Nejat EREN |
|
Okuma coşkusu, tefekkür deryası |
Anadolu toprağını saran mânevî bahar havası aralıksız devam ediyor. İlk tohum 1926’larda atılmıştı, taşıyla toprağıyla mübarek belde Isparta’nın inci gerdanlığı Barla’da! Zındıka komitesinin başının: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin” tarzındaki küfrî ve sinsî planına tepkiydi bu aynı zamanda. Kaderin büyük tecellisi ile bu zındıka tuzağına karşı; “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir” (Rum Sûresi: 50.)” âyet-i celîlesinin yüz defa gözyaşlarıyla ve derin bir tefekkür hâlet-i ruhiyesi ile okunması idi işin mayası ve sır noktası! Külliyât’ta “Barla Denizi” ifadesiyle yer alan Eğirdir Gölü’nün kıyısındaki bir kayanın başında derûnî hisler, İlâhî bir ruh hâli, istikametli ve muhkem bir kalp ve müsbeti bu milletin önüne koyup çözüm üretme gayretinde olan bir sâfiyet, tevekkül ve üstün imanın bir tecellisiydi bu! Bin yıllık İslâm tarihine saldırmaya cür’et etmiş küfr-ü mutlaka karşı hakkın susmayan sesi, mukavemetiydi bu! Dar çerçevedeki ilk muhataplar, Barla ve Eğirdir’in unutulmaz dâvâ kahramanları Hulusi Bey, Sabri Efendi, Hakkı Efendi, Marangoz Mustafa, Şamlı Hafız Tevfik, Bahri Amcalardı... Sonra İslâmköy, Kuleönü, Sav, Isparta’nın yılmaz bahadırları Hafız Ali, Hüsrev, Tahiri, Mustafa Güller dâhil oldu nurlu kafileye. Kastamonu, İnebolu ve Eflâni’yi Denizli, Afyon, Emirdağ, Eskişehir takip etti. Onlar bıkmadan, usanmadan dinlediler, yazdılar ve muhataplarına hakikatleri ilettiler. Öyle bir devirdi ki saatler sanki günler gibi, günler seneler gibi, seneler asırları gibiydi. Metreler, kilometreler gibiydi. Şartlar tarif edilmeyecek kadar ağır ve zordu. Ama bu tarihe geçen “Nur Erleri” irade ortaya koydular. Gayret gösterdiler. İnandılar ve başardılar. Nöbet, eksiksiz arkadan gelenlere devredildi. Yazma devri. Ulaştırma devri. Tedbir devri. Neşir devri. Hepsi eksiksiz icrâ edildi. Zamanımıza kadar bu dâvâ eğilmeden, kırılmadan, istikametli bir şekilde geldi. Dünyanın imtihan dünyası olması sebebiyle, her zaman ve zeminin, her hâl ve şartın ayrı ayrı gerekçeleri ve de gerçekleri vardı. O zamanların birinci derecede en şiddetli imtihanı, Risâleleri elle aslına uygun olarak yazmaktı. Sonra, onları okuyup okutmaktı. Sayıları az da olsa farklı mekânlardaki Nur Talebelerine ulaştırmaktı. Kendisine eser ulaşan da onları muhtaç gönüllere ulaştırmak için her türlü yol ve zorluğu ne pahasına olursa olsun aşıp kudsî vazifesini yerine getirmekle mükellef sayıyordu kendini. Zamanımızın en büyük imtihanının artık bu eserleri okuyup okutturmanın yanında, bu hakikatlerin bire bir tatbikini yapmak olduğunu düşünüyorum. Okumadan olmuyor, olmayacak! En başta “şahsî okumalar” önemli. Ondan sonra aile efradı ve dostlarla okumak. Bundan çok daha verimli ve etkili olanı ise “grupla okumak.” İşte şimdi tam onun mevsimi. Bahar ve yaz aylarında “kâinat kitabıyla” birlikte onun gerçek mânâsını ortaya koyan, kâinatın aklı ve dengesi hükmünde olan Kur’ân-ı Azîmüşşan’dan, onun nurlarından okumak. Onun deryasında yüzmek. En büyük mesâiyi bu alanda harcamak. Anadolu Nur Erleri şimdilerde kıpır kıpır Maşaallah! Bin Bârekallah! Çocuklar, gençler, ablalar, ağabeyler herkes “okuma seferberliği” mesâisine dalmış. ‘Farklı gruplara, farklı mekânlarda en güzel şekilde nasıl kitap okutur ve birlikte okuruz?’un cevabını bulmakla meşguller. Güzel plânlar, harika organizeler. Yeni projeler! Hepsi harika ve ümit verici. Hafta sonu toplu piknikler. Mezuniyet törenleri. Mezunlar buluşması. Bir mânâsıyla “Henîen leküm!” sırrı gerçekleşmiş durumda. Aziz Üstad, mezarında mahzun değil Elhamdülillâh. Bahtiyarlığa ortak olmak isteyen, bu platformda yerini alsın. Ruhunu, kalbini, hissiyâtını âb-ı hayat kaynağı olan Kur’ân deryasının mânevî atmosferine bıraksın. Kitap okuma, hele de Kur’ân tefsirini okuma başkalarına bırakılmayacak kadar en önemli bir mesâidir, faaliyettir, nurlanmaktır, paslardan silkinmek, hayata yeniden taptaze tutunmak ve yapışmaktır. Okumalarınızın bol, idrakinizin derin, hissiyâtınızın coşkun, anlayış ve istifadenizin geniş, kalbinizin tatmin ve hoş olması dilek ve temennilerimle... 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
İnananların birleştiği nokta: Kâbe |
Ne olursan ol, hangi ırktan, hangi mezhepten, hangi renkten ve hangi beldeden olursan ol, inananların, Allah’a iman edenlerin, Müslümanların işaret parmaklarının gittiği mekân, ellerin avuçların tekbir sadası ile yöneldiği mekân, önünde Allah için baş eğilen ve secdeye gidilen mekân, olgunluğu ve azameti ihtivâ eden siyah örtüsüne bakmak bir ibadet olan mekân, gözyaşlarının sel gibi aktığı, mânevî iklimlerin her mevsim yaşandığı mekân, mazinin bütün izlerini gösteren, öğreten ve dellâlı olan mekân, şeksiz ve şüphesiz Kâbe-i Muazzama’dır. Bu kıblegâhı, bu İlâhî emrin mihrak noktası, beş vakit teveccüh ettiğimiz Kâbe’yi anlatmak ve yazmak, bitmeyen satırlar ve kalemler ister. Geçen hafta gözlerimi açtığım Van’da bazı arkadaşlar sordular “Nerelisin?” diye. “Hindistanlı’yım” dedim, “Çünkü Âdem babamız (as) oraya inmişti. Şimdi, 1.650 etnik kesim var ve nüfusu 1 milyar 100 milyon. Biz onun torunuyuz.” Baktım ırkçılık ortadan kalktı gitti ve “Kâbe’de beraberiz” dedim. İşte ilk babamız, asırlar önce feryadı figan içinde Rabbimizden Cennetteki gibi bir “beyt-i ma’mur” ister. Emr-i İlâhî içerisinde ve meleklerin de yardımı ile bugünkü yerde Kâbe-i Muazzama inşâ ve ardından tavaf edilir. Yine asırlar sonra bir çok tarihî sır içinde Hz. İbrahim Peygambere (as) yine emr-i İlâhî içinde yeniden tamir ve inşâsı emredilir ve yine cennetten indirilen Hacerü’l-Esved taşı yerden 1,5 metre yüksekliğe yerleştirilir. Elbette Kâbe’yi sevenler olduğu gibi yıkmak isteyenler de vardı. Bunların başını çekenlerden