Cevher İLHAN |
|
'Gladyo'dan 'Ergenekon'a bütün darbeler ve darbe sanıkları… |
Haftanın sıcak gündemi yine “gizli belge” tartışması. Bugün toplanacak MGK’da gündemi belirleyecek konuların başında Genelkurmay Başkanı’nın “bir kâğıt parçası” dediği “belge”nin müzâkeresi ve konuyla ilgili biri emekli sekiz albayın ifâdeye çağrılması, bunu gösteriyor. Türkiye bunu fırsat bilmeli; vakit kaybetmemeli; günübirlik politik polemiklerle bu fevkalâde önemli mesele tavsatılmamalı. Hazır askerlerin sivil mahkemelerde özel yetkili savcılarca da yargılaması yolunu açan kanun geçmişken, bütün darbeler, darbe teşebbüsleri, andıçlar, demokrasiye müdahâleler ve “belgeler” soruşturulmalı. Yalnız son birkaç yılın AKP iktidarı esnasındaki “darbe teşebbüsleri” değil, 12 Eylül darbecilerinden, “Ergenekon soruşturması”nda ele geçen “belgeler”de ve iddianâmede “irtica tehdidi” bahanesiyle “demokrasiye balans ayarı vermek” için tankları sokaklarda yürüten 28 Şubat postmodern darbecilerine kadar, bütün darbelerin duruşması yapılmalı. “Ergenekon iddianâmesi”nde yer alan 28 Şubat’ın başaktörlerinden Em. Org. Çevik Bir ile Erol Özkasnak ekibinin “1988 yılındaki Amerikancı darbe hazırlığı”nın mâhiyeti deşifre edilmeli. Dokümanlara göre “dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı tarafından engellendiği” belirtilen “darbe girişimi ve unsurları” ortaya çıkarılmalı. Yine evinde İlâhî dinlediği, eşinin başı örtülü olduğu ya da namaz kıldığı için başta kamu görevlileri olmak üzere “irticaî karakter taşıyor” diye onbinlerce kişiyi “fişleyen” 28 Şubat anaforu mimarlarınca hazırlandığı belirtilen “Ayışığı”, Sarıkız” ve “Eldiven” kod adlı darbe plânları başta olmak üzere diğer darbe hazırlıkları hesâba çekilmeli…
“ÖRTÜLÜ FAALİYETLER-BİR” RAPORU… Diğer yandan “Ergenekon sanıkları”nın Bir’le ilgili çeşitli iddiaları var. 28 Şubat öncesi ve sonrasının “örtülü faaliyetler”ne dair iddialar ve belgeler Ergenekon savcılarının elinde. 28 Şubat sürecinin dayatıcılarının, “bu kez işi silâhsız kuvvetler halletsin” mantığıyla yüksek yargıçların, rektörlerin, öğretim üyelerinin, bürokratların, işadamlarının ve gazetecilerin “karargâh”a çağrılarak “irtica brifingleri”ni dakikalarca ayakta alkışlattıkları hâlâ hâfızalarda. Meselâ “İstanbul, 6 Nisan 2000” tarihli 22 sayfalık “Örtülü Faaliyetler-Bir” başlıklı belgede Bir’in Genelkurmay Başkanı olabilmek için “silâhsız ve yıkıcı terör” kullandığı iddiası bulunuyor. “ABD’nin psikolojik savaş alanı Türkiye ve Avrasya’da sivil kurmay başkanı Çevik Bir’in TSK’yi stratejik bölgenin ABD polis gücüne dönüştürmeyi hedeflediği” raporu duruyor. Basın da açık açık yazılan bu tertipler de soruşturulmalı. (Vatan, 26.6.2009) Ayrıca 28 Şubat sürecinin sonunda “21 Aralık 1998 tarihinde bir darbe yapmak için çalıştığı” kaydedilen adı geçen “belge”deki “Cunta lideri Çevik Bir” başlığı altındaki iddialar da sorulmalı. Yalnız “askerî cuntalar” değil, “sivil cunta” oluşumları ve hazırlıkları, psikolojik savaş ve propaganda faaliyetleri, “baronların gizli operasyonları”, sözkonusu “Amerikancı yapılanmalar” adına Pentagon’un küresel projelerini uygulayan, Türkiye ve Avrasya bölgesinde faaliyet gösteren ve çoğu “Atatürkçülük”, “çağdaşlık”, “yenilikçilik”, “değişim ve dönüşüm” perdesinde âlet edilen hâriçten beslemeli “STK”lar da incelenmeli. El altında bulundurduğu onlarca milyar dolarla Gürcistan’dan Ukrayna’ya bütün dünyada ve özellikle Avrasya, Ortadoğu ve Orta Asya’de renkli devrimler yapan Macar Yahudisi Amerikalı spekülatör Soros’un finansa ettiği içteki işbirlikçi “sivil toplum örgütleri” ile dahilî ve hâricî işbirlikleri de “Ergenekon ve darbecilik” kapsamında ele alınmalı.
“AMERİKANCI DARBELER" Özetle 12 Eylül darbesi lideri “Evren Paşa’nın her defasında “emir ve komuta zinciri içinde yapıldığı”yla övündüğü ve Çevik Bir’in yine bu “zincir”le bütün TSK’ya mal ettiği, “zincir içinde” – “zincir dışında” bütün darbeler, cuntalar, darbe girişimleri, “darbe günlükleri” ve “darbe notları” araştırılmalı. Başbakan Erdoğan, parti kongrelerinde “Türkiye demokrasinin standartlarını yükseltti” diyor. “Bütün kirli senaryolara karşı mücadele ettikleri”ni belirtiyor. O zaman fırsat doğmuşken 12 Eylül’den, darbeleri ve darbecileri koruyan “geçici 15. madde”den başlanmalı; 28 Şubat postmodern darbesine kadar bütün “Amerikancı darbeler, darbe teşebbüsleri” ve darbe sanıkları bir bir yargının önüne çıkarılmalı. Öyle “şüpheli” ya da “tanık” olarak bilgilerine başvurmakla geçiştirilmemeli; doğrudan “belgeler”de ve “iddianâme”de geçtiği gibi darbe için kaos ortamını hazırlama “sanık” olarak ifâdeleri alınmalı. “Gladyo”dan, “Kontrgerilla”dan “Ergenekon”a kada bütün darbeler, darbeciler, “kirli senaryolar”ın sanıkları yargılanmalı… Demokrasi samimîyeti bunu gerektirir; halkın önünde “darbelere karşı” birkaç beylik lâfla geçiştirmek ve oyalamak değil… 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Depresyon toplu yaşanabilir mi? |
