din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulmasını istediği ve Bitlis, Diyarbakır ve Van’da şûbeleri bulunan bir İslâm Üniversitesi projesi hep milletin birliği içindi. Bu proje hayata geçseydi, bu PKK belâsı ülkenin üzerine bir kâbus gibi çökmez, gencecik askerler şehit verilmezdi. Hangi taraf olursa olsun analar ağlamazdı. Bu proje hâlâ uygulanmayı bekliyor. Bu vesileyle, çatışmada yeni şehit düşen Kırşehirli dört askerimize Allah’tan rahmet dileyerek biten kısa ve mesaj yüklü konuşmadan sonra, acele akşam namazını kılmaya geçtik. İftardan sonra gelen misafirlerden herhangi bir maddî talepte bulunulmaması bazılarının hayretini mucip oldu. Böyle olması da Nur Talebesi olanların meslek ve meşrep anlayışına uygun bir tarzdı. Bu arada, duâ ve konuşmayı kameraya alan gençler, terâvih namazından sonra bir program talebinde bulundular, anlaştık.

Yeni Asya Kültür Merkezinde yapılan yarım saat süren sohbetten sonra gerçekleşen televizyon programı, bir saat on beş dakikada ancak bitti. Profesyonelce sorularıyla bizi konuşturan haber müdürü Ercan Beye, teknik çâreler üreterek güzel çekimler yapan Ender kardeşe ve bizzat gelerek tanışmak nezâketinde bulunan AHİ TV Genel Koordinatörü Müşerref Beye ve orada bulunamayan sahibi Hasan Beye buradan şükranlarımı sunuyor ve başarılarının devamını diliyorum.

Kırşehir bu sefer bir başka güzeldi. Cemaatımızın şahs-ı mânevisinin yanında dimdik duruyorlardı. Kendilerini tebrik ediyor ve daha nice hizmetlere ihlâs dairesinde imza atmalarını Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz.

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da şifa âyetleri


A+ | A-

Burcu Hanım: “Kur’ân’da şifa âyetleri hangileridir? Bu âyetlerin hükmüyle ilgili bir uygulama tarzı var mı?”

İnsanın hastalandığında şifa için sebeplere müracaat etmesi, bu çerçevede tıbbın tavsiyelerine kulak vermesi, doktora başvurması, doktorun verdiği ilâçları kullanması, hastalığın hikmetlerini kavrayarak sabretmesi ve şifayı yalnız Allah’tan beklemesi; sağlıklı günlerinde ise sıhhat ve afiyetini gözetmesi ve sıhhatini bozmamaya dikkat göstermesi hiç şüphesiz şifa için önemli birer fiilî duâ niteliği taşır. Şifa için olsun, deva için olsun, derde derman için olsun, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, duâyı mümkünse fiilî yapmak, bununla beraber kavli duâyı (dil ve kalp ile yapılan duâyı) da ihmal etmemek gerekir.1 Öyleyse yol haritamız şöyle olacaktır: Bir hastalığımız oldu mu fiili duâ kapsamında doktora başvurmak, tıp ilminin tavsiyelerini dinlemek; diğer yandan kavli duâ kapsamında şifa âyetlerini okuyarak şifayı yalnız Allah’tan beklemek… Bu, İnşallah, şifayı üzerimize celp eden olmazsa olmaz hareket tarzımız olmalıdır.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir insana teveccüh buyurdu mu, o insanın maddî-manevî ne hastalığı varsa şifa bulur, ne derdi varsa kaybolur giderdi. O’nun yönelişi şifa demekti, nazarı şifa demekti, sözleri şifa demekti, ilgisi şifa demekti, gülümseyişi şifa demekti, mübarek tükürüğü, teri ve elinin artığı şifa demekti. Onun getirdiği Kur’ân da şifa hükmündeydi.

***Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebû Katâde’nin genç kalması için şöyle duâ lütfetti: “Efleha’llahü vecheke Allahümme bârik lehû fî şa’rihî ve beşerihî” (Allah yüzünün güzelliğini artırsın. Allah’ım saçını ve vücudunu kendisi için mübarek kıl.) Ebû Katâde (ra) bu duânın bereketiyle yetmiş yaşında vefat ettiği zaman on beş yaşında bir genç gibi gösteriyordu.2

***Yine bir gazvede Ebû Katâde’nin (ra) yüzüne ok isabet etmiş ve yüzü yırtılmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) mübarek eliyle meshetti. Ebû Katâde (ra) der ki: “Kat’iyyen ve asla ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.” 3

***Bir gün İmam Ebû Kasım Kuşeyrî Hazretlerinin çocuğu hastalanmıştı. Çok üzüntü çektiği günlerde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı rüyasında gördü. Ve Efendimiz’den (asm) şifa talep etti. Peygamber Efendimiz (as):

“Oğluna şifa âyetlerini oku.” buyurdu.

Hazret-i İmam da oğluna şifa âyetlerini okudu ve Allah’ın izniyle oğlu şifâ buldu.

