Sami CEBECİ |
|
Doğruluk üzerine |
Her doğan çocuğu İslâm fıtratı üzerine yaratan Cenâbı Hak, ona vicdan denilen çok önemli bir duygu vermiştir. Vicdan en doğru hakemdir. İnsan beyninin sol yarım küresi, akıl, fikir, mantık ve muhâkeme gibi duyguların merkezidir. Sağ yarım küresi de, sevgi, şefkat ve merhamet gibi hislerin merkezidir. Kalp denilen lâtifei Rabbâniye, fikirlerin aynası olan dimağ ile hislerin aynası olan vicdandan meydana gelen ortak bir hakikattir. Bediüzzaman Hazretlerinin tesbit ettiği gibi, akıl ne kadar Allah’ı inkâr etse de, vicdan kendisinde bulunan, bir yere dayanmak ve bir yerden yardım istemek anlamına gelen ve noktai istinad ve noktai istimdat denilen iki pencereden daima Allah’a bakar, O'nu görür, O'nu bilir. Allah, vicdanı doğruluk üzerine yaratmıştır. Yalan söylemek vicdana aykırıdır. İnsan, utandıracak bir yalanı hiçbir telâş göstermeden pervasızca ve rahatlıkla söyleyemez. Çoğu zaman kulaklarına kadar kızarır. Her hareketi yalan söylediğini ele verir. Yalan söylemeyi meslek haline getirenler ve hiç renk vermeyenler bile, yalan makinesine bağlandıkları zaman duygularını saklayamamaktadırlar. Göz, rûhun aynasıdır. Yalan söyleyen insanların göz bebeklerinin küçüldüğü tesbit edilmiştir. Yalan ile iman bir arada barınamaz. Tıpkı gece ile gündüz gibi. Yalan söylemek münâfıklığın üç alâmetinden birincisidir. Münâfık olan kişi konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz ve emânete hıyanet eder. Hakikî anlamda bir mü’min, özü sözü doğru olan kişidir. Yalan söylemeye asla tenezzül etmez. Sözünde durur ve emânete riâyet eder. İslâm dininin esası doğruluk üzerine inşâ edilmiştir. İmanın en büyük özelliği doğruluktur. Yüksek ahlâkların tamamı doğruluk temeli üzerine oturur. Güzel ahlâklar hayatını doğruluktan alır. Doğruluk gittiği zaman yüksek ahlâklar ölür. Yalan söyleyen insanlar, rüzgârların önünde oyuncak olan yapraklar gibi, insanlara oyuncak ve maskara olurlar. Hazreti Muhammed’i (asm) bütün insanlığın iftihar vesilesi yapan sıdk ve doğruluğudur. O henüz peygamber değilken bile “Muhammedü’lEmin” ünvanına sahipti. Yalancı peygamber olarak tarihe geçen Müseylimei Kezzâb’ı, insanlara maskara eden yalancılığıdır. Sahabei Kirâm’ı bütün insanlara üstün kılan sıdk ve doğruluklarıdır. İslâm âlimleri üç yerde yalana cevaz vermişlerdir. 1- Düşman ordusuna doğru bilgi vermemekte. 2- Karı koca arasını düzeltmekte. 3 İki mü’minin arasını bulmakta. Fakat bu müsaade o kadar sûi istimal edilmiş ki, zaman bu cevazı kaldırmıştır. Artık, yalana hiç izin yok. Bundan dolayı, ya doğru söylemek ya da susmak gerekiyor. “Ya hayır söyle, yahut sus” hadisi şerifi bu hakikate ışık tutuyor. Ancak, kinâye tarzında söylenen sözler yalandan sayılmaz. Sözümüz mutlaka doğru olmalı. Fakat, her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Böyle zamanlarda susmak en doğrusudur. Makyavelizm, hedefe götüren her şeyi meşrû kabul eder. Yalan da buna dahildir. Halbuki, Müslüman’ın hedefi meşrû olması lâzım geldiği gibi, hedefe götüren vasıtaları da meşrû olması lâzımdır. Gayrı meşrû bir vasıtayla hedefe varılmaz. Varılsa da hayırlı olmaz. Yalan, muhatapları aldatmak için kullanılır. Halbuki, hadisi şerife göre “Aldatan bizden değildir.” Üstadın ifâdesiyle “Biz ki, hakikî Müslüman’ız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” Müslüman olan kişi, bilerek kimseyi aldatmaz. Müslüman, elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu güvenilir kişidir. Aldanabilir, ama asla aldatmaz. Ancak mü’min, elini aynı delikten yılana iki defa da ısırtmamalıdır. Müslüman, ferâsetli ve uyanık olmak durumundadır. Zira, profesyonel dolandırıcılar ve bir kısım hesap ve kitabın içinde olanlar her yerde cirit atıyorlar. Üstadın şu tesbitleri rehberimiz olmalıdır: “Sual: Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir? Cevap: Doğruluk. Sual: Daha? Cevap: Yalan söylememek. Sual: Sonra? Cevap: Sıdk, ihlâs, sadâkat sebat, tesanüd. Sual: Yalnız? Cevap: Evet. Sual: Neden? Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekâsı, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.” (Münâzarât, s. 103) Evet, hayatın her alanında, hususan çok tahrip olan siyaset ve ticarette de doğruluğa şiddetle ihtiyacımız var. Bu da ancak kuvvetli bir imanla gerçekleşir. 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı Sedd-i Zülkarneyn |
"A" rumuzlu okuyucumuz: “Zülkarneyn kimdir? Zülkarneyn’in seddi bugün mevcut mudur? Mevcutsa nerededir? Bazı kimseler Zülkarneyn’in uzaya çıktığını söylüyor; doğru mudur? Ye’cüc ve Me’cüc ne demektir? Ye’cüc ve Me’cücün kıyâmetin kopmasıyla alâkası nedir?” Hazret-i Zülkarneyn (as), Kur’ân’da ismiyle zikredilen sâlihlerdendir. Kimliği konusunda açık bir nass olmadığı için nebî mi olduğu, velî mi olduğu, sâlih bir padişah mı olduğu hep tartışma konusu olmuştur. Bazı müfessirler, Kur’ân’da Allah’ın “Yâ Ze’l-karneyn” 1 şeklinde hitap ettiğinin bildirilmesini nazara alarak nebî olduğunu; bazıları da velî olduğunu iddiâ ederler. Bu konudaki ihtilâfı Üstad Bedîüzzaman (ra) şöyle çözer: Zülkarneyn, Allah’ın kendisini te’yid ettiği, husûsî güç ve kuvvet verdiği2, Yemen Padişahlarından bir şahıstır ki, Hazret-i İbrâhim (as) zamanında yaşamış ve Hazret-i Hızır’dan ders almıştır.3 Zülkarneyn, “İskender” olarak da tanınmıştır. Her ne kadar Fahrüddin Râzî, Tefsîrinde Yunanlı İskender’in Zülkarneyn olduğunu söylemişse de; Milâttan takriben üç yüz sene önce yaşamış ve Aristo’dan ders almış olan Yunanlı İskender’in tarihî veriler açısından Zülkarneyn olamayacağında müfessirlerin çoğunluğu birleşmişlerdir.4 Bedîüzzaman (ra) da Zülkarneyn’in, Yunanlı İskender olmadığını kaydetmiştir.5 Hazret-i Zülkarneyn’in, Ye’cüc ve Me’cüc denilen bozguncu, fitne ve fesatçı, mütecâviz, vahşî, saldırgan, yağmacı, yıkıcı ve zâlim iki kabilenin şerrinden ve saldırılarından medenî ve mazlûm kavimleri