Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Eğitim nereye? |
YÖK’ün katsayı kararıyla ilgili tartışmalar sürerken, 3. Ergenekon iddinamesinde isminin yer alıp almayacağı merak konusu olan Sabih Kanadoğlu’nun “Danıştay iptal eder” açıklamasına karşı, Danıştay’ın daha evvel katsayı meselesinde YÖK’ün yetkili olduğunu vurgulayan kararlar verdiği hatırlatılıyor. Olabilir. Ama o kararların verildiği ortamla şimdiki durum arasında çok önemli bir fark var: O zamanlar YÖK, Gürüz veya Teziç gibi başkanlar ve aynı zihniyeti paylaştıkları üyelerle çok katı bir 28 Şubat çizgisinde yer alıyordu. Ama şimdi başkan da, üyelerin çoğu da AKP iktidarıyla paralel görüşlere sahip olmakla eleştiriliyor. (AKP 28 Şubat’ın neresinde; ayrı bir bahis.) Onun için, Danıştay katsayıyı artık yetki yönüyle değil, Tansel Çölaşan’ın işaretini verdiği “Tevhid-i Tedrisata aykırılık” iddiasıyla ele alır. Bu iddianın, akan suları durduran “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasa maddeleri” ile de perçinlenmesi sürpriz olmaz. Tabiî, böyle bir durum, son olarak HSYK krizinin, zaten ciddî şekilde sarsılmış olan “yargıya güven”deki erozyona Danıştay cenahından da yeni ve tarihî katkılar sağlayarak, köklü ve kapsamlı bir yargı reformunun kaçınılmazlığı gerçeğini daha kalın çizgilerle kamuoyuna gösterir. Ve orada da, bu reformu hâlâ sürüncemede tutan siyasî iradenin anlaşılmaz tavrı sorgulanır. Bunlar, katsayı tartışmasında yaşanan seyrin yargı ve siyaset boyutlarındaki bazı yansımaları. Bu hengâme içinde arada kaynayıp giden ise, konunun özünü ve esasını oluşturan eğitim meselesi. Siyasetin yargıya ve yargının siyasete müdahalesini çok tartışıyoruz ve bu tartışmalardan henüz sağlıklı bir netice çıkarabilmiş değiliz. Öyle olunca da, günübirlik siyasetin ve siyasallaşmış yargının eğitime yönelik müdahalelerinin çocuklarımız ve istikbalimiz üzerindeki tahripkâr tesirlerini konuşmaya bir türlü sıra gelmiyor Oysa, esas tartışılması gereken mesele o.
Onbinlerce sıfır, yüzbinlerce baraj altı ÖSS sonuçları açıklanırken ortaya çıkan iki husus, eğitim alanındaki durumun ciddiyet ve vahametini gözler önüne seren iki önemli işaret. Bunlardan biri, 30 bin adayın sıfır puan alması. Evvelki ÖSS’lerde de bazan daha yüksek rakamlarla var olan bu durum, bu sene başvuruların bir miktar azalmasına bağlı olarak nisbeten daha “düşük” bir sayı ile ortaya çıktı. Bu hali önce “ortaöğretimdeki zaafiyet”e bağlayan YÖK Başkanı daha sonra “Tam da öyle değilmiş” gibisinden sathî açıklamalarla konuyu geçiştirmeye çalıştı. “Sıfır çeken” on binler, işin bir ciheti. Diğer bir ciheti ise, ÖSS’den çıkan ham puanların ortaya koyduğu genel seviyenin düşüklüğü karşısında, “çare” olarak barajın yirmi puan indirilmesi. Bizzat YÖK Başkanının açıkladığına göre, eğer bu indirim yapılmasaymış, önceki barajı aşıp da tercih yapabilecek durumdaki aday sayısı çok daha düşük sayılarda kalacakmış. Peki, masa başı yapılan böyle oran değişiklikleriyle, gerçek anlamda başarı düzeyi yükselmiş mi oluyor, yoksa sıfır puanlara ilâveten genel düzeydeki düşüklüğü de gizleyip örtbas etmeyi amaçlayan yeni bir gözboyama mı sergileniyor? Gerçek şu ki, eğitim sistemimiz çok bozuk. Genel anlamdaki seviye ve kalite düşüklüğü, anaokullarından her çeşit liseye kadar bütün ortaöğretim kurumlarının ortak problemi. Bir zamanların gözde okulları olan Anadolu liseleri dahil, tüm devlet okulları ciddî gerileme içinde. Çocuklar, en temel alanlarda bilgi altyapısından ve bununla bağlantılı olarak tefekkür, muhakeme melekesinden uzak ve mahrum şekilde “yetişiyor” ve sonuçta ya sıfır çekiyor, ya da meselâ yüzde 60’ı fen sorularını cevapsız bırakıyor. Bu tablo, övünülerek açıklanan iddialı müfredat reformlarının gerçekte ne denli kof olduğunu, sistemin çocukları ya hedefsiz, işe yaramaz bireyler veya potansiyel suçlu kişiler haline getirmek üzere öğütmeye devam ettiğini gösteriyor. 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kat kat yanlış |