Depresyon, tanımı ve oluşturduğu etkilerle, yıllar öncesine dayanan ve bir ekole göre de insanlık tarihi ile birlikte tarihi başlamış olan bir olgudur. Tanımı ile ilgili çok farklı yaklaşımlar olmakla birlikte Amerikan Psikiyatri Birliği’nin sınıflandırma sistemi olan DSM IV’e göre tanımlanması en çok kabul gören yöntem olmuştur. Aslında bu, tek hastalığın değil, bir hastalık grubunun adıdır ve genel özelliği çökkünlük şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu çökkünlük genel anlamda hayata bağlılığın, yaşama enerjisinin azalması ve benliğin adeta ayakta durmasına dahi yetmeyecek ölçüde ruhsal güç kaybı anlamına gelmektedir. Hayata bağlılığın seviyesini belirleyen unsur, psikiyatri terminolojisi içerisinde “duygudurum” ya da “afekt” şeklinde isimlendirilmektedir. Herbir fert, hayata bağlılığı ve onunla irtibatlı olan fiillerin ortaya çıkmasını sağlayacak enerji düzeyi ile ilgili olarak belirli bir pozisyonda yer almaktadır. Fertlerin teker teker içinde bulundukları duygu durumu, duygu ve düşüncelerin paylaşıldığı sosyal hayatta genel bir alana da yayılmakta ve toplumun duygu durumu oluşmaktadır. Her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu varlık âleminde daha da uç bir noktaya giderek varlığın genelinin duygu durumundan bahsedebiliriz. Gözlemciye göre şekillenen bir dünyada, gözlemcinin duygu durumu, varlığın onunla irtibatlı ya da onun âleminde yansıyan görüntüsünde çökkünlük ya da neşe ve enerji hâli sergileyebilir. İnsanlar adedince, belki de şuur sahipleri ve varlıklar adedince farklı âlemler ve her âlemin de farklı bir renginin varlığından söz edebiliriz. Bütün âlemlerin ortasında bulunan ve hepsinin görüntü kaynağı olan ortak bir alan vardır ki, bu alan kolektif alan olarak tanımladığımız bütün fertlerin hem etkilendiği, hem de şekillendirdiği ortak kullanım alanı gibidir. Çökkün duygu durumunda bulunan fertlerin, ortak alanda çöküşe; enerji dolu olanların ise bu alanda enerji düzeyinin ve duygu durumunun yükselmesine katkıda bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu duygu durumuna iklimin, çevre şartlarının ve ortamı şekillendiren renk ve desenlerin de katkıda bulunduğunu söylersek, her halde çok abartılı bir ifade olmaz. Her ferdin duygu durumu, kendi benliği ve çevresi arasında oluşturduğu genel ritmin bir âhengi gibidir. Bu âhengin bozulması sonucunda, zaman zaman duygu durumunda ve hayata bağlılıkta problemli fertler sosyal hayatın içerisinde yer almaktadır. Aynı zamanda her fert, içinde bulunduğu topluluğun varlıkla olan âhengine bir nağme katmakta ve bu nağmelerin genel varlık âhengi ile uyumluluğu ölçüsünde topluluğun ruh hâli ve duygu durumu şekillenmektedir. Toplulukların kolektif olarak yaşadıkları depresyon dönemlerinde sosyolojik problemler de daha belirgin şekilde ortaya çıkar ve ferdin depresyonunda gözlenen içe kapanma, dış çevreyle bağları koparma ve otizme benzer şekilde topluluklarda da marjinalleşme ve dış topluluklarla bağları koparma şeklinde sosyolojik tavırlar gözlenir. Depresif kişinin nevroz ve histeri gibi absürd tavırlar oluşturmasına zemin hazırlayan psikolojik faktörlere benzer şekilde, topluluklarda da benzer uç tavırlar gözlenmektedir. Hatta ferdin intihar noktasına gelmesine benzer şekilde kolektif depresyonun toplu intiharlara yol açtığı da yakın tarihte gözlenmiştir. 12 Eylül sonrası Türkiye’de yaşanan süreçte özellikle gençliğin desensitize edilerek yani sahip olduğu değer yargılarının, bir millet olmaktan kaynaklanan kolektif şuurun ruhunda oluşturduğu titreşimlerin azaltılması ile, kolektif bir depresyon psikolojisine sürüklendiği gözlenmektedir. Bütün zararları ve yol açtığı fizikî yıkımlarla beraber 12 Eylül öncesi gençliğin bir dâvâ sahibi olması ve onun uğrunda canını dahi feda edebilecek bir inanç taşıması, hangi gruptan olursa olsun o dönem gençliğinin enerji kaynağı ve motive edici gücüydü. Bütün yanlış ve ölçüsüz uygulamalar, sadece tarafgirlik duyguları ile dâvâlarını savunmaktan kaynaklanıyor olmalıydı. Ancak o dönem yaşananların en güzel tarafı, her gencin bir hayat görüşü oluşturmak ve bir değerler manzumesi içerisinde bulunduğu topluluğa nizam vermek enerjisini taşıyor olması idi. İhtilâl sonrası süreçte dünyevîleştirme ve ciddî dâvâlardan uzaklaştırma sonucu ufku futbol ve maddî kazanımlarla sınırlanmış, sezgilerden uzak, duygu zenginliğini yaşayamayan ve bunun sonucu olarak kısır bir ruh dünyasının ve beton binaların arasına hapsedilmiş medeniyetin aldatıcı ışıkları ile ruhlarını aydınlatmaya çalışan, ancak içleri zifiri karanlıkta bir gençlik oluştu. Satanizm, metalcilik, uyuşturucu bağımlılığı gibi uçlarda yaşananlar, kolektif depresyonun ortaya çıkardığı marjinalleşmenin bir sonucu olmalıdır. Ruhtan yansımalar maddî dünyanın ve sosyal ortamın genel ritmi ile âhengini bulmadığında şekillenmek üzere dışa uzanan mânevî uzuvlar sürtünmeler ve çatışmalar sonucu yaralar alacak ve benlik hayata dair gelişmelere yönelik ve dünyayı anlamlandırmak için var olan bütün enerjisini kaybedecektir. Bundan sonraki süreç kendinden, ailesinden, toplumdan ve varlık âleminden kaçıştır ki en nihaî noktası maddî ya da mânevî anlamda intihardır. Bütün bunların içerisinde en kötüsü ise, özünden kaçmakla birlikte o özü şekillendiren ve isimlerinin güzelliği ile ruha ve bedene hayat veren Yaratıcıdan, yani Hâlık-ı Kâinat’tan kaçıştır. Son dönemlerde toplumun bütün katmanlarında, özellikle de gençlerde yaşanan değersizleştirme ve değersizleşme sürecinde kaybedilen en önemli şey, âlemi rahmeti ile kuşatan sonsuz güzelliğin sevgisinden uzaklık olmalıdır. Bu hâl kişiye enerji veren, onu hayata bağlayan ve bağlantısı olan kaynağın değeri ile değerlendiren muhabbetin âleminden kaybolması ve bunu kolektif alana yansıtması sonucunu doğurmaktadır. Bu durumda varlığın genel ritminden kopuk, yani fıtrattan uzak, özleri ile çatışma halinde olan, bunu da sosyal hayata savaşlar, çatışmalar ve anarşi şeklinde yansıtan topluluklar oluşacaktır. Sağlıklı fertler, hayata bağlılığı yitirmemiş, varlığın bütününden yansıyan sevgiyi ruhunda yansıtan enerji dolu kişilerdir. Sağlıklı toplumlar da, bu kişilerin oluşturduğu topluluklardır. Benliği ve varlığı anlamlandıramamış fertlerin oluşturduğu toplulukların akıbetinin kolektif depresyon olması kaçınılmaz gibidir. Bu depresyon, çoğu zaman değerlerde çökkünlük ve bunun sonucunda yıkıma yönelik hareketlilik ve enerji şeklinde karşımıza çıkar. Fertler gibi toplulukların da şehevî, gadabî ve aklî kuvvelerin orta hattından geçen istikametli yolu bulmaları ve bu doğrultuda hareket etmeleri, sevgi dolu bir dünya için olmazsa olmaz bir şart şeklinde önümüze çıkmaktadır. Her türlü depresyonda olduğu gibi kolektif depresyonda da çözüm yolu, Âlemlerin Rabbi’nden varlık âlemine yansıyan sevginin sıcaklığında ve ışığında yaşamak ve sosyal bir yapı olarak istikameti muhafaza etmektir. Bu anlamda ümitsizlik, Hâlık-ı Kâinat’tan kopuşu ifade ettiği için büyük günahlardan sayılıyor olmalıdır. İman bir bağlanma anlamına geldiğine göre bu bağı koparmayan ya da farkındalığından uzaklaşmayan topluluk ve fertlerin hayatında depresyonun yer almasından ve kolektifleşmesinden bahsedilemez. Bütün problem, bu bağın kopmasından, algılanamamasından ya da yanlış algılanmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Depresyondan uzak topluluklar dışa açılmalı ve sahip oldukları neşe ve sevgiyi varlığın İlâhî neşesi ile bütünleştirip bütün insanlığa ve varlık âlemine yaymalıdırlar. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Darbeciler zorda kalsın! |
D ünyanın neresinde olursa olsun, meydana gelen ‘darbe’ler Türkiye’nin de dikkatini çekiyor. Çeçmişinde ortalama her 10 yılda bir darbe yaşayan bir ülkede, başka ülkelerde yaşanan darbelerin merak edilmesi tabiîdir. Şimdilik son darbe, Orta Amerika ülkesi Honduras’ta meydana geldi. Honduras’ta da ordu yönetime el koymuş ve Devlet Başkanı Manuel Zelaya’yı tutuklayarak ‘ülke dışına’ sürgüne göndermiş. “Honduras’ta meydana gelen darbeden bize ne?” dememek lâzım. Çünkü nerede olursa olsun ‘darbe’ bir felâket. İnsânî noktadan darbelere karşı çıkmak lâzım. Bu darbeden sonra komşu ülkeler başta olmak üzere dünya ülkelerinin darbecilere karşı çıkması da hayra alâmet sayılmalı. Malûm, ‘büyük devletler’ desteklemedikten sonra dünya üzerinde darbelerin yaşaması kolay değil. Eh, bugün Honduras’taki darbeyi desteklemeyen ‘büyük devletler’ muhtemelen Türkiye’de planlanmak istenen ‘darbe’lere de destek vermez. Zaten dünyanın hâl ve gidişi, darbecilerin destek göremeyeceğini hatıra getiriyor. Ülkemizde de son yıllarda ‘darbe’ yerine ‘post-modern darbe’ ya da ‘andıç’larla bu işlerin görülmek istenmesi bu sebepten değil midir? Geçmişte yaşanan darbeler büyük ölçüde ‘büyük devletler’in de işine geliyordu. Çünkü onlar, hak, hukuk ve adaleti sadece kendileri için gerekli görüp, başka ülkelerin nasıl idare edildiğiyle pek ilgilenmiyorlardı. Hatta ve hatta, Türkiye gibi ‘gelişmekte olan ülkeler’in demokrasi ile idare edilmeleri işlerine gelmiyordu. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde yöneticiler halka hesap verdiği için ‘yanlış’ işler yapmak kolay değil. Ama darbecilerin yönettiği ülkelerde ‘arkadaş selâmı ile’ işlerin hallolması mümkün. Nitekim, Türkiye’nin elinde büyük bir koz olarak duran “Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne ‘olur’ verme şartı”, 12 Eylül ihtilâl liderinin “bir arkadaş selâmı ve ricası” üzerine karşılıksız ‘hibe’ edilmiş ve Yunanistan kendi açısından ‘tereyağından kıl çeker gibi’ NATO’ya dönebilmiştir! Artık dünyada da şartlar değişti ve ‘insan’lık uyandı. Bugün Amerika’da yaşayan ‘insan’lar, ülkelerinin çifte standart uyguladıklarının farkında ve buna derinden muhalefet ediyorlar. Bunu en çarpıcı şekilde ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında gördük. İşgal eden ülke ‘kendi’ ülkeleri olduğu halde, vicdan sahibi Amerikalılar yöneticilerine karşı çıktı ve düzenledikleri protestolarla ABD ordusunu Irak’tan çekilmeye kısmen de olsa ikna ettiler. İşte bu ‘insan’lık, bugün de darbelere karşı çıkıyor ve darbeciler geçmişte olduğu gibi maddî ve manevî destek bulamıyor. Zaten Türkiye’de de ‘destek bulamadıkları için’ darbe yapamayanların olduğu hep söyleniyor. 12 Eylül ihtilâli sonrası “Bizim çocuklar başardı” diyen ABD yöneticilerinin yerinde şimdi “Demokrasi içinde kalın” diyenler var. Belki bu durum da yine onların bugünkü ‘maddî menfaatleri’ icabıdır, ama neticede darbeciler kaybetmiş oluyor... Bütün dünya, bütün insanlık; her nerede olursa olsun ‘darbe’lere karşı olduğunu ilân ederse ve gereğini de yaparsa hangi darbesever bu sevgisini icrâ safhasına koyabilir ki? Mevlâm, ‘darbecilerin ve darbeseverlerin’ zorluklarını arttırsın ki, bir daha darbe yapamasınlar. Âmin. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
NATO, Rusya'nın gücünü kabul etti. Gürcistan sana feda olsun! |
Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasıyla dondurulan NATO-Rusya Konseyi ilişkileri yeniden kuruldu. 29 NATO üyesi ülke dışişleri bakanı geçen Cumartesi günü Korfu’da yaptıkları toplantıda ilişkilerin yeniden kurulmasına karar verdi. NATO Genel Sekreteri Jaap de Hoop Scheffer, Gürcistan konusundaki fikir farklılıklarına rağmen Afganistan’da istikrarın sağlanması, silâhlanma kontrolü, kitle imha silâhlarının yok edilmesi, uyuşturucu kaçakçılığı, korsanlık ve terörizm konularında ortak güvenlik çıkarlarına sahip olduklarını belirti. Ortada tuhaf bir durum var. NATO’nun Rusya’yı Gürcistan saldırısı sebebiyle kınamasının üzerinden henüz aylar geçmişken, Rusya bu arada BM kararlarına aykırı olarak Abhazya ve Güney Osetya’yı tanımışken, Gürcistan’ın uluslar arası hukukta tanınmış sınırları içinde halen binlerce Rus askeri bulunurken, NATO Bakanları Rusya ile ilişkileri yeniden başlatmaya hem de geliştirmeye karar veriyorlar. Halbuki Rusya ile NATO, Gürcistan savaşı esnasında karşı saflarda yer aldı. NATO, dolaylı olarak Gürcistan’a destek verdi. Bu desteğini, Putin’in şiddetli eleştirileri ve uyarılarına rağmen, Mayıs başında Gürcistan’da yaptığı tatbikatla devam ettirdi. Rusya Başbakanı Putin, “Bütün bunlara rağmen askerî tatbikat yapmaya karar verdiler. Bu, mevcut (Gürcistan) yönetimine destekten başka bir şey değildir” demişti. NATO, ABD ve AB, Rusya’nın Gürcistan saldırısı karşısında tamamen güçsüz kaldı. NATO adayı olan Gürcistan’ı destekleyemedi. Bu saldırı ülkeyi böldü. Ancak Putin hâlâ tatmin olmuş değil. Saakaşvili’yi