korumak için bir sed binâ ettiğini, yine Kur’ân beyan eder.6 Kur’ân, bu seddin nerede inşâ edildiğinden ise açıkça bahsetmez. Dolayısıyla bu konu da bize kapalıdır. Kimi müfessirler bunun Çin Seddi olduğunu, kimileri Yemen’de bulunan Me’rib Seddi olduğunu, kimileri Ermenistan ile Azarbeycan’ın iki dağı arasında (Kafkasya’da) bulunan Derbent’teki demir kapı olduğunu, kimileri Buhârâ’nın ortasında yer alan Kokya Dağı bitişiğinde bulunduğunu, kimileri de bu seddin zamanla höyük şeklinde örtülerek bir dağ şeklini alıp kaybolduğunu nakleder. Rivâyetler muhteliftir. Tarihte bu isme lâyık birçok seddin yapıldığı da bir gerçektir. Burada açık olan, bu seddin demir ve bakır eritilip dökülerek müstesnâ bir inşâ tarzı ile yapılmış olduğudur.7 Bedîüzzaman (ra) bütün bu müfessir kavillerini naklettikten sonra Çin Seddinin, Kur’ân’ın bahsettiği İlâhî takviye ile yapılmış sed olduğunu söylemenin “câiz” olduğunu kaydeder.8 Bu sed için Hz. Zülkarneyn’in; “Bu, Rabb’imden bir rahmet eseridir. Rabb’imin vaad ettiği vakit geldiğinde onu yerle bir eder; Rabb’imin vaadi haktır” sözü de Kur’ân’ın beyanâtı arasındadır.9 Hazret-i Zülkarneyn’in uzaya çıktığı konusunda ise ne Kur’ân’da, ne de hadislerde hiçbir sarahat yoktur. Zülkarneyn’in uzaya çıkmış olabileceği mes’elesi tamamen delilsiz bir yorumdan başka bir şey değildir. Hattâ zorlama bir yorum olduğu da söylenebilir. Allah dilerse elbette bir kulunu yalnız uzaya değil; dilediği her irtifâya çıkarabilir; ama eğer Kur’ân’da veya sahih hadislerde böyle bir vak’a beyanı yoksa; açık ifâde ve beyanın bulunmadığı bir konuda susmak, yorum yapmaktan daha evlâdır diye düşünüyoruz. Hem ne diye yorumda zora girelim? Yeryüzü uzaydan bir parça değil mi? Uzaya çıkmanın bir üstünlüğü var mı? Yeryüzü san'at ve intizam açısından uzaydan geri kalır mı? Hakkında kesin bir nass olmadığı halde bir nebîyi veya bir velîyi uzaya göndermeye çalışmak, bizce tekellüflü bir çabadır. Ye’cüc ve Me’cüc mes’elesine gelince; Ye’cüc ve Me’cüc’ün bozguncu, fesatçı, yıkıcı ve zâlim iki kabile olduğunu yukarıda söylemiştik. Bu kabilelerin Hazret-i Nûh’un oğlu Yafes’in torunlarından iki kabile olduğunu söyleyenler olduğu gibi; Moğol ve Mançur taifeleri olduğunu söyleyenler, kuzey doğu kavimlerinden birer kavim olduğunu söyleyenler, insanoğlundan medeniyeti bozmaya ve yıkmaya vazifeli bir taife olduğunu söyleyenler ve nihâyet Allah’ın mahlûkâtından yerin üstünde veya içinde insan veya insan olmayan, ama insanoğlunun kıyâmetine sebep olan bir taife olduğunu söyleyenler de mevcuttur. Bedîüzzaman Hazretleri (ra) bu konudaki ihtilâfı da şu hükmüyle giderir: Ye’cüc ve Me’cüc, bozguncu, yıkıcı, fesatçı, medeniyet ve huzur toplumlarının eceli hükmünde Allah’ın mahlûkâtından iki tâifedir.10 İnşaallah yarın devam edelim.
Dipnotlar:
1- Kehf Sûresi, 18/86. 2- Muhâkemât, s. 59. 3- Lem’alar, S. 112. 4- Tecrit Terc. IX/98. 5- Lem’alar, S. 112. 6- Kehf Sûresi, 18/95. 7- Kehf Sûresi, 18/96. 8- Muhâkemât, S. 60. 9- Kehf Sûresi, 18/98. 10- a.g.e., S. 60. 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Azmin elinden kurtuluş yok |
Kur’ân, “Karar verip azmettiğinde Allah’a güven ve O'na tevekkül et”1 buyurur. Bu âyet bize kararlı olmayı, karar verip azmedildiğinde de Allah’a güvenip dayanmayı, tevekkül etmeyi emrediyor. Yani sebeplere sarıldıktan, o işin gereklerini yaptıktan sonra Allah’a güvenip dayanmamız gerektiğini söylüyor. Kararlılık, sebeplere sarılmak ve sonucu Allah’a bırakmak! Başarının da en önemli şartı bu değil midir? Ramazan’da üç kitapla okuyucuyu buluşturmayı hedefleyen Yeni Asya’nın yüz binlere hitap etmeyi hedefleyen bu son hamlesinde de bu ölçünün önemi bir kere daha anlaşılıyor. Azmin, gayretin, ihlâsın şerde dahi nasıl insanı başarıya ulaştırabileceğinin nice örnekleri var. Aynı ölçü niçin hayırda başarıya ulaştırmasın? Aksak Timur lâkabıyla şöhret bulan Timurlenk önceleri bir er iken başbuğluğa kadar yükselmişti. Hem de mağlûbiyeti tatmışken… Başarısının sırrını sormuşlar birgün Timur’a. “Seni başbuğluğa yükselten sır nedir?” demişler. O da şu cevabı vermiş: “Hayatımda nice zorluklarla karşılaştım. Ama hiçbir zaman yılmadım, ümitsizliğe düşmedim.” Sonra da kendisini azimli, ümitli olmaya iten olayı şöyle anlatmış: “Bir gün düşmanla çarpışmış, tek başıma kalmış, kaçıp bir harabeye sığınmıştım. Benim için her şey bitmiş, hiçbir kurtuluş ümidi kalmamıştı. Artık hedefe ulaşabilmem imkânsızdı. Hayal kırıklığı içine düştüm. “O anda bir karınca gözüme ilişti. Bir buğday tanesi almıştı ağzına. Büyükçe bir taneydi. Kendinden büyük olduğu halde taşımaya çalışıyordu. Bir tümseğe kadar getirdi. Çıkarmaya çalıştı. Fakat tepeye varamadan yuvarlandı. Bir kere, iki kere, üç kere... Bıkmadı, usanmadı. Yuvarlanan buğday tanesini tekrar aldı. Belki bu çıkıp düşmeler elliyi geçmişti. Sonunda karınca başarmıştı tümseği aşmayı. Kendi kendime düşündüm: “Bu karınca kadar da mı olamıyorum? Ondaki kararlılık, azim, gayret ve ümit bana ilham kaynağı oldu. Önemli olan gayret etmekti. Bunun için de ümidi yitirmemek gerekiyordu. Hiçbir zaman ümidimi yitirmedim ve maksadıma ulaştım.” Demek başarının en önemli unsurlarından biri azim, ümit, kararlılık; bıkmadan, usanmadan maksada yürümek… Geçmişte bu sırla hareket edildiğinde güzel sonuçlar alan arkadaşlarımızın bunca tecrübeden sonra daha güzel hedeflere uluşacaklarını ülmit ediyoruz.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 159. 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (12) |
Moral değerlerin önemi
Yedincisi: Sosyo–ekonomik denge
