Selim GÜNDÜZALP |
|
Eyüp Sultan’daki emanet |
Yemen pâdişâhlarına, Melik Tubba derlerdi. Bu Melik Tubba’lardan birinin adı, “Esad” idi. Künyesine de, “Ebu Kerb” denirdi. İki Nasranî bilgini, Yemen Meliki Esad’a; Allah’ın habibi, âhir zaman nebisi, iki cihan güneşi, peygamberlerin efendisi Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in üstün vasıflarını, güzel haberlerini anlattılar. Resulûllah Efendimizi (asm), bu iki bilginden iyice öğrenen Melik Esad mübarek yüzünü görmeden Peygamberimize (asm) âşık oldu. Ve o bilginlere; bu şanı, şerefi âlemlere yayılacak olan peygamberi görüp göremeyeceğini sordu. Onlar: “Mümkün olmadığını, Hz. İsa Aleyhisselâm’ın verdiği habere göre; 400 sene kadar bir müddete ihtiyaç olduğunu” bildirdiler. Melik Esad: “Hiç olmazsa, onun zuhur edeceği yeri söyleyin de bir nişan bırakayım!” dedi. Bilginler şöyle anlattılar: “Mekke’de doğacaktır. Orada kendisine peygamberlik gelecektir. Mekke’de kavminden eza gördüğü zaman Allah’ın emri ile Medine-i Münevvere’ye hicret edecektir. Şeriatını da burada açıklayacaktır. Onun dini, doğudan batıya kadar yayılacaktır. Dünyayı iman nuru ile dolduracak, küfür ehlini ezip yok edecektir. Ve orada ebedî âleme teşrif edecektir.” Bu haberi alan Melik Esad, Resulûllah Efendimizin (asm) aşkıyla yanarak Mekke-i Mükerreme’ye gelip Kâbe’yi ziyaret etti. Ve ayrıca Kâbe’ye ilk örtüyü örten de Melik Esad’dır. Yedi çeşit örtüyle örttü. Gerek Mekke’de, gerekse Medine’de pek çok hayırlar yaptı; ihsanlarda bulundu. Ve Medine’de bir ev satın alarak çocuklarından birini oraya yerleştirdi. Ona bir de mektup bıraktı. Mektupta şunlar yazılıydı: “Yâ Resûlallah! Senin vasıflarını, dinini, şevketini, ümmetinin cümle ümmetlerden hayırlı olup Allah katında cümleden makbul ve mükerrem olduğunu ehl-i kitaptan (kendilerine kitap inenlerden) işittim, görmeden sana âşık oldum. Nübüvvet ve risâletini tasdik, dinini ihtiyar, ümmetliğini kabul ettim. Ancak, zaman-ı saadetine erişmek mümkün olmadığı, ömrüm vefa etmediği için zarurî olarak cenâb-ı saadetmeabınızdan niyaz ederim; beni kabul buyurun. Kıyamet günü sancağınızın altına alarak ümmetinizin arasına katın.” Mektubu anberle birkaç yerinden mühürleyerek ipeklilere sarıp küçük bir kutuya yerleştirip oğluna teslim etti ve şöyle bir vasiyette bulundu: “Ömrün tamam olduğu zaman bu kutuyu oğluna teslim et. O da kendi oğluna teslim etsin. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, nübüvvet ve risâletle şerefyab olup kavminin eziyetinden dolayı izzet ü ikbâl ile buraya hicret edip teşrif buyurduğu zaman kendisine verilmek üzere benim bu kutumu, birbirinize teslim edersiniz” dedi. Kendilerine bol para ve mal bıraktı. Bugün Eyüp Sultan diye anılan ve kendi adının verildiği Eyüp ilçesindeki türbe-i saadetinde olan Ebu Eyyûb el-Ensarî Halid bin Zeyd Hazretleri; Melik Esad’ın yedinci göbekten gelen çocuğudur. Bu kutu kendisinde idi. Fakat, büyük babasından kalan mallar bitmiş, fakirlik yakasına yapışmış olduğundan, başına binen geçim derdi, vasiyeti ve kutuyu unutturmuştu. Efendimizin (asm) Medine’ye teşrif ettiği sırada, hanımı, Hz. Halid’e dedi ki: “Sen de öbürleri gibi kapının önüne yiyecek bırak. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in devesi bizim kapının önüne çöker de bu saadete biz ereriz.” Hz. Halid (ra) hanımına şu cevabı verdi: “Mümkün değil. Bize gelinceye kadar nice evler var. Elbet onların birine çöker. Bu saadet bizim için imkânsız,” dedi ve gözleri doldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin devesi, yuları boynuna bırakılmış, serbest olarak sağa, sola baka baka ilerliyordu. Etraftan deveye yiyecekler uzatılıyor, çökmesi için çağrılıyordu. Fakat, deve hiçbirine iltifat etmiyordu. Çünkü; Cebrail (a.s.) onu yularından çekiyordu. Halid bin Zeyd’in kapısı önünde hiçbir şey yoktu. Fakat Cebrail (a.s.) deveyi oraya çökertti. Bunu görenler Halid bin Zeyd’in yanına koşup: “Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem’in devesi senin evinin önüne çöktü, bu saadete sen erdin” diye müjdeledikleri zaman, Hz. Halid (ra) ve hanımı sevinçlerinden ağladılar. Hz. Halid (ra) dışarıya çıkıp büyük bir sevgi ve saygı ile Efendimizi (asm) içeriye dâvet etti. Resulûllah Efendimiz (asm), içeriye girince doğruca alt kattaki odaya gitti. Bunu gören Hz. Halid (ra): “Yâ Resûlallah, yukarıdaki odaya teşrif buyurun” diye yalvardı. Resulûllah Efendimiz (asm): “Bizi ziyarete gelenler için burası daha uygundur. Hemen sendeki emaneti getir” buyurdu. Hz. Hâlid (ra) sordu: “Yâ Resûlallah, nasıl bir emanet?” Resulûllah Efendimiz (asm): “Büyük ceddim Melik Esad’ın kutu içindeki kâğıdını getir.” Hz. Halid’in (ra) hatırına o zaman geldi. Hemen emaneti getirip teslim etti. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz açıp okutturmadan önce şöyle buyurdu: “Dinimi seçtiğini, resûl olduğumu, ümmetimden olmayı kabul ettiğini, şânı yüce Rabbim kabul buyurdu. Ben de onu, ümmetliğe kabul ettim.” Böylece oradakiler iki mu’cize birden görmüş oldular. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, odada yemek yeyip istirahate geçti. Hz. Halid (r.a.) hanımına dedi ki: “Evvellerin ve âhirlerin efendisi; nebilerin ve resullerin en faziletlisi, muttakilerin imamı, âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın habibi, alt odada kalsın, biz onun üstündeki odaya nasıl ayak basalım?” Resulûllah’ın kapısı önünde uyumadan sabahladılar. Sabahleyin Resulûllah Efendimize: “Yâ Resûlallah! Yukarıya teşrif buyurun. Çünkü; biz, sabaha kadar yüce zâtınıza tazim için uyumadık.” Durumlarını Resulûllah Efendimize (asm) arz ettikleri zaman, şöyle buyurdu: “Yâ Halid! Yüce Hak, seni dünyada ve âhirette muazzez, mükerrem ve muhterem eylesin.” Resulûllah Efendimizin duâsı dolayısıyladır ki; Hz. Halid’e (ra) gösterilen sevgi ve saygı hiçbir sahabeye gösterilmedi. Resûlûllah Efendimizin, Hz. Halid’in (ra) evinde bir rivayette bir ay, başka bir rivayette de yedi ay kaldığı söylenmektedir. Bazıları ise, “sefer ayına kadar,” derler. İmam-ı Beyhaki ile Ebû’l-Hasan Makarrî rivayetlerinde: “Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Medine’ye teşrif ettiği zaman, Medine halkı o kadar sevindiler ki; kadınlar dahi evlerinin damlarına çıkarak şiirler okudular. Şehrin içinde çocuklar, hizmetkârlar: ‘Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem geldi!’ diye çağırışıyorlardı. Nice günler, bayram günlerinden fazla şenlik yaptılar.” ... Yine şimdiki gibi bir Mayıs ayı sonlarıydı. Peygamber duâsına mazhar olan, onu evinde misafir eden Ebû Eyyüb el-Ensarî, ‘ne güzel askerler’den olmak ümidi, Allah’ın dinini yaymak niyeti ile İstanbul surlarının önündeydi. Her ne kadar ellerinde kılıç da olsa, insanlara hakikatleri bildirmenin daha büyük bir cihad olduğunu bilen ve öyle de yapan Eyüp Sultan Hazretleri, oradakilere unutulmaz bir hatırasını nakletti. O hatırayı, Ebû İmran (r.a.) anlatıyor: İstanbul kuşatmasındaydık. Mısırlıların kumandanı Ukbe b. Âmir, Şamlıların kumandanı da Fedâle b. Ubeyd’di. Bu esnada şehirden büyük bir Rum ordusu çıktı. Biz de hemen onlara karşı savaş vaziyeti aldık. Müslümanlardan birisi derhal Rumlar üzerine hücum etti, aralarına daldı, sonra çıkıp yanımıza geldi. Askerler onun için: “Subhanallah!.. Kendisini tehlikeye attı” diye konuştular. Ebû Eyyub el-Ensarî ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ey insanlar! Siz bu âyeti böyle tevil ediyorsunuz ama, bu âyet yalnız bizim hakkımızda, Ensar hakkında indirilmiştir. Allah, dinini yücelttiği ve dinin yardımcıları çoğaldığı zaman, biz kendi aramızda birbirimize Resulûllah’tan gizli olarak: “Mallarımız zayi olmuştur. Artık mallarımızın yanında kalsak da zayi olanlarını tekrar yerlerine koysak” dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ—bizim düşündüklerimize red olmak üzere: ‘Mallarınızı Allah yolunda harcayınız ve kendinizi tehlikeye atmayınız,’ (Bakara, 195) âyetini indirdi. Asıl tehlike, eksilen servetimizi telâfi için onların yanında kalmak istemekteydi. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bize savaşı emretti.” Ebû Eyyûb (r.a.) ölünceye kadar Allah yolunda savaşa devam etmiştir. (Beyhakî, 9/45) Rabbim, bizleri bu muazzez sahabelerin şefaatlerine nâil eylesin… Hz. Peygamberimize (asm) sonsuza kadar salâtü selâm; Rabbimize de sonsuza kadar hamdü senâlar olsun. 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Askıda kahve |
Kahvehaneye gider, bir kahve içer, bir de askıda deyip iki kahve parası öder. Garson askıda yazılı bir kâğıdı duvara raptiye ile tutturur. Kâğıtta askıda kahve yazısı yanında dikkat çeksin diye kahve resmi de bulunmaktadır. Başka iki kişi gelir, üç kahve ister ve biri askıda diyerek üç kahve parası öder. Garson bir askıda kâğıdını daha duvara asar. Derken üstü başı düzgün olmayan bir fakir gelir. “Bana bir askıda kahve ver” der. Garson askıda bir kahve yazılı kâğıdı indirip bedava bir kahve yapar gelen adama. Bu olay İtalyan ahlâkı olarak anlatılır. Kahve belki lüks gibi sayılabilir, ama canı çeken, fakat içemeyenler de içsinler diye düşünmekte İtalyanlar. Değerli Kenan Uysal kardeşimin gönderdiği iletide anlatılıyordu bu olay. Gerçekten güzel bir âdet, diğergamlığın bir ifadesi. Güzellikler nerde bulunursa bulunsunlar güzel. Tarihimize bir göz gezdirdiğimizde bunun gibi nice güzel hasletlerimizin var olduğunu görürüz. Münâzarât’ta denildiği gibi “Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-i müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içti- maî ahlâk-ı âliyemiz [yüce ahlâkımız], yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş; ve onların bir kısım rezâili [rezillikleri], kendileri içinde çok revaç bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirilmiş!”1 Elbette geçmişte olduğu gibi fazla olmasa da günümüzde de güzel hasletlerimiz yok değil. Isparta’da bazı fırınların önünde bu tarzda, “askıda ekmek” yazılı filelerin varlığı yoksulları olduğu gibi bizleri de sevindiriyor. Isparta’da böyle üç fırın varmış. 23 Mayıs’ta İstanbul Topkapı’da Sanayi Sitesinde sabahleyin esnaflar sohbetine katıldığımızda organizatör Bilâl kardeşimizin Cuma günleri esnaflara simit dağıttığını öğrendiğimizde bu güzelliklerin değişik tarzlarda devam ettirildiğine ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz. Ahmet Yüter Hocamızın rehberliğinde Bilâl kardeşimiz her Cumartesi günü ayrıca sabahleyin esnaf, dost ve arkadaşlarına maddî ve manevî bir ziyafet sunuyor. Konuk hocalarımız esnaf arkadaşlarımızı dinî konularda aydınlatıyorlar. Bir senedir devam eden toplantılardan birine geçen Cumartesi günü biz de misafir konuşmacı olarak katıldık. İnsanın dünyada bir misafir yolcu olarak bulunduğu, sonsuz bir saadetin yolcusu olduğu, bu yolculukta gerekli azığı hazırlamak üzerinde durduk. Dikkat ve iştiyakla dinleyen esnaf arkadaşlarımıza yaptıkları dünyevî işlerin dahi beş vakti namaz kılındığı ve dürüstçe yapıldığında ibadet hükmüne geçtiği, ahirete mâl olduğu gerçeğini hatırlattık. Bu anlayışla mü’minin fani dünyasının da bakileşeceğini anlattık. Böyle güzel, örnek hizmetlere vesile olan dostlarımızı ve meraklı dinleyicilerimizi tebrik ediyoruz.