birisi Yemen valisi Ebrehe, büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli “Mamud” adlı fili önde olduğu halde Mekke’ye altmış bin asker ile yöneldi. M.S. 571 yılında. Efendimizin (asm) dedesi Abdülmuttalib, “Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin de sahibi var, O onu korur” diyerek, develeri ve bütün ailesini alarak dağlara çıktı. Kâbe’ye hücuma kalkan zalim Ebrehe ve ordusu semadan milyonlarca ebabil kuşunun ağızlarından attıkları nohut büyüklüğündeki ateş topları karşısında helâk ve perişan olup kaçtılar. Kâbe’nin sahibi onu korumuştu. Kısa bir müddet sonra Efendimiz (asm) ve eşi, annemiz Hz. Hatice (r.anha) ve Hz. Ali (ra) müşterek tavaf yaparlar. Fakat Ebûcehil taifesinin müthiş hücumuna ve hakaretlerine maruz kalırlar. Nihayetinde emr-i İlâhî ile Efendimiz (asm) hicret eder. Hicretten 8 yıl sonra 10 bin kişilik bir ordu ile Mekke fethedilir. Kâbe’nin içindeki bütün putlar işaret-i Peygamberi (asm) karşısında hep yıkılır ve temizlenir. İsra 81. âyet nazil olur: “Hak geldi batıl zâil oldu.” Bu âyetin bugüne bakan mânâsı da ayrı bir makale. (Bakınız: B. S. Nursî, Muhakemât, 8. Mukaddeme) 2008 hac döneminde 5 milyon kişi günlük tavaf etti. Bugün itibariyle günlük yüz binleri ve milyonları aşan ehl-i imanla umre tavafı devam etmektedir. 14 asır ile bugün kıyaslandığında, müjdelerin tahakkuk ettiği bir gün ve asırda olduğumuz çok açık olarak görülmektedir. 14 asırdır farz namazları hariç ve 24 saat hiç durmadan tavaf edilen dünyanın mihrak noktası nazargâh-ı İlâhî ve en çok tekbirin getirildiği ve dünyanın en büyük zikirhanesi Kâbe-i Muazzama’dır. Onun karşısında huşu ile dururken, rikkat ve dikkatle dinlerken, tavafın ritmine ve nağmesine katılırken dünya ve her şey unutulur. Güneşin kendi mihrak noktasında dönmesi, dünyanın hem dönmesi hem de sür'atle seyri, atom parçalarının dönmesi, bütün zerrâtın neşvü nema bulması, Kâbe-i Muazzama tavafındaki huşu dönüşleri, tekbir sesleri ve ilâhî haykırışlar karşısında semadan yere, yerden semaya bakıldığında bir “amud-u nuranî”nin tecelli ettiği aşikâr görülmektedir. Böyle bir İlâhî musîkinin dışında kalmak ne büyük hicran ve ne büyük bir elemdir. Ah keşke bu İlâhî nağmelere onlar da katılsalar ve onlarla birlikte vatan-ı aslîmize gitsek. 2009 itibarıyla 2 milyara ulaşan Müslümanlar, büyük dünya ailesi içinde ve 193 ülkenin neresinde bulunursa bulunsunlar, Kâbe’ye dönerek kaldırdıkları elleri kayıt altına alınmaktadır. Hacerü’l-Esved’e dikkatle bakıldığında bir İlâhî kamera tarzında kayıt yaptığı görülmektedir. İlim dünyası, fizik ve kozmoğrafya âlimleri bunun için çalışma yapmaktadır. Her ânı Allah için geçen Kâbe’de bir olmak, ne büyük bahtiyarlıktır. 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İman ve hayat |
Adana’dan okuyucumuz: “İman ile hayatımız nasıl bütünlük kazanacak? Amele yansımayan bir iman kurtuluş vesikası olabilir mi? Risâle-i Nur okuyanın imansız kabre girmeyeceği müjdesini açıklar mısınız? Ne demektir? Bir an-ı seyyale iman ve intisap ne demektir?”
İmanımız da, hayatımız da Allah’ın lütfu, ikramı, hediyesi, ihdası, ihyası, rahmeti. İmanımız Allah’ın yakınlığı. Hayatımız bu yakınlığın keşfedicisi ve algılayıcısı. Her ikisi de Allah’tan. Her ikisi için de sadece Allah’a şükür borçluyuz. İrademizi Allah’ın yardımıyla imanımızı hayata geçirmek doğrultusunda yönlendirerek imanımızı yaşamaksa, yani imanımızı amele yansıtmaksa bizim yükümlülüğümüz. Süfyan İbnu Abdullah es-Sakafî (ra) anlatıyor: “Dedim ki: Ey Allah’ın Resulü, bana İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka hiç kimseye İslâm’dan sormaya ihtiyaç bırakmasın.” Resûlullah Efendimiz (asm) şu cevabı verdi: “Allah’a inandım de; ve sonra dosdoğru ol”1 İşte bütün mesele bu: “ ‘Allah’a inandım’ demek; sonra dosdoğru olmak!” Dosdoğru olanlar, yapmakla yükümlü oldukları emirleri kavramakta gecikmezler. Doğruluk, bu kimselerin rehberleri olur. Kalplerinde önce imanla doğruluk bütünleşmiştir. Fakat şeytan başımızdadır; görevini yapacaktır; bizi dosdoğru çizgimizden saptırmak, istikametimizi bozdurmak, ayağımızı kaydırmak, bizi sırat-ı müstakimden alıkoymak ve bizi Allah’ın rızasının uzağına atmak için var gücüyle, ama var gücüyle şeytan çalışıyor. Kur’ân’ın en öncelikli uyarısı da, şeytana aldanmamak hakkındadır nitekim. Kur’ân o kadar nettir ki bu konuda; şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Size şeytana tapmayın! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır” demedim mi? “Ve Bana ibadet ediniz. Doğru yol budur!” demedim mi? Şeytan sizden pek çok toplulukları kandırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”2 İmandan sonra amel-i salihe muvaffak olmak, mü’minin hayatında önemli bir yükümlülüktür. Amel-i sâlihi yaşamak, esasen dosdoğru olmak demektir. Çünkü amel-i sâlih esaslarını belirleyen, imanla bağlandığımız Rabb’imizden başkası değildir. Öyleyse içimizdeki doğruluk bizi Allah’ın emirlerine uymaya, yasaklarından kaçınmaya, yani amel-i salihi uygulamaya götürür. Peki, amel-i salihe aykırı davranışlarımız olmaz mı? Kendimizi günahsız mı bilmeliyiz? Hayır! Çünkü beşeriz ve insanız. Kendimizi günahsız bilemeyiz. Esasen kendini günahsız bilmek, ciddî bir yanılmadır. Fakat günahlarımız karşısında Allah’ın Ğafûr, Gaffar, Tevvâb, Afüvv, Settâr olduğunu aklımızdan çıkarmamalı; günahlarımızdan muhakkak pişmanlık duymayı ve muhakkak Allah’a sığınmayı ihmal etmemeliyiz. “Lâ ilâhe illallah diyen Cennete girer”3 buyuran Peygamber Efendimiz (asm), bir diğer hadislerinde “İmanınızı lâ ilâhe illallah sözüyle tazeleyiniz”4 buyurmuştur. Demek ömrümüz oldukça, hayatımız sürüp gittikçe imanımızı her an tazelemek ve taze tutmak önemli bir yükümlülük halinde üzerimizde bulunuyor. Yaşadığımız sürece imanı her an tazelemenin ve taze