Hâlihazırda sosyo–ekonomik denge büyük çapta bozulmuş, gelir dağılımı adeta felce uğramıştır. Bilhassa son yıllarda meydana gelen nüfus göçü, baş döndürücü bir hızla gelişti, yayıldı ve bu dalgalanma halen de durmuş, yahut durulmuş görünmüyor. Bir yandan boşalan köyler, nüfusu giderek azalan kasaba ve beldeler; diğer yandan nüfus yoğunluğu inanılmaz derecede kabaran bazı şehirler… Bu dengesiz nüfus dağılımı, mevcut sosyo–ekonomik problemleri daha da belirgin bir hale getirdi. Bilhassa tarım ve hayvancılıkla uğraşan, fakat uğradığı talihsizlik sonucu yerinden yurdundan olan belli bir kesimin sosyal ve ekonomik sıkıntıları dayanılmaz boyutlara ulaşmış bulunuyor. Öte yandan, sayıları yetmiş bine yaklaşan geçici köy korucularının geliri ve maddî durumu nisbeten iyi gibi görünüyor. Fakat bu da geçici bir statüde olup, istikbâli parlak olmayan değişken bir durum arz ediyor. Keza, güvenliğin yetersiz olduğu bölgelerde yatırımlar büyük ölçüde durmuş olduğundan, istihdam sahaları da bir hayli azalmış veya daralmıştır. Bu durumda, geçici köy koruculuğu uygulamasına da bir gün son verileceğine/verilmesi gerektiğine göre, bölgedeki mevcut işsizler ordusuna, gelecekte on binlerce vatandaş daha ilâve olunacak demektir. İşsizlik, anarşi ve teröre büyük çapta malzeme teşkil ettiğinden, bölgede, muhakkak ki özel teşebbüse dayalı büyük yatırımlar yapılmalı ve geniş istihdam sahaları açılmalıdır. Tarım ve hayvancılık teşvik edilmeli, âdil bir toprak reformu yapılarak topraksız köylüye toprak temin edilmeli; eğitim, sağlık ve ulaşım hizmetlerindeki eksiklikler sür'atle giderilmeli. Sekizincisi: Asayişin temini
Şimdiye kadar uygulanan, insanların saadet, huzur ve emniyetini dumura uğratan, hatta yok eden yanlış politikalardan biri de şu sakat anlayıştır: "Toplumun selâmeti için fertler feda edilir. Vatanın selâmeti için şahısların hukukuna bakılmaz. " Bu demode olmuş vahşi ve ilkel anlayışla, bir tek cani yüzünden bir köyün, yahut yüz masumun kılıçtan geçirilmesine dahi göz yumulabilmektedir. Oysa bir caninin hatasıyla akrabalarına ve taraftarlarına düşmanlık edilmez. Bir mâsumun hakkı, yüz câni için dahi fedâ edilemez. Keza, bir adamın hatası yüzünden zavallı ihtiyar anne ve babasını, masum çocuklarını ezmek, perişan etmek şefkatin esasına zıttır. Bir gruptan bir fikir akımı veya bir aşiretten herhangi bir ferdin hatasıyla o grup, o akım veya o aşiretin bütün fertleri mahkûm, düşman ve mesul sayılamaz. Yoksa bir hata, binler hata hükmüne geçer; bu da ittifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşliği, vatandaşlığı, sevgi ve dayanışma ruhunu esasından bozar, tahrip eder. Biz anarşi ve terörün her çeşidine mutlak sûrette karşı olduğumuzdan ve bilhassa dahilî ve haricî karanlık mihrakların bu Müslüman millete karşı her vesileyle kinini kusmaktan geri durmayacağını iyi bildiğimizden, fiilen ve maddeten bazı tedbirlerin alınması da bir zarûret olduğu kanaatindeyiz. Dokuzuncusu: Dinî ve moral değerler
Bundan dört yüz sene önceki Kürtlerin yaşayışından bahseden Şeref Han, onların ince ruh haleti ve karakteristik yapılarını da dile getirir. Şerefnâme adlı eserinin 21. ve 24. sayfalarında yer alan bazı pasajları buraya alıyoruz: "Kürtler, çoğunluk itibariyle Sünnî'dir ve İmam–ı Şafiî (ra) mezhebine bağlıdır. İslâm şeriatıyla hareket etmekte, yaratılmışların efendisi olan Hz. Muhammed'in (asm) sünnetine ve doğru yolu gösterici büyük halifelerin yoluna uymakta sağlam azimleri vardır. "Bundan dolayı, onlar namaz, hac, zekât ve oruç gibi dinîn esaslarını kendilerine öğreten İslâm âlimlerinin nasihatlerine uyarlar. Çünkü, onların bu işlere tam bir teslimiyet ve sağlam bağlılıkları vardır. "Kürtler, birbirlerinin sözlerine uymazlar, aralarında ittifak ve işbirliği yoktur. Sultan 3. Murad Hanın müderrisi olan Mevlânâ Saadeddin, Tacüttevarih adlı eserinde bu duruma işaret ederek, Kürtlerin karakter ve fıtrî hallerini şöyle anlatır: 'Her biri dağ doruklarında ve vadi derinliklerinde, tek başına ve hür olarak yaşamayı tercih eder, keyfince ve münferit yaşama bayrağını kaldırır. Allah'ın birliğini ifade eden Müslümanlıktaki Kelime-i Şehadetten başka, onları birbirine bağlayan sağlam bir bağ yoktur.'"(*) Kürtlerin dinî hassasiyetleri ve fıtrî halleri böyleyken, bilhassa Cumhuriyet'ten sonra, bu fıtrîlikleri büyük müdahaleler sonucu sarsılmış ve yaralanmıştır. Bugün ise, Kürtler hiç bitmeyen sosyal depremleri yaşamaktadır. Bu insanlarımızı tekrar kazanabilmek için İslâm birliğinin, kardeşliğinin önemi anlatılmalı ve bunun hakkaniyetle gereği yapılmalı. Çünkü Kürd'ü, Türk'ü, Arab'ı, Acem'i, Çerkez'i… birbirine bağlayan yegâne faktör İslâm dinidir. Ayrıca, halkın moralini yüksek tutmak için ümitsizlik, tedirginlik ve endişeler izale edilmeli. Kürtlerin medar-ı iftiharı olan Selâhaddin-i Eyyubi, Ahmed-i Hanî, İdris-i Bitlisî ve Üstad Bediüzzaman gibi şahsiyetlere gereken ilgi ve itibar mutlaka gösterilmeli. (Yarın: Netice) ................................... (*) Şerefhan; "Şerefname" (Kürt Tarihi). Çev. M. Emin Bozarslan, İst. 1969 s. 21–24. 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ele geçirememek nasıl inkâra sebep olur? |
Işik güneşi bildirdiği gibi, şu kâinatın yüzünde serilmiş olan gayet güzel, san’atlı, parlak ve süslü bütün varlıklar,—her eser san’atkârını, müessirini bildirmesi sırrınca—kâinatın Yaratıcısı ve Sahibini gösterir. Yaratıcı’nın varlığını gösteren sayısız kesin veriler, aklî, mantıkî, ilmî deliller vardır. Basit bir dikkat bile, O’nun varlık ve birliğine varlıklar adedince delillerin bulunduğu, zerreden güneşlere kadar her şeyin, O’nu zâtıyla, sıfatıyla tarif ve ispat ettiği görülür. Madde / eşya var ve san’atlıdır. Bu inkâr edilemez. San’atlı olduğunu da yine hem göz, hem de aklımız ile görüyoruz. Maddelerin derinliklerine inildiğinde, yani fizikî, kimyevî, biyolojik, jeolojik vs. yapıları incelendiğinde ise, çok daha harika ve enteresan san’at harikalarıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır. Maddenin en küçük parçası atom, atomun yüzlerce alt parçası elektron, nötron, foton, çekirdek; yüzlerce kitabı içine alan DNA, hücre, uzuv, ateş, hava, toprak, su, bitki-ağaç-çiçek, dünyamız ve