Dipnot:
1- Münâzarât, s. 100; Tarihçe-i Hayat, s. 76. 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
“Üniversite gençlerini okurken evlendirmeli mi?” |
Afşin kardeşimiz, evliliğin gençlere yönelik bir cephesiyle ilgili düşüncelerini şöyle yazıya döküyor: “Evlilik öncesi dönemde, özellikle üniversite okuyan gençlerin yaşadığı sıkıntılarda cemiyetin sorumluluğu sanki biraz az seslendirilmiyor mu? ‘Oğlum-kızım okusun da hele...’ düşüncesindeki anne-babalardan imkânı olanlar çocuklarını evlendirmemekle bir noktada onların yaşadığı sıkıntılara, maddî-mânevî bunalımlara, günah dolu sokaklarda, anfilerde, otobüslerde... yitip gitmelere sebep-suç ortağı olmuyor mu? Bu sıkıntıların boyutunu, şehvet akan sokakların varlığını düşündüğümüzde evlâtlarını evlendirmeyi maddî sebeplerden ötürü erteleyen, önemsemeyen cemiyette-ailelerde bir şuur eksikliği yok mu? Özellikle imkânları müsait olan aileler için... “Sonra hangi maddî gerekçe gencin yaşadığı sıkıntılara, düştüğü günah çukurlarına gerekçe olabilir? Meseleyi genç için ‘Evlenmiyor öyleyse günah işlemesi normal’ noktasına getirmek istemiyorum ama bence geç evlenmenin getirdiği sıkıntı ve hatalarda bu sosyal bilinç eksikliğinin derin etkisi var.” *** Bu düşünceniz gayet isabetli. Bu zamanda, imkânı olanlar bir an önce; olmayanlar ise, bu imkânı sağlamaya yönelik çalışmalar yaparak çocuklarını evlendirerek, gayr-i meşrû hayatın çirkefinden kurtarmalı. Bu bir vecibe zaten. Anne-babanın temel görevleri şöyle sıralanıyor: * Çocuğuna güzel bir isim koymak, * İslâm ahlâkıyla eğitip terbiye eğitmek. * Hayatını kazanacak bir meslek öğretmek. * Ve zamanı gelince evlendirmek. Ne var ki, diğer üç vazifeyi bihakkın yapmaksızın; evlendirmek de sağlıklı, dirençli bir aile yuvası kurmaya yetmiyor. O zaman da başka problemler sökün ediyor. Nitekim, evlenen gençler, sağlam bir dinî, ahlâkî eğitim alıp ruh ve duygularını geliştirmedikleri için düzenli bir aile hayatı sürdüremiyor. Ayrıca, bu bahsettiğiniz dejenerasyon lise, hatta ortaokullara kadar sirayet etmiş. Acaba hayatı anlamamış, kendisini anlamamış, duygularına istikamet vermemiş gençleri, sırf evlilikle kurtarabilir miyiz? O halde, daha pek çok problemleri beraberinde getirmeyecek mi? Öyle ise, önce kendimizi, duygularımızı, nefsimizi tanımalıyız? Akıl, gadap (savunma mekanizması) ve kuvve-i şeheviye (yeme, içme, gezme, eğlenme ve her türlü menfaatli şeyi cezbetme), yani bu temel duygular, yetenekler “vasat/denge” derecesinde tutulamadığında ifrat ve tefritlerinden haksızlıklar, zulümler, işkenceler, egoizm, enaniyet, aldatma ve sâir durumlar ortaya çıkıyor. Genç evliler, kendi arzu ve istekleri istikametinde bir hayat sürdürmek istiyor. Eşler, vazifelerini ve birbirine karşı haklarını bilmiyor. Bilse de o eğitim ve terbiyeyi almadığından uygulamıyor. Buradan ağız kavgaları ve tartışmaları çıkıyor. Her meselede, “Bence, sence”ler giriyor. Oysa, “Bence, sence” olunca, bu işkence çekilmez oluyor. Yani, bu hayat, “Kur’ânca ve Sünnet-i Seniyyece” yaşanmalıdır. Herhangi bir anlaşmazlıkta hakem, Kur’ân ve Sünnet olmalıdır. Aksi halde, hissî, indî ve nefsî olarak verilen kararlar âdil olmuyor. Dolayısıyla ağız dalaşları, tartışmalar daha büyük problemleri ve kavgaları doğuruyor. Ve ne yazık ki, ayrılıklara gidilip, yuvalar yıkılıyor, boşanmalara kadar dayanıyor! Bu arada okuyan bayan, “kariyer” ile çalışarak, “ekonomik özgürlüğünü” kazanmak istiyor. Duruma feminizm anlayışı da müdahil oluyor. Ekonomik özgürlük, cesareti ve cömertliği getiriyor. Halbuki, “Ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Nev'den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir. Meselâ: Cesaret, sehavet, erkekte gayret, hamiyet ve muâvenete sebeptir. Kadında, nüşuze, vakahata, zevc hakkına tecavüze sebep olabilir.”1 Son paragrafı açıklarsak, cesaret ve cömertlik eş olarak erkekte olursa gayret, fedakârâne çalışma ve yardımlaşmayı getirir. Bu hasletler eş olarak bayanda olursa, nüşuze, yani, kadının eşine itaat etmek istememesine, geçimsizliğe, kötü muâmeleye; vakahata, yani, küstahlığa ve arsızlığa sebep olabilir. Feminizmin fert, aile ve toplumdan götürdüklerine temas edeceğiz. Ama, ondan önce de, sağlıklı bir yuva kurmanın yolunun; kendimizi, yani, ruhumuzu/duygularımızı ve kalbimizi keşfetmekten geçtiğini ortaya koymaya çalışacağız.