devirmeden de rahat edemeyecek. Son zamanlarda ülke içindeki karışıklıklarda Rusya’nın parmağı olduğu aşikâr. Sorunlar bunlardan da ibaret değil. Rusya, Abhazya’da askerî üs inşa etmeye karar verdi. Avrupa Konvansiyonel Silâhlı Güçler Anlaşmasının uygulamasını tek taraflı olarak askıya aldı. Böyle bir durumda, NATO, Rusya ile ilişkilerini yeniden hızlandırmaya karar veriyor. Bunun sorunların çözümü için ortak zemin oluşturacağını da gerekçe gösteriyor. Aslında bu karar Saakaşvili’yi bir kez daha yalnız bırakmanın da ötesine geçiyor, bu ülkeye ihanet anlamına geliyor. Böyle bir durumda dostluğunu gösterip Gürcistan’ın NATO üyelik sürecini hızlandırması gereken örgütün, bunun yerine, Gürcistan’ın seçilmiş liderini devirmek isteyen Rusya ile ilişkileri sıkılaştırması tam bir çelişki. Türkiye de bu kararı onaylayan üyeler arasında. Umarız bu karar Türkiye’nin bölgedeki arabuluculuk rolüne ve güvenilirliğine zarar vermez. Anlaşılan o ki; ABD öncülüğündeki NATO, Rusya’nın silâhlı mücadele gücünü test etti ve sonucu gördü: Rusya, kendi nüfuz alanı içindeki her türlü olaya hızlı ve güçlü bir şekilde müdahale edebiliyor. Bunun üzerine NATO, bükemeyeceğini anladığı bileği öperek işbirliği yoluna gitmeye karar verdi. Aslında bu karar ABD ile Rusya arasındaki ilişkilerde iyimser bir dönemin başladığının ilk işareti değil. Kısa süre önce de Kırgızistan, meclis kararıyla kapatmaya karar verdiği Manas ABD üssünü –kuşkusuz Rusya’nın onayı ile- açık tutma hususunda ABD ile anlaşmıştı. Kafkaslar ve Asya’daki Türkî cumhuriyetlerde süren bu satranç oyununda yakın dönemde başka hamleler de göreceğiz. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Sevmediğiniz insan (varlık) sayısı kadar, negatif enerji taşıyorsunuz demektir |
SEVMEMEK BİR YÜKTÜR Sevmemek negatif bir enerjidir. Düşmanı bile olsa, sevmemek olumsuz bir eylemdir. Düşmanın varlığı bile, bazı duyguları yerinde kullanmak için hikmetlidir. Sevmemek, içinde negatif enerji taşıyan, taşıdıkça ağırlaşan ve zamanla çevreyi de kirleten bir ağır yüktür. Bu yük ne kadar artarsa ve süreklilik kazanırsa, hayat da o nispette zorlaşır ve taşınmaz, yaşanmaz hale gelir. Bütün mutsuzlar, kırgınlar, dargınlar, alınganlar negatiftir. Sevmediğimiz kendimiz, çevremiz, komşumuz, mahallelimiz, şehirlimiz; sevmediğimiz radyodaki san'atçı, takımımız, rakip takımımız; yediklerimiz, içtiklerimiz; kullandığımız eşyalarımız, tişörtümüz, ayakkabımız hepsi birer taşınması güç yüktürler. Onun için, ‘Sevmiyorum’, ‘nefret ediyorum’, ‘tiksiniyorum’, ‘iğreniyorum’ ifadeleri tam birer hastalık emareleridir. Hayatımızda hiç görmek, karşılaşmak istemediklerimiz var ya, onlar tam birer iç kirleticidirler, negatif güç kaynaklarıdırlar. Birileri tarafından ‘sevilmediğini’ bilmeden yaşamak, sevilmeyen için değil, sevmeyen için ne zehirli bir gıdadır. Bu, tam bir tek taraflı ilân edilmiş karartma operasyonudur, kendi ışığını, kendi söndürmek gibi bir şeydir.
SEVMEK HAYATIN TADI DEMEK O zaman, ne yapıp etmeli, sevmediğimiz insanların sayısını azaltmalıyız. Her sevmediğimiz insan bir ciddî enerji kaybıdır. Hemen işe koyulmalı ve çok samimî olunmasa da, mesafeli irtibata geçilmeli. Yani karanlık odanın ışığını yakmak için dokunmalı düğmeye. Çok parlak olmasa da, yanmalı, yanıyor olduğu anlaşılmalı ışıkların. Bağlantıları koparmadan, içiçe de olmadan yaşamalı. Çünkü samimî dost olunan için düşman olmak; düşman olan için ise samimî olmak mümkündür.
SEVMEDİĞİMİZİN BULUNDUĞU ŞEHRİ DE SEVMEYİZ Sevdiklerimizin bulunduğu şehre gitmek istemek ne kadar içimizi çekerse, sevmediklerimizin bulunduğu şehre gitmek de o nispette içimizden gelmez. Yani nasıl ki, bir göz hatırı için nice gözler seviliyorsa; bir gözü görmemek için de nice insanların, varlıkların bulunduğu koca şehirleri görmek istememek, sevmemek o nispette rahatsız edicidir.
SEVMEDİKLERİMİZ, HAYAT ALANIMIZI DARALTIYOR DEMEKTİR Öyle ya, ne kadar çok sevmediğimiz varsa, o kadar çok ciddî bir alan daralması yaşıyoruz demektir. Evimize giderken ki, mahalle yolumuzdaki kırgınlık yaşadığımız bakkalın varlığı, bizim için çok ciddî bir kirletici olmuştur. Aslında kendi kendimize kirletici bulmuşuz demektir. Hatta bakışlarını beğenmediğimiz o komşu, hayatımız için çekilmez bir hal almış demektir. O zaman, yan bakanların, dik dik bakanların, üstten bakanların, sinsice bakanların, düşmanca bakanların sayısını ne yapıp edip azaltmalıyız. Yoksa hayat bu duyguları yaşayan için azaba dönüşür. Hatta bir sevmediğimiz sebebiyle, çok sevdiklerimizi de kırabilir, üzebiliriz. Buna da hakkımız yoktur.
YAPMADIĞIMIZ İNSANÎ SORUMLULUĞUMUZ, POZİTİF ENERJİ KAYBI DEMEKTİR Yerine getirmediğimiz her bir insanî halimiz, bize negatif enerji yükler. Ziyaret etmediğimiz bir hasta, bir pozitif enerji kaybıdır. Gönlünü almadığımız yaşlı komşu, hayat dalgamızı bozar. Kıymetini takdir etmediğimiz eşyalarımız, şükrünü eda etmediğimiz sağlığımız, fark etmediğimiz nefesimiz hepsi birer pozitif enerji kaybıdır. Farkındalık, yaşananların anlamını okumak ve onların üzerinde taşıdıkları pozitif enerjiyi almak demektir.
GIYBET, BİR İÇ KİRLETİCİDİR Yanımızda olmadan, hakkında konuştuğumuz insanın, üzerimizde oluşan hakkı, hayat dalgamızı bozan bir etkendir. Bırakın insanı, bir hayvanın bile, bir eşyanın bile dedikodusuna müsaade edilmemesi, iç kirlenmenin nerelerden başladığına dikkatler çekilmektedir. Helâlleşmedikçe, insanların güler yüzüne kavuşmadıkça, varlığın maddî ve manevî hakkını vermeye çaba sarf etmedikçe, negatif enerji yüklenmesi devam edecek demektir. Üzerimizde hakkı olan sevmediğimiz eşyalar, içimizin ısınmadığı mekânlar, gözümüzde anlamını yitirmiş birer boş unsur haline geliveriyor. Burada boşanan insandır aslında. Yine, ne yapıp edip helâlleşmeli yaratılmışlarla. Pozitif enerji yüklenmesi, varlığı sevmekle mümkündür.