ondan milyonlarca kere büyük koca yıldızlar, milyarlarca yıldızı barındıran samanyolu, milyonlarca samanyollarını bünyesinde bulunduran galaksi, nebulalar ve kâinat... Sathî bir nazarla baktığımızda bile her birinin üstünde “kudret sikkesi, terbiye mührü ve kaleminin nakışlarını” inceliklerini, parıltılarını görebilir, okuyabiliriz. Ne var ki, bazıları bu belgeleri yok sayarak veya görmezlikten gelerek Yaratıcıyı inkâra yeltenir. İnkâr, herhangi bir ilme ve fikre dayanmaz. Psikolojik derinliklerinde yatan birçok sebebi vardır. Bunlardan birisi ve en önemlisi şudur: Her insan güzelliklere aşıktır. Kimisi de her türlü zevk ve lezzet bağımlısı olmuştur. Özellikle hedonist, devamlı nimetler içinde yüzmek ister. Öyle alışmış, öylesine bağımlı hale gelmiş ki, doymak bilmez duyguları vardır. Yemek yemenin tadını almak için kendisini acıktırır, midesindekileri sun’î yolla boşaltır. Veya şehvetkolik olduğundan, kuvve-i şeheviyesini kamçılayan ilâçlar alır. Bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha; pek çok mal-mülk sahibi olmak ister. Bağımlı olduğundan İlâhî gerçekleri düşünmek istemez. Diğer bir sebep de; insan sonsuza dek yaşamayı arzu eder. Ne var ki, ömür sermayesi sınırlı ve herkes ölümü tadacaktır. İşte, dönmemek üzere yok olmaya, batmaya mahkûm olan bir seyircinin, zevâlin/yok olmanın tasavvuruyla sevgisi düşmanlığa döner. Hayreti hafife almaya, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, yalnız kendi keyfini, zevkini düşünen insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de karşıdır. Ve nihayetsiz bir sevgi, hadsiz bir şevk ve tebrik ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı gizli bir düşmanlık, kin ve inkâr ile karşılık verir. 1 Kedi yetişemediği ete murdar der! İnsan meselenin bu boyutunu kavrayamazsa, ele geçirememenin, bir şeye ulaşamamanın ve bilememenin verdiği üzüntü ve sıkıntı ile inkâra yeltenir. İşte, inkârcıların Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı budur.
Dipnot:
1- Sözler, s. 69. 08.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Gönülden dile |
“Geh varıp havz kenârında hırâm’an olalım. Geh gelip kasr-i cihan seyrine hayrân olalım. Gâh şarkı okuyup gâh gazelhân olalım Gidelim serv-i revânım yürü Sâdâbâde.” Nedim
Gönül Paçacı’ dan önemli tesbitler.
Gönül Paçacı, 1960 Sivas doğumlu önemli bir müzik kadını. 1983 yılında altı yıllık İstanbul Belediyesi Konservatuarı eğitimini sınıf atlayarak bitirdi. Mastır tezini Mutlu Torun gözetiminde “Az Örneği Bulunan Makamlar Üzerinde Bir Çalışma” adını taşıyan ve 60 adet nadir makamı içeren bir çalışmayla 1989 yılında tamamlayan Gönül Paçacı aynı yıl, aynı enstitü bünyesinde açılan “san’atta yeterlilik” sınavını kazandı. Bu programda tez konusu olarak “kâr-ı natık” formunu seçti ve bu forma örnek olmak üzere, yüksek lisans tezindeki 60 adet makamı tanımlayan, güftesi Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya ait toplam 70 beyitlik bir kâr-ı natık besteledi. Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü korosunu yöneten Gönül Paçacı, İÜ Devlet Konservatuarı Türk Musikîsi İcra Heyeti şef yardımcılığı yapmış, İTÜ Devlet Konservatuarı’nda solfej-nazariyat dersleri vermiştir. Altı profesyonel arkadaşı ile birlikte kurduğu Dersaadet Oda Müziği Topluluğu saz ve ses olarak yer alan sanatçı İÜ Devlet Konservatuarı’nda san'atçı öğretim elemanı, Boğaziçi Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde öğretim görevlisidir. Birçok değerli hocadan istifade etmiş olan san'atçının muhtelif eserleri değerli san'atçılarca seslendirilmiştir. Hilmi Yavuz’a ait şiirleri bestelediği ve İnci Çayırlı’nın seslendirdiği “Sevda Derinlerdedir” adlı CD ve kaseti 1995 yılında, sonrasında yine san'at yönetmenliğini yaptığı “Osmanlı’nın Sesleri” ve “Türk Müziğini Yaşatanlar” isimli CD - VCD serisi yayınlanmıştır. Ayrıca Tarih Vakfı için yakın müzik tarihimize ilişkin belgeseller hazırlanmasında görev aldı. “Cumhuriyetin Sesleri” adlı kitabın editörlüğünü yaptı. Gönül Paçacı, siyaset bilimcisi ve tarihçi Prof. Dr. Mete Tunçay ile evlidir. Hayat hikâyesine yukarıda kısaca yer verdiğimiz Gönül Hanım, son 20 yıldır Boğaziçi Üniversitesi, Bilgi ve Bahçeşehir Üniversitelerinde verdiği derslerde müziğimizi anlatıyor. Bir gazete röportajında ise önemli konulara değinmiş: “İşin icra boyutundan çok fikir boyutunda çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Siz elli konser verseniz ve en iyi udileri tanburileri çaldırsanız değerini bilmeyen insanlara duyuramazsınız bu güzelliği. Bu coğrafyada Batı Müziği devlet politikasıyla tanıtıldı. Türk Müziğini radyolardan çalmanın yasak edildiği günleri gördük. Şimdi Batı Müziği denince Wagner, Mozart, Beethoven gelmiyor kimsenin aklına.” Devam ediyor Gönül Hanım; “Herkes Hafız Post’tan zevk alsın şeklinde bir hayalcilik yapmıyorum ama bir denge olmalı. İnsanlara iyi örnekler dinleme imkânı verilirse bunun karşılığını alacağımızı düşünüyorum. O zaman Bekir Sıtkı Sezgin’i dinlediğimde hissettiğimi niye bundan alamıyorum? diye sormaya başlıyorlar.” Son olarak yaptığı şu tesbitte çok önemli: “Türk Musikîsini bilmemek bu coğrafyada yaşayan insanların zihnini fakirleştiriyor.” Gönül Paçacının söyledikleri kısaca böyle. Bu sözler özellikle son 90 yıldır yaşadıklarımızın bir özeti aslında. Topluma yaşatılan kültürel, toplumsal ve dinî değerler alanındaki şoklardan elbette bu milletin müziği de nasibini almıştır. Dinlediğimiz, söylediğimiz müzik, “Bu milletin yüzünü ağartacak türde değildir” denilerek yasaklanması, yerine Batı Müziğinin dayatılması ancak milletin bunu kabullenmemesi sonucu aradan fırlayıp kendine yer edinen arabesk kültür ve müzik. Son yıllarda sayısı hızla artan musikî cemiyetleri, Türk Müziği ve Tasavvuf Müziği konserleri, ud, tanbur, kemençe, ney kurslarında eğitim alan gençler. Bunlar çok güzel ve umut verici gerçekler.