tutmanın gerekçesini açıklayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri; insanın her âleminin her yeni zaman biriminde değiştiğini, değişen her âlemde imanını taze tutmasının vazgeçilmez bir aktivite olduğunu, çünkü insanın her an farklı olaylarla yüz yüze bulunduğunu ve farklı olaylara farklı tepkiler verdiğini ve farklı tecellilere farklı duygularla yaklaştığını, bu farklı tepkilerin imanı zedelememesi için “her geçen anda” imanın yaşanması gerektiğini, bunun için de her geçen anda inanarak “lâ ilâhe illallah” demenin bir zaruret halini aldığını bildirmiştir. Üstad Saîd Nursî’ye göre, nitekim insan her yıl, hatta her gün, hattâ her saat farklı birer fert sayılmaktadır. Yani insanın hem şahsı, hem âlemi her yıl, her gün, her saat değişmekte ve yenilenmektedir. Öyleyse insan her değişen yeni âleminde imanını da yenilemeye muhtaç ve mecbur bulunmaktadır.5 Risâle-i Nur’u bilerek ve anlayarak okumak Allah’ın izniyle iman-ı tahkikiyi kazandırır. İman-ı tahkikî doğrudan amele yansır, amel-i salih olarak tezahür eder ve insanı takvâ sahibi kılar. İşte Peygamber Efendimiz’in (asm) iman çizgisinde işaret buyurduğu dosdoğru olmak budur. Ömrün sonuna kadar iman amel-i salih olarak davranışlarımızı disipline eder; amel-i sâlih de imanımızı arttırır ve inkişaf verir. Yani imanla amel-i salih ömrün sonuna kadar birbirini besler ve takviye eder. Bu süreçte iken gelen Azrail (as) ise, insanın ruhunu İnşallah imanla teslim alır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Allah’a iman içerisinde bir an yaşamanın, imansız binler sene yaşamaya bedel olduğunu, bir an Allah’ın rızası dairesinde bulunmanın, hadsiz varlık nurlarını kazandıracağını muhtelif Risâlelerde vurgular.6 Peygamber Efendimiz’in (asm), “Kim ki son sözü lâ ilâhe illallah olursa Cennete girer” hadisinin tefsiri mahiyetinde bir iman müjdesidir bu. Yani esas olan Allah’a imanın farkında olmak, şuurunda bulunmak, Allah korkusunu dem ve damarlarımıza kadar yaşamaktır. Esas olan ömrümüz kaldıkça bu imanda sadık kalmak ve son nefesimizi Allah’a îmân içerisinde teslim etmektir. Cenâb-ı Hak cümlemizi iman-ı kâmilden ve istikametten ayırmasın. Âmin.
Dipnotlar:
1- Müslim, İman 62, (38); 2- Yâsîn Sûresi, 36/60, 61, 62, 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 416, 4- et-Terhib ve’t-Terğib, 2/415, 5- Mektûbât, s. 319, 6- Mektûbât, s. 280; Lem’alar, s. 256. 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Fedakârlığın böylesi |
Balı tatmayana balın tadını anlatamazsınız. Çünkü tatmayan bilmez. İslâmın, imanın tadını bilmeyenlere de onun sağladığı manevî huzur ve zevki anlatmanız imkânsızdır. Günlerce karanlıkta kalan bir insanın bir anda aydınlığa, yokluk içinde kıvranan bir insanın bir anda zenginliğe, düşmanlar içerisinde bulunan bir insanın oradan kurtulup dostlarına kavuştuğunu farz edin! İşte imanın aydınlığına kavuşmak da böylesine bir mutluluktur. İmanının nuruyla hayata bakan insan bütün sıkıntılardan kurtulur, rahata, huzura kavuşur. Onların yaşayış, söz ve hareketlerinden ne kadar mutlu olduklarını bir ölçüde anlamak da mümkündür. İman hayatın bin bir türlü güçlük, musîbet, sıkıntı, üzüntü ve kederlerine karşı en mukavemetli bir dayanak noktasıdır. Arzu ve emellerine ulaşmada en etkili bir kuvvettir. İmansız hayat zindana döner, kişi geçici mutlu olsa da sıkıntı ve streslerden kurtulamaz. Nasıl kurtulabilir ki? İman bunca faydaları yanında ahireti olduğu gibi dünyayı da Cennete çevirir. Bu dünyadan bin kere daha güzel, ebedî Cennet ancak imanla elde edilir. İman diploması olmaksızın Cennete girmek mümkün değildir. İşte yapılabilecek en büyük hizmet, insanların imanlarının kurtulması için yapılan hizmettir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin de en büyük gayesi buydu. Fakat günün idarecileri onu anlayamadılar. Bir gerici, mürteci diye sürgünlerden sürgünlere, zindanlardan zindanlara sürüklediler. Fakat o kendisine kötülük edenlere dahi iyilik yapacak büyüklükteydi. Diyor du ki: “Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmaya çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musîbetten kurtulmanıza yardım ediyoruz.” Onlara göre en büyük mesele olarak görülen dünyevî ve siyasî meselelerin nazarında ve hakikat itibariyle kıymetinin pek az olduğunu ve bilfiil görevi olmayanlar için mâlâyanî, ehemmiyetsiz ve kıymeti olmadığını söyler ve “Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zarurîye-i insanîye [insanın en zarurî vazifesi] ise, herkese her zaman ciddî alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!”1 der. Başka bir yerde de, “Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus! Kâinat mescid-i kebirinde [büyük mescidinde], Kur’ân, kâinatı okuyor. Onu dinleyelim. O Nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim”2 der. O, Kur’ân eczanesinden sunduğu ihya edici hakikatlerle ölümün idam-ı ebedîsini terhis tezkeresine çeviriyor, sadece muhtaç gönüllerin değil, kendisine düşmanlık ve zulmedenlerin dahi yokluğa gitmelerine tahammül edemiyor. Öylesine merhametlidir ki onların imanlarının kurtulup ebedî saadete ermeleri için duâ etmekten dahi geri kalmıyor. Diyor ki: “Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış, hürmetten, teveccüh-ü ammeden kaçmış ve şan ve şeref ve hodfuruşluk gibi riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir vaziyette iken, bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenâb-ı Hakka havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp, hakikaten acıyorum. Ya Rabbi, onların imanını Risâle-i Nurla kurtar! İdam-ı ebediden, sırr-ı Kur’ân’la terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum.”3 İşte Said Nursî böyle insanlık için didinen bir insandı. Gün gelecek anlamayan, anlamak istemeyenler de onu anlayacak.