Meslek liselerinin üniversiteye girişinin önündeki ‘katsayı engeli’ şimdilik sona ermiş görünüyor. YÖK, yerinde bir karar alarak bilhassa imam hatip lisesi öğrencilerini mağdur eden uygulamayı sona erdirdi. Aslında bu adıma sevinmek lâzım, ama hiç akla ve hayâle gelmeyen ‘yanlış’lara imza atıldığını daha önce de çok defa gördüğümüz için ‘yoğurdu üfleyerek yemek’ durumundayız. Açıkçası, elimizde bir delil olmadığı halde YÖK’ün aldığı bu doğru kararı ‘yüksek mahkeme’lerin iptal etmesinden endişe ediyoruz. Bu sebeple, meslek lisesinde okuyan ya da mezun olanlara “Gözünüz aydın” demeyi bile ertelemiş durumdayız. YÖK’ün aldığı bu karar, çok doğru olmakla beraber aynı zamanda bir o kadar da geç kalmış bir karardır. ‘Katsayı’ uygulaması, alındığı gün yanlıştı ve o günden beri bu uygulamaya itiraz ettik. 10 yıl süren bu ‘keyfî’ uygulama sadece imam hatip lisesi mezunlarını değil, bütün meslek lisesi öğrenci ve muzunlarını mağdur etti. Bu uygulamanın bir yanlış yönü de, adeta ‘maç devam ederken’ oyunun kurallarının değiştirilmesiydi. Düşünün, ‘üniversiteye giremesem de bir mesleğim olsun’ diye karar veren ve bu niyetle herhangi bir meslek lisesine kaydolan öğrenci, iki ya da üçüncü sınıftayken kuralların değişmesiyle karşılaşıyor. Biraz insafı olan, önce bu kararı alır, sonra da o tarihten sonra meslek lisesini tercih edenlere uygular! Ama 28 Şubat sürecinin uygulayıcıları için insaf ve iz’andan bahsetmek ne mümkün? “Ben yaptım oldu” anlayışıyla Türkiye’ye 10 yıl kaybettirdiler. Yeni uygulama hayata geçer ve meslek lisesi mezunları başarılı olduktan sonra arzu ettikleri bölümlere girmeye başlarsa bile ‘iş tamam’ olmuş olmayacak. Hakikî adalet için, geçmiş yıllardaki keyfî uygulama sebebiyle mağdur olanlara da hakları mutlaka iade edilmelidir. Aslında YÖK’ün yeni kararı ile yapılan, bir hakkın teslim edilmesidir, ortada bir ‘lüfuf’ yoktur. Bu bakımdan, yanlıştan dönenlere teşekkür ederiz; ama bu kararı bir lütuf olarak da görmediğimizi ifade etmek isteriz. Belki de yüzbinlerce kişiyi mağdur eden ‘katsayı’ uygulamasının sona erdiğini kabul edersek, sıranın diğer yasaklara geldiği söylenebilir. Nasıl ki ‘katsayı’ uygulaması basit bir kararla sona erdi, arzu edilirse; yürürlükteki hiç bir kanuna dayanmayan ‘keyfî başörtüsü yasağı’ da bu şekilde sona erdirilebilir. Hiç kimse, “Yok, bu yasağı kaldırmak katsayı uygulaması gibi kolay olmaz” demesin. Samimî olarak istenirse ve elbette ‘bedel ödemek’ de göze alınırsa başörtüsü yasağı da bir anda, bir kararla ve belki de karar almadan, bir uygulama ile sona erebilir. Başörtüsü yasağı, ‘katsayı’ uygulamasından daha feci, daha yaralayıcı ve daha fazla haksızlık barındıran bir uygulama. Pek çok defa ifade edildiği üzere bir ‘cesur rektör’ bu yasağı uygulama ile sona erdirebilir. Nasıl ki bazı özel üniversitelerde kısmen serbestlik var ve kıyamet de kopmuyor. Aynı şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde de başka üniversitelere nisbetle biraz daha ‘insanî’ bir uygulama var. O halde bu kanunsuz yasak istenirse bir anda, basit bir uygulama ile, daha doğrusu “yasağı uygulamamak ile” sona erebilir ve ermelidir. ‘Katsayı’ uggulaması ‘yanlış’ idi; başörtüsü yasağı ise ‘kat kat yanlış’tır. Ne de olsa bir gün bu ‘anlamlı yasak’ da sona erecek. O halde o gün bu gün olsun! 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Eğitim ve YÖK (2) |
28 Şubat postmodern darbeden kalma onbir yıldır dayatılan meslek liselerindeki “katsayı haksızlığı”, Türkiye’nin en çok ihtiyacını duyduğu meslekî ve teknik eğitimle birlikte en çok imam hatip liselerini vurdu. Bu okullarda öğrenci mevcudu 700 binlerden 150 civarına indi. Meslek okulları “üvey evlâd” muamelesi gördü. Bütün ikazlara rağmen iktidarlar seyretti… 28 Şubat sürecinin antidemokratik uygulamalarına taşeronluk yapan siyasî aktörleri Anasol-D ve Anasol-M koalisyonlarının AB’nin de baştan beri dikkat çektiği bu antidemokratik vâhim yanlışı düzeltmeleri beklenemezdi. Ne var ki AKP de yedi yıldır bu irâdeyi göstermedi. Hükûmet bundan böyle en azından meseleye siyasî bir hava verip toplumun belli bir kesimini aleyhe sevketmeden bu süreci iyi yönetmeli; gerekli yasal tahkimatı yapıp YÖK’ün kararından müsbet netice alınması sağlanmalı. Yalnız “katsayı konusu” değil, eğitimi kısırlaştıran diğer olumsuzluklar için de âcilen tedbir alınmalı. Zira Türkiye’de bütün kademelerde eğitim dökülüyor. Ortaöğretimden başlanarak yüksek öğretime uzanan vetirede eğitimin durumu hiç de içaçıcı değil. ÖSS’de sıfır çeken öğrencilerin sayısı geçen yıla göre artmakta. Bizzat ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Yarımağan’ın itirafıyla, bu yıl ÖSS’ye başvuranların sayısı 190 bin azalmasına rağmen 30 bine yakın öğrenci sıfır çekmekte.