* İstanbul 1453 Panoramik Müze
Çocukluğumun İstanbul’undaki Topkapı, kavuşma ve ayrılmanın, hüzün ve sevincin bir arada yaşandığı semtin adıydı. Bir çağın kapanıp çağların açıldığı ana mekân olan Topkapı, Anadolu ve Trakya Otogarları ile anılıyordu. Enteresan bir sahnedir gerçekten. Adeta Fatih’in İstanbul’u fethettiği surların önündeki bu yerlerden bütün Türkiye’ye insanlar sevk ediliyor, uğurlanıyor ya da İstanbul’a giriş yapıyorlardı. Derken yıllar önce bu otogarlar taşındı, çarşılar kaldırıldı ve surların önü açılıp tarih ortaya çıkarıldı. Şimdi Topkapı surlarının önünde Kültür Park ve çok geniş bir boş alan yer alıyor. Surların önü tarihsel amacına uygun bir hale gelmiş. Her gün işime gelip giderken tam ortasından geçtiğim bu alanda şimdi de yeni bir müze yapıldı. Gidip gören dostların ve en son sevgili dostum Dr. Latif Gültekin ve ailesinin gezip sonra övgü dolu anlatımları sonucu bir fırsatını bulursam gidip gezeyim dediğim Panoramik Müze’yi nihayet geçtiğimiz hafta ailece gidip görmek mümkün oldu. Önce aşağıya doğru birkaç kat merdivenlerden iniyorsunuz. Koridor boyunca resmedilen fetih sahnelerini fondaki sesden aynı zamanda dinleyerek ilerliyorsunuz. Sonra koridorun bitimiyle Merdivenlerden yukarı doğru çıktığınızda... Önce bir şaşkınlık yaşıyorsunuz. Top sesleri, kılıç şıkırtıları, insanların bağırış sesleri arasında o ânı hissediyordunuz. Müzenin teknik detaylarına girmek istemiyorum. Merak edenler zaten web sitesinden okuyabilirler. Ama yazılanlar gidip yaşayacağınız şeyleri anlatmaya pek yetecek gibi değil. Müze yetkililerine iki konudaki teklifimi ve düşüncemi söylemek isterim. Bu müze İstanbul Belediyesi’ne ait. Madem ki, güzel bir hizmet gayesiyle bu müze yapılmıştır. O halde bilet fiyatlarını daha makul hale getirmek yerinde olmaz mı? Böylece ailece burayı gezmek isteyen aileler ve gruplar için bütçelerini zorlamayacakları bir harcama imkânı doğar. O mizansende eksik olan şeylerden biri de bence mehteran ve mehter marşları. Savaş ânını resim, ses ve efektlerle yaşatırken mehteranın askere coşku veren marşlarının eksikliğini müzeyi gezerken daha bir hissediyorsunuz.
* Adına Michael Jackson diyeler...
Bir garip ölmüş diyeler/ Üç gün sonra duyalar Soğuk suyla yuyalar/ Adına Michael Jackson diyeler.
Dünyanın gündemini bir anda değiştirdi yine. Ama bu defa on milyonlarca satan albümleri ile değil ölümü ile. Öldüğünde yine yalnızdı. Midesinde ise ilâçtan başka bir şey yok imiş. Başlıktaki Yunus Emre‘nin bahsettiği gariplikten ne farkı vardır ki. Çevrenizdeki milyonlarca hayranınıza rağmen yine de büyük bir yalnızlık. O, fabrika işçisi bir babanın dokuz çocuğunun yedincisi olarak dünyaya geldi. Müzik hayatına atıldığında yıl 1971 idi ve henüz 11 yaşındaydı. Off the Wall (1979), Thriller (1982), Bad (1987), Dangerous (1991), History (1995) gibi milyonlarca satan albümlere imza attı. Büyük bir şöhret kazandı ve “Popun Kralı: King of Pop” olarak anılmaya başlandı. Guinness Rekorlar Kitabı’na dahi girdi. Ünlü bir dünya starı olarak, çok daha fazla ses getirecek sosyal sorumluluk ve insanî yardım projelerini hayata geçirdi. Bunlardan en önemlisi, USA For Africa kampanyası çerçevesinde, özellikle Doğu Afrika’da açlık sınırında ve yardıma muhtaç bir şekilde yaşayan insanlar için, Lionel Richie ile birlikte yazdığı “We Are the World” parçasıydı. Dünya çapında en çok satış rakamına sahip tekli olma özelliğini hâlâ taşıyan şarkı, Stevie Wonder, Tina Turner, Diana Ross, Ray Charles, Cindy Lauper, Bob Dylan, Bruce Springsteen gibi ünlülerin de aralarında bulunduğu 40’dan fazla popüler san'atçı tarafından seslendirildi. Bu başarının ardından, We Are The World’le Richie ve Jackson, Yılın Şarkısı dalında Grammy Ödülü’nü almaya hak kazandı. Ailesiyle birlikte yaşadığı evi terk ederek, 2700 dönümlük dev bir alana kurulu Neverland çiftliğini satın aldı ve orada gözlerden uzak yaşamaya başladı. Çok küçük yaşta hayata atılmak zorunda kaldığı için, özlemini kurduğu çocukluk günlerini yaşayabilmek adına, lunaparktan hayvanat bahçesine, büyükçe bir göle kadar kendine apayrı bir dünya kurdu bu çiftlikte. “Ben yalnızca dürüst olmak isteyen, insanları mutlu etmeye çalışan biriyim. Tanrı’nın bana ihsan ettiği yeteneğim aracılığıyla onlara biraz olsun ‘kaçış duygusu’ vermek amacım. Kalbim burada işte. Tüm yapmak istediğim bu...” Aynı yıl, Jackson, sosyal sorumluluk çerçevesinde, hümanist projelere imza atmaya devam etti ve “Heal the World Foundation” adı altında bir fon kurdu. Fonun amacı, çocukların daha iyi ve eşit hayat şartlarına sahip şekilde büyümesini, yaşadıkları topluma faydalı hale gelmesini sağlamaktı. Michael Jackson’da 1980’li yıllarda kahverengi olan teninin açılarak beyazlaşması gibi bazı değişiklikler olmuştur. Zira vitiligo hastalığı vardır. Bu hastalık Dünya üzerindeki zenciler arasında milyonda bir oranında görülmektedir. Bu hastalığa ilk yakalandığı dönemlerde beyaz lekelerin oluştuğu bölgeleri koyu renk makyajla kapatmıştır. Daha sonra hastalık sebebiyle vücudunun büyük bir kısmı beyazlayınca koyu bölgeleri de açık renk makyajla kapatmaya çalışmıştır. Bu hastalığın teşhisi kendisine ilk olarak 1981 yılında konmuştur. Bu hastalık en çok yüzüne vurmuştur. Yüzü beyazlamış, burnunun üstünde bir leke oluşmuştur. 2000 li yıllarda basında Michael Jackson’ın dinini değiştirerek İslâmiyet’i seçtiği ve Müslüman olduğu yönünde haberler çıktı. Sonrasında ise, 2005’te, bir cami yaptırdığı haberleri de yazıldı. Abisi O’nun Müslüman olduğunu doğrulamamakla birlikte yalanlamamıştır da. Doğrusunu elbette Allah bilir. 25 Haziran 2009 günü, yerel saat 14.26’da Michael Jackson’ın kalp durması sonucu Los Angeles’ta öldüğü açıklandı. Öğle saatlerinde nefes darlığı şikâyeti ile hastaneye kaldırılan ve bir süre sonra komaya giren ünlü san'atçının kalbinin durduğu ve bütün müdahalelere rağmen kurtulamadığı söylendi. İşte bir dünya starının kısa hayat öyküsü. 08.07.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Hasan GÜNEŞ |