DUYGU İNTİHARI NE DEMEKTİR? Sevmemek bir duygu intiharıdır. Yani verilen cihazatı ve programı amacı dışında kullanmaktır. Bu da bir bozulmadır. Onun için daha çok sevmemek, daha çabuk bir intihardır. İntihar; ben kendimi, kendimle ilgili olan her şeyi, hayatıma temas eden bütün unsurları, varolmayı, varolanları, hiçbir şeyi sevmiyorum demek değil midir? Akbabanın, yemek için ölmesini beklediği çocuğun fotoğrafını çeken san'atçının, neden hayatı zehir oldu dersiniz? Neden intihar etti? Çünkü insan olmak, yaşananlara seyirci olmak demek değildir. İnsandaki bu mekanizma buna müsait değildir. İnsanın içindeki kalp, akıl ve vicdan; kendi için, çevre için, varlık için bir şeyler yapmayı gerektiriyor. Yoksa duyarsızlık hali, en az aşırı duyarlılık kadar bir bozulmadır. Onun için ne yapıp etmeli ve bütün yaratılmışları, hiç değilse Yaratan hatırına sevmeli ve onlar için bir şeyler yapmalı insan. Aksi halde, fıtrata zıt hareket, İlâhî gazaptan önce, iç gazabın insanı yiyip bitirmesi demektir. Yıkımı önce içte başlatmak demektir. İnsan, kendi kendinin mekanizmasını bozunca, o insan zaten karanlığa müsait hale geliyor. Cehennemini önce kendisi kuruyor insanın. Tabiî Cennetini de. Şecere-i Zakkum ya da şecere-i tuba, yaşanan hayatın neticesinde ortaya çıkan bir meyvedir. Biz muhabbet fedaileriyiz, o zaman sevmeye devam diyoruz. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Keşke aynalar hep bizi gösterse... |
alışmayı sırtımıza alırsak nasıl ki dilencilik yükünden kurtuluruz, öyle de okumayı sırtımıza değil elimize alırsak akıl ve fikir dilenciliğinden kurtuluruz... Başkalarının ağzına baktırmak, dilinden dökülecekleri beklemek nereye kadar... Bize ve aklıselim sahibi herkese yakışan önem verdiğimiz, kıymetlidir, ehemmiyetlidir dediğimiz konuları, mânâları bizzatihi kendimizin özenle ve dikkatle okuyarak, araştırarak ve anlayarak öğrenmesidir. Enenin zirvelerinden inerek, düz ovada nefsimizin burnunu inatla ve ısrarla yerlere sürttürebilmeliyiz... Bu ise ancak okuyarak ısrarla ve büyük bir istekle kendimize; akıl, ruh, kalb ve sır ile bütün lâtifelerimize hitap edecek şekilde müdakkikane, ciddî bir mütalâa ile düşünce ve fikir babında nefis ve şeytanımızı susturmakla olabilir. Herkes başkalarına bakıyor. Başkalarından meded bekleyecek halde kendisini görüyor. Evet başkalarından yardım beklenir. Başkalarıyla başa gelenler ve yapılacak işler paylaşılır. Ancak evvela insan ve Müslüman olarak kendi üzerimize düşen görevleri, vazifeleri yapmalıyız yerine getirmeliyiz... İnsanların üzüntülerine, Müslümanların hüzünlerine genel olarak baktığımız zaman hep başkalarının üzerinden değerlendirmeler ve hükümlere varıldığını görüyoruz. Dünya işleri için ve asıl olarak da ahiret ve ahirete dair işler için insanların ve Müslümanların kendileri noktasından bir kaygılarının, düşünce ve değerlendirmelerinin olmadığını görüyoruz... Üzülecek ve aslında ağlanılacak esas önemli noktalarda bunlar oluyor zaten... Şimdi kaybettiklerimize ah vah etmek zamanı da değil elbette... O zaman bize hemen ve acilen gerekli olan istikbale, geleceğe ümidle, iman nazarı ve kuvvetiyle, aşkla şevkle bakmamız ve okuma, çalışma, koşturma gayretlerimizi sergilememiz gerekmektedir. Bu işin en birinci ve sonuncu desteği, sonuca götürücüsü, bağlayıcısı ise BİSMİLLAH diyerek okuma ve mütalâa çalışmalarına başlamamızdır. Aysbergleri eritmeye veya dağları devirmeye formüllü çağrılar, dâvetler yapmıyoruz... Sadece ve sadece kendimize, nefsimize okumaya, anlayarak ve severek okumaya bir gayret ve çalışmada bulunmaya çağırıyoruz... İstek ve gayret bizden tevfik ve muvaffakiyet Allah’tan... Bu yolda başarılı olmak niyet ve dileğiyle İnşaallah. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Bilmek ve yapamamakBilmek yapmak ve yaşamak için yetmiyor çoğu zaman. Bazı anlarda hiçbir şey bilmem |
Bilmek yapmak ve yaşamak için yetmiyor çoğu zaman. Bazı anlarda hiçbir şey bilmemek daha kolay ve rahat hayatı beraberinde getiriyor gibi. Zira “Ya nasip” kelimesi, en sıkıntılı anlarda bir can yeleği gibi yetişiyor bu kişilerin imdadına ve yükünü gemiye bırakan yolcu gibi rahatlıyorlar. Hiç dikkat ettiniz mi bilmem… Kırsal kesimde yaşayan insanlar, şehirde yaşayanlardan daha mutlu. Ya da okuma yazması olmayan birçok kişi, yıllarca okuyan insanlardan daha olumlu. Yaşadıkları acılar onları biraz daha güçlü yapıyor, yıpratıp perişan etmiyor ve “İnsanız her şey olabilir” düsturuyla bu dünya hanından göçüp gidiyorlar. İlginç ama “biliyorum” diyen kişilerin hayatı ise ne yazık ki darman duman. En ufak bir olay da yıkılan, kendini derbeder edip, hayatla ilişkisini koparanlar ve tek bir yaşanmışlık üzerine bütün hayatını bina edenlerin, bu kişilerin içinden çıkması şaşılacak bir durum olsa gerek. Öğrendikçe, öğrendiklerimiz hayatımızı alt üst ediyor ve daha çok inceleyen, araştıran, didikleyen ve yargılayan bir tavır içine giriyoruz. Bir nev'î kendimizin en büyük düşmanı oluyoruz. Günlerce sınava çalışmış bir öğrencinin annesiyle konuşurken fark ettim ki; biz hayatımızı kendimize zindan etmişiz. Ancak haberimiz yok. “Yıllardır çalışıyordu yavrum. Tatil nedir bilmedi. Kendini tüketti. O kadar emindim ki iyi bir sonuç alacağından… Ama olmadı işte. Şimdi her gün birbirimize baktıkça ağlıyoruz. Bir şey demiyoruz ama dayanamıyoruz. Gitti yavrumun emekleri” derken gözleri dolmuştu bayanın. Üzülmek istedim hallerine ama olmadı. Sadece şaşkınlıkla “O kadar çalışmasının karşılığında hiçbir yer gelmez mi acaba?” “Hayır, geliyor. Olsun daha iyi olmalıydı.” Sözleri, kadere rıza göstermenin hikmetini bir kez daha nazarıma sunmuştu. Başıma herhangi bir olay geldiğinde, saatlerce bana teselli veren bu hanımın, şimdi kendi olayı karşısında çaresizliği beni üzmüş, birçok şey bilmenin insana kendi hayatında çok mesafe kat ettirmediğini bir kez daha fark etmeme sebep olmuştu. Günlerdir uykusuz geçirilen gecelerin habercisi olan gözlerindeki morluklar, bir hiç uğruna hayatını mahveden, adı kültürlü bu insanlara üzülmekten ve acımaktan başka bir his uyandırmadı bende. Zira ne desem benden daha güzel cümlelerle tamamlıyordu kelimelerimi. Oysa elinden geleni yapan ve sınavdan sonra “Vardır bir hikmeti. Rabbim hayırlısını bilir.” diyerek kendini ve evlâdını rahatlatması gereken bu anne, kendine ve çocuğuna ne kadar zarar verdiğinin farkında değildi. Farkında değilse, bu kadar bilmenin faydası neydi? Sonra hayatımda fırsat verildikçe, dakikalarca ahkâm kesen ancak söylediklerinin yarısını uygulamayan kişilerin çokluğunu görünce… Bu halin artık bir toplumsal hastalık olduğuna karar verdim. *** Siz en iyisi yaşları sizden büyük yâ da küçük kişilerin bu şekilde ahkâmvari sözlerini işittiğiniz de, hele kendileri her şeyi bitirmiş, “Şöyle yapıyorlar, böyle yapıyorlar” diyenlerine de rast geldiğiniz de; okunanları dinleyip yolunuza devam edin. Ve unutmayın, kişiler değil, satırlar rehberdir her zaman. Bir bilip bir yaşamak duâsıyla… 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Kâinat kitabını okurken |