EĞİTİM SİSTEMİ MUALLEL Diğer yandan sınava giren bir milyon 510 bin 300 adaydan sadece 2 bin 954’ünün ÖSS’nin ilk bölümündeki Türkçe testini çözmesi; ancak 377 adayın Sosyal Bilimleri, 7 bin 661 adayın Matematik ve Fen Bilimleri sorularını doğru cevaplaması, vaziyetin vahâmetini ortaya koymakta. ÖSYM Başkanı bunu, “Tablo ilginç; adaylar 180 sorudan hiçbirine cevap vermiyor veya ikisine cevap verip çıkıyor. Bu araştırmaya değer bir konu” diye açıkça başarısızlığın ikrarında bulunmakta. Bir tek matematikte 230 bin kişinin sıfır alması, yüksek eğitimin “karnesi”ni okutturmakta. Bu arada OKS’den SBS’ye geçilen ve ilköğretimin son üç sınıfında yapılan, yap-boz tahtasına dönen sınav sistemi de bir yığın ârıza ile muallel. Eğitimciler daha ilkokulu yeni bitiren ve tek öğretmenden birçok öğretmenle karşı karşıya kalan çocukların hiçbir hazırlığa tabi tutulmadan yarış atı gibi üç yıl boyunca üstüste “seviye belirleme” adı altında sınavlara girmelerinin öğrencilerin beyinlerinde ve ruhlarında büyük örselenmelere yol açtığını belirmekteler.Bu durum, birçok sosyal yaraya da sebebiyet verdirmekte, eğitim ve öğretimde tahribata ve başarısızlığa yol açmakta. Bunun yerine (lisenin üç sınıfa indirilerek) ilköğretim beşinci sınıftan sonra “ortaokul”a tekâbül eden dönemin başına yabancı dilin de öğretildiği bir hazırlık sınıfının eklenerek ortaöğretim bitişinde peşpeşe iki veya üç sınavla öğrencilerin lise için seviyesinin belirlenmesinin daha faydalı olacağını ifâde etmekteler.
YÖK’ÜN KARAKTERİ DÜZELTİLMELİ Kısacası ilköğretimden başlanarak üniversiteye kadar topyekûn bir zâfiyet ve çürüme içinde. YÖK Başkanı ve Millî Eğitim, her ne kadar bazı rakamlarla “eğitimin sıfır çekmesi”ni te’vil etse de, gittikçe derinleşen başarısızlık oranları ve laçkalaşma ortada. Türkiye’nin millî eğitim meselesine biran önce el atması gerekmekte. Millî Eğitim ve YÖK yetkilileri eğitimdeki çöküşe te’viller getireceklerine, daha çok vakit kaybetmeden gerekli yasal düzenlemelere çabalamaları icâb ediyor. YÖK Başkanı Prof. Dr. Özcan, YÖK’ün demokrasiyi katleden, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in kapısına kilit vurup meşru hükûmeti alaşağı ederek Anayasayı silâh zoruyla ilga eden 12 Eylül ihtilâlinin döneminin siyasî özelliklerini yansıtan bir kurum olan YÖK’ün baskıcı, kontrol altına alıcı karakterinden şikâyetçi. Oysa YÖK Başkanı’nın görevi “şikâyet” değil, sicili bozuk olan YÖK’ün karakterini düzeltmek. YÖK’ün bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi akademik özgürlüğe ilişmeden yüksek öğretimin plânlamasını ve koordinasyonunu yapacak demokratik statüye kavuşturmak. YÖK’ü eğitim seviyesinin yükseltilmesinde, adaletsizliğin giderilmesinde, araştırma çalışmalarının arttırılmasında, öğretim ve bilim elemanlarının yetiştirilmesinde, kaynakların verimli kullanılmasında, üniversiteler arasındaki her türlü bilimsel ve akademik irtibatın temininde bir koordinatör kurum haline getirmek… Bunun için başta Anayasa’nın yükseköğretimle ilgili 130. ve 131. maddeleri olmak üzere gerekli bütün anayasal ve yasal düzenlemeler yapılmalı. Millî Eğitim ve YÖK buna çalışmalı… 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Eğitimsiz eğitim yahut ihanetin bir başka boyutu |
Düşünen, sorgulayan bir toplumdan yoksun olmayı arzulayan ve böyle bir toplumdan korkan bir sistem hangi düşüncenin ürünüdür ve nasıl bir yapılanmanın peşindedir? Böyle bir toplumu arzulayan sistemler genellikle tabuların, ideolojik yaklaşımların hakim olduğu otoriter sistemlerdir. Kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün her alanda boy gösterdiği bu sistemler kendi insanlarının huzuru ve refahıyla ilgilenmezler, kendi kalkınmışlıklarını ülkelerinin kalkınmışlığından önde tutarlar. Ülkemiz açısından bunun en tipik örneğini, meslek liseleri için üniversiteye girişte uygulanan katsayı engelinde görmüştük. Bu ülke, on yıl boyunca kendi yavrularını yiyen bir canavar görüntüsü sergilemekten utanmadı, kendisini elli-yüzyıl boyunca ilerilere taşıyacak nesillerini yitirdi, küstürdü, düşünen-üreten bir toplumun oluşmasını her nasılsa engelledi. YÖK’ün bu engeli kaldırması sadece var olan bir zulmün sona erdirilmesi anlamına gelmektedir; zira eğitim sistemimizin iflasını her fırsatta ilan eden yapısal bozukluk devam etmektedir. Bu iflası ortaya koyan en önemli göstergelerden biri gençlerin kabusu haline gelen ÖSS ve benzeri sınavlardır. Bu sistemin kendi nesillerini nasıl öz değerlerinden kopardığı ve ruhundan uzaklaştırdığı da ayrıca sorgulanması gereken bir diğer önemli meseledir. Bu seneki sınav sonuçları ülkemizin geleceği açısından pek çok muammayı içinde barındırmaktadır. Sonuçlar ülkemizin geleceğini belirleyecek olan bugünün gençliğinin ne denli temel bilgilerden yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Yaklaşık bir buçuk milyon öğrencinin katıldığı imtihanda 700 bin öğrenci hiç bir fen