Dipnotlar:
1. Şuâlar, s. 299-300. 2. Sözler, s. 37. 3. Emirdağ Lâhikası, s. 30. 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kimlerle evlenmemelisiniz? |
Müslüman; bütün işlerini Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’ye göre düzenler. Elbette, hayatının en önemli kararı, hatta sonsuz mutluluğunu da etkileyen “evliliğini” de bunlara göre dizayn etmelidir. Daha önce eş adaylarında aranan kriteri, “Güzellik/yakışıklılık, zenginlik/mal-mülk, soy-sop ve dindarlık/ahlâklılık” şeklinde sıraladık. Kur’ân’ın canlı tefsiri olan Peygamberimiz (asm) “dindar/ahlâklı” olanı tavsiye ettiğini de nakletmiştik. Dindarlık, yalnızca “İman esaslarına inanıyorum!” deyip, giyim-kuşam gibi şeklî yönünü yerine getirmek olmadığını biliyoruz. Hepimiz en ulvî, yüce olumlu ve en behimî (hayvanî) duyguları ruhumuzda potansiyel yetenek olarak taşırız. Bunlar sevgi, aşk, merhamet, acımak, iyilik, tevâzû, yardım, hoşgörü, saygı, ihlâs, cesaret gibi müsbet; inat, hırs, kin, nefret, düşmanlık, yalancılık, ahmaklık, korkaklık, tama (açgözlülük) enaniyet (benlik, egoistlik), gıybet (dedikodu, dırdır), fısk gibi olumsuz duygu ve hasletlerdir. Gerçek insaniyetimizin ortaya çıkması; behîmî duyguları törpüleyip ve kanalize edip; ulvî, yanî insanî lâtifelerin inkişafına bağlı. Zaten bu dünyaya gönderilmemizin asıl gayesi, ruhumuzu/kalbimizi, nefsimizi terbiye etmek ve mükemmelleşmektir. Dindar; ulvî, yüce, olumlu duygularını geliştiren; olumsuz, süflî, behimî (hayvanî, nefsî) his ve hasletlerini terbiye edip mecralarına yönlendirebilendir. Evlenmeye hazırlanan gençler, asla ve asla kulakardı etmemeli!: Hayat arkadaşlığı geçici, aile yuvası basit bir müessese değildir. Üstelik seçeceğiniz eş, dünya hayatının huzuruyla birlikte, sonsuz mutluluğu veya huzursuzluğuyla birlikte mutsuzluğu paylaşacağınız, inşa edeceğiniz kişidir. Seçicilikte son derece hassas ve dikkatli olmalısınız. Hayatı anlamlı kılmak, dolu dolu yaşamak ve aile yuvasını nurlandırmak sağlıklı bir evlilikle mümkün. Sağlığımız için iyi bir doktor ararız. İnşaat ve tamirat için uzman bir usta... Ev eşyalarının kalitelilerini seçmek için kılı-kırk yarararız. Elbette eş seçiminde çok daha hassas olmalı. Gençler ve evlenme durumunda olan adaylar! Seçici olun, hassas davranın, uzun ve derin araştırmalar yapın! Olumsuz duyguları huy, karakter haline getirenlerle evlenmeyin! Nedir olumsuz duygu ve hasletler? Veya soruyu şöyle de sorabiliriz: Kimlerle evlenilmez? Cahil, yalancı, aptal, ahmak, karamsar/ümitsiz, korkak, cimri, fasık/günahkâr, dedikoducu/gıybetçi, hasid (hasetçi), kindar, riyakâr, suizancı, mütecessis (başkalarının hallerini araştıran), bencil, gurur/kibir/enaniyetli, haris (hırslı), inatçı, müstehcen, müsrif, zalim, sihir (büyü), fal, burç, tarota inanan ve batıl inançlarla hayatına yön vermeye çalışan, müstebit, müfteri, hilebaz, faizci-tefeci, alkolik, kumarbaz… Tekrar şu inceliğe dikkat çekelim: Beşeriz, şaşarız. Kimi zaman bu olumsuz halleri sergileyebiliriz. Sakındırdığımız, bu kötü hasletleri bir huy, karakter ve hayat tarzı haline getirenlerdir. Önemli bir nokta daha: Olumsuz hasletler, şimdilik küçük olabilirler. Her şey niyet, basit arzular, küçük istekler, hareketler ve tavırlarla başlar. Kötü alışkanlık ve bağımlılıklara ve nihayet krizlere, öncelikle küçük adamlardan sonra düşülür. Eğer ibadet, zikir ve tövbe ile imha edilmezse, kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırır.1 Küçük yalanlar büyük yalanları; basit bakışlar, temaslar, fuhuş ve zinayı; haset ve kini, onlar da büyük kavgaları ve hatta cinâyet gibi dehşetli neticeleri doğurabilir. Bir yalan bir başka yalanı dâvet eder. Basit bir müstehcenlik, başkasının iştahını çekebilir. Bu tecavüzlere, hatta cinâyetlere kadar yol açabilir. Ve bunlar, dünyamızı kararttıkları gibi, sonsuz hayatımızı mahvederler. Zira, “her günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Tekrar edelim: Hepimizde olumsuz duygular var. Ne var ki, kimimiz bu duygularımızı terbiye edip, mecralarına akıtırken, kimimiz de olumlu duygularını köreltir; olumsuzlarını öne çıkarır. İşte bizim kastettiklerimiz, bu menfî/nefsî/behimî duyguları “huy, mizaç, karakter, ahlâk” haline getirenlerdir. Sakın, “Evlendikten sonra ben onu düzeltirim!” gibi bir yanılgıya da düşmeyin. Zira, bu yaşa gelene kadar kendilerini değiştiremediler. Düzeltmeniz belki mümkündür; ama, olağanüstü bir bilgi ve maharetin yanında olağanüstü bir efor sarfetmelisiniz!