nlara söyle ki, ancak Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” 1 İnsanlar genelde dünyada biriktiregeldikleriyle sevinir, ferahlanmaya çalışırlar. Oysa meâlini verdiğimiz bu âyet bizim asıl sevinmemiz, ferahlanmamız gereken hususlara dikkat çekiyor. İnsan nelerle sevinmeli, ferahlanmalıymış? Allah’ın lütfuyla, rahmetiyle. Neler olabilir bu Allah’ın lütuf, fazl ve ihsanları? Sözler’de2 bunlar bir bir sayılır. Cenâb-ı Hak bize bütün bütün hayır olan varlık elbisesini giydirmiş, iştihalı bir mide ihsan etmiş ve Rezzak ismiyle o midenin önüne bütün yiyecekleri bir nimet sofrası halinde sermiştir. Sonra hassasiyetli bir hayat vermiş, göz kulak gibi organları o hayat midesinin elleri yapmış ve o midenin önüne de yeryüzünü geniş bir sofra hâlinde koymuştur. Üçüncü safhada çok manevî rızık ve nimetleri isteyen insaniyeti lûtfetmiş, mülk ve melekût âlemlerini geniş bir nimet sofrası hâlinde o insanlık midesi ve aklın eli yetişecek şekilde önüne açmıştır. Dahası sonsuz nimetler isteyen, nihayetsiz rahmetin meyveleriyle beslenen, en büyük insanlık olan imanı ve İslâmiyeti vermiş, önüne de mümkinât âlemiyle birlikte Esmâ-i Hüsna ve mukaddes sıfatları içine alan bir nimet, saadet ve lezzet sofrası sermiştir. Daha öte imanın bir meyvesi olan muhabbeti bağışlamakla nihayetsiz bir nimet, saadet ve lezzet sofrası daha açmıştır. Bütün bu lütuf, bağış, fazl ve ihsanlar şüphesiz birer rahmet eseridir. O rahmet ki, Besmele bahsinde işlendiği gibi ucunu bucağını bulamadığımız kâinat onunla şenlenmekte, karanlıkları onunla aydınlanmakta; nihayetsiz ihtiyaçlar içerisinde yuvarlanan yaratıklar onunla eğitilmektedir. Bir ağacın köküyle, gövdesiyle, dalıyla, budağıyla, kısacası her şeyiyle meyve için çalıştığı gibi bütün kâinatı insanın etrafında dört döndüren, yardımına koşturan da rahmetten başka birşey değildir. O rahmet şu fani insanı sonsuzluğa aday, ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapmaktadır. Böylesi bir rahmet insanı sevindirmez de başka ne sevindirir? İşte ferahlandıracak, âdetâ sevinçten uçuracak lütuf ve rahmetler! Bunlarla sevinmemizi istiyor Rabbimiz. Geçtiğimiz Pazar günü Adapazarı Geyve’de Cavit Sak kardeşimizin harika yaratılmış ağaçlarla dolu hizmet tesislerinde Adapazarlı dostlarla beraberken sohbetimizin konusu Allah’ın lütuf ve ihsanlarını mütalâa etmekti. Meşe ağaçları arasında emektar ehl-i hizmet ağabeyimiz Saadettin Çelik’in kurduğu, ikinci sema diye yadettiği üç katlık tahta evde yağmurun ışıltıları altında tefekkürün daha başka bir zevkini tattık. Üstadın elimize verdiği kâinat kitabını okuma rehberi olan Risâle-i Nurların değerini bir kere daha bütün zerratımızla hissettik. Elimizde hazır bir doküman olarak bulunan Münâcat Risâlesi, Âyetü’l-Kübrâ, Otuz Üç Pencere gibi risâleler bu okumaların kaleme alınmış şekilleriydi. Kafası karışık, kalbi yaralı, vicdanı inleyen çağımız insanları için ayrıca büyük bir lütuf ve rahmet meyveleriydi? Yabancı bir ülkede turizm rehberi gibi dünya misafirhanesinde seyahat eden bizler için hazırlanmış birer haritaydı âdetâ. Ne kadar şükretsek az değil mi? Dipnotlar: 1- Yunus Sûresi: 58. 2- 24. Söz; 5. Dal; İkinci Meyve. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
İslâmiyet milliyeti |
Müsbet ve menfî milliyet
Yaşadığı çağa damgasını vuran büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'yi, imanî konulardaki orijinal izahları yanında–ta başından beri fikirlerine müracaat ettiğimiz gibi–ülkenin bugünü ve geleceğiyle ilgili dikkat çekici görüşlere sahip bir sosyolog sıfatıyla da görebilmekteyiz. Kur'ân'ın ölçülerine dayanan tesbitleri, dün olduğu kadar bugün de geçerliliğini ve tazeliğini aynen korumaktadır. Hele, insanımızın kardeşlik ve vatandaşlık bağlarına son derece muhtaç olduğu günümüzde, onun tesbitlerinin değeri bir kat daha önem arz ediyor. İşte, biz de bu vukufiyetli aziz şahsiyetin yapmış olduğu tesbit ve tavsiyeler doğrultusunda hareket ederek, yaşanan sıkıntılardan kurtulmaya ve huzuru yakalamaya, barışı sağlamaya çalışıyoruz. Bediüzzaman'a göre Kürtçülük, Türkçülük ve sair menfi milliyet fikir ve cereyanları, İslâmîyet milliyetini parçalamak için hariçten içimize sokulmuş öldürücü zehirden başka birşey değildir. Milliyet fikrinin bu asırda çok ileri gitmesinin sebebi ise, Avrupalı zalimlerin bu hastalığı Müslümanlar içinde yayarak onları parçalamak istemeleridir. Milliyet fikrini "müsbet ve menfi" olarak iki kısma ayıran Bediüzzaman, müsbet milliyet için fikrini şu mealde beyan eder: Herkes kendi milletini sever. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman başka milletleri inkâr etme ve kendi milletini başkalarından üstün tutma mânâsında değildir. Müsbet milliyet cemiyetin dâhili ihtiyacından ileri gelir; yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebeptir. Faydalı bir kuvvet ve heyecan temin eder. İslâm kardeşliğini pekiştirecek bir vasıta olur. Buna göre müsbet milliyet, bütün Müslümanları kardeş bilmekle beraber; içinde bulunduğu kavmi, kabileyi, cemiyeti korumaya ve yükseltmeye fedakârâne çalışmak demektir. İkincisi olan menfi milliyet ise, başka milletlere düşman nazarıyla baktırır ve onları yutmakla beslenir. Daima karışıklığa ve düşmanlığa sebep olur. Âyet ve hadisler bu çeşit milliyet fikrini yasaklamış, reddetmiştir.
İslâmiyet milliyeti ve İslâm birliği
İslâmiyet milliyetinin nihaî hedefi, İslâm birliğini (İttihad–ı İslâmı) sağlamaya çalışmaktır. Gaye ve maksadı İslâm birliği olan bir kısım tarihî şahsiyetleri bu noktada kendine yakın gören Bediüzzaman, bir eserinde şunları kaydeder: "Ben bu ittihadın (ittihad–ı İslâmın) efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebebi iftirak (bölünme sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim'e biat etmişim, onun ittihad–ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira o, Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat eti. Şimdiki Kürtler, o zamandaki Kürtlerdir… Bu meselede seleflerim Cemaleddin–i Efgani, (allamelerden) Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, (müfrit âlimlerden) Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemal Bey ve Sultan Selim'dir (ki, demiş): 1
İhtilaf u tefrika endişesi Kuşe–i kabrimde, hatta bîkarar eyler beni İttihadken savlet–i a'dayı def'a çaremiz İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni
Said Nursî ayrıca, ekser Peygamberlerin Asya'da zuhûru ve çoğu hükemanın (filozofların) Avrupa'da ortaya çıkmasını, Asya'yı ayağa kaldıracak unsurun din oluşuna bağlar. 2 Ayrıca, hamiyet–i milliye denen duygunun da ancak hamiyet–i dinîyenin emrinde olmasıyla başarıya sevk edebileceğini belirtir.