sorusuna cevap verememiş, yine binlerce öğrencinin puanının hesaplanmasına gerek görülmemiştir. Daha somut verilerle ortaya konulacak olursa sistemin kendi iflasını nasıl belgelediği görülecektir: İmtihanın ilk bölümünde müfredattan dört ayrı alanın her birinden 30 sorunun sorulduğu testlerin ortalaması şöyle olmuştur: Türkçe: 14,1, Sosyal Bilimler: 11,4, Matematik: 9,0, Fen Bilimleri: 4,0 olarak gerçekleşmiştir. İstatistikler Türkiye genelinde başarı puanının geçen yıla göre 4 puan azaldığını ortaya koymaktadır. Puanı hesaplanmaya değer görülmeyen, 180 sorudan hiçbirine doğru cevap veremeyen öğrenciler, genele isnad etmeyen bir istisna olarak değerlendirilse bile, dört yıllık bir lise eğitimin nasıl oluyor da böyle öğrencileri mezun edebildiği sorusunu sormayı engelleyemiyor. Bugün 20-22 dersten sorumlu olarak liseden mezun olmuş, diplomasını alabilmek için yıllarca sorumluluk sınavlarıyla uğraşan binlerce öğrencinin varlığını düşününce bu sorular da normal geliyor insana. Normal olmayan şudur ki, hiçbir soru çözemeyecek seviyedeki gençleri (katsayı korkusuyla meslek liselerinden uzaklaştırarak) yıllarca sıralara mahkûm edip liseden sözümona mezun etmenin bu ülkenin geleceğine olan katkısıdır. Mesela, Türkçe sorularına hiç cevap vermeyen on binlerce öğrenci nasıl okuyor, okuduğunu nasıl anlıyor; yüzbinlerce öğrencinin fen sorularına cevap veremediği bir sistem nasıl bunları mezun edip üniversite kapısını açıyor, bu öğrenciler gittikleri üniversitelerde nasıl bilim üretecekler, içinde bulundukları toplumu nasıl anlayıp nasıl bu topluma katkıda bulunacaklar? Geçmişte üç yıl olan eğitim sürecinin dört yıla çıkarılması problemleri çözmemiş; aksine katlamıştır. Üç yıllık eğitimin ne eksikleri görüldü de eğitim dört yıla çıkarıldı sorusunun cevabı da bu sonuçlarla ortaya konulmuş oldu. Sistem, problemlerin en kısa yoldan en çağdaş şekilde çözülmesini arzulamıyor; aksine problemi daha karmaşık hale getirerek adeta çözümsüzlüğü öneriyor. Birçok uzman, bugünkü toplumsal sorunların, içinde çıkılmaz problemlerin ve artan şiddet kültürünün sınav sonuçlarına doğrudan etki yaptığını düşünmektedir. Bu doğru bir tespit olmakla birlikte meselenin temel problemine işaret etmemektedir. O problemin özünde; düşünemeyen, sorgulamayan bir toplum modeli meydana getirme arzusu içindeki iç dünyası bozuk totoliter ruhun yattığını belirtmiştik. Meselenin üniversite boyutu da farklı problemleri içermektedir. Ortaöğretimdeki başarısızlığı yeni açılan ve alt yapısı yetersiz üniversitelerle çözme girişimleri birkaç bin genci “yaşasın, üniversiteyi kazandım” diye sevindirmekten öteye geçmeyecek, üniversite mezunu niteliksiz işsizlerin artmasından başka işe yaramayacatır. Artırılan kontenjanlar ile üniversitede okuyamayacak, aslında liseden bile mezun edilmemesi gereken, çok sayıda öğrencinin yetersizliğini doğrudan üniversitelere yıkmak ihanetin farklı bir boyutudur. Katsayı adaletsizliğiyle meslek liselerinin canına okuyan sistemin günah çıkarma girişimleri onun günahını katlamaktan başka işe yaramıyor. 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
“Devlet Baba; özür diler mi? |
1970’li seneler: Bir Anadolu kasabası.. İlçenin Kütüphane Müdürü tam anlamı ile adam gibi adam…. Gençleri, ideoloji ve de özellikle komünizm belâsından uzak tutmak için durmadan mücadele eden.. Aynı zamanda, onları; Kürtçülük hastalığından uzak bırakmaya gayret eden tam bir vatanperver. Gayretli. Sebatkâr.. Dâvâsına bağlı… Çilekeş…. *** Şu; Müzevir tipler vardır ya.. Hani; Ciğeri beş para etmez, ama çamur atmaya gelince üstüne olmayan gudubet tipler! İşte bunlardan bazıları; İlçenin bir anlamda Kültür Müdürü de olan, yukarda meziyetlerini saydığımız Kütüphane Müdürünü ispiyonlamışlar…. O gün için; En kolay şekilde çamur atma tekniğiyle: “Kütüphane Müdürü din propagandası yapıyor” diyerek. O günlerin klasik suçlaması… Bir gece, bu komik yaftalamayla bir grup insanımızı derdest edip karakola götürüyorlar. *** Bundan sonrası akıl alır gibi değil… Vicdan işi hiç değil!.. Bu olay esnasında ki; 1970’lerin henüz ortaları: Müdür Beyin sohbet yaptığı ve müspet hareket etmeleri için didindiği bazı liseli gençleri de içeri alıyorlar. Oysa bu gençleri kasabada bir tek o zamanlar kürtçülük, komünizm ve devrimcilik tuzağından uzak tutan sadece bir kişi var: O da İlçe Kütüphane Müdürü… İşte: Derdest edilip “ayin yapıyorlar” yaftası ile göz altına alınan müdür ve gençler; kısa bir süre kurulan, daha sonra lağvedilen Diyarbakır DGM’ye bile çıkarılıyorlar!.. Bu olayı yaşayan ve anlatan okuyucum henüz ilk gençlik yıllarında… Belli ki; Olanlar ve yaşadıklarının derin izleri hâlâ dimağının en belirgin kısımlarında. Yaşı 18’in üzerinde olanları tutukluyorlar… 18 yaş altını ise ilçenin doktoruna gönderiyorlar. Niçin mi? Muayene edilmeleri için. Pek bir muayene de yok aslında. Tam anlamı ile bir insan hakkı ihlâli söz konusu. Doktor; 