Dipnot:
1- Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, Aralık 2007, s. 44. 30.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Dördüncü şehit, Namık Gedik |
Darbecilerin katlettiği "demokrasi şehitleri"nin sayısı, genelde üç kişi olarak bilinir: Menderes, Zorlu ve Polatkan. Oysa, bu listeye bir dördüncü şehidi daha eklemek gerekir: Namık Gedik. Demokrat Partinin son İçişleri Bakanı olan Namık Gedik'in ölüm tarihi: 30 Mayıs 1960. Yani, o meş'um darbenin üçüncü gün... Namık Beyin ölüm sebebi olarak da, resmî kayıtlarda "intihar" şeklinde yazıldı. Güya, tutuklu bulunduğu Harbiye Okulunda bunalıma girmiş ve kendini okulun yüksek penceresinden aşağı atarak intihar etmiş... Resmî tutanaklar öyle diyor. Ama, acaba doğru mu? Ölüm vak'asının bu şekilde gerçekleştiğine, esasında darbecilerden ve müzmin Demokrat Parti muhaliflerinden başka hiç kimse inanmıyor. Keza, Namık Gedik gibi itikadı kuvvetli bir devlet adamının "intihar günâhı"nı irtikâp edeceğine, onu yakından tanıyan hiç kimse ihtimal dahi veremiyor. Dahası, ölüm hadisesinin yaşandığı Harp Okulunda o esnada bulunan, hadiseyi sonradan tahkik eden, hatta yapılan işkence ve işlenen cinayeti bizzat müşahade eden bir çok kimsenin tasdikiyle sabittir ki, Namık Gedik'in ölümü intihar değil, düpedüz bir cinayettir. Yani, kısaca bu mazlum şahıs da kasten öldürülmüş ve "demokrasi şehitleri" listesine ilhak edilmiştir. Ancak, o dehşet günlerinin şartları altında bu hadiseyi araştırıp tahkik etmek ve işin iç yüzünü ortaya çıkarmak mümkün görünmüyordu. Düşünün ki, karşınıza çıkanlar, icabında komutanları olan generallerin bile yüzüne tükürecek kadar azgınlaşmış, hatta insanlıktan çıkmış albay ve daha düşük seviyedeki subaylar var. Düşünün ki, yönetimin başında Genelkurmay Başkanını dahi devre dışı bırakan, hatta onu hapsederek işkencelerle ezen vahşi mi vahşi, gaddar mı gaddar bir silâhlı cunta idaresi var. Düşünün ki, üniversitelerdeki öğretim üyesi kıyımıyla yetinmeyerek, ordu içinde de muvazzaf subayların yarıdan fazlasını (7200) bir gecede tırpanlayarak onları ordudan ihraç ettiren vicdansız, merhametsiz zalimler gürûhu var. Düşünün ki, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar dahil olmak üzere, Demokrat Partililerin tamamını tutuklayıp Yassıada cehennemine sevk eden insanlıktan nasipsiz bir silâhlı komita var. Düşünün ki, Türkiye radyolarında bile, içinde Marmara, Yassıada, deniz, sâhil, ada, adalar, vapur gibi tabirlerin yer aldığı şarkı ve türkülerin okunması yasaklanmış bir durumla karşı karşıyasınız. Acaba, böylesi bir durumda siz çıkıp neyi araştıracak ve hangi hakkın peşine düşecek, yahut savunmasını yapacaksınız? Evet, her tarafta dehşetin kol gezdiği böyle bir ortamda, acaba Namık Gedik'in başına gelenleri doğru şekilde öğrenmek hiç mümkün müydü? Onun hakikaten resmî kayıtlara geçtiği gibi intihar mı ettiği, yoksa işkence ile önce bayıltılıp, öleceği fark edilince de okulun penceresinden aşağı mı atıldığını, o günün şartları içinde öğrenmenin hiç imkânı var mıydı? İşte, 1960'lı yılların bu ağır şartları sebebiyledir ki, vaktiyle bu ölüm hadisesi araştırılamadı, meselenin iç yüzü öğrenilemedi. Dolayısıyla, perdenin aralanması, sonraki yıllara kaldı. Sonraki yıllarda yapılan araştırmalar, vakıanın kenarından köşesinden tutarak yapılan konuşmalar ve nihayet, hadisenin mahallinde bizzat bulunan görgü şahitlerinin yaptığı açıklamalar açıkça gösteriyor ki, Namık Gedik'in ölümü intihar falan değil, resmen ve alenen işlenen bir cinayettir. Katl ve cinayet olması hasebiyledir ki, Namık Gedik'i de "dördüncü şehit" olarak demokrasi kahramanları zümresine dahil etmek ihtiyacını duymaktayız. Hadiseyi başka türlü yazmak ve yaymak, maazallah bizleri işlenen cinayete bilerek, yahut bilmeyerek ortak ve hissedar yapar. Nitekim, bu cinayete bilerek intihar süsü verenler olduğu gibi, bazı Millet Partili dindarlar da–muhtemelen bilmeyerek–darbecilerin dümen suyuna gitmişler, onlar da intihar ihtimalini kabul etmişler ve hatta Namık Beyin ölümüne sevindiklerini izhar etmişlerdir. İçişleri Bakanı Namık Gedik'e diş biledikleri için, darbeci subaylar tarafından ona işkence yapıldığına ve sonunda baygın vaziyette iken tutup Harp Okulunun yüksek penceresinden aşağıya atıldığı gerçeğinin şahitlerine gelince... Bunları da şu şekilde sıralamak mümkün: * İsmi bizde mahfuz İskenderun'da ikamet etmekte olan bir eski muhtar, kendisinin de DP'lilerle birlikte Harp Okuluna götürüldüğünü, Namık Gedik'e yapılan işkencelere ve son olarak pencereden aşağı atılmasına bizzat şahit olduğunu anlattı. Bu muhtar, gördükleri karşısında dayanamayarak "Allah belânızı versin!" diye bağırdığı için de, cuntacı subaylar tarafından dövülmüş ve ağzına, yüzüne isabet eden postallarla dişlerinin çoğu kırılarak hastanelik edilmiştir. * Yeni Aktüel dergisi ile Akşam gazetesi yazarlarından Mehveş Evin'in köşesinde (12 Mart 2009), Namık Gedik'in ölüm şekline dair detaylı bilgiler çıktı. Bu bilgileri aktaranların içinde Mehveş Hanımın dedesi Muhiddin Güven (AP kurucularından), hadise tarihinde Tank Okulunda yedek subay öğrencisi olan Fehmi Yücel ile Gedik'in ailesine mensup güvenilir şahsiyetler de var. Bizim, bunların dışında da yaptığımız bütün araştırmalar gösteriyor ki, Namık Gedik kesinlikle intihar etmemiş, aksine kasten öldürülüp katledilmiş bir demokrasi şehidimizdir. Allah, ganî ganî rahmet ve mağfiret eyleye... 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kısa cevaplar |
Gebze’den okuyucumuz: “Kul hakkı sadece maddî midir? Ben mümkün olduğu kadar bundan kaçıyorum. Fakat benim epeyce alacaklarım kaldı. Kimileri diyorlar ki, ‘Sen hakkını helâl et. Âdil olan Allah senin hakkını verir.’ Bu mümkün mü? Ben helâl ettikten sonra, nasıl hak talep edebilirim?”