Şifa âyetleri şunlardır:

1-“Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.”

Meali: (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.) 4

2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.”

Meali: (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.) 5

3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.”

Meali: (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”) 6

4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.”

Meali: (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.” 7

5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.”

Meali: (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.” 8

6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.”

Meali: (De ki: Kur’ân, inananlar için hidayet ve şifadır.) 9

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’lbe’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”

(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifa ver! Şifa veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifa ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.) 10

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”

(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifa dilerim. Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana şifa dilerim.) 11

Dipnotlar:

1- Sözler, 287, 288, 2- Sözler, s. 145.

3- Sözler, 139, 4- Tevbe Sûresi: 14-15.

5- Yûnus Sûresi: 57, 6- Nahl Sûresi: 69, 7- İsrâ Sûresi: 82.

8- Şuarâ Sûresi: 80, 9- Fussilet Sûresi: 44.

10- Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107.

11- Tirmizî, Cenâiz, 972.

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Âfetlerin perde arkası


A+ | A-

“Çok zahirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffaretü’z-zünûbtur. Ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nev'î huzur vermektir.” 1

Lem’alar’da yer alan bu satırlar birer musîbet gibi görünen hadiselerin: 1. Birer İlâhî ihtar ve ikaz, 2. Keffaretü’z-zünub, yani günahların affına, 3. Gafleti dağıtıp insanın acz ve za’fını anlamasına vesile olduğunu, Allah’ın kontrolünde, huzurunda bulunduğumuzu hatırlattığını anlıyoruz.

Nasıl bir çoban, koyunlar yasak bir bölgeye girdiklerinde attığı taşlarla onları oradan uzaklaştırır. Yanlış bir hareket içine girdiklerini anlayan sürü ise hemen çark eder ve tehlikesiz yerlerde otlamaya başlarlar. Mesnevî-i Nûriye’de konu şöyle anlatılır: “Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirmek için çobanın attığı taşlara musap [hedef] olan bir koyun, lisan-ı haliyle, ‘Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Mâdem onun rızası yoktur; dönelim’ diye kendisi döner, sürü de döner.

“‘Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsî ve dall [isyankâr ve yolunu sapıtmış] değilsin. Kaderden sana atılan bir musîbet taşına maruz kaldığın zaman, ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz’ söyle ve merci-i hakikiye dön, îmana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” 2

Her şeyin dizgininin Allah’ın elinde, her şeyin anahtarının O'nun yanında, her şeyin hazinelerinin emri altında olduğuna inanan mü’min inancı gereği hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmeyeceğini bilir ve İlâhî canipten gelen herhangi bir musîbet taşına maruz kaldığında da koyundan geri kalmayıp hemen kusurunu anlar, yanlıştan vazgeçip doğruya yönelir. Koyun kadar dahi basiret gösteremeyenler ise bunu şuursuz, ruhsuz, duygusuz, kör, sağır tabiata verip her şeyin boşu boşuna, hebâen mensûr gittiğini düşünüp kendilerini hem ye’se, ümitsizliğe, korkuya atar, hem de daha fecî âkibetlere hazırlarlar.

Şuurlu bir mü’min ise, “Nerede bir kusur işledim?” diye kendini muhasebeye sokar, kusurlarını anlayıp dönüş yapar, nefsini ittiham edip kendini ıslâha çalışır. “Nefsini ittiham eden [suçlayan], kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden istiğfar eder. İstiğfar eden istiâze eder [Allah’a sığınır]. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa mazhar olur.” 3

Ne dersiniz özellikle Trakya ve İstanbul’da maruz kaldığımız sel baskınlarını biraz da bu noktadan düşünsek nasıl olur dersiniz?

Dipnotlar:

1. Lem’alar, s. 18.

2. Mesnevî-i Nûriye, s. 102.

3. Lem’alar, s. 138.

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İzzetli fakirler


A+ | A-

Sizin çevrenizde fakir–fukara kimseler var mı? Vardır mutlaka; ama, acaba siz onları tanıyor ve hallerini yeterince biliyor musunuz?

Bilmek ve tanımak lâzım.

Hemen herkesin, kendisinden daha fakir, daha muhtaç durumda olanları araştırıp bulması mümkün. Bulmalı da...

Zira, onların bizim üzerimizde bazı hakları mevcut. Bizim de onlara karşı bazı mükellefiyetlerimiz var.

Bu mükellefiyetleri yerine getirmezsek, mesul duruma düşeriz. Hatta, belâ ve musibetlere giriftar olabiliriz.

İnanıyoruz ki, "sadaka belâyı def eder."

O halde sadakayı, hele de şu mübarek günler bitmeden "fıtır sadakası"nı mutlaka vermemiz lâzım. Her mü'minin üzerinde bir vecibedir.

Yine inanıyoruz ki, farzlardan olan zekât, aynı zamanda İslâmın köprüsüdür. Muhtaçlara yönelik en makbul, en tesirli yardımlaşma bu köprü vasıtasıyla sağlanır.