Asıl hastalık kalbin merkezinde
Bediüzzaman, Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserinin "Hürriyet Hitap" bölümünde şunları ifade etmektedir: "Evvel Kürdistan'da fenalığın sebebi, Kürdistan'ın uzvu hastalanmış zannediyordum, Vakta ki, hasta olan İstanbul'u gördüm… teşrih ettim (açtım baktım) anladım ki, kalbindeki hastalıktır her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divanelikle taltif edildim." 3 Bediüzzaman'ın 19. asrın başlarından itibaren Kürtler hakkında söylediği sözler, onlara yaptığı nasihat ve tavsiyeler, yazdığı makale ve eserler günümüz için de fevkalâde önem taşımaktadır. Bediüzzaman, 1907 sonlarında Doğu'nun yaşadığı problemlere dikkat çekmek için İstanbul'a gelir ve hükümete bir dilekçe verir. Bu dilekçe sebebiyle başına gelmeyen kalmadıysa da, tarih onu haklı çıkarıyor ve onun nasıl bir dâvâ ve misyon sahibi olduğunu gözler önüne seriyor.
(Yarın: Dilekçe ve sonrası) .................................................... 1) Divan–ı Harb–i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 29. 2) Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 328. 3) Divan–ı Harb–i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 87. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şeytanlar niçin yaratılmış? |
Şeytan da ruhanî, ancak cinlerin pis-habis kısmından, meleklerin tam zıddı varlıktır. Hayır, güzellik ve iyilik adına hiçbir istidat ve kabiliyetleri olmayan şeytanlar sırf olumsuz davranır, kötülük düşünür ve işlerler. İlâhî son mesajda, şeytanların başının İblis, asıl isminin “Azâzil” olduğu, “nâr-ı semum” denen zehirli ve ısısı yüksek bir ateşten yaratıldığı beyan edilir: “Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.”1 Ateşten yaratılan şeytan, Hz. Âdem’in (as) topraktan yaratıldığını ileri sürerek, kibirinden Allah’ın “Âdem’e secde et / saygı göster!” emrine isyan ettikten sonra, “İblis ve Şeytan” adını almıştır. Evvelâ şeytan, Allah’ın insanı üstün kılmasını hazmedemeyerek kendi üstünlüğünü iddiâ etmiştir. Hâlbuki Allah, insana, bütün yarattıklarının üzerinde kabiliyetler vermiş ve onun üstünlüğünü meleklere, ona secde etmelerini emretmek sûretiyle göstermiştir. Sonra şeytan, Allah’ın emrine isyanından dolayı tövbe etmesi gerekirken, isyanını müdafaa etmiştir. Bununla da yetinmeyip intikam almaya ahdetmiş, Allah’tan ise af ve mağfiret değil, intikam için mühlet talebinde bulunmuştur. Bu talebinin kabulü de, neticede onu şükre ve tövbeye sevk etmemiş, kin ve isyanını arttırmıştır. Bu, bir kimsenin inat ve gurur sebebiyle melekler seviyesinden şeytanlığa kadar alçalabileceğini gösteren ibret levhasıdır. Burada “şeytanın ve çirkinliklerin yaratılması” meselesine kısa bir bakış atalım: İnsan aynı zamanda nefsî, yani olumsuz duygularla örülmüştür. İmtihan ve yükselmenin gerçekleşebilmesi için, şeytanın tasallutuna maruz kalması gerekir. Yani insaniyet bu sayede ortaya çıkmaktadır. Eğer nefis ve şeytan olmasaydı, insan olunmaz, ya melek veya hayvan gibi, makamlar sabit kalırdı. Şeytan, Hz. Ebûbekir (ra) gibi âlî / yüksek ruhlar ile Ebu Cehil gibi sefil ruhların birbirinden ayrılması için yaratılmıştır. Tıpkı madenlerin birbirinden ayrılması için ateşe tutulması gibi... Birbiri içinde karışık bulunan madenlerin, meselâ altın ile bakırın, elmas ile kömürün birbirinden ayrılması için ocaklarda üzerlerine ateş verildiği gibi; ehl-i imanın üzerine de şeytanlar ve şeytanların ortakları insiler verilmektedir. Şeytanlar olmasaydı, terakkî, yükselme, ilerleme, gelişme olmazdı. İşte, şeytan, serçelere musallat olarak onların kabiliyetlerinin gelişmesine sebep olan atmacalar gibi, insanların istidat ve kabiliyetlerinin gelişmesine sebep olmaktadır. *** Aslında şeytanın hiçbir gücü ve zorlayıcılığı yok. Sadece Allah’ın ona mühlet vermiş olduğu, Sebe’ Sûresi’nin 15’inci âyetinde de şöyle açıklanmaktadır: “Aslında şeytanın onlar üzerinde hiçbir gücü yoktur. Fakat Biz, ahirete iman edenleri ondan şüphe içinde olanlardan ayırt etmek için şeytana bu fırsatı verdik. Rabbin ise her şeyi gözetip koruyucudur.” Şeytan, insanlar için “apaçık bir düşman” 2 olarak tavsif edilmiş ve birkaç sûrede, “onun şerrinden Allah’a sığınmaya dâvet”,3 “Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür...” 4 denilmiştir. Manevî cepheden yapılan taarruz ve hücumlar, mânevî kalkanlarla bertaraf edilir. Elektriğin çarpmaması için nasıl elektrik geçirmeyen malzeme, soğuğun çarpmaması için yünlü / pamuklu elbise, cehaletin çarpmaması için ilmî elbise kullanılmaktadır. Aynen öyle de, insi, cinni şeytanların çarpmaması için de, iman, Kur’ân, duâ, zikir, şükür ve fikir gibi mânevî kalkanlar kullanmak gerekir. Felak ve Nâs Sûreleri, şeytandan korunmanın yollarını gösterir: “De ki: ‘Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!’” “De ki: ‘Sığınırım ben insanların Rabbine, insanların Meliki mutlak sahip ve hâkimine, insanların İlâhına… O sinsi vesvesenin şerrinden, o ki insanların göğüslerine olumsuz / kötü fikirler fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım.’”
Dipnotlar: 1- Kur’ân, Hicr, 27.; 2- Age., İsrâ 53; A’râf 22.; Yûsuf, 5.; 3- Age., Nahl, 99.; 4- Age., Nisâ, 119. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İman ve amel örtüşmezse |
Erkan Bey: “Mü’min ve Müslüman arasındaki fark nedir? Dininin icaplarını yerine getirmeyen, fakat ‘Ben inanıyorum’ diyen bir kişinin durumu nedir? Böyle kişileri nasıl değerlendireceğiz?”
