Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır. Fakat kim affeder ve barışı tercih ederse, onun mükâfatı Allah'a aittir. Şüphesiz ki O, zalimleri sevmez. Şûrâ Sûresi: 40 / |
28.07.2009 |
Frenkleri taklide çalışmayınız
Yşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur’ânînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler! Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır. Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imârâtı için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder. İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede, şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder. Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. (Mesnevî-i Nûriye, s. 250-251-252)
Lügatçe: cemm-i gafir: ekseriyet, çoğunluk hüdâ-yı Kur’ânî: Kur’ân’ın gösterdiği doğru yol mütefavit: birbirinden farklı, çeşitli olan agâh: bilgili, uyanık Frenk: Avrupalı, Fransız fünun-i tabiiye: tabiat fenleri, ilimleri nefrin: sövüp sayma, lanet okuma racih: daha üstün, önce tezayüt: artma, çoğalma, ziyadeleşme vahid-i kıyasî: birim, ölçme birimi |
Bediuzzaman Said Nursi 28.07.2009 |
Dostlara teşekkür
Yazmaya ara verildi mi, tekrar eski şevk ve tempoyu kazanmak hayli zaman alıyor. Çeşitli sebeplerle, bendeniz de işi savsaklayıp duruyordum. Sağ olsunlar, İzmir’den gayûr kardeşim Bilâl Tunç’un tükenmez alâka ve terğîbleri, Bursa’dan vefâlı kardeşim Osman Zengin’in “Yazılar neden çıkmıyor? Karışmam baaak!” şeklindeki ısrarlı terhîbleri ve Şanlıurfa’dan dâmâdım sevgili Habîb Artan’ın bir dizüstü bilgisayar te’mîn ederek, yazları ikamet ettiğim Hatay’a yollamak sûretiyle asıl ma’zeretimi ortadan kaldırması ile bugün yazımı hazırlama fırsatı bulabildim. Böyle güzel dostlara sâhib kıldığı için Allâhu Teâlâ’ya şükürler olsun… Gerçekten, pek çok dostumuzla henüz gıyâben tanışmak nasîb olmasa bile -ma’nevî bir mensûbiyet dolayısı ile- dünyâda imrenilecek vaz’iyyetteyiz. Hz. Üstâd’ın ta’biriyle: “Birimiz şarkta, birimiz garbte, birimiz dünyâda, birimiz âhirette olsak bile” bilişiyor, tanışıyor, konuşuyoruz. Ne büyük bahtiyârlık! Bu, gittikçe maddîleşen dünyâda, maddî hiçbir menfaat düşünülmeden kazanılan dostluklar ne ulvîdir! Tabiî, bu duyguların söz veyâ yazı ile ifâde edilmesi kolaydır da, yaşaması zordur. Acabâ, hareketlerimizin hepsi lüzûmu kadar hasbî mi? Niyetimizde Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı yüzde kaçlık bir yer işgal ediyor? Nefsimizin amelimizdeki hissesi ne kadar? Yaptığımız işde âhireti ne derece düşünüyoruz? Herkes kendi âleminde bu soruları çeşitli şekilde çoğaltabilir… Değerlendirmeleri de yine kendisi yapacaktır. Vicdânı bu konuda şaşmaz bir hâkimdir. İnsan, rûhen ve kalben iyice çürüyüp, işe yaramaz hâle gelmemişse bunu hisseder. İçerisinde bir ses, devamlı olarak her hareketini tartar; müsbet veyâ menfî bir hüküm verir. Netîcede ya engin bir iç huzûru duyulur, ya teşhîsi tam yapılamayan bir tedirginlik… İnancının gereğini yaşayan insanlar mutlu olurlar. Hele inandıkları doğrular, yaratılıştaki hakîkî doğrularla uyuşmakta ise, bu saâdetin ta’rîfi mümkin değildir… İnsan, ister yaşamasını sağlayacak bir işle uğraşsın, ister ma’nevî hazlarını tatmîn için emek sarf etsin; mes’ûd olmak istiyorsa, kâinatta hüküm süren hakîkatleri tanımak, inanmak ve bu hususta üzerine düşen vazîfeyi hakkıyla îfâ etmek zorundadır. Aksi halde, maddî tarafına bir şey diyemeyeceğim; ma’nen huzûr bulması çok zor olacaktır. Dersini kâinâtın varlık sebebi olan Hz. Muhammed’den (asm) alan insanlar, diğerlerinden farklıdırlar. Yaratıkların en şereflisi ve insan nev’inin iftihâr vesîlesi olan peygamberimiz, bizlere en mükemmel şekilde numûne olmuştur. Her hâl ve hareketi en güzel örnektir. Ondan öğrenilenler arasında insanı pişman edecek, mahcûb duruma düşürecek hiçbir davranış olamaz. Edep ve terbiye onda cisimleşmiştir. Nezâket ve başkalarının hakkına riâyetin en üst seviyesini o göstermiştir. Onun öğrettikleri arasında insanlığa yakışmayan ve her iki dünyâ hayâtında saâdete götürmeyen hiçbir menfîlik bulunmaz. Fakat, bizler dilimizle o Zât’ı örnek aldığımızı söylerken, lisân-ı hâlimizle bunu tekzîb ederek tam aksi hareketlerde bulunursak, ancak kendimizi aldatmış oluruz… Bir farkla ki, iddiâmızın başka, hâl ve etvârımızın başka olması yalnız bizi lekelemekle kalmaz; mensûb olduğumuz âileye, cemâate, cem’iyyete de sirâyet eder. Bu bakımdan, mes’ûliyetimiz kat kattır. Bizim o bozuk hallerimizi ölçü kabul edip, içinde bulunduğumuz topluluğun bütününü suçlayan veyâ o sebeple hak ve hakîkatten uzaklaşanların hesâbını ödemek hiç kolay olmayacaktır. Geçenlerde “İstikamet” köşesinde de dile getirildiği gibi, mensûb olduğumuz topluluğun şerefi için kendimizi daha keskin bir şekilde mihenge vurmak ve daha ince bir elekten geçirmek mecbûriyetindeyiz. Bu zamanda, bizlerin “bir” kusûrumuz, “bir” kalmıyor. Her türlü davranışımızda bu durumu göz önünde bulundurmayı en mühim mes’ûliyet saymalıyız. Allâhu Teâlâ, dînimize lâyık şekilde yaşamayı nasîb ve müyesser eylesin. Âmîn.
|
EKREM KILIÇ 28.07.2009 |