Kul hakkını çiğnemenin maddî olanı da, mânevî olanı da kaçınmamız ve sakınmamız gereken kebâirdendir, yani büyük günahlardandır. Esasen maddî olup olmadığına bakılmaksızın, hepsi hak olarak değerlendirilmeli ve sakınmalıdır. Maddeyle ilgili bir alanda kul hakkı şüphesiz maddî, mânâyla ilgili bir hususta ise kul hakkı manevîdir. Yani paraya ve maddeye bağlı alacak-verecek ilişkilerinde vaki olan kul hakkı maddî; gıybet, iftira, dedikodu, yalancı şahitlik gibi mânevî “tahkir ve hakaret”i konu alan kul hakkı manevîdir. Başkasının size olan borcunda sizin iki türlü hakkınız söz konusu olabilir. Bir, paranızın maddî değeri; iki, paranızı geciktirmesi dolayısıyla uğradığınız mağduriyetin mânevî boyutu. Başkasına olan hakkınızı helâl etmeniz, her ikisini kapsayabileceği gibi, yalnız birini de içine alabilir. Bu sizin niyetinize bağlıdır. Tasarruf ve inisiyatif sizin elinizdedir. Eğer her iki hususta da hakkınızı helâl etmişseniz, Allah için, ona karşı hakkınızdan tamamen vazgeçmiş olursunuz. Bu vazgeçiş Allah içindir ve artık Allah nezdinde o kişiyle sizin aranızda herhangi bir hak-hukuk meselesi, alacak-verecek dâvâsı kalmaz, çünkü sizin tarafınızdan iptal edilmiştir. Yani senetler, hak sahibi olarak sizin tarafınızdan yırtılmıştır. Bunun karşılığında, Allah’ın sırf fazl ve keremi ile size ikramı söz konusu olabilir. Ki, bunu da o kişiden talep etmenize lüzum kalmaz. Çünkü bunu Cenâb-ı Hak merhametiyle lütfeder. Peygamber Efendimiz’in (asm) şu müjdesi ne kadar latîftir: “Kim bir Müslüman’ın dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderip ona rahat nefes aldırırsa, Allah da ondan kıyâmet gününün sıkıntılarından birini gide- rerek rahat nefes aldırır. Kim zorda kalmış muhtaca karşı kolaylık gösterirse, Allah da dünya ve âhirette ona kolaylık gösterir. Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da kulun yardımındadır.”1 Eğer hakkınızdan vazgeçmemişseniz, hakkınızı helâl etmemişsiniz demektir. O kişinin size olan borcu devam eder. Bu durumda borcunu ödeyebilmesi için ona verdiğiniz ilâve süre de kolaylık sayılır. Yani her hâlükârda bu hadis-i şerifle müjdelenen kolaylığa ermek için, elinizde fırsatlar olduğu söylenebilir. Şüphesiz bunu, alacaklı olduğunuz kişilerin ihtiyaç durumu ile sizin onları taşıyabilme gücünüz ve inisi-yatifinizi belirleyecektir. Sizin başkasına tanıdığınız kolaylık, Allah’ın rahmetine nâil olmanız açısından önemlidir. *** Bayan okuyucumuz: “Suyu hızlı içmenin sünnete aykırılığı var mıdır?”
Suyu hızlı değil, yavaş içmek; bir defada değil, iki veya üç defada içmek ve içerken içine nefes vermemek sünnettir. Ayrıca aile içinde de olsa, suyu önce başkalarına ikram etmek sünnettir. Su içme hususunda vahyin rıza dairesini özetleyen hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: * Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm): “Su içtiğinizde emerek için, ağzınıza dökercesine içmeyin”2 buyurmuştur. * Ebû Katâde (ra) bildirmiştir: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden biriniz su içtiğinde su kabına üflemesin.”3 * Ebû Saîd (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Su bardağını ağzından uzaklaştır, sonra nefes al.”4 * İrbad bin Sâriye (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Erkek hanımına su dahi içirse ondan sevap kazanır.”5
Dipnotlar:
1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 245. 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/392. 3- a.g.e., 1/294. 4- a.g.e., 1/38. 5- a.g.e., 1/380. 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Bizi bekleyen güzellikler!... |
Allah’ın dediği, söylediği ve övdüğü mânâları kavram ve fikirleri O dediği, söylediği, övdüğü için sevmek… Canlarını, mallarını ve bütün varlıklarını O’ndan bilerek ve O’nun sevgisiyle, muhabbetiyle yine O’nu sevdiklerini; O’nun için izhar edenleri gösterenleri sevmek… Siyah küçük küçük, miniminnacık taşları, Kâbe’nin yerine ve eşdeğerine koymamak… Kâbe büyüklüğündeki ve muhteşem Allah sevgisini küçücük parçalara inkişaf ettirmemek, bölüp parçalamamak… Yalnız ve yalnız, sadece ve mutlak olarak O’nu sevmeyi istemek, O’nu sevmeyi yaşatmak ve bir Hayy-ı Kayyumun verdiği hayatı ömür boyu veren Zat-ı unutmadan görmek ve göstermeye çalışmak. Sevenlerin sevgisine bulanmak, karışmak ve mest olmak… Güllerin gülünün Aleyhissalatü Vesselâm Efendimizin sevgisiyle sevmek… Ve onun sayesinde O’nu bildiğimizi bilerek O'nu sevmek… Allah’ı sevmek, Resulünün sevdiklerini ve sevmediklerini bilmekle başlar diyerek o zât-ı mübareğin eliyle mutlak bir muhabbet ve sevginin kaynağı, yaratıcısı Rabb-i Rahimimizi sevmek… En azından bu yolda bir özenti ve gayretin, çalışmanın içinde olmak… Sevmek!... Bir'i severek, birlikteliği ve birliği yoktan ve Bir’den yaratanı sevmek ve O Bir’in yolunda olduğumuzu her an ve her şartta, hayatın içinde göstermeye çalışmak… Zulümlü ve zulümatlı, karanlıklı hiçbir yaratığın giremediği ve görünmediği Nurlu, aydınlık ve apaçık bir ilânatı bütün benliğimizle bütün kâinata, bütün hallerimizle ilân etmek ve ilânatta bulunmak… Bu yolun yokuşu olmak için; sevgi ve muhabbet deryasından bir damlacıkda olsa dağarcığımıza manidar sevmek kelimelerini, cümlelerini, paragraflarını, sayfalarını ve kitaplarını yerleştirmek… Bütün varlıkları, bütün seçenekleri içinden en çok sevecekleri ve isteyecekleri bir hayatla şenlendiren, demek ki her şeyi seven ve sevdiğini her halde bildiren Zât (c.c.) bizden de sevmeyi ve sevilmeyi istiyor elbette… Sonsuz bir pınar… Dipsiz bir derya… Issız bir çöl… Karanlık bir kâinat ancak O’nu bildiren ve O’nu bilen Nur-u Muhammedi’yi (asm) bilmek ve yolunda gitmekle çözülür, aydınlanır, biter ve akar gider İnşallah… Rabbimi seviyoruz, İnşallah seviliriz… Efendimiz (asm) yolundayız İnşallah ulaştıklarınıza ulaşırız… Buyurun sevgi seli ve rahmeti bizleri bekliyor… 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Her şeyin aksini düşünmek, insanı ‘aksi’leştirir |
Her şeye tenkit nazarıyla bakmak, kişi için bir azaptır Kişinin kendini ifade biçimi hikâye, mukayese, tahlil, özlü, tasvir, manzum yoluyla anlatmak gibi değişik olabilmektedir. Bu üslûp kişiden kişiye değişir. Bir oturumda beyefendi, “Efendim, beni anlayışla karşılarsanız, düşüncelerimi bir şiirle ifade etmek istiyorum” diyebilir. Bu, herkesin yoğurt yiyişinin farklı oluşundandır. Bazıları da her söz hakkını tenkitle başlatıyor. Böyle insanlar, konuşulan her konuda tenkit edecek bir şey mutlaka bulurlar. Hatta tenkit et-mezlerse, rahatsızlık duyarlar. Bu hal bazı insanlarda huy haline gelmiştir. Epeyce bir zamandır tanıdığım genç, bütün konuşma konularına, almış olduğu söz haklarına ifade biçimi olarak tenkitle başlıyor, tenkitle bitiriyor. Var yok tenkit. Her şeyin negatif tarafına bakmak, olumsuz cihetine yoğunlaşmak; bir şeyin nasıl olacağına, nasıl yapılacağına değil de, nasıl yapılamayacağına, nasıl olamayacağına kafa yormak, enerjiyi boşa harcamak anlamına geliyor. Her söz hakkı kırıcı, her cümlesi olumsuz ve her kelime negatif bir enerji içeren insanlar, hem kendileri ve hem de çevresindeki insanları yaralar. Böyle insanların bulunduğu ortamlarda kimse konuşmak istemez. Çünkü tenkit gözü her insanın eksik bir tarafını mutlaka bulabilir. Hayata hep tenkit gözüyle bakan bir insana, bu hali azap için yeterlidir.