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 15. 05.06.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Robert MİRANDA |
|
Şirketler vahşileşiyor |
Amerika’nın ünlü otomotiv devi General Motors binlerce işçisi ve yatırımcısını ailelerinin gelecekleri hakkında yüzlerce soru işareti ortasında bırakarak iflâsını ilân ediyor. General Motors aslında Kapitalizm’in “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesinin çöküşünün bir başka örneğidir. Kontrolsüzce kâr hırsıyla hareket eden bu şirketlerin açgözlülüklerine karşı halkı koruma konusunda bu şirketlere güven olmayacağı gibi, kendi kibirlerinden kendilerini dahi korumak imkânsızdır, çünkü onların esas amacı her daim kâr elde etmektir ve toplumun geleceği ile ilgili endişeleri düşünmez ve sorumluluk kabul etmezler. “Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller geldi. Artık kim gözünü açar hakkı idrak ederse kendi yararına, kim de (hakkın karşısında) körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.” (En’âm Sûresi, 104. âyet) Her ne zaman ‘kârlılık’ halkın çıkarlarıyla çatışacak olsa, her seferinde galip gelen ‘kâr’ olur! Bunun sebebi de bu şirketlerin halkın koruyucusu olmak yerine halkın yağmacısı olmalarıdır. Bu dediğimiz radikal bir görüş falan değildir. Bilâkis çok açık bir gerçekliktir. Tabiî eğer üzerine düşünürseniz... Kâr peşinde koşan şirketlerin varlık sebepleri kâr elde etmektir ve her zaman için “daha fazla kâr” makbuldür. Kârlılığı arttıran şey ne olursa olsun bu şirketler için o şey en iyidir, bunun tam tersi olarak kârlılığı azaltan her ne olursa olsun o şey de bu şirketler için en kötüdür. Bu sebeple de kâr etmek için gereken her şeyi yapmaya azamî gayret gösterirler. Bu “bırakın yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesiyle beslenen Kapitalizm’in en temel ilkelerindendir ki, kâr amacı güden şirketleri, çıkarları doğrultusunda her şeyi yapmak konusunda serbest bırakmıştır. Bu ise sadece ekonominin felâketi değil aynı zamanda toplumun yıkıcı bir felâketidir. İslâmî ekonomi ve finans sistemine gelince, bu anlayış bazı temel değerler, idealler ve ahlâk kuralları üzerine bina edilmiştir. Bunlardan bazıları; dürüstlük, güvenilirlik, şeffaflık, kolaylaştırma, işbirliği ve dayanışma vs.’dir... Bu tür ahlâkî ilke ve prensipler oldukça ehemmiyetlidir, çünkü bunlar finansal işlemlerin istikrarının, güvenliğinin ve selâmetinin teminatlarıdır. Kontrolsüzce kâr peşinde koşan şirketler halka beş yolla zarar verir. Bunları saymadan önce kastettiğimiz şirketlerin çoğunlukla büyük çaplı sermaye sahibi olan ve senetleri borsada işlem gören halka açık şirketler olduğunu söyleyelim. Fakat bu söylediklerimiz yine de herhangi kâr amacı güden şirket için de geçerli olabilir, velev ki çok küçük ve özel şirketler olsun fark etmez... “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” felsefesine sahip Kapitalizm’in savunucuları kâr amacı güden şirketlerin dünyanın iyiliği için çok mühim bir kuvvet olduğunu iddia ederler. Bunlara göre, bu şirketler olmasa harika mal ve hizmetler üretmek ve ortaya koymak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Fakat gerçek şudur ki; serbest piyasa şartlarında at koşturan bu şirketler kontrolsüz bir şekilde şu beş yolla halka zararlar vermektedir: 1. VERGİ KAÇIRMA— Bu şirketler kârlarını maksimize etmek adına her fırsatta ödedikleri vergileri minimize etmenin yolunu arar. 2. REKABETİ ORTADAN KALDIRMA— Kâr maksimizasyonu adına her daim ortadaki rekabet şartlarını ortadan kaldırmak yahut rekabet piyasasını kendi kontrolleri altında tutmayı arzular. 3. ÜCRET VE MAAŞLARDA KESİNTİ— Kârlarını en üst seviyeye çıkarmak için işçilik maliyetlerinde azaltmaya ve dolayısıyla maaş ve ücretlerde kesintiye gider. 4. ÇEVREYE DUYARSIZ DAVRANMA— Kârlarını maksimum seviyede tutmak adına hiçbir çevresel faktörü tanımaz ve önemsemez. 5. TEHLİKELİ VE ZARARLI MALLAR SATMAK— Kârları maksimumda durduğu müddetçe zararlı yahut tehlikeli olabilecek şeyleri bile satmaktan çekinmezler. Öyleyse bu tehlikeye karşı biz neler yapmalıyız? Ben iddia ediyorum ki, yakın bir zamanda Batı medeniyeti İslâmî ekonomik sistemi dikkatlice analiz edilip, kendi sistemlerine adapte etmek isteyecektir. Sadece şirketlerin çıkarlarını gözeten bir ekonomik sistemi insanlık daha fazla kaldıracak durumda değildir. Bilâkis ekonomi politikaları, bundan böyle sosyal dengeyi muhafaza edecek ve insanlık yararına düzenlemeler üzerinde bina edilmelidir. Çare adil bir şekilde uygulanacak, doğru düzenlemeler yapmaktan geçmektedir. Bütün şirketler hepimizin aynı gemide olduğunun farkına varmalı ve hiç kimsenin diğerine nisbetle daha avantajlı bir konumu olduğu gibi bir yanılgıya kapılmamalıdır. Bu doğruya giden yolda bir adım olabilir. Aksi halde, kâr amacı güden bu şirketler her istediklerini fütursuzca yapmaya devam edecek, dünyamızı da bu sorumluluk nedir bilmeyen materyalist zihniyetli ve sadece daha fazla para kazanmak hırsıyla yanıp tutuşan şirketlerin insafsızlığına terk ederek, dünyamızın ziyan olmasına sebep olacaktır.
Tercüme: Umut Yavuz
Corporations Gone Wild
The giant American automaker General Motors is filing for bankruptcy leaving many of its thousands of employees and investors wondering about their families’ future. General Motors is another example of the failed economic notion of Laissez-faire Capitalism. Simply, unregulated profit-seeking corporations cannot be trusted to conduct themselves in a manner of business that protects the Public from their greed and protects them from their own vanity, because their main objective is to make profits, not to be responsible to the overall health of society. "Now have come to you from your Lord proofs to open your eyes: if any will see, it will be for (the good of) his own soul; if any will be blind it will be to his own (harm): I am not (here) to watch over your doings." [The Qur’an 6:104] Whenever profit-making conflicts with the Public interest, profit-making wins! Thus they become Predators on the Public, not Protectors of the Public. This is not a radical idea, but an obvious fact, if you think about it. Profit-seeking corporations exist to make a profit, and the more profit, the better. Anything which increases profits is good for them; and anything which decreases