|
Beyazlaşma ve Batılılaşma |
Meşhur Pop Yıldızı Michael Jackson’ın ani ölümü dünyanın önemli bir kesiminde büyük bir üzüntü meydana getirdi. Şüphesiz şu fâni dünyada herkes ölümlü. Ölümüne bir şöhret hastalığı, ölümüne bir yaşantı ve sefih bir hayat ve sonuna doğru, çıkış için çırpınışlar en sonunda beklenmedik bir ölümle sonuçlandı. Ayrı dünyaların insanları olmamız sebebiyle bizi ve okuyucularımızı ne kadar ilgilendirir bilemiyoruz ama yaşantısı zamanımız toplumları için ibretlerle dolu birisiydi. Son haftalardaki İslâm’a olan ilgisi ve Müslüman olduğuna dair söylentiler ilgimizi çekmedi değil! Meşhurların fikir ya da davranışlarında beklenmedik değişikliklerin hemen arkasından ölümü, doktorundan korumasına kadar en yakınındakileri zan altında bırakacak ve önceden yerleştirildiklerine dair komplo teorileriyle açıklanmaya çalışılmıştır. Derin komplolar mı, yoksa meşhurların ölümsüz olduğuna dair şuur altındaki kabuller midir, bilemiyoruz ama tereddütler devam ediyor. Biz bu teorileri ve bilinmeyenleri şimdi bir yana bırakalım. Fakat bilinen bir şey var ki, pop yıldızı son yıllarda ölüme doğru herkesten daha hızlı gidiyordu. Acı olan; her fâni gibi fıtrî bir ölüm değil, insan fıtratını zorlayan davranış ve uygulamalarla ölümün pençesinde ıztırap çekmesiydi. Paranın oluk gibi aktığı, her türlü imkânın emre amade olduğu Neverland gibi hayalî dünyaların ve ütopik mekânların uygulamaya konulduğu dünya cennetleri de adamı mesut etmeye yetmemişti. Aslında bu dünya kimi doyurmuş ki? Meşhur yıldız, ilgi duyanların daha iyi bildiği gibi, uzun yıllardır, birçok ilâç, ameliyat gibi tıbbî müdahalelerle beyazlaşmaya çalışıyordu. Müdahalelerin yan etkileri sonucu düştüğü çaresizlikler, çektiği ıztıraplar, ölüme götüren hastalıklar ve bunalımlar medyanın en çok işlediği konulardı. Afrika kökenli siyah bir ailenin siyah bir çocuğu beyaz olmak için neler yapmamıştı ki? Evet ne hallere düşmüştü. Yapılan tedaviler siyah yüze takılan iğreti ve gülünç bir beyaz maske gibiydi sanki. Aslında maske ile maskaralık en nihayetinde bir yerde buluşmuştu. Tabiî sözümüz kişinin şahsına değil, sefih yaşantıyadır. Batı, beyazlaşma ve medeniyet fantezileri ile pop starını kendisine maskara edip, çoluk çocuğunu şenlendirip, keyifli bir yarım asır geçirdi denilebilir. Gerçekte güzellik beyazlıkta mıdır? Ya da Obama gibi birisinin başkan olacağını tahmin etseydi, yine aynı şekilde beyazlaşmaya çalışır mıydı? Aslında dikkatlerden kaçan daha derin bir maske, daha derin bir beyazlaşma vardır; o da, Batılılaşmadır. Afrika’dan koparıp getirilen bir toplumun, önce el ve ayaklarına vurulan prangalarla köleleştirilmesi, sonra da zihinlerine vurulan prangalarla Batılılaştırılarak modern köleler haline getirilmesidir. Gerçekte bu ikincisinde alt sınıflardaki ya da küçük yaşlardaki siyahlarla beyazlar arasında fark yoktur. Batı medeniyeti her ikisini de ırk ayrımı yapmadan tezgâhından geçirmektedir. Yapılan ameliyatlar ve insan fıtratına yapılan tıbbî müdahaleler pop starınkinden daha ıztırap verici ve daha tehlikelidir. Fark iç ve dış arasındaki fark kadar büyüktür. Harici bir maske değiştirmekle, Michael Jackson’ın yüzünde olduğu gibi, cilt arasında fark ne kadar büyükse, kişinin iç dünyasında yapılan değişiklik de o kadar büyüktür. Gerçekte Batının bizdeki manevî değerlerimizden geleneklerimize kadar yüz-yüz elli senedir ısrar ettikleri reform istekleri ve onların içerideki temsilcilerinin müdahaleleri ve zorlamaları, Michael Jackson’ın beyazlaşma macerasından fazla farklı değildir. Bu da aynı şekilde büyük yıkımlar, büyük tahribatlar ve büyük ıztıraplar meydan getirmiştir. Hatta bu iç dünyada olduğu için travma daha şiddetli olmuştur. Bin küsûr senedir İslâm’ın bayraktarı olmuş, şan ve şerefle ve adaletle cihana hükmetmiş bir milleti, iki cihan saadetine vesile olan İslâm’dan ve mânevî değerlerinden koparıp, başta haçlı savaşları olmak üzere sayısız zulüm ve işgaline karşı mücadele ettiği Batının yüzsüz yüzüne benzetmeye çalışıp kul ve köle etmek, sonuçlar itibariyle büyük bir tahribattır ve ihanettir. Evet uzun vadede hem imkânsızdır, hem de geç kalmadan vazgeçilmezse öldürücüdür. Zaten toplumdaki bunca hastalıkların, çöküşlerin ve çalkantıların en büyük sebebi budur. Allah’tan milletin bünyesi sağlam ve tahrip edicilere karşı tamir edicilerin sayıları az da olsa gayretleri yüksek. Belki de denilecek tanzimattan beri aynı şeyler söyleniyor, millet ve devlet hâlâ ayakta. Hani meşhurdur, Osmanlı’da birisine demişler “Yıllardır söylüyorsun, ‘Böyle giderse Osmanlı çökecek!’ ama hâlâ devlet ayakta”. Adam cevap vermiş: “Bu koskoca devlet, Ahmet Ağa, Mehmet Ağa değil ki, hastalanınca bir kaç günde ya da bir kaç senede hemen ölecek. Sekerâtı bile on beş-yirmi sene sürer” demiş. Gerçekten de Osmanlı elli-yüz senede ancak çökmüş, sekeratında bile zaman zaman dünyaya meydan okumuştur. Aynen bunun gibi, koca Asya, koca İslâm dünyası ya da koca bir cihan devletinin mirasçısı Türkiye, bir pop star değil ki, yanlış bir tedavi, fıtrata aykırı bir cerrahî müdahale ile kısa zamanda çöküp gitsin! 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Doğu Türkistan yeni bir sorun değil |