18 yaş altı gençlerin ağızlarını açtırıp kontrol ediyor. Diş yapılarını esas alıp; “Cezaî ehliyeti haîz olup-olmadıkları”na bakıyor. Ne kadar medenî bir durum ve de tavır(!) *** Zaman.. zaman: İnsanımıza ne kadar da rahat bir şekilde hoyrat davranabiliyoruz. Nasıl olur bu Allah’ım? Şimdiki nesillere bunu nasıl izâh edersiniz? Sonunda: Bu değeri bilinmeyen Kütüphane Müdürü; vatan ve milletin selametine çalıştığı için takdir edileceğine farklı bahaneler de üretilerek bir başka ilçeye sürgün ediliyor. Dur-durak bilmeyen Müdür Bey uzun uzadıya süren dâvâlardan sonra beraat de ediyor… Arada 12 Eylül İhtilali, PKK olayları. Ve: Bu ilçede de birlik-beraberlik sevdası dolu konuşmalar yapıp dönerken şehid düşen Şenkaya İlçe Halk Kütüphanesi Müdürü: Muhterem Abdulbaki Bingöl Bey…. *** Bu Müdür Beyi ve bütün bu yakın tarihi çocukluğundan beri “12 Eylül Sendromu” ile birlikte yaşayan ve bize zorladığımızdan dolayı aktaran okurumuzun tek beklediği ne biliyor musunuz?: “Devlet Baba”dan bir küçücük özür… Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay, Kendi Bakanlığına bağlı Şenkaya İlçe Halk Kütüphanesi Şehit Müdürü Muhterem Abdulbaki Bingöl Bey gibi isimlerin çoluk-çocuğuyla ilgileniyorlar mı? Bilemem…! Ancak: Bu muameleye tabi tutulan kişinin sembolik olarak da olsa Sayın Bakan gönlünü alabilir. Şüphesiz: O senelerde; hapishane ve kodeslerde çok daha acısı yaşandı bu olayların. Ama Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay özür dilerken büyür… Ancak: Bu olay da eminim ki tarihe geçer. Dünya tarihinde bir ilk: Güçlü Türk Devleti, mağdur ettiği vatandaşından özür diledi! Buna var mısınız Sayın Bakan? 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hak ve vazifelerini bilenle evlenin |
Sağlam bir aile yuvasının kurulup huzûr içinde devam edebilmesinin şartı, eşlerin güçlü bir imândan sonra, yekdiğerinin haklarına riâyet etmesidir. Bu haklar şöyle özetlenebilir: Anne-baba hakkı, eş (karı-koca) hakkı, çocuk hakkı, akraba ve komşu hakkı, insan hakları, hayvan hakları, hatta eşya hakları (çevreyi koruma). Hakların yanında herkesin görevleri de belirtilmiştir. Meseleler kimsenin şahsî, indî, beşerî istek ve arzularına bırakılmamış; âdil ve fıtrata uygun haklar, selâhiyetler, mesuliyetler, vazifeler bir bir sayılmıştır. Bununla da kalınmamış, hak ve vazifelerin eğitim ve terbiye yoluyla akıl, kalb ve vicdânlara yerleşmesi, fiiliyata dökülebilmesi için de gerekli tedbirler alınmıştır. İslâma göre kadın ve erkek aynı gâye ve hikmet için yaratılmış, aynı cevher ve ruhu taşımaktadır. Aynı emir ve nehiylere muhatap kılınmışlardır. “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan Allah’ı tanıyın” -Kur’ân, Nisa,1 hitab-ı İlâhî bunun yalnızca bir delili. Zariyat Sûresinin 56. âyetine göre, “Allah’ı tanımak ve O’na ibâdet etmek,” En’am Sûresi’nin 156. âyetine göre de, Allah’ı tanımak ve yeryüzünü mamur etmek üzere her iki cins dünyaya gönderilmiş. Kur’ân emir ve nehiyleri “Zekât veren erkekler, zekât veren kadınlar, salih amel işleyen erkekler, salih amel işleyen kadınlar” denilerek her iki cinse de eşit şekilde hitâp ediyor. İşte huzur ve mutluluk eşlerin hak, sorumluluk ve vazifelerini bilmeleri ve yerine getirmeleri derecesindedir. Hakların ihlâl edildiği, sorumluluk duygusunun hakim olmadığı ve vazifelerin ifa edilmediği bir aile yuvasının ömrü uzun olsa da, mutlu olamaz! Haklar, mesuliyetler hususunda en önemli vazife, eşler olarak anne-babaya düşer. Şayet, onlarda bir aksaklık varsa, o müesseseden sağlıklı meyve almak imkânsız. *** Birgün Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek; “Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi. Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle Ebû Hanîfe Hazretlerine döndü ve kendisinden pek de beklenmeyecek şu ibretli mukabelede bulundu: “Ey İmâm! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zîrâ eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tabî olup peşinizden gelenlerin de ayağı kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak da oldukça zordur.” Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, ağlamaya başladı ve talebelerine: “Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tabî olmayınız. İslâmda kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar...” 28.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Risale-i Nur'da Mehdi meselesi |
Tâ Asr–ı Saadetten beri ara ara gündemi işgal eden Mehdi meselesi, günümüzde ve bilhassa son günlerde daha yoğun bir şekilde konuşulur, hatta yer yer tartışılır bir hale geldi. Bu meyanda bize de intikal eden birçok soru var ki, yekûnu bir düzineyi geçiyor. Bunları, bugünden başlamak üzere soru–cevap tarzında işleyerek sizlere takdim etmek istiyoruz. Buyurun, birlikte takip edelim... * * * Soru: Son zamanlarda sıklıkla gündeme getirilen Mehdi meselesinin bir tartışma konusuna dönüştürülmesinin sebebi nedir?