Bunların dışında, İslâmda ayrıca yardımlaşma ve dayanışma (teavün) düstûrları var.

Bütün bunlar, gerek sosyal, gerek aile ve gerekse mânevî hayatımızın aynı zamanda sigortaları hükmündedir. Sosyal patlamanın ve ahlâkî dejenerasyonun önünde birer set, birer emniyet süpabı vazifesini görmektedir.

Burada ehemmiyet kazanan bir nokta, lâyık olan kişi veya kişileri bilmek, bulmak ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktır.

Bilmek lâzımdır ki, yardıma asıl muhtaç ve liyâkatlı olan fakirler vakurdur, izzetlidir. El açıp dilenmezler. Şirretlik yapmazlar. Ona buna dert yanıp yüzsuyu dökmezler.

Şahsen kendim de, şirretlik yaparak askıntı olanlara, yahut dilenciliği meslek edinenlere yardım etmem, sadaka vermem.

Kişiyi gıyabında sorup araştırır, yahut pazarda, manavda, marketlerde dikkatli bir nazarla takip ederek muhtaçları tesbite çalışır ve sadakayı öyle vermeye gayret ederim. Bu noktada içim rahat bir şekilde yardımda bulunurum.

Yardımlaşmada, bir de hiç unutulmaması gereken "talebe" kardeşlerimiz var. Hele, bu sene itibariyle çok daha zor durumdalar. CHP'nin açmış olduğu dâvâ sayesinde, belediyelerin vermiş olduğu bursları kesildi.

Piyasada etkisi devam eden maddî kriz sebebiyle de, esnaftan, tüccardan burs parası bulmak hayli müşkilleşmiş durumda.

Sıkıntıları had safhada olan talebe kardeşlerimizin çoğu, başvuruda bulundukları derneklerden, vakıflardan da maalesef elleri boş dönüyor.

Bu noktada bizleri arayan, yardım edecek bildiğiniz bir kurum–kuruluş yok mu diyen çok sayıda üniversite talebesi kardeşlerimiz var.

Hatta, bunların bir kısmı tahsil hayatına devam edip etmeme noktasında da tereddütler yaşıyor.

Zira, ailelerinin onlara yardım etme imkânı hemen hemen yok gibi.

Geçen hafta, üniversite talebesi bu kardeşlerimizden birkaç tanesinin durumunu yakından öğrenince, inanın içim sızladı; huzurum kaçtı, o gece rahat bir uyku uyuyamadım.

Bu halde iken, Mehmed Âkif'in şu sözlerini tekraren söylemek ihtiyacını hissettim: “Ya param olsaydı; ya himmetim olmasaydı!”

İmkânı ve himmeti olan mü'min kardeşlerimizin, izzetli fakirler ile tahsil gören talebe kardeşlerimizi unutmamaları dileğiyle...

Tarihin yorumu 16 Eylül 1633

Tütün yasağına kendisi uymayınca...

Sultan 4. Murad'ın koymuş olduğu dillere destan "tütün içme yasağı", 16 Eylül 1633 tarihi itibariyle yürürlüğe girdi. Aynı gün, tütün yasağı ile birlikte kahvehaneler de kapatıldı. (İçki yasağı ise, bir yıl sonra konuldu.)

Bu şiddetli yasağın en önemli sebebi olarak, iki hafta önce (2 Eylül) yaşanan ve şehrin (sur içi) beşte birini kül eden büyük İstanbul yangını gösteriliyor. Sigara içmek ve nargileyi tüttürmek için kullanılan ateşin yangına sebebiyet verdiği, en azından yangının büyümesini ve önü alınamaz bir felâkete dönüşmesini tetiklediği rivâyet ediliyor.

Tütün ve kahvehane yasağın bir başka sebebi ise, yıllardır İstanbulluların huzurunu kaçıran zorba ve eşkiya çetelerinin kahvehaneleri mesken tuttukları, buralarda mütemadiyen tütün içerek dedikodular ürettikleri ifade ediliyor. Bu vaziyetten şiddetle rahatsız olan Sultan IV. Murad'ın, çok ağır müeyyideler koyarak yasakları uyguladığı kaydediliyor.

Bu tarihî vak'anın son derece acı bir başka yönü ise, Sultan Murad'ın bizzat kendisinin koyduğu yasakları ihlâl etmekten, yine kendi nefsini alıkoyamadığı gerçeğidir.

Tarihî kaynakların naklettiğine göre, yasakları uygulatmada ve şehir zorbalarıyla başetmede büyük başarılar elde eden Sultan Murad, kendi nefsiyle başa çıkmada zaafiyet göstermiş ve hatta bu sebepten dolayı gencecik yaşında hastalanarak vefat etmiştir.

Evet, 1612 senesinde dünyaya gözlerini açan Sultan Murad, ne yazık ki henüz 28 yaşının içindeyken, yakalandığı siroz, ya da siroza benzer bir hastalıktan kurtulamayarak vefat etti. (Dânişmend, İzahlı Kronoloji–III/384)

Oysa, o padişahlar arasında bünyece en kuvvetli, en heybetli, en cesur ve siyaseten en dirayetli bir şahsiyet olarak biliniyor.