Bugün Doğu Türkistan’da çıkan olaylar bölge için yeni bir gelişme değildir. Doğu Türkistan sorunu ta Osmanlı’nın çok zayıfladığı dönemlerde filizlenmeye başlayan ve bugünlere kadar artarak devam eden bir yaradır. 1800’lerin sonunda bir bakıma Osmanlı’nın verdiği destekle kurulan ve ayakta duran Türkistan’daki bağımsız Uygur devleti, Osmanlı gücünü kaybedince, Ruslar ve Çinliler tarafından işgal edilmiş ve bölüşülmüştür. Batı Türkistan’ı Ruslar, Doğu Türkistan’ı ise Çinliler işgal etmiştir. O dönemlerde Doğu Türkistan, Çin imparatorunun emriyle tamamen işgal edilerek Xinjiang (Yeni Topraklar) ismiyle Çin’in 19. eyaleti yapılmıştır. Bugün kullandığımız Sincan ismi de bu “Xinjiang” isminden ileri gelmektedir. Daha sonra 1930’lu yıllarda bölgedeki Müslümanlar tarafından başlatılan çeşitli isyanlar sonucu Doğu Türkistan İslâm Cumhuriyeti kurulmuş ancak uzun ömürlü olmamıştı. 1944 yılında ise bu kez Sovyetlerin de verdiği destekle ikinci defa Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulur. Bu devlet de 1949 yılında Çin işgaliyle son bulur. Neticede ise 1955 yılında Doğu Türkistan’a göstermelik bir özerklik verilir. O günden bu yana ise Çin devleti bölgeyi Çinlileştirmek için hem demografik hem de kültürel olarak ciddî bir baskıya tutmuştur. Sovyetlerin yıkılmasıyla Batı Türkistan bağımsızlığına kavuşmasına rağmen Doğu Türkistan’daki soydaşlar bu emellerine ulaşamamışlardır. Çin’in uyguladığı sert politikalar neticesinde büyük göçler yaşandığı için bugün bölgeye yerleştirilen Han Çinlilerinin kültürel ve sosyal baskıları, devletin sert politikalarıyla da birleşince Doğu Türkistanlılar için bölge adeta cehenneme dönmüştür. Han Çinlileri’nin Doğu Türkistana akın etmesiyle toprak ve su gibi sınırlı kaynaklar üzerinde oluşan baskı, Uygurları tabiî olarak kızdırıyor. Uygurlar, bölgenin kendi anavatanları olduğunu dolayısıyla bu kaynakların kendilerine daha çok tahsis edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bunun yanı sıra Çin, 11 Eylül olaylarından sonra tıpkı Bush’un politikasına benzer bir şekilde “terörizmle savaş” adı altında Uygurlulara karşı bir baskı dalgası gerçekleştirdi. Uygur kökenlilerin gerçekleştirdiği iddia edilen terörist faaliyetler bahane edilerek bölgedeki siyasî baskılar arttırıldı. Şimdi ortaya çıkan sosyal patlama biraz da bu politikaların bir sonucudur. ABD’de Bush politikaları artık rafa kaldırıldı. Şimdi uluslar arası toplumun ciddî mânâda hem Tibet konusunda hem de Uygur konusunda tepkilerini çeken Çin yönetimi Uygurlar üzerinde uyguladığı baskı politikalarının bir muhasebesini yapmak durumunda kalacaktır. Küreselleşen dünyada yerini alıp sağlamlaştırmak isteyen ve kapalı kutusundan çıkmak durumunda olan Çin, göstermelik özerklik tanıdığı Doğu Türkistan Uygurlarına eninde sonunda hak ettikleri özgürlüğü tanıyacaktır. 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çin zulmü bitmeli |
Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de yaşayan Müslümanların çok da rahat olmadığı bilinen bir gerçek. Çin’deki Müslümanların en sıkıntılı olanları da, resmî adı “Sincan Uygur Bölgesi” olan ve gerçekte de “Doğu Türkistan” olan bölgedir. Bu bölgede yaşayan Müslümanların ciddî sıkıntılar içerisinde olduğu öteden beri bilinen bir durum. Zaman zaman kavga ve kargaşanın yaşandığı bu bölge, son yıllarda nisbeten durulmuş gibi görünüyordu. Dışarıdan bakılınca ‘durulmuş’ gibi görünen halin, gerçekte böyle olmadığı son günlerdeki katliâmla öğrenilmiş oldu. Çıkış sebebi tartışmalı olsa da ortada bir vak’a var: Çin, Uygur Bölgesinde yüzlerce Müslümanı katletti, binlerce kişiyi de tutukladı. Tutuklananların akıbetinin ne olacağı ise meçhul. Herkesin bildiği gibi Çin, son yıllarda dışa açılmaya çalışsa da temelde dünyaya kapalı bir ülkedir. Kalabalık nüfusunu da çok sayıda etnik kökene sahip insanlar oluşturuyor. Bunların içerisinde Müslüman olanlar da var. Uygur Türkleri, ‘bağımsızlık istemek’le suçlanıyorlar ve bu sebeple de her zaman baskı ve zulme maruz kalıyorlar. Başka etnik kimliğe mensup Müslümanlar ‘anlayış’la karşılansa bile aynı ‘anlayış’ın Müslüman Uygurlara gösterilmediği anlaşılıyor. Bu durumun, Ramazan ve Kurban Bayramlarında şahit olduğumuz ve gazetelerde yer alan “Çin’deki Müslümanlar, bayramı coşku ile kutladı”, “Binlerce Müslüman Çin’deki camileri doldurdu” haberleriyle çelişmez. Meselâ, Çin’in başşehri Pekin’de bu ‘anlayış’ varken, aynı Çin’in boyunduruğu altındaki Doğu Türkistan’da (Sincan Uygur Bölgesi) olmayabilir. Nitekim, geçmiş yıllarda Doğu Türkistan’daki camilere kimlerin girebileceğine dair cami kapılarına ‘liste’lerin asıldığını biliyoruz. (18 yaşın altındakiler, kadınlar, devlet memurları ve emeklileri, parti mensupları, belediye başkanları hep bu yasak listesinde sayılanlardandır.) Benzer şekilde Kudüs’te de ‘genç’lerin Mescid-i Aksa’ya girişleri yasaklanmıyor mu? Çin’de “Doğu Türkistan” adını kullanmak resmî olarak da yasaktır. Doğu Türkistan, Çin topraklarının 6’da 1’ini oluşturur. Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan gibi çoğu Müslüman olan halklara komşu olan bu bölge, kritik bir coğrafyada yer alıyor. Yüz ölçümü olarak Türkiye’nin iki katından daha büyük olan bu bölge, çöller ve dağlarla kaplı bir yer. Çin’in nükleer denemelerini bu bölgede yaptığı biliniyor. Bölge aynı zamanda altın, doğal gaz, petrol, değerli taş ve kömür yatakları açısından da zengin bir yer. Yani bölgenin önemi, Çin için sadece bugün değil tarihte de bilindiği ifade ediliyor. “Doğu Türkistan”daki bu katliâmın, Türkiye Cumhurbaşkanının ziyaretinin hemen ardından meydana gelmesi acaba tesadüf müdür? Benzer şekilde, Türkiye’nin katliâm karşısında ‘ağır’ davranması normal midir? Elbette Çin, ‘büyük’ bir devlettir, ama kim olursa olsun yaptığı yanlışların kendisine hatırlatılması gerekir. Belki tehevvürle, aceleyle ve heyecanla değil; ama mutlak sûrette bu katliâma itiraz edilmeli ve benzerlerinin meydana gelmemesi için konu uluslar arası ‘masa’lara taşınmalı. Bu zulmü durdurabilmek için diplomasinin bütün maharetleri kullanılmalı; İslâm dünyası, AB ve BM bir bütün olarak bu konuda samimiyetle gayret sarfetmeli. Elbette sadece Doğu Türkistan’daki değil; dünyanın her yerindeki katliâmlar sona ermeli. Zaten BM bu gaye için kurulmadı mı? O halde, BM’ye ‘işini yap’ diye seslenmenin tam zamanı... 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ankara anafordan çıkmalı... |