Sadece yanlışı söylemek, yıkıcı bir tenkittir Yıkıcı tenkit, yıkıcı bir iç dünyanın dışa yansımasıdır. Bu maddî anlamda bir yıkıcılık olmasa da, manevî anlamda bir tahrip hareketidir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkânların gösterilmesidir. Sadece yanlışı söylemek, doğruyu göstermemek yıkıcı bir tenkittir. Düşünceyi, olgunlaşmış kanaati karıştırmak, yıkmak ve aksi bir meyle sebep olmak yıkımın en büyüğüdür. Cerbeze bundan başkası değildir. Yanlışı doğru diye takdim etmek ve kabul ettirmek, bir beceri değil, bir yıkım hareketidir. Ama gelin görün ki, böyle bir insan, yaptığının bir yıkım olduğunu hiç mi hiç kabul etmeyecektir. Hatta böyle yaklaşımın geliştirici olduğundan dem vuracaktır. Oysaki, münakaşalı meşveretin, kırıcı paylaşımın; enerjiyi olumluya değil de olumsuza harcamanın, yapıcı bir tarafı yoktur.
Tenkitçi faaliyeti sevmez; hiçbir şey yapmamak çok kolaydır Bir işi yapmamak çok kolay iken, yapmak ciddî bir emeği, yoğun bir çalışmayı, sonuçlandırmayı gerektirmektedir. Eylemsizlik, yapmamak üzere yapılan yorumların müşteri bulması, insan nefsinin iş içermeyene, çaba gerektirmeyene, yormayana meyil göstermesindendir. Nefis işten kaçıyor ama ücrete koşuyor. Yıkmaya hemen katılan insan nefsi, yapmaya geldiğinde ciddî ciddî gerekçeler, yoğun bahaneler bulabiliyor. Bir oturumda, bir işin yapılmasını içeren bir konuda, tam karar noktasına gelinmişti ki, bizim ‘bay tenkitçi’ söz hakkı aldı. ‘Yine ortalığı karıştırmak istiyorum’ diyerek başladığı konuşmasında, o işin nasıl yapılmaması gerektiğini bir güzel (cerbezeli) izah etti. Hakikaten görüşü, ücrette ön planda, hizmete geride olanlarda, alıcı buldu. Emmare nefis eylemsizliği, faaliyetsizliği içeren böyle konularda hemen hazır kıta bekliyor. Yani bir işi yapmamak için hiçbir şey yapmaya gerek yok. Kimsenin bir çaba içerisine girmesine, elini cebine atmasına, yorulmasına, vaktini harcamasına gerek yok. ‘Hayır’ de, yeterli. Ama ‘evet’, bir çaba gerektiriyor, ‘ben de bu işte varım’ demeyi gerektiriyor.
Her konunun, mantıklı bir miktar boyutu, her zaman olabilir
Her şeyin aksini düşünmek, insanı ‘aksi’leştiri-yor. Bu, aklın zorlanması demektir. Tenkit nazarını işleten için her şey, bir tenkit konusudur. Tenkit eden, kendisi için savunmacıdır. Yanlışların içinde olsa da, içinde olduğu yanlışı, yanlış olarak görmez. Kendisine yanlışta olduğu iletildiğinde ise, bin bir çeşit teviller getirir. Çünkü böylelerin tenkidi, gururundandır. Tenkidi insaf işlettirmelidir Oysaki, ihlâsla ve samimiyetle, yüzyüze yapılan tenkit bir sahabe ahlâkıdır. Yüzyüze yapıldığı takdirde, gıyabında konuşma da kendiliğinden kalkacaktır. Konuyu Bediüzzaman şöyle izah eder; “En müthiş maraz ve musîbetimiz, cerbeze ve gurura istinat eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işlettirse, hakikati rendeçler, eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.” İçinde insaf bulunmayan tenkit, reddedilmelidir. Yani perdeyi yırtarak, muhatabı kırıcı söz ve tavırlarla rencide ederek, kuvve-i maneviyesini kırıp suçlayıcı ve karalayıcı bir üslûp kullanılarak yapılan tenkitler insaftan uzaktır. Özellikle nefsin işlettirdiği tenkit, her türlü zulmü irtikab eder vaziyettedir. Böyle bir tenkit, tenkit olmanın ötesinde günahtır da. Çünkü içinde doğru niyet ve ihlâs olmayan tenkit, bir hastalık emaresidir. Zaten insanlara karşı, tabiattaki unsurlara karşı olan tenkit hali, insanlara, tabiattaki her şeye düşmanca bir tavır taşımak anlamına gelmektedir. Evet, her şeye karşı düşmanca bir tavır taşımak, insanı yani taşıyanı, tenkit edeni ciddî sarsmakta ve için için taşıyanı kirletmektedir. Biliyoruz ki, amelin ruhu niyet, niyetin ruhu da ihlâstır. Cenâb-ı Hakkı razı etmenin olmadığı, ihlâsın işlettirilmediği bir tenkit, evvela tıpkı haset gibi taşıyanı yer bitirir. Tenkit, her şeye karşı olmaya başlıyor ve kişinin ruh dünyasını sıkıntılara gark ediyorsa, bu bir ciddî manevî hastalık emaresidir. Böyle tenkit bir hastalıktır, ama bilinmez ki hastalıktır. 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kanlı terör bitmeli |
Bir çoğalıp bir azalan terör hadiseleri, toplumun sinirlerinin sürekli gerilmesine sebep oluyor. Perşembe günü meydana gelen ‘mayın patlaması’ neticesi yine askerlerimiz şehit oldu. Bu vesile ile bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dileyerek, kederli ailelerine ve yakınlarına sabırlar temenni ediyoruz. 