O, Bağdat'ı, Revan'ı, Tebriz'i fethetti, Lehistan'ı Edirne'den titretti, ülkenin tamamında huzur ve sükûnu temin etmede muvaffak oldu.

Fakat maalesef, bazı doğruları kendi nesfinde tatbit edemediği için, hem kendi ömrü, hem de koymuş olduğu yasakların ömrü kısa sürdü.

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bir sosyal köprü: Zekât


A+ | A-

Sosyolojinin genel tesbitlerinden birisi, her devirde geçerli olan bu tesbite göre her toplumda anahatlarıyla zengin ve fakirler olmak üzere iki tabaka bulunduğudur.

Bu iki tabaka arasında âhenk, dayanışma bulunduğu sürece toplumun yüzü gülmüş, aksi durumlarda da cemiyet alt üst olmuştur. Bu gerçek dün olduğu gibi bugün de hükmünü yürütmekte.

Eğer, bir toplumda, zenginler egoizm ve bencillikle yalnız kendilerini düşünür; eğlence ve sefahetlere dalar; beraber yaşadıkları fakirleri düşünmezlerse, hem maddî, hem de mânevî felâketler cemiyeti bekliyor demektir.

İslâm, bu iki tabaka arasındaki uçurumu, “Zekât İslâmın köprüsüdür” 1 hadisini yürürlüğe koymakla kapatmıştır.

Zenginlerin elde ettikleri servette fakirlerin de katkısı olduğu açık. Şöyle veya böyle hakları geçmektedir. Zekâtını veren zengin, bir mânâda bu katkılarından dolayı fakire teşekkür etmiş olmaktadır.

Eğer bir toplumda zekât verilmiyorsa, fakirler, zenginlerin malına göz dikerler. Çünkü, bir ölçüde hakları vardır. Eğer haklarını alamazlarsa, kin ve nefret beslerler. Kin ve nefretlerin doğurduğu tepki, Rusya’da, Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de anarşi ve terör halinde kendisini gösterdiğini, asrımızı çalkaladığını hepimiz biliyoruz.

Zekât, fakirlerle zenginler arasındaki bu uçurumu nasıl kapatmakta, köprüyü nasıl kurmaktadır?

Zekât zengini şefkate getirmekte, bunu fakire zekât vermek, yardım elini uzatmakla göstermektedir. Bu yardıma muhatap olan fakir ise, kin ve nefret duygularını bir tarafa atıp zengine karşı teşekkür ve hürmet duyguları beslemeye başlamakta, ekmek yediği tekneyi tekmeleme gibi bir densizliğe düşmemektedir. Böylece köprü kurulmuş olmaktadır. Zenginden fakire şefkat ve merhamet, fakirden zengine karşı da sevgi ve hürmet köprüsü! Böyle bir toplumda kin ve nefrete, düşmanlığa, anarşiye yer yoktur.

Bu aynı zamanda zenginin malını koruma altına alması demektir. Bu durumda zekât, kişi için bir emniyet sübabı, bir bekçi, bir İlâhî çelik kasa, bir yed-i emin olmaktadır. Demek zekât, aynı zamanda sosyal şiddeti önleyen bir iksir olmaktadır.

Demek oluyor ki, Peygamber Efendimizin (a.s.m.), “Zekâtla mallarınızı koruyunuz” 2 tavsiyesinde, sosyal çalkantıları, emek-sermaye çatışmalarının önleme açısından büyük bir mânâ ifade etmektedir.

Zekât, aynı zamanda bir “temizlik”tir. Kur’ân’da zekâtla namazın çoğu kere birlikte zikredilmeleri, namaz ile maddî ve mânevî temizliğini yapanların zekât ile de bunu pekiştirdiklerini göstermektedir.

Zekât cimrilik, hasislik, pintilik, tamahkârlık gibi yaraların da merhemidir. Cömertlik ve merhamet duygusunu geliştiren, kuvvetlendiren bir ilâç özelliği de taşımaktadır.

Bu noktada şu âyet-i kerîme, ömür boyu mü’minlerin kulağında ve vicdanında yankılanıp durmaktadır:

“Allah’ın ve ihsanıyla onlara verdiği şeyde cimrilik edenler, bu cimrilikleri kendileri için bir hayırdır sanmasınlar. Cimrilik ettikleri şey, Kıyamet gününde ateşten bir halka olarak boyunlarına dolanacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır ve sonunda O'na döner. Allah sizin yaptıklarınızdan da hakkıyla haberdardır.”3

Dipnotlar:

1- Keşf’ül-Hafâ, 1:439.; 2- Keşfü’l-Hafâ, 1:36.; 3- Al-i İmrân, 180.