Ankara politik anaforda. Hükûmet, Meclis’te 233 yasa çıkardığıyla övünüyor, ama esas çıkarması gereken kanunlar geçiştiriliyor. Taktik devam ediyor. Ankara’nın önüne Türkiye’nin ciddî ve gerçek problemleri geldiğinde, Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri hemen günübirlik siyasî söylemlere sarılıyor, salvolarla saldırıyorlar. Türkiye’nin başta “yeni anayasa” ve demokratikleşme olmak üzere, AB müzâkere sürecinde yargı reformundan siyasî partiler ve seçim yasasına, temel hak ve özgürlüklerden din eğitimi ve öğretimine, önemli konular geldiğinde politik atışma faslı başlıyor. Meclis’teki muhalefet de ne yazık ki buna teşne. Her defasında tribünlere oynanıyor, seçmenin hoşuna gidecek “sen”li“ben”li günübirlik kısır tartışmalar devreye sokuluyor. İktidar partisi, köklü temel çözümler getireceği yerde kamuoyunda siyasî sansasyon meydana getirme peşinde. Tam da başta 12 Eylül İhtilâli olmak üzere darbelerin ve darbecilerin yargılanmasının gündeme geldiği sırada, “askerî personelin yargılanması” Ceza Muhâkemeleri Kanunu’na eklenmesini kullanması gibi… Bu düzeltme elbette fevkalâde önemli. “Veto” ve “iptal”le geri adım atılmaması gerekiyor. Ancak darbelerin ve darbecilerin yargılanmasının bununla savsaklanması, Türkiye’yi kısır döngünün içine hapsediyor… POLİTİK ATIŞMA MALZEMESİ… İktidarın önümüzdeki yasama döneminde, sözkonusu demokratikleşme ve temel hak ve hürriyetlere dair yasaları gündeme getirme irâdesi ve hazırlığı yapması beklenirken, Başbakan’ın sırf siyasî atışma hesabına yeni yeni mevzuları politik atışma malzemesi yapması, bunun yeni misâli… Partisinin Trabzon il kongresinde, Baykal’ın dokunulmazlıkların kaldırılması talebi ile CHP hesaplarındaki usûlsüzlük hususunda eski lideri Erbakan’ın “kayıp trilyon dâvâsı” imâsında bulunması bu açıdan enteresan... Gerçek şu ki bir yandan “Kavgayla, gerilimle, millete, ülkeye, memlekete zerre kadar fayda sağlamayan boş tartışmalarla bizim işimiz olmaz’’ diyen Erdoğan’ın diğer yandan Türkiye’nin fevkalâde hayatî meselelerini faydasız politik çekişmelerle gündeme taşıması, siyasî rant uğruna içine düşülen çelişkiyi gözler önüne seriyor. Başbakan, “Milletten başka hâkem aramam; milletin Meclisinden başka karar mercii tanımam” diyor; lâkin Meclis’i kapatan, demokrasiyi inkıtaa uğratan darbelerin ve darbecilerin sorgulanmasını “sulu şaka” olarak yorumlayıp bir başka bahara bırakıyor. Meclis Başkanı Köksal Toptan, ‘’15. maddenin konulması da korunması da yanlış. Elbette modern Türkiye’nin Anayasasında böyle bir hüküm bulunmamalıdır. Türkiye’ye böyle bir anayasa maddesi yakışmıyor” diye yakınıyor. Hukukçular, 16 kez değiştirilen ve 100’e yakın maddesi değişen darbecilik zihniyetiyle yazılan “darbe anayasası”nın artık kevgire döndüğünü, üst üste yapılan yamaları tutmadığını, antidemokratik tortulardan arındırılmış sıfırdan yeni bir demokratik anayasaya ihtiyaç olduğunu belirtiyorlar. Bütün bunlara mukabil, 12 Eylül darbesi lideri Evren Paşa, âdeta “beni ve darbemi yargılayamazsınız!” diye meydan okuyor. Tam bir “darbeci mantığı”yla, her defasında TSK İçtüzük Kanunu 35. maddesiyle “emir ve komuta zinciri içinde yapıldığı”yla övündüğü darbeden dolayı bütün ordu mensuplarının yargılanması gerektiği “şantajı”nda bulunuyor. MECLİS BİGÂNE KALMAMALI.... Kimse çıkıp Evren’e, “Bütün subay ve astsubayların “emir komuta zinciri”ne uymaktan başka çâreleri var mıydı? Bir yasa maddesine dayanarak Anayasa’nın ilgâ edildiği nerede görülmüş? Askerler, “ihtilâlin komuta kademesi”ni teşkil eden “Evren ve Konsey üyesi arkadaşları”na isyan mı etseydi? Buna göre 12 Eylül 1980’de askerlik yapan er ve erbaşlar da mı cezalandırılacak?” sorularını sormuyor. Diğer yandan “Ergenekon iddianâmesi”nde yer alan, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in, “Pentagon’un doğrudan ismini vermesi sayesinde NATO emrinde yurtdışı göreve seçildiğini” söylediği “ABD’nin psikolojik savaş alanı Türkiye ve Avrasya’da sivil kurmay başkanı Çevik Bir”, dayattığı 28 Şubat postmodern darbe sürecinde “irtica tehdidi” bahanesiyle binlerce kişiyi fişlemesine,”sivil harekât”, “silâhsız ve yıkıcı terör” kullanması iddiasına karşılık, yalnızca “tanık” ve “şüpheli” olarak ifâde vermekle kalıyor. Meclis 4 Ağustos’ta toplanıp yeni başkanı seçecek, peşinden tatile devam edecek. Millet irâdesinin temsilcisi Meclis, artık bu komediye “dur!” demeli. Yeni yasama döneminde darbelerin ve darbecilerin yargılanmasını gündemine almalı, bigâne kalmamalı. Ankara bu politik anafordan çıkmalı. Demokratikleşme, derde deva olmayan rutin kanunlarla geçiştirilmemeli. Öncelikle “yeni anayasa”yı gündeme getirmeli. Hiç olmazsa Anayasadaki antidemokratik ayrıkları ayıklamalı. Politik polemiklerle vakit geçirmemeli… 08.07.2009 E-Posta: [email protected] |