profits is bad. So they try to do whatever is necessary to make profits. This is the essence of Laissez-faire Capitalism - profit-seeking corporations are left alone to do whatever they choose to do in order to make profits, which is not only disastrous to the economy, but also destructive to society. The Islamic economic and financial system is based on a set of values, ideals, and morals, such as honesty, credibility, transparency, clear evidence, facilitation, co-operation and solidarity. These morals and ideals are fundamental because they ensure stability, security, and safety for all those involved in financial transactions. Unregulated profit-seeking corporations harm the public these five ways. I am speaking about the larger, publicly-traded, profit-seeking corporations like those whose stocks are traded on the stock exchanges. But the same ideas can apply to any unregulated profit-seeking corporation, even the smaller ones and the private ones. Defenders of Laissez-faire Capitalism point out that profit-seeking corporations can be a great force for good in the world, creating and providing wonderful goods and services that would be unavailable by any other means. But the reality is this; if the free market is left unregulated the harm to the public can be measured in five ways. 1. NOT PAY TAXES -In order to maximize profits, they always seek to avoid or minimize their taxes. 2. ELIMINATE COMPETION -In order to maximize profits, they always seek to eliminate or control their competition. 3. CUT WAGES AND SALARIES - In order to maximize profits, they always seek to reduce their labor costs. 4. DISREGARD THE ENVIRONMENT - In order to maximize profits, they always seek to avoid all environmental restraints. 5. SELL DANGEROUS, HARMFUL PRODUCTS - In order to maximize profits, they are tempted to sell dangerous or harmful products such as those made with lead paint. So what should we do? The adoption of an Islamic-like economic system should be carefully analyzed by the west. No longer should economic policies be based on what is best for corporations; rather, economic policies should be established to advance social stability and human growth. The answer is reasonable regulations, applied fairly, so that all the companies are in the same boat and nobody gets any special advantage, would be a step in the right direction. Profit-seeking corporations that are left alone to do whatever they choose to do in order to make profits, leave our world in the hands of irresponsible materialists who only seek to increase their wealth much to the detriment of our world. 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Güven kaybı, kan kaybından da tehlikeli |
Zaman zaman anketlerin ortaya koyduğu neticeleri tartışıyoruz. Anket rakamlarıyla oynama ve neticeleri farklı yorumlama ihtimali yüksek olduğu için, bu tartışmalar bitmiyor. Ama bir vak’a var: Anketlerin ortaya koyduğu neticeler ‘yüzde yüz doğru’ olmasa da, tamamen ‘yok hükmünde’ de sayılamaz. Herkes için, yapılan araştırma ve anketlerden ortaya çıkan neticelerinden alacağı dersler var ve olmalı... Uluslararası Şeffaflık (Transparency International) Grubu da, 69 ülkede 73 binden fazla kişiyle ‘Küresel Yolsuzluk Barometresi’ adlı bir anket yapmış ve sonuçlarını yayınlamış. Anketin Türkiye ayağı için de TNS PIAR, 1 Kasım-12 Aralık 2008 tarihleri arasında 2000 (iki bin) kişiyle yüz yüze görüşme yapmış. Bu neticelere bakılınca, son aylardaki bazı tartışmaların hem sivil toplum kuruluşları, hem de ‘yardım toplayan dernekleri’ etkilediği anlaşılıyor. Araştırma aynı zamanda, yolsuzlukla mücadelenin de yetersiz olduğunu ortaya koymuş. Yine aynı araştırmaya göre ‘güven kaybeden’lerin başında ‘medya’ geliyor. Araştırmada görüşme yapılan kişilerin yüzde 35’i sivil hizmetlere güveninin olmadığını da ifade etmiş. Aynı araştırmada, Türklerin yüzde 52’si hükümetin yolsuzlukla mücadelede yetersiz olduğunu beyan ederken, yüzde 14’ü ‘ne yeterli, ne de yetersiz’ cevabını vermiş. Bu araştırmaya göre Türkiye, genel olarak dünya güvensizlik ortalamalarının altında bir seyir izlemiş. Siyasî partilere güvensizlikte dünya ortalaması yüzde 29 olurken, Türkiye’de bu oran yüzde 14 olmuş. Medyaya güvensizlikte Türkiye, yüzde 10 ile yüzde 6’lık dünya ortalamasının üzerine çıkmış. Global bazda her dört kişiden biri ise sosyal yardım kuruluşları ve sivil hizmet örgütlerine güvenmiyormuş. (Taraf, 4 Haziran 2009) Bu olumsuzluklar arasında sevindirici bir gelişme de yaşanmış. Eğer doğru ise, geçmiş yıllara nisbetle ‘rüşvet’ hadiselerinde azalma olmuş. Tabiî bu durum, rüşvetin tarihe karıştığı anlamına gelmez. E-devlet ve benzeri bazı uygulamaların rüşvet yollarını sınırlandırdığı akla geliyor. Keşke, rüşvet tamamen kurutulabilse... Güven kaybında öne çıkan medya hakkında söz söylemeye ihtiyaç var mı? Her konuda, ama bilhassa dinî konulardaki yalan ve yanlış yayınlar medyaya olan güveni temelden sarsıyor. Bakınız, daha dün ABD Başkanı Barack Obama’nın Mısır ziyaretini ve dolayısı ile konuşmasını haber yapan TV kanalları; değil on, belki de yüzlerce ‘yanlış’a imza attılar. En basitinden, Obama’nın konuşmasına “Salamun aleyküm” diye başlayacağını duyurdular. El insaf! “Selâm” ne zamandan beri “salam” oldu? Türkiye ve dünya gerçeklerine bu kadar yabancı, milletin değerlerine bu kadar uzak bir ‘medya’ olabilir mi? Ya da, olursa böyle bir medyaya millet güvenir mi? Elbette ‘insan’lar ‘hata’ yapar. Mühim olan; bu hataları en aza indirmeye çalışmak, kasıtlı olarak hata yapmamak ve yapılan hatalardan ders alıp yenilerini yapmamaktır. Ülkemizdeki medya vasıtaları ise maalesef çoğunlukla kasıtlı olarak bu hataları yapıyor ve hatada ısrar ediyor. ABD Başkanı Obama, konuşma metninde “Selamün aleyküm!” diyor, ama bizdeki medya bunu bile doğru anlayıp aktarmayı başaramıyor... “Selâmı yayan” Obama’nın samimî olmasını ve bu tavrının Türkiye’yi idare edenlere de örnek olmasını temenni ederiz. Aslında Obama’nın yaptığı da “güven kazanma çalışması” değil mi? Türkiye’yi idare edenler de bu milletin güvenini kazanmayı deneseler ne kaybederler? 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Fasıl mı, reform mu? |