7 askerin şehit olduğu son tuzağın zamanlaması da dikkat çekici. Cumhurbaşkanından başbakana, muhalefet liderlerinden sivil toplum kuruluşlarına kadar herkesin, bütün toplum kesimlerinin “Terör sona ersin, kalıcı çare bulunsun” diye konuştuğu, tartıştığı ve teklifler gündeme getirdiği bir zamanda sanki bütün bu çalışmalar berhava edilmek istendi. Öyle ya, mayınların patladığı, askerlerin şehit olduğu bir vasatta; akl-ı selim ile düşünmek, teröre kalıcı çare bulmak mümkün olabilir mi? Elbette kurulan bu tuzak ilk değil. Geçmiş yıllara bakıldığında da ne zaman ki terörün kökünün kazınması noktasında olumlu adımlar atılmak istenmiş; mutlak surette benzer kanlı saldırılar olmuştur. Bu bakımdan son saldırıyı ‘sıradan bir saldırı’ olarak görmemek gerekir. Bütün bu ihtimallere ve ‘tuzak’lara rağmen, yine de akan kanın durdurulması için gerekli olan adımların atılmasından başka çare yoktur. Terörün ve teröristlerin ‘tahrik ve tuzak’larına kapılmadan, makul ve kalıcı bir çare bulunmalıdır. Çünkü problemin çözümü ertelendiği ve ötelendiği ölçüde, olan yine vatan evlâtlarına ve analara oluyor. Ancak çare ararken geçirdiğimiz ‘sakin gün’leri iyi ve doğru olarak değerlendiremiyor muyuz? Son günlerdeki tartışmalar esnasında kanlı provokasyonların olabileceği zaten ifade ediliyordu. Dolayısı ile hiç kimse bu ‘tuzak’ karşısında şok olmadı. Maalesef böyle tuzak ve saldırıların olma ihtimali her zaman vardır. Tabiî ki mayınların patladığı bölgede hadisenin tam olarak nasıl cereyan ettiğini bilmek mümkün olmuyor. Bir sıkıntı da bu noktada yaşanıyor. Büyük şehirlerde meydana gelen ‘terör hadiseleri’nin nasıl cereyan ettiği biraz daha ayrıntılarıyla bilinebildiği için daha isabetli değerlendirmeler yapılabiliyor. Geçmişte İstanbul’da yaşanan ve 11 Eylül hadiseleri gibi ‘profesyonelce’ işlendiği ifade edilen İngiliz konsolosluğu ve sinagog saldırıları buna örnek olabilir. Uzmanlar, hadise mahallini ve saldırının işleniş şeklini ayrıntılarıyla değerlendirme imkânına sahip oluyor ve dolayısı ile ona göre yeni tedbirler alınabiliyor. Güneydoğu’da kurulan ‘tuzak’ları ise ‘uzman’ların ayrıntılı olarak bilme imkânı olmuyor. Resmî açıklamalardan yola çıkılarak yapılan değerlendirmeler de haliyle sınırlı bir değerlendirme olarak kalıyor. Bu konuların da daha teferruâtlı olarak incelenmesi ve araştırılması, kurulması muhtemel yeni ‘tuzak’ların engellenemesinde faydalı olabilir. Hiç bir bahane ve mazeretin arkasına sığınmadan, bunca yıldır ocak söndürmeye devam eden terörü durdurmak gerekir. Bunun için daha tecrübeli ve profesyonel askerlerden oluşan bir ekibin kurulması gerekiyorsa, o da yapılmalıdır. Temennimiz ve duâmız, ocakları söndüren bu kanlı terörün bir an önce sona ermesidir. “Ateş düştüğü yeri yakar” tesbitini de hatırda tutarak; “Allah, hiç kimseye böyle acı göstermesin” diyoruz. 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Sıradaki şarkı: Perle’s pearl* |
Bugünlerde Bahçeşehir Üniversitesi Amerikan Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Global Liderlik Forumu’na katılmak üzere ülkemize gelen, Reagan dönemi eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle, bir televizyondan ötekine dolaşarak çeşitli açıklamalarda bulunuyor. Adeta soyisminin sesteşine nazire yapar gibi ‘inciler’ saçıyor etrafa denebilir... Özellikle PKK sorununun çözümü konusunda belirli mesafelerin kat edilmeye çalışıldığı bir dönemde bu mevzuda yaptığı açıklamaları açıkçası ben oldukça maksatlı buldum. Perle Kanal 24’de Perşembe gecesi özetle dedi ki: “Türkiye, Güneydoğu’nun refah ve mutluluğunu arttırmak için elbette çaba sarfetmelidir ancak PKK başka bir problemdir. PKK’nın derdi Kürt kültürü veya kalkınması değil. Onlar daha başka şeylerin peşindeler. PKK’nın sosyo ekonomik ve politik düzenlemelerle memnun olacağını düşünmek hayâl olur. Onların istedikleri daha başka birşey. PKK’nın barışçıl bir sonuç istediğini sanmıyorum.” Perle’ün bu sözleri adeta PKK sorununu çözme konusunda üst perdeden son zamanlarda yapmak istediğiniz açılımlardan vazgeçin ve eski tür silâhlı mücadeleye devam edin anlamına gelmektedir. Ayrıca Perle, PKK gibi bir örgütle mücadele ederken Türkiye’nin ABD’nin yardımı olmadan asla başarıya ulaşamayacağını da iddia ediyor. Yani demek istiyor ki, “bize göbeğiniz bağlı, bu konuda yardım etmezsek PKK asla bitmeyecek”... Perle söylemiyor ama bu konuda yardım etmelerinin tek şartı da tabiîki Türkiye’nin bölgede ABD ekseninde hareket etmesi... Yani Perle’ün derdi Türkiye’yi ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir noktada tutmaktır. Bunun için de PKK’nın bölgede varlığı bir sigorta gibi görünüyor. Perle, başka önemli şeyler de söyledi tabiî ki. Son zamanlarda ABD’nin dış politikada İsrail ile ters düştüğü bazı durumlarla karşılaştık. Bilhassa İsrail’in yasadışı iskân politikası konusunda bizzat Barack Obama ve Hillary Clinton tarafından ciddî uyarılar yapıldı İsrail Devleti’ne... Tam da bu hengâmda Perle, “kimse sevinmesin biz hâlâ İsrail’in yanındayız”, “hep destek, tam destek” mesajları verdi. Perle dedi ki: “İsrail ABD’de çok yüksek bir yerdedir. Her ankette ABD halkının İsrail’e karşı büyük ilgileri olduğu görülmektedir. Demokrasiye hayranlıkları ve çölün ortasında demokrasiyi kurmuş olmaları ve refah içinde yaşamaları Amerikalılar için önemlidir. Uzun vadede bunun değişeceğini de sanmıyorum. ABD ile İsrail arasında farklı görüşler olabilir ancak karşılıklı görüşmeler sonrasında bu farklılıklar giderilebilir.” Bu çölün ortasına