Allah’a ve Allah’ın vahiyle bildirdiği her şeyin hak olduğuna iman edenlere Mü’min, iman ettiği hakka ve hakikate teslim olan ve boyun eğen kimselere de Müslüman demekteyiz. Aslında iman ameli; amel de imanı gerekli kılmaktadır. Başka bir ifadeyle, iman İslâm’ı, İslâm da imanı gerektirmektedir. En azından birbirinden ayrılmaz iki kıymetli değerdir. Çünkü esas olan Allah’a intisap ve bağlılıktır. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle imanda zaten, Allah’a intisap ve bağlılık ruhu vardır.1 Bu bağlılık, elbette Allah’ın hükümlerine boyun eğmeyi ve amel etmeyi gerektiriyor. Bazı imansız kişilerin İslâmiyet’in hükümlerini hakperest ve âdil bularak taraftar olduğunu, bundan dolayı kendilerine “dinsiz Müslüman” dendiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, iman ettiğini söylediği halde Kur’ân’ın hükümlerine taraftar olmayanlar için de “gayr-i Müslim mü’min” dendiğini kaydeder ve her iki tanıma oturmanın da kurtuluş getirmeyeceğini beyan eder.2 Çünkü iman, Allah’ı bir bilmeyi, Allah’ı bir bilmek de Allah’a teslim olmayı gerektirir ki,3 İslâmiyet böyle “inanarak teslim oluş”tan başka bir şey değildir. Enes İbnu Malik (ra) anlatıyor: Biz mescitte Hz. Peygamber’le (asm) birlikte otururken, devesine binmiş olarak bir adam girdi ve mescidin avlusuna devesini ıhıp bağladıktan sonra: “Muhammed hanginizdir?” diye sordu. Biz: “Dayanmakta olan şu beyaz kimse” diye gösterdik. Adam: “Ey Abdulmuttalib’in oğlu!” diye seslendi. Resûlullah (asm): “Buyur; söyle! Seni dinliyorum” dedi. Adam: “Sana bir şeyler soracağım. Sorularımda aşırı gidebilirim, sakın bana darılmayasın” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Haydi istediğini sor!” buyurdu. Adam: “Bize senin gönderdiğin elçi geldi ve iddiâ etti ki sen Allah tarafından gönderildiğine inanmaktasın. Doğru mu?” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Doğru söylemiş” buyurdu. Adam tekrar: “Öyleyse gökleri kim yarattı?” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Allah!” buyurdu. Adam: “Peki bu dağları kim dikti ve içindekileri yerli yerine kim koydu?” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Allah!” buyurdu. Adam: “Peki gökleri yaratan, yerleri yaratan ve dağları diken Zât adına doğru söyler misin, seni peygamber olarak gönderen Allah mıdır?” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Evet!” buyurdu. Adam: “Elçin iddia ediyor ki biz gece ve gündüz beş vakit namaz kılmalıyız, bu doğru mudur?” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Doğru söylemiştir!” buyurdu. Adam: “Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Evet!” buyurdu. Adam: “Elçin, mallarımızda üzerimize bir zekât farz olduğunu söyledi” dedi. Hz. Peygamber (asm): “Doğru söylemiştir” buyurdu. Adam: “Seni gönderene yeminle söyle: Bunu sana Allah mı emretti?” Resûl-i Ekrem (asm): “Evet!” buyurdu. Adam: “Senin elçin, Ramazan ayında üzerimize orucun farz olduğunu söyledi” dedi. Allah Resulü (asm): “Doğru söylemiştir” buyurdu. Adam: “Seni Peygamber yapana yeminle söyle: Bunu sana Allah mı emretti?” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Evet!” buyurdu. Adam: “Senin elçin, yoluna gücü yetene Kâbeyi haccetmenin üzerimize farz olduğunu söyledi” dedi. Resul-i Kibriya Efendimiz (asm): “Doğru söylemiştir” buyurdu. Adam son olarak sordu: “Seni gönderen adına doğru söyle. Bunu sana Allah mı emretti?” Hz. Peygamber (asm): “Evet!” buyurdu. Adam sonra geri döndü ve ayrılırken şunu söyledi: “Seni hakla gönderen Zat’a yeminle söylüyorum: Bunlar üzerine hiçbir şey ilâve etmeyeceğim, bunlardan hiçbirini de terk etmeyeceğim!” Sonra gözlerden kayboldu. Hz. Peygamber (asm): “Bu kimse sözünde durursa Cennetliktir!” buyurdu.4 İman ile İslâmiyet arasında çok sıkı bir bağ bulunmakla beraber; bilhassa günümüzde, inkârından dolayı değil, bilgi eksikliği veya zaafından dolayı istenen salih amele muvaffak olamayan Müslüman’ı muhakkak kucaklamalı ve salih amele muvaffak olması için duâ etmeliyiz. Çünkü insanları amelindeki zaafiyetinden dolayı kınamak, dışlamak veya yargılamak makbul bir davranış değildir.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 281 2- Mektûbât, s. 38; Barla Lâhikası, s. 190, 191 3- Sözler, s. 284 4- Buhârî, İlim 6; Müslim, İman 10, (12); Tirmizî, Zekât 2, (619); Nesâî, Siyâm 1, (4, 120); Ebu Dâvud, Salât 23, (486); 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Erkan Bey: “Mü’min ve Müslüman arasındaki fark nedir? Dininin icaplarını yerine getirmeyen, fakat ‘B |
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, aile içi şiddetle ilgili olarak ülkemize verdiği son ceza dünyada bir ilk. Bizi hayli yaraladı ve üzdü bu karar. Halbuki bir köklü gelenekten geliyoruz. Hâlâ Avrupa’da en sağlam temeli olan milletiz. Ama bazı noktalarda karnemiz hiç iyi değil. Karı ve koca arasındaki geçimsizlik ve şiddet; evlâtlar ve anne-babalar arasındaki tartışmalar; kardeşler arasındaki uçurumlar... Bu noktalarda oldukça dertliyiz. Her ailede irili-ufaklı şiddetin ve nefretin eserlerini görmekteyiz. Bunun birçok sebebi var: Sosyolojik sebepler, ekonomik sebepler, hissî ve nefsî sebepler, görgü kurallarının yok oluş veya zedelenmesi, dinî hassasiyetlerin kaybolması... Halbuki bir aile düzenimiz vardı. Kadınlarımız bize emanet idi. “Eğer benden başka birisine secde etmenizi istese idim, o kocalarınız olurdu” (hadis-i kudsî) hitabına lâyıktı hani beyler? Her iki tarafta da kırılmalar var şimdi. Hanımların bazıları ölçüyü iyice kaçırdılar. Erkeğini döven hanımlar bile var. Ya beyler? Onlar evin tek efesi olarak “Ali kıran baş kesen” konumunda. İstisnâlarını tenzih ediyoruz tabi.. Ama duyduklarımıza ve şahit olduklarımıza bakınca oldukça üzülüyoruz. Halbuki aile hayatı karşılıklı sevgi ve saygı ile güzelleşir; adeta cennetin bir köşesi haline gelir. Aile fertleri arasındaki uyumsuzluklar ise aileyi cehenneme çevirir. Çocuklar haylazlığa, gençler taşkınlığa başlayınca, eski tâbir ile “Yan ağla, dön ağla” hâline gelmiş aile fertlerinin dengeleri alt-üst olur. Aile reisinin bu noktada çok önemli sorumlulukları vardır. Eğer bu denge iyi kurulamaz ise, çocuklar da anne ve babalardan aldıklarını kendi dünyalarına taşırlar. Şiddet, bu defa çocukların hayatına yansır. Vuran, kıran, tahrip eden, azarlayan ve şiddetin en acımasızını hayatında yaşayan insanın kendi ruh dünyası çok korkunçtur. Şunu da unutmamak gerekiyor: Şiddeti doğuracak sorunları körüklemekten kaçınmalıdır. Yani aile bireyleri şiddetten olduğu kadar, şiddete sebep olacak olaylardan da uzak kalmalıdırlar. Kırgın ve parçalanmış ailelerin ıztırabı başka ıztıraba benzemez. Evet, dünya öyle bir meta değil ki tartışma ve şiddete değsin. Ve sevgi dolu evlerde melekler hınca hınç doludur. Şiddet dolu evlerde ise, şeytanlar cirit atar. 30.06.2009 E-Posta: [email protected] |