“Eğer biz AB ile ilgili süreçte işi fasıllara endekslersek, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. AB ile ilgili vizyonumuzu fasıllara değil, reformlara endekslemeliyiz” diyor Başmüzakereci Egemen Bağış. AB üyesi ülkelerin her dönem başkanlığında ikiden fazla fasıl açılmasını isteyen Başbakan Erdoğan’ın aksine fasıllardan ziyade reformlara bakılması gerektiğini vurguluyor. Önce gün Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın misafiriydik. Gazete, televizyon ve ajansların Ankara temsilcilerini AB Genel Sekreterliğinde öğle yemeğinde ağırlayan Bağış, Türkiye’nin AB sürecini anlattı, bundan sonra yapılacak çalışmalar hakkında bilgi verdi ve soruları cevaplandırdı. Türkiye ile ilgili 18 faslın üzerinde siyasî engeller bulunduğunu, bunların 8’inin Güney Kıbrıs Rum kesimine, 5’inin ise Fransa`ya ait olduğunu ifade ederken, “Biz AB konusundaki başarımızı fasıl konusuna endekslersek, davulun tokmağını Brüksel’e bırakmış olacağız. Ama biz kendi çalışmalarımızı yaparsak tokmak kendi elimizde olur” diyerek fasılların açılması konusundaki zorlukları da dile getirdi. Yılbaşından bu yana Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili gelişmelerin hız kazandığını söylüyor. Başbakan’ın dört yıl aradan sonra Brüksel’e gitmesini bunların içinde sayarken aslında hükümetin AB sürecini ağırdan aldığını da kabul etmiş oluyor. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine alternatif getirmek isteyen Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angelina Merkel’e “Türkiye’ye havlu attıramayacaklar” diyerek cevap verirken, diğer yandan, makamların gelip geçici olduğunu, cumhurbaşkanlarının, başbakanların yıllarca bu koltuklarda oturamayacağını söylerken de Sarkozy ve Merkel işbaşında oldukları sürece AB serüveninin kolay ilerlemeyeceğini de ortaya çıkıyor. AB sürecinde yapılan çalışmalarda Kıbrıs gölgesinin her zaman hissedildiğini söylüyor Bağış. Bunun için de KKTC ile Kıbrıs Rum kesimi arasındaki görüşmelerin önemi ortaya çıkıyor. “Bu süreç sadece Kıbrıs’a endeksli değil” dese de Kıbrıs’ın bu süreçte Türkiye’nin hep önüne gelen bir mesele olduğunu da peşinden ilâve ediyor. Merkel ve Sarkozy’nin zaman zaman gündeme getirdiği, “İmtiyazlı ortaklık” teklifine eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in siyasî literatüre geçen, “Bulsunlar 226’yı düşürsünler hükümeti” sözü ile cevap veriyor Bağış. “Bulsunlar 27’yi göreyim onları. Ayrıcalıklı ortaklıkla ilgili bulsunlar 27’yi bakalım” diye konuşuyor. Fransızlara Türkiye’yi daha iyi anlatmak için “Türk mevsimi” adı altında bu sene Fransa’da 40 şehirde 400 faaliyet yaparak, liderlerin fikirlerini değiştirmekten ziyade o liderleri iktidara getiren halkın gönlünü kazanmak hedefleniyor. AB’yi hem Türk, hem de AB kamuoyuna anlatmakta eksikliklerinin olduğunu ise “İletişimde sıkıntımız var” diyerek kabul ediyor. Bunun için devlet kurumlarından, sivil toplum kuruluşlarından, medya kuruluşlarından yardım istiyor. Bağış, “Türkiye’yi doğru tanıtabilirsek AB halklarının gönüllerini kazanabiliriz” derken, AB konusunun fazla haber yapılmadığı için de medyadan şikâyetçi. Avrupa Birliği ile ilgili bilgilerin ilköğretimde okutulması için hem eski, hem yeni Millî Eğitim Bakanları ile görüştüğü ve çalışmaların devam ettiği bilgisini verdi. Türkiye’de AB, AB ülkelerinde de Türkiye karşıtlığının olduğunun sorulması üzerine de Bağış, “İnsanlar bilmediklerinden, tanımadıklarından şüphe duyarlar. Bu yüzden AB ile doğru bilgileri paylaşmak lâzım” diyor, ama Türkiye’nin işinin kolay olmadığını da vurguluyor. Bağış’ın şikâyetçi olduğu diğer bir kesim de muhalefet. Meclis’ten kanunların çabuk geçmediğinden şikâyet ederken çarpıcı bir örnek veriyor. Muhalefetin meselelere ideolojik yaklaştığını şu örnekle anlatıyor. “AB’ye uyum için 1940’lı yılların Ticaret Kanununda değişikliğe gidilecek. Ancak her maddenin 2-3 saatte Genel Kurul’dan geçtiği 1600 maddelik kanunun ne kadar sürede geçeceğini varın siz hesaplayın?” diyerek “Ticaret Kanunu değişikliği de ideolojik mi?” sorusunu yöneltti. Anayasa’nın değişmesi gerektiğini söyledi, ama yeni bir anayasa şeklinde değil, Başbakan’ın dediği gibi kısmî bir değişiklikten yana olduğu görülüyor. Egemen Bağış iki saate yakın süren yemekte AB ile ilgili başka konulara da temas etti. Başmüzakereci Bağış’ı Türkiye’nin AB üyeliği konusunda gayretli gördük. Ümit ediyoruz ki, “Türkiye karşıtları Türkiye’ye havlu attıramayacak” diyen Bağış, dileriz bu gayretleri ile havluyu attırmaz. Çünkü, Türkiye artık AB konusunda yavaşlamayı kaldırmaz. Yazımızın başlığı “Fasıl mı reformu?” Aslında her ikisi eş zamanlı yapılmalı. Ancak reformların başında ihtilâl anayasasının değişmesi gelmeli. Zira, AB’nin Türkiye’yi bu anayasa ile kabul etmeyeceği gün gibi ortada… 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Gündemin mayınlaması |
Bugün “dünya çevre günü.” Ama kimsenin çevreyi gördüğü yok. Gündem âdeta mayınlanmış. Başbakan’ın tâlimatıyla “kiralatma sistemi”yle mayınlardan temizlenmiş toprakları kullandırma ihâlesine dair “mayın tasarısı” Meclis’te kabul edildi, ama tartışmalar sürüyor. Esasen bütün mesele, “temizlenmiş arazilerin kullandırılması”ndan çıkıyor; bunun için kanun şart. Yoksa hükûmet daha 4-5 yıl sürecek “mayın temizliği”ne öncelik verseydi, yasaya da bu tür tartışmalara da gerek kalmayacaktı. Hükûmetin “yap-işlet-devret” modelinde diretmesi, “tekrir-i müzâkere”yi de neticesiz bıraktı. O denli ki apar-topar toplanan Danışma Meclisi’nde Meclis Başkanı Toptan bile, AKP Grup Başkanvekiline, “Niye bu kadar ısrarlısınız, teklifleri değerlendiremez misiniz?” sorusunu sordu. Başbakan, milletin menfaatlerini esas alarak buna karşı çıkanları “paranoya” olmakla itham ediyor; lâkin en verimli ve bâkir toprakların yarım asra yakın bir süre yabancılara verilmesi riskini bertaraf etmemenin hangi anlama geldiğini izâh etmiyor. Başbakan, “Bunun neresinde İsrail, İsrailli firmalar var?” diyerek uyaranları suçluyor. Fakat hemen peşinden açık açık tasarıdaki “tarımsal faaliyetlerde kullandırılması karşılığında, kullanım süresinden en fazla indirimi teklif edene ihale edilmek suretiyle yaptırılır” cümlesini okuyup, daha baştan “toprakları kullandırma” seçeneğine gerekçeler sıralıyor. “44-49 yıl nerede var?” diye sual ediyor; peşinden “Burada tavan söylenmiştir” cümlesiyle “arazileri kullandırma”nın 44-49 yıla kadar varacağını bizzat ikrar ediyor.