16.09.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Gençliğe kastedenler


A+ | A-

Geçen günlerde bir üniversite öğrencisinin, arkadaşlarının evinde uyuşturucu alarak ölmesi ‘gençler ve uyuşturucu’ konusunu yeniden gündeme taşıdı. Aslında bu problem, hiç- bir zaman gündemden düşmemesi gereken bir dert. Uyuşturucu alışkanlığı sonucu yaşanan ölümler sonrasında konu gündeme geliyor, bir miktar tartışılıyor ve sonrasında nedense unutuluyor.

Haberlere konu olan son hadisede, Kocaeli Üniversitesi öğrencisi olan genç kızın, İstanbul Kadıköy’de arkadaşlarıyla buluşması ve buluşulan evin tuvaletinde koluna aşırı dozda uyuşturucu enjekte etmesi sonucu vefat sözkonusu. Genç kızın annesi, kızının daha önce bu alışkanlık sebebiyle tedavi gördüğünü de söylemiş.

Elbette bu hadise bir ilk değil. Geçmişte de buna benzer üzücü ve düşündürücü ölüm hadiseleri yaşandı. Keşke bundan sonra yaşanmasa. Tabiî ki böyle hadiselerin yaşanmaması için yapılması gereken işler, atılması gereken adımlar var. Ne yazık ki Türkiye’yi idare edenler bu konuda ciddî adım atmak istemiyorlar. Peki, ‘adım atmak istemiyorlar’ tesbitinden rahatsız olanlar için ‘atamıyorlar’ diyelim.

En başta ifade edelim ki bu tehdit ve tehlike, ‘farkında olunması gereken bir tehlike’dir. Hiç kimse, hiçbirimiz ‘Bu tehdit bana ve çocuklarıma zarar veremez’ dememeli, diyemez. Aksine bu âfetin hepimizi tehdit ettiğinin farkına varmalı ve buna karşı da elden gelen her türlü tedbire, çareye başvurmalıyız. En başta da duâya! Kendimizi, çocuklarımızı ve çevremizi bu “ifsat şebekeleri”nin tuzaklarından koruması için Yaradana sığınmak çok önemli.

Başta Türkiye’yi idare edenler olmak üzere hepimizin cevap bulması gereken asıl soru şu olmalı: Medyanın ısrarla ‘altın vuruş’ olarak isimlendirdiği ve gerçekte ‘ölüm vuruşu’ olarak isimlendirilmeyi hak eden bu tercihten gençleri nasıl uzak tutabiliriz?

Düşündürücü hadise sonrası ortaya çıkan tabloda başka dikkat çeken noktalar da var. ‘Ölüm vuruşu’ sonucu vefat eden kızın babası, eşinden ayrıldığını ve kızının eşinin annesiyle birlikte yaşadığını söylemiş. En basitinden ‘parçalanmış bir aile’ var karşımızda. Bu sebeple, uyuşturucu/ öldürücü tehdidiyle mücadele ederken sadece polisiye tedbirleri değil, bu noktaları da göz önüne almak lâzım.

Konuyu değerlendiren uzmanların tesbitleri şöyle: Prof. Dr. Mücella Uluğ: “Ülkemizde uyuşturucu kullanım yaşı ortaokula kadar düştü. Gençlik bir arayış içinde. Çocukların yakın arkadaşları, dolaylı olarak kontrol edilmeli.”

Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Bu tip olaylarda iki temel neden var. Kötü arkadaş ve zayıf aile. Uyuşturucuya kolay ulaşılabilirlik ise en büyük sorun.”

Prof. Dr. Nilüfer Narlı: “Gençlerin uyuşturucudan kaçınmaları için okullarda çok kapsamlı bilinç yükselten çalışmalara ihtiyaç var.”

Doç. Dr. Kültegin Ögel: “Yaklaşık 4 yıldır Türkiye’de hiç uyuşturucudan söz edilmiyordu. Çünkü kimse ölmemişti. ‘Araştırma var mı?’ diye sorarsanız, araştırma yok. Okullarda ise Millî Eğitim izin vermediği için araştırma yaptırılmıyor.” (Sabah, 3 Eylül 2009)

Demek ki şok ölümler olmayınca tehlikeyi unuttuk. Konu ile ilgili olarak ciddi araştırmalar yapılmıyor olması da ayrı bir skandal değil mi? Millî Eğitim Bakanlığının bu konuda okullarda araştırma yaptırmaması da garip...

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İran’ın nükleer programı: Yeni gerginlik ve Türkiye’nin rolü


A+ | A-

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun hafta sonu gittiği İran’da yaptığı teklif, Türkiye’nin ‘merkez ülke’ olma politikasının bir yansımasıydı.

Davutoğlu, Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu’nun (UAEK) İran’ı, Fransa ve İsrail’in ise İran’la ilgili bilgileri gizlediği gerekçesiyle UAEK’nu şiddetle eleştirdiği bir dönemde, İran’a nükleer enerjiye ilişkin uluslar arası müzakerelerini Türkiye’de yapması teklifini götürdü.