Cevap: Esasında ortada ciddî bir tartışma konusu yok. Görünen şey, bazı noktalarda birbiriyle uyum sağlamayan görüş ayrılıklarıdır. Kırıcı boyutlara taşınmadığı takdirde, bunu yine de anormal bir durum olarak karşılamamak lâzım. Zira, Mehdî gibi diğer âhirzaman şahısları ve hatta hâdiseleri ile ilgili rivâyetler hem muhteliftir, hem de kısmen ihtilâflıymış gibi görünüyor. Ancak, bu muğlak ve flu görüntünün de haklı ve geçerli birkaç sebeb-i hikmeti var. Birincisi: Biraz sonra genişçe bahsedeceğimiz "müphem"lik sır ve hikmetidir. İkincisi: Asr-ı Saadetten hemen sonra, ümmet, âhirzaman beklentisi içine girmiştir. Hazret-i Mehdî (as) zuhur edecek diye, onun gelişini daima intizar etmiştir. Kezâ, bütün ümmet 1400 senedir âhirzamanın dehşetli şerrinden, Deccal ve Süfyan'ın korkunç fitnesinden hep istiaze ile Allah'a sığınmış, "Allahümme ecirna min fitnet–i âhirizzaman; Allahümme ecirna min fitnet-i Mesihi'd-Deccal ve's-Süfyan" diye duâ etmiştir. Üçüncüsü: Âhirzamanın Büyük Mehdî'sinden evvel, müceddit ve müçtehidler olarak, her asırda hidayet vazifesi gören "küçük mehdiler" gelmiş. Rivâyetlerin bir kısmı, Mehdi-yi Azam'ın geçmişteki halefleri, aktabları ile ilgilidir. Bu yüzden rivâyetler bazan birbiriyle iltibas edilmiş. Ve yine bu sebeple, bir kısım veliler, yüksek makamlara (makam–ı Hızır gibi) çıktıklarında kendilerini Mehdî telâkki ederlerken, bir kısmı da Mehdî'nin gelip gittiğine kanaat getirmişler. Bütün bunlar bize gösteriyor ki, "müphem"lik sırrına, teklif ve imtihan lüzumuna uygun olarak, Mehdîyet meselesinde görüşler tam netleşemiyor; teviller, yorumlar çatallaşmak zorunda kalıyor. Bize göre, bu durum üzücü değil, sevindirici bir görünüm arz ediyor. Yeter ki, kırıcı tartışmalar yaşanmasın, haset, kıskançlık ve gıpta damarlarını tahrik edici iddialar, dayatmalar ileri sürülmesin. Bırakalım, herkes kendi meslek ve meşrebinin muhabbetiyle yaşasın. Mürşidlere olan muhabbetten, ziyade hüsn–ü zandan kimseye zarar gelmez. Yeter ki, ifrata gidilmesin, başkasını tahkir ve tezyif edecek söz ve davranış içine girilmesin. Herkesin mürşidi, hâdisi, mehdisi kendisine bırakılsın... Bu noktadan hareketle, şahsen kendim de Risâle-i Nur mesleğinin muhabbetiyle yaşıyor, hayata ve hadiselere yine bu mesleğin nuranî penceresinden bakmaya çalışıyorum. Dolayısıyla, Mehdî meselesine ve sair âhirzaman hadiselerine de, yine ancak Risâle–i Nur'un gözlüğüyle, dürbünüyle bakarak yorum yapmaya cesaret edebiliyorum. Elbette ki, diğer âlimlerin, ilâhiyat ve medrese ehli ilim adamlarının görüşlerine de saygılıyım. Fakat, kendim Üstad Bediüzzaman'ın içtihadıyla, tecdit hizmetiyle ve Kur'ânî yorumuyla, ancak ilmen tatmin olabiliyor ve vicdânen rahat edebiliyorum. Bunun da yadırganmaması icap ediyor. Suâllere verdiğimiz cevaplarda, yine bu Nur menbaından istifade ettiğimizi açıkça ifade etmek durumundayız. İsteyen istediği şekilde not vermekte serbesttir. Kusurlar nefsimizden, güzellikler Kur'ân'ın malı olan Risâle–i Nur'dandır.
Soru: Kur’ân’da Mehdi’ye işaret var mı?
Cevap: Kur’ân’da Mehdî'ye sarih mânâda bir işaret bulunduğunu bilmiyorum. Olduğunu da sanmıyorum. Fakat, yaş-kuru ne varsa herşeyin kıymeti nisbetinde içinde mevcut olduğu Kur’ân-ı Mu'cizü'l–Beyanda, Hazre-i Mehdi hakkında işarî, remzî, cifrî mânâda da olsa, bazı işaret ve beşaretlerin bulunduğunu düşünmek ve kanaat getirmek yanlış olmasa gerektir. Üstad Bediüzzaman, Cenâb-ı Hakk'ın "Mehdî ile âlemin zulümatını dağıtacağını vaad etmiştir" dediği Mektûbat isimli eserinin 29. Mektubunda şöyle bir yorumla konuya açıklık getiriyor: "Cenâb–ı Hak, kemâl–i rahmetinden, şeriat–ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser–i himayet olarak, herbir fesad–ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife–i zîşan veya bir kutb–u âzam veya bir mürşid–i ekmel veyahut bir nev'î mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslâh etmiş, din–i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. "Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb–u âzam olarak bir zât–ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl–i beyt–i Nebevîden olacaktır. "...Kadîr–i Zülcelâl, Mehdî ile âlem–i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır." Yine, Birinci Şuâ'da 33 Kur'ân âyetinin cifrî ve ebcedî mânâlarını yorumlayan Üstad Bediüzzaman, âhirzaman hadiseleriyle bağlantılı olan bu âyetlerin, müttefikan Hicrî 13. asrın âhirine ve 14. asrın evveline baktığını "ikinci bir ihtar" ile ifade ediyor.