HÜKÛMETİN SÂBIKASI VAR Kamuoyu endişede haklı, çünkü hükûmetin “sâbıkası” var. Zira “Mayın temizleme işinin 4 Ocak 2002 tarih ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu hükümlerine göre yapılmasının Maliye Bakanlığına verildiğini” hatırlatan Erdoğan, AKP hükûmetinin kararnâmeyle 2005’te mayından temizlenmesi karşılığında Suriye sınırındaki arazileri 49 yıllığına İsrailli bir firmaya ihâle ettiğini ve bunun Danıştay’ca iptal edildiğini “teğet geçiyor.” AKP hükûmetinin Danıştay’ın sözkonusu kararnâmeyi iptal etmesine rağmen İsrail’in firmaları aracılığıyla ilgilendiği “arz-ı mev’ud” içinde yer alan toprakların 49 yıllığına “mayın temizleme ile organik tarımı” dair metni yeniden “tasarı” biçiminde Meclis’in önüne koymasındaki gereği ve gerekçeyi anlatmıyor, anlatamıyor, gürültüye getiriyor. Ortada açık bir çarpıtma var. Tepki, mayınların temizlenmesine, hatta bunun “hizmet karşılığı” bir yerli-yabancı firmanın yapmasına değil; hassas sınır hattının İsrailli ya da bir başka yabancı ülkenin kontrolünde bırakılması ihtimaline... Bu husus hep nazarlardan kaçırılıyor… Tasarı geçmiş olsa da CHP’nin kanunu iptal için Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğü anlaşılıyor... Sahi dünyada mayınları temizleyen şirketlere topraklarını tahsis eden bir ülke var mı? İptal edilmesi kuvvetle muhtemel olan bir “yasa”da neden bu denli ısrar ediyor? İktidarın öncelikle bu soruya cevap vermesi gerekiyor…
TASARI BİZZAT PROVOKE Bu arada sınırdaki toprakları yabancılara kiralatmayı “hayırlı ve övünülmesi gereken bir hizmet” olarak takdim eden Başbakan’ın “milletin hassasiyetleri, bizim hassasiyetimizdir” iddiası da enteresan… Belli ki Başbakan “mayın ihâlesi” kanunuyla Suriye sınırındaki arazilerin yabancı şirketlere verilmesini “çok değerli hizmetler”den sayıyor. Bunun engellenmesini, “Çözüm süreçlerini provoke etmek, baltalamak” olarak yorumlamıştı. Ancak “Irak’ı işgale giden 65 bin Amerikan askerinin Türkiye toprakları üzerinden geçmesi ve konuşlanması tezkeresi”ne hükûmet olarak nasıl imza attığını açıklamıyor. Yine hükûmetin, başta Irak üzerine binlerce sortinin yapıldığı İncirlik Üssü olmak üzere onlarca havaalanı ve limanın Amerikan askerlerinin, silâh ve mühimmatının nakil ve dağıtımına açılması kararından bahsetmiyor. Partisinin “öncü ve değişimci, ezberleri bozan, statükoyu zorlayan, dar kalıpları, dar sınırları aşma gayretinde olan bir parti olduğunu” anlatıyor. “Ezberleri bozan, statükoyu zorlayan, dar kalıpları, dar sınırları aşan” politika bu mu? 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Mayın belâsı |
29 Mart seçiminden sonra mini anayasa değişikliği paketi başta olmak üzere AB reformlarına odaklanması, onların da siyasî ve ideolojik tepkileri tahrik etmeyecek Türk Ticaret ve Borçlar Kanunu gibi “teknik” mahiyette olanlarını sonuçlandırması beklenirken mayın tuzağına yakalanan ve tam dört haftayı bu konuya harcayan AKP, Başbakanın parti grubunu da hariç bırakmayan tehevvür dolu azarlamalarıyla, tasarıyı ite kaka ve güç belâ Meclisten nihayet geçirmeye muvaffak oldu. Ama ciddî sayıda fire vererek: 80’i aşkın AKP milletvekili, mayınla ilgili oylamalara katılmadı. Bu sessiz ve pasif direnişi kırmak için iki ayrı toplantı yapan Erdoğan’ın, “Meclise gelmeyen arkadaşlarımızın ne işi var? Söylesinler de bilelim” şeklindeki hesap sorucu sözlerine rağmen. Anlaşılan, parti grubunda 22 Temmuz’dan bu yana biriken, kapatma dâvâsıyla had safhaya ulaşan ve bildiğimiz, bilmediğimiz başka sebeplerin de etkisiyle büyümeye devam eden rahatsızlık, mayın meselesinde iyice su yüzüne çıktı. Milletvekillerinin en az dörtte biri huzursuz. Ve bu durumu, Erdoğan’ın yüksek perdeden azarlarına, fırçalarına ve talimatlarına rağmen, pasif direnişle ortaya koymaktan vazgeçmiyor. Bunda, son kabine revizyonunun yol açtığı küskünlüklerin, umduğunu bulamamaktan kaynaklanan hayal kırıklıklarının da rolü olabilir mi?
“AKP inişte” algısı güçleniyor Netice olarak, gelişmeler 29 Mart’taki sekiz puanlık kayıpla birlikte oluşan “Galiba AKP için iniş başladı” algısını güçlendirecek tarzda şekillenirken, mayın hadisesi işin tuzu biberi oldu. Tasarı güç belâ Meclisten geçtiyse de, bilhassa son hafta içinde yaşanan tartışmaların seyri, işin özünden müstakil ve başlı başına bir sorun olarak, sürecin AKP tarafından çok kötü ve başarısız bir şekilde yönetildiği kanaatini uyandırdı. Erdoğan partisinin Düzce kongresindeki konuşmasında “İsrail’e peşkeş” iddialarını cevaplayayım derken, tam tersine “Bunlar bu işi İsrail’e vermekte kararlı” izlenimini iyice güçlendirdi. Son grup toplantısında ise, Davos çıkışından da medet umarak “Nereden çıkarıyorsunuz İsrail’e vereceğimizi?” diye sorarken, yine hedef genişleterek, muhalefetin yanı sıra “yandaş medya” olmakla eleştirilen basın organlarındaki yazarlar, evvelce o mayınları döşeyip “Şimdi bana iki tabur verin, altı ayda temizlerim” diyen emekli albay ve “NAMSA’yı telâffuz etti, fiyat şimdi daha da yükselecek” diyerek tenkit ettiği Genelkurmay dahil olmak üzere hemen herkesi ağır bir üslûpla topa tutması da kendi aleyhine oldu.
Bundan sonrası da sıkıntılı İşin bundan sonraki seyrinde de sıkıntılı bir süreç yaşanacak gibi görünüyor. Tasarının geçmemesi için kürsü işgali dahil her yolu kullanan muhalefet, şimdi Gül’ü “veto” ablukasına alabilir. Ve kanun oradan da geçerse, bu defa CHP konuyu Anayasa Mahkemesine götürecek. Zaten haftalar önce bunun sinyalini vermişti. AKP’nin ciddî şekilde yara almasına yol açan mayın tartışması, önümüzdeki bu süreçte de başını ağrıtmaya devam edecek gibi görünüyor. İşin enteresan tarafı, problemin bu noktalara gelmesindeki sorumluluğun aslan payı askere ait olduğu halde, bu noktanın kaynayıp gitmesi. Öncesi ayrı bahis; ama bu konunun 1992’de dönemin hükümeti tarafından Genelkurmay’a görev olarak verildiği; sonrasında tam dokuz yıl hiçbir şey yapılmadığı; 2001’de yine gündeme geldiği; askerin “tamam” deyip ödenek istediği; 25 trilyon liralık ödeneğin 2003’te AKP hükümetince verildiği; ama 2004’te Genelkurmay’ın “Biz bu işi yapamayacağız” diyerek ödeneği iade ettiği 17 yıllık bir “savsaklama” süreci yaşanmış. Şimdi yumurta kapıya dayanınca, telâş içinde birşeyler yapılmaya çalışılıyor. Ve bu telâş, hem hata üstüne hata yaptırıyor, hem de ellerini oğuşturarak pusuda bekleyenlerin işine yarıyor. Allah, şer odaklarına fırsat vermesin. 05.06.2009 E-Posta: [email protected] |