Amerika ve İsrail’in İran’ın nükleer silâh üretecek hale geldiği iddialarının, bu ülkeye saldırı dahil bir çok Bush projesini gündeme getirdiği yüksek gerginlik döneminin gevşediği, Obama’nın İran’a zeytin dalı uzattığı dönemde, ortalık yeniden kızışmaya başladı. Bilindiği üzere Amerika, İran’ın nükleer silâh geliştirme faaliyetlerini gizlemek için sivil nükleer enerji programını kullandığını ileri sürüyor ve silâh üretiminin yolunu açacak şekilde reaktörler için uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmasını istiyordu. İran ise nükleer enerji programının barışçıl amaçlı olduğunu ve bomba değil, elektrik üretmeyi amaçladığını savunuyordu.

Kurumun genel Sekreteri Muhammed el Baradey, 7 Eylül’de “İran’ın bazı konularda kurumla işbirliği yapmasına karşın, birkaç kritik alanda bu işbirliğine yanaşmadığını” açıklıyordu. İran, BM Güvenlik Konseyi tarafından istendiği şekilde zenginleştirme faaliyetlerini askıya almadığı gibi, Ek Protokolü de uygulamamıştı. Ayrıca nükleer silâh yapımı faaliyetlerinin yürüdüğü ileri sürülen bazı tesisleri denetime açmamıştı.

Buna karşın İran da bu üretim faaliyetleri konusunda yeni bir nükleer teklif paketi hazırlamış ve 9 Ağustosta BM Güvenlik Konseyi daimî üyeleri ile Almanya’dan oluşan 5 artı 1 ülkelerine, bu paketi müzakereye hazır olduğunu duyurmuştu. Bu paketin bir örneği de Davutoğlu’na sunuldu. Ancak Amerika, bu altı üyenin daha önce görüşülmek için sunduğu teklife İran’ın cevap vermediğini, İran’ın teklifinin ise somut ve belirleyici unsurlar içermediğini ileri sürerek bu paketi görüşmeyi reddediyor. Bu durumda Amerika’nın daha önce İran’a bu altı ülkenin sunduğu teklifi görüşmeyi kabul etme ve uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurması karşılığı ticarî teşvikler alma teklifini kabul etmek için tanıdığı süre işlemeye devam ediyor. Bu süre bu ayın sonunda bitiyor.

Tarihinde ilk kez Batılı ülkelerden Kuruma yönelik bu kadar ciddî suçlamalar geldi. Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Kurumun İran’ın uranyum zenginleştirmesine ilişkin raporunun “önemli” eklerinin en son raporda yer almasını geciktirdiğini ileri sürdü. Baradey ise bu iddiayı reddetti.

Bu arada bir de İran’ın gizli bir nükleer silâh programı olduğunu gösteren 2001 ve 2003 yıllarına ait Kurumun elindeki belgelerin sahteliği iddiaları gündeme geldi. O dönemde bu belgelere dayanarak rapor düzenleyen Kurumun, İran’ın belgelerin sahteliği iddialarını inceletmediği ortaya çıktı.

Kısacası; İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda ortalık toz duman. Şimdi Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu da bu kargaşa içinde sağdan soldan yumruklar almaya başladı. Umarız bu konudaki gerginlik yeniden ABD-İran ilişkilerini savaş noktasına getirmez. Bu noktada Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun arabuluculuk çalışmaları, hem bölgede huzurun korunması, hem de Türkiye’nin yeni rolü açısından önemli sonuçlar doğurabilir.

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ramazan şenlikleri” ve felâketler…


A+ | A-

Ramazan’ın ikinci yarısında yüzlerce evin-işyerinin, mahallelerin, cadde ve sokakların sular altında kaldığı, “Türkiye’nin prestiji” otoyolların göle dönüştüğü, arabaları-tırları sürükleyen ve en acıklısı kırka yakın vatandaşın vefâtına neden olan sel felâketiyle şehid haberlerinin içiçeliği ibret vericiydi…

Şehid cenâzelerinin Anadolu’nun muhtelif kentlerinde peşpeşe kaldırıldığı ve bütün Türkiye’nin şehidlerine ağladığı, “vur patlasın çal oynasın” şenliklerin hız kesmediği günlerde, Marmara’da başlayan ve halen başta Karadeniz bölgesi olmak üzere yurdun büyük bir bölümünü etkileyen sel ve su taşkınlıkları ile fay hattının bulunmadığı deprem bölgesi olmayan Konya’nın 4.4’le sarsılması, siyasî yorumların ötesinde başka başka anlamlar taşıyor…

Terâvih saatlerine denk getirilen ve gece yarılarına kadar süren, çalgılı-şarkılı-danslı eğlence ve oyunlar, Ramazan’a hürmetsizliğin ötesinde, ekseriyetle meşruiyet sınırını aşan bir dizi lehviyatın yer alması, ahlâkî aşınmaya sebebiyet verdirmekte, “İlâhî gadâbı” celbetmekte…

RAMAZANA HÜRMETSİZLİK,

ŞEHİDLERE SAYGISIZLIK…

Çoğu iktidar partisine mensup belediyelerin düzenlediği Ramazan boyunca devam eden “şenlikler”de kısmen meşru sayılabilecek bazı programların yanısıra büyük bir bölümü Ramazan’ın kudsiyetine, içinde Kadir Gecesinin de bulunduğu mübârek günlerin ve gecelerin mânâsına yakışmayan oyun ve eğlencelerle, Ramazana hürmetsizlik ve şehidlere saygısızlığın örnekleri verilmekte.

“Yedi” yıllık iktidarın problemlere bigâneliği, tedbirlerdeki başarısızlığı, yirmi yılı aşkın işbaşında olan yerel yöneticilerin “tedbirsizliği” bir tarafa; son elli ve hatta yüz yılda ilk kez meydana geldiği belirtilen ve bir senelik yağmurun bir günde yağdığı felâkete dönüşen yağışların asıl felâket ve musîbet yönü bu…

En muhâfazakâr semtlerde, çoluk çocuk cumbur cemaat en muhâfazakâr âileleri bile cezbeden “şenlikler”, “kizb (yalan ve günâhla) ve sıdkın (doğruluğun ve sevâbın) aynı dükkanda satıldığı” Âhirzamanın açık bir alâmetini göstermekle birlikte, bir başka gerçeği de ortaya koymakta.

Nur talebelerinin eğitim ve terbiye eksenli inancı ve ahlâkı tahkim eden iman ve Kur’ân hizmetine dudak bükerek “devleti, gücü ve makamları ele geçirmeyi” hedefleyen “siyasal İslâm” ve “din nâmına siyaset” zihniyetinden gelen politik oluşumların ve iktidarların temel açmazını ortaya çıkarmakta…

Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un toplumdaki mânevû buhran ve bunalımına, inançtan bîbehre mimsiz medeniyetin fantazilerine, dinden tecrid lâdinî eğitime karşı öncelikle cemiyetin ve gençliğin imanının takviyesini esas alan hizmetlerini hafife ve hatta “alaya” alanların, iktidarları döneminde Türkiye’yi içine sürükledikleri ahlakî ve mânevî erozyon ortada…

Her yıl milyonlarca ton toprağı denize sürükleyen küresel ısınmanın tahribatına karşı, binlerce, yüz binlerce genç, mânevî ve ahlâkî erozyonla yok oluyor…

Yüz binleri barındıran hapishaneler ağzına kadar dolup taşmış. Yetkililer, on binlerce suçlunun sırf yer olmadığı için yakalanmadığını ve dışarıda bekletildiğini belirtiyorlar.

Başbakan kameraların önünde vatandaşların sigara paketlerine el koyarak “sigara yasağı”yla uğraşıp sanki “hiçbir şey yokmuş” gibi hâlâ popülist demeçlerle geçiştirirken, son yıllarda toplumu topyekûn sarsan insanımızın inanç ve örfüyle bağdaşmayan garip cinâyetler artmakta.

Ne var ki “toplumsal cinnet” haline gelen, özellikle çocukları ve gençliği tehdit eden tehlikeli gidişât hakkında ciddî bir tedbir yok…

“ŞENLİK” DEĞİL, TEDBİR…

Oysa “İmdat!” işâretleri veren ahlakî aşınma ve şiddet, son yıllarda cinnet, cinâyetlerdeki artış daha da vahâmet boyutlarını aşmakta. Öfke saldırganlığa ve şiddete dönüşmekte; terbiye ve ahlâkı dejenere etmekte, şiddet ve vahşet olaylarını sıradanlaştırmakta ve yaygınlaşmakta.

Kötü madde bağımlığı, uyuşturucu ve içki kullanımının 13 yaşına düştüğü ve Türkiye’nin uyuşturucu pazarı haline geldiği resmî rakamlarla açıklanmakta…

Millî Eğitim Bakanlığı’nın okullardaki “vaka analiz formu” aracılığıyla tutulan istatistiklere göre okullarda şiddet suçları had safhaya ulaşmış. Alkol, uyuşturucu ve kötü madde kullanımı yaşının ilköğretim okullarında ilkokul seviyesine kadar inmesi, eğitimimizde ciddî şekilde “kırmızı alarm” vermekte. Eğitim kurumları “çete yuvası”na dönüşmüş…

Mânevî terbiye eksikliği özellikle gençleri ve çocukları etkilemekte. Mâlum medyanın da sansasyonuyla sürekli şiddet, sefahet, eğlence, müstehcenlikle muallel popüler kültür enjekte edilmekte. Her şeyi boş veren bir nesil türetilmekte.

Bazı belediye ve derneklerce tertiplenen herkese açık konser ve eğlenceler, şenlikler, toplumu âdeta suça itmekte. Devlet güvencesi altındaki ahlâk bozucu talih oyunları, piyango-toto-loto ve sanal kumar tuzağına düşürmekte.

Asıl felâket ve “büyük tehlike” bu. “Şenlikler”den ve nutuklardan önce buna tedbir alınması gerekli…

16.09.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine aynı kavga


A+ | A-

Geçen sene bu vakitlerde Erdoğan, Aydın Doğan’ı yine hedefe koymuş; Hilton arazisi başta olmak üzere birkaç konuda Doğan’ın üzerine gitmiş; hatta “Sana beş gün süre, açıkladın, açıkladın; yoksa günah benden gider, ben açıklarım” gibisinden sözler söylemişti.

Erdoğan’ın bu çıkışlarına ilk başta “Biat medyası değiliz ve olmayacağız” şeklinde sert bir tepki veren Doğan, daha sonra dozu düşürdü.

Hattâ vaktiyle Erdoğan’a verdiği desteği hatırlatarak, bir barış ve uzlaşma sağlamaya çalıştı.

Erdoğan da sert çıkışlarının arkasını getirmedi.

Ve evvelce yaşanan örneklerde olduğu gibi, taraflar bir kez daha aynı fotoğraf karesinde buluşarak, bu kavganın da bittiği mesajı verdiler.

Geçen yılki dalganın en önemli sebeplerinden biri, o günlerde Doğan medyasının Deniz Feneri dosyası üzerinden başlattığı yıpratma kampanyası ile iktidara yüklenmesi olarak gösterilmişti.

Sonrasında ortam bir miktar yatışır gibi oldu.

Tâ ki, Maliyenin Doğan grubuna vergi kaçağı gerekçesiyle kestiği astronomik cezaya kadar.

Doğan medyası bu cezayı, “muhalif basını susturma amaçlı” bir tasarruf olarak duyurdu; CHP başta olmak üzere muhalefet de bu yorumu seslendirdi; başında Doğan’ın kızının bulunduğu TÜSİAD, cezayı “demokrasi sorunu” olarak niteledi; dış basında aynı yönde değerlendirmeler çıktı, hattâ AB de bu paralelde yorumlar yaptı.

Erdoğan’ın büyükelçilere hitap ederken “hukukî bir işlem”i basın özgürlüğüyle irtibatlandırmanın yanlışlığına vurgu yapması, bilhassa AB cenahındaki eleştirileri ciddîye alarak cevaplama ihtiyacı duymasından kaynaklanıyor olmalıydı.

Aslında olayın karmaşık boyutları var.

Bir tarafında hem öteden beri medyada tekel oluşturma eleştirilerine hedef olan, hem yayın organlarında izlediği “demokrasiye ters” çizgi sebebiyle eleştirilen, hem de patronu medya dışı sektörlerde de yayılmacı bir strateji yürüten Doğan grubunun bu hali, konunun kendisi tarafından sunulduğu kadar basit olmadığını gösteriyor.

Gerçek şu ki, Türkiye’de demokrasinin gelişemeyişinde en ağır vebali olanlardan biri de Doğan medyası. Bilhassa 28 Şubat ve 27 Nisan gibi kritik süreçlerde grubun tavrı tam bir felâketti.

Epeydir Doğan’ı bu işin içinden sıyırmak için ortaya sürülen “Doğan, medyadaki yöneticilerine söz geçiremiyor, onların tavrından çok rahatsız” lâfları, problemin çok daha derin olduğunu; “Doğan yurt dışına yerleşecek” dedikoduları da patronun ne kadar bunaldığını gösteriyor olmalı.

Doğan’ın, yaygın kanaate göre Koç grubu adına patronu gözüktüğü yayın organlarında başka derin güç odaklarının da büyük bir etkisi var.

Grubun “amiral gemisi” olarak isimlendirilen Hürriyet’i Simavi’den, kadroları ve bu derin ilişkileri ile birlikte devralan Doğan, Milliyet’i bir ara Korkmaz Yiğit’e satmaya kalktığında maruz kaldığı iç direniş ve dış tepki üzerine geri adım atmak ve satıştan vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Dolayısıyla, vergi cezaları veya başka yollarla Doğan bu işten çekilmek durumunda bırakılsa bile aynı derin yapı başka patronajlar altında veya şu günlerde Ciner grubuna olan kaymalarda görüldüğü üzere başka adreslerde devam eder.

Bunun çözümü, topyekûn demokratikleşme.

Bu arada, Doğan grubunun son vergi cezasına karşı “AB ipine sarılması” da ilginç bir nokta...

Olayın iktidara bakan boyutu ise, 2002 seçiminden sonraki süreçte önce Uzan medyasının, ardından Bilgin grubunun TMSF marifetiyle el değiştirip “yandaş medya” tabir edilen gruba dahil edilmesi ve Doğan’a yönelik operasyonların bu zincirin yeni bir halkası olarak nitelenmesi.

Böylece konu, AKP’nin bütün muhalif sesleri susturarak, tamamen kendisine bağlı bir medya oluşturmak ve eşzamanlı olarak devletteki “kale”leri de birer birer ele geçirmek suretiyle bir “dinci dikta” kurmaya çalıştığı yönündeki senaryo ve spekülasyonların içine yerleştiriliyor.

Bakalım, bu kavganın sonu neye bağlanacak?

16.09.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.