Soru: Peygamber Efendimizin hadislerinde Mehdi ile ilgili neler var?
Cevap: Çok şey var; birçok hadis-rivâyet mevcut. Bunlardan birkaç misal vererek geçelim. * "Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret–i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur." (Buhari, Enbiya: 49; Müslim, İmân: 244; İbn–i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 2:336, 3:368) * Mehdî, bendendir; Al-i Beytimdendir; Fatıma'nın çocuklarından olacak... (Ebû Dâvud, Mehdî: 1) * Mehdî, zulüm ve haksızlıkla doldurulan yeryüzünü, hak ve adâletle doldurur. (Taberânî'nin Esat'ı; Ebû Dâvud, Mehdî: 7) * Mehdî, neslimden bir şahıstır. Yüzü parlak yıldız gibidir. (Rüyanî'den) 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Günahlar nasıl yanar? |
Abdullah Bey: “Bir şeyin günahlara kefaret olması ne demektir? Yani malumdur ki, günahın cezası Cehennemde çekilecektir. O günaha kefaret olacak bir hasene vs. olması, onun cezasını hafifletir mi? Ortadan kaldırır mı?” Dünyada bir yandan kendimizi mahşerdeki büyük mahkemeye hazırlarken, diğer yandan eşsiz bir yargılama sürecinin içinde yaşadığımızı çoğu zaman bire bir hissederiz. Bu gün bir dostumuza güleriz, yarın güldüğümüz başımıza gelir. Bu gün yaptığımız bir hatanın bedelini yarın aynı tür bir cezâ ile öderiz. Bu gün işlediğimiz bir günah, yarın burnumuzdan gelir. Bütün bunlar günahlarımıza, günah cinsinden birer kefarettir, yani bedeldir. Müslüman ecdadımız bu mânâları sözlerine nakşetmişler: “Gülme komşuna, gelir başına.” “Eden bulur!”, “Ne ekersen, onu biçersin.”, “Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına” gibi nice atasözleriyle ecdadımız Allah’ın adaletinin yaşadığımız dünya üzerindeki hâkimiyetini ve galibiyetini işlemişlerdir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Müslümanların başlarına neden semavi tokatlar geldiğine dair bir soruya verdiği cevapta, bir hukuk kuralını hatırlatır: Büyük hatalar ve cinayetler geri bırakılır ve hesabı büyük merkezlerde görülür. Küçük cinayetler ise ivedilikle öne alınır ve küçük merkezlerde bir an önce görülür. Küfür ehlinin cinayetleri büyük olduğundan mahşerdeki büyük mahkemeye bırakılmakta; iman ehlinin ise küçük cinayet ve günahları genelde bu dünyada mahkeme edilmektedir.1 Nitekim Kur’ân, “Sana ne kötülük gelirse nefsindendir.” 2; “İyilikler kötülükleri giderir.” 3; “Ancak tövbe eden, iman eden ve salih amel işleyenlerin; işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.” 4 gibi bir çok ayetiyle insanın başına gelen musibetlerin insanın kendi hatâsı sonucu geldiğini, musibetlere sabredenlerin ve tövbe edenlerin kötülüklerinin bağışlanarak iyiliklere çevrileceğini müjdeliyor. Şimdi konuyla ilgili Allah Resulü’nü (asm) dinleyelim: *“Allah kul için önceden manevi bir makam takdir etmiştir. Kul eğer ameliyle o makama ulaşamıyorsa, Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir musibet verir. Sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar.”5 *“Mü’min sıkıntıya tabi tutulur. Çünkü bir diken batışı veya ondan daha küçük bir musibetle veya bir ağrıyla sıkıntıya düşerse Allah bununla mutlaka onu bir derece yükseltir. Ve ağacın yaprağını döktüğü gibi onun günahını düşürür.”6 *“Musibetler, yüzlerin karardığı Kıyamet Gününde sahibinin yüzünü ak eder.”7 *“Allah bir kuluna hayır dilerse cezasını dünyada verir. Allah bir kuluna şer dilerse günahına karşılık ona ceza vermez. Tâ ki, kıyamet günü onu yüklenerek gelsin.”8 Anlaşılıyor ki: Günahlara kefaret olarak verilen musibetler, eğer sabırla karşılanırsa günahları örterler, affettirirler, düşürürler, iyiliklere ve sevaba çevirirler. Yani kişiyi günah kirlerinden arındırırlar. Günah kirlerinden arınan kişi ise Allah’ın izniyle günahsız olarak dirilir, mahşere günahsız olarak gider, Allah’ın huzuruna günahsız olarak çıkar ve neticede Cehenneme değil, Cennete gider. Demek, Cehennem her günahkâr için zorunlu bir uğrak yeri değildir. Cenab-ı Allah, günahlarına pişmanlık duyan ve tövbe eden nice sabırlı kullarını affetmek, bağışlamak, musibetlerle terbiye etmek, arındırmak ve olgunlaştırmak sûretiyle, rahmetiyle muamele buyurmuş ve Cehennem azabından kurtarmıştır. Günahlarımıza karşılık tövbe ve istiğfar etmeliyiz. Tövbe ve istiğfar, Cehenneme giden yolda en büyük engeldir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir” buyurmakla, istenen “büyük arınmanın” tövbeyle mümkün olduğunu müjdelemiştir. Diğer yandan, Cenab-ı Allah’tan musibet istenmez şüphesiz. Fakat o takdir ederse sabretmeli ve hayır ummalıyız. Kurtulmak için de, varsa çareleri başvurmalıyız. Bu durumda her musibet, Allah’ın izniyle âhiret hesabına bize hayır getirecektir. Böylece hasenatımız artar, günahlarımız ise ya hafifler veya tamamen ortadan kalkar. 1 Sözler, s. 158; 2 Nisâ Sûresi, 4/79; 3 Hûd Sûresi, 11/114; 4 Furkan Sûresi, 25/70; 5 Câmiü’s-Sağîr, 1/377; 6 Câmiü’s-Sağîr, 1/1208; Riyâzu’s-Sâlihîn, 38; 7 Câmiü’s-Sağîr, 3/3796; 8 Riyâzu’s-Sâlihîn, 43 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Adalet ve dairelerin dengesi |