kurulan ‘refah devletinin’ Filistin topraklarının işgal edilmesiyle kurulduğunu ve adeta kan ve gözyaşı üzerinde yeşeren bir korku imparatorluğu olduğunu unuttu Perle ve son dönemlerde olanlara bakıp, sevinmeyin biz yine İsrail’in kucağındayız demek istedi... Perle’ün bu programda söylediği en katmerli yalan ise şu oldu: “Bana göre Şimon Peres kadar barışa hizmet etmiş kimse yoktur”... Evet Perle’ün bu tarihe geçecek sözlerini çerçeveletip duvarlarımıza assak yeridir. Zira güya ‘barışa en çok hizmet etmiş’ olan Peres’in başında bulunduğu devlet daha bir kaç ay önce çoğu kadın ve çocuk 1400 küsûr Gazzelinin kanına girmiş olan devletle aynı devlet... Üstelik Perle’e göre “barış meleği” konumunda olan Peres de tutup bu katliâmı yüksek sesle savunmuş ve haklı göstermeye çalışmıştır... İşte bu meşhur Richard Perle bir kaç gün boyunca daha Türk televizyonlarında bağıra bağıra, alenen bu türden yalanlar söyleyip geri dönecek ülkesine... Peki bu yalanları dinleyen bizler ne yapacağız? Öncelikle bu kişinin kim olduğunu bilelim ve ona göre söylediklerini dinleyelim... Richard Perle nam-ı diğer ‘Karanlıklar Prensi’dir... Ronald Reagan döneminde A.B.D. Savunma Bakanı Yardımcısı olarak, 1997-2004 arasında da ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı bir resmî kuruluş olan Savunma Politikaları Kurulu Tavsiye Komitesi (Defense Policy Board Advisory Committee) bünyesinde (2001-2004 arasında Komite Başkanı sıfatıyla) görev yapmıştır. Muhtemelen son tavsiyelerinden bir tanesi Irak ve Afganistan işgali olmuştur... Neocon felsefenin uluslar arası alanda en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir. Her şeyden öte Richard Perle, Yahudi asıllı bir CIA ajanıdır... Perle, dünyanın en büyük inşaat şirketi olan Bechtel Grubu’nun Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya’dan sorumlu yönetim kurulu başkan yardımcısıdır. Yani bir nev'î “ABD yıkacak, Bechtel Grubu inşa edip, para kazanacak” çarkının baş sorumlularındandır... Daha bitmedi, bu Perle, 1970’li yıllarda bizzat Senatör Henry Jackson’un yanında çalışmış ve yetişmiştir. Senatör Henry Jackson ise, Cambridge Üniversitesi bünyesinde kurulan Henry Jackson Cemiyeti’nin (Henry Jackson Society) felsefî fikir babasıdır. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi Peterhouse Koleji’nde, herhangi bir parti ile bağı olmayacak şekilde Mart 2005’de kurulmuş bir siyasî cemiyet olan bu Henry Jackson Cemiyeti, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, pek çok ülkenin siyaset, bürokrasi ve akademi dünyalarından tanınmış isimleri bir araya getirmiştir. Senatörün sağlığında savunduğu görüşler paralelinde, cemiyet, liberal demokrasinin bütün dünyada, ‘gerekirse askerî müdahalelere’ başvurularak yaygınlaştırılması gerektiğini savunur. Cemiyet üyeleri buna “proaktif yaklaşım” diyorlar. Cemiyet çok farklı ve karanlık isimleri bir araya getirdiği için de fare yuvası (rat’s nest) olarak tanımlanmaktadır. Ne güzel bir tanımlama... Cuk oturmuş denebilir... Perle’ün de bu felsefe ile iyi yetiştiği ortadadır... Televizyonlarımızda bir kaç gündür konuşan Karanlıklar Prensi’nin ‘parlak özgeçmişi’ bu şekilde... Televizyonlardan dinlerken, yahut gazetelerden okurken bu ‘detaylar’ aklınızda olsun lütfen... Sonra ‘bu adam birşeyler biliyor da konuşuyor’ diye yanılgıya kapılmayın... Zira söylüyorsa elbette bir maksadı var... *Perle’ün incileri 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“İhâle”den önce izzetli politika |
Meclis’i kilitleyen Suriye sınırındaki “mayınlı toprakları kiralatma ihâlesi”nin görüşüldüğü günde Hakkâri’nin Çukurca ilçesi kırsalında PKK’lı teröristlerin döşediği mayının patlamasıyla altı askerin şehit olup sekizinin yaralanması, gündemi sarstı. Başbakan’ın tâlimatlarına ve AKP grubu yöneticilerinin bütün baskılarına rağmen iktidar partisi milletvekillerinin önemli bir kısmının gönülsüz kaldıkları “mayın tasarısı” geri çekildi. Özellikle büyük tartışmalara sebep olan arazilerin 44 yıla kadar devredilmesini öngören ve tasarının ikinci maddesinin yeniden ele alınmasına dair önerge karara bağlanacak. Dün itibarıyla tasarıdan vazgeçilmemiş; belli ki kamuoyundaki infiâli azaltmak için bir “düzeltme” taktiğine gidilmişti. İktidar partisi, onca yıldır beklenilen bu konuda anlaşılmaz bir acelecilik ve telâşla tasarının Danışma Meclisi’nde yapılacak bir-iki değişiklikle geçmesini istiyor. Muhalefet ise tasarının komisyona geri çekilip “kullanım karşılığı temizleme”nin bütünüyle tasarıdan çıkarılması taraftarı. Bu satırların yazıldığı sırada yapılacak değişikliğin bir “makyaj”dan mı ibâret olacağı ya da “sakıncalı ihâle”nin temelde düzeltileceği henüz açıklığa kavuşmamıştı…
HİÇBİR İKAZ NAZARA ALINMADI Ancak ilginç olan, kamuoyunun bu denli tepkisine rağmen iktidar partisinin, Türkiye’nin geleceği açısından büyük riskler taşıyan ve “ülke topraklarını yabancılara peşkeş çekme” anlamına gelen tasarıda diretmesi. Daha birkaç ay önce Başbakan