Varlık âleminin en önemli özelliklerinden biri adalet üzere işliyor olması. Bu mânâyı bozma gayreti içindeki bütün hukukçulara rağmen eşyada hakim olan bir adalet var ve bu varlığın her safhasında işliyor. Hem kâinat kitabının hem de Kur’ân’ın en temel düsturlarından biri adalet. Adalet bir dengenin ifadesi ve var olan her şeyde bir denge hep gözleniyor. Eşyanın kendi iç yapısında ve maddî planda bir denge olmakla beraber dengenin bütünde tamamlandığı ve mutlaklaştığı alan dünya ve ahiret dengesi olmalı. Bir hukukçunun ya da idarecinin tüylerini ürpertecek, uykularını kaçıracak ve çok hassas düşünmesini ve davranmasını gerektirecek hakikat de bu olmalı. Artı-eksi, sıcak-soğuk, yaş-kuru, iyi-kötü gibi unsurlarda bir dengenin gözlendiği âlemde zaman zaman bu adaletli yapıya uymuyormuş gibi gözlenen ve varlığın geneline yayılmış bir hakikat olan adaletle uyumlu olmayan hallerden kaynaklanan boşluğun tamamlayıcısı uhrevî âlem ya da ahiret. Yaşadığımız âlemde verilen nimetlerin elden alındığı gibi bir yapının olması, bizleri nimetlere boğan Rabbimizin bunları elimizden alıyormuş gibi olduğu bir işleyiş kıyametin ardından saadet-i ebediyenin geleceğinin en büyük delilidir. Bu noktada Üstad İşarat’ül İ’caz’da “din gününün sahibi” mânâsını tefsir ederken hükmü çok açık koymuştur: “Evet rahmetin rahmet olması, ni’metin ni’met olması ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Eğer Âlemlerin Rabbi adil-i mutlaksa ki buna en ufak şüphe bırakmayacak delil bizzat varlık âlemidir, o halde burada eksik kalanların tamamlayıcısı bir başka âlemin varlığı vaciptir. Bu dünya ve ahiret dengesi içinde aynı zamanda daire-i esbap ve daire-i itikad dengesi ortaya çıkar. Maddî âlem daha çok hikmetin hakim olduğu ve sebeplerin ön planda işlediği bir zemin şeklinde halk edilmiştir. Bu zeminde pek çok şeyin arka planında işleyen gerçek kudret gizlenmiş ve sebepler ön plana çıkarılmıştır. Bu hakikatlerin zıtları ile ortaya çıkmasını gerekli kılan ve kötü ya da şer şeklinde algılanması gereken işleyişlerde, kudretin şerle irtibatını doğru yere oturtamayacak arzî nazarlarda ortaya çıkacak sonucun azamet ile bağdaşmayacağının bir sonucu olmalıdır. Bu durumun idraki ve gerçek hikmeti ancak uhrevî bir nazarla algılanabilir. Ancak her dairenin kendi hükümlerine riayet de yine adalet gereği olmalıdır. Daire-i esbabın gereği sebeplere riayet ve varlığın işleyiş basamaklarına itaat etmekle sonuç almaktır. Daire-i itikat alanından bakıldığında ise sebeplerin hiçbir etkisinin olmadığı aslında her şeyin direkt kudret kaleminden çıktığı gözlenir. Adaletin gereği her iki alanda da o alanın hükümlerine göre hareket etmektir. Bu olmadığında ortaya çıkacak durumu zamanın Bedii şu veciz ifadelerle ortaya koymaktadır: “Daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, te’siri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken ruhiyle imanıyla daire-i esbaba bakan da esbaba kıymet vermeyerek Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder.” İşte din gününün sahibi olan Allah, o günde yaşanan her şeyin tam karşılığını verecek ve yine o günde dinin hakikatleri esbabdan sıyrılmış şekilde bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır. İşte o zaman sebepler alanında hikmet gereği yaşatılan ve aklımızın dar ölçüleri ile İlâhî adaletle bağdaştıramadığımız pek çok hadisenin aslî boyutu ortaya çıkacak ve her hadisenin, yaratılan her olayın sahibi olan Zat daha dengeli ve ölçülü şekilde idrak edilecektir. Orada daire-i itikadın daha ön plana çıkması ve daire-i esbaba galebesi ile her şeyin iç yüzü ortaya çıkacak ve hadiselerin arkasındaki ulvî maksatlar netleşecektir. Henüz yeryüzünde bulunan bir insan için bu durum ancak daire-i itikada yönelik olarak yaratılmış kalp alanında yaşanabilir. Bu noktadan bakıldığında, bir arzlının daire-i itikad ve daire-i esbab dengesi, fiilleriyle sebepler alanında bulunup oranın gereklerine tam riayet ederken, kalbi ve itikadı ile daire-i itikadda kalıp eşyanın gerisindeki asıl tesir sahibini unutmamaktır. Dünya ve ahiret dengesi anlamındaki adaletin tanımı da bu olsa gerektir. 28.07.2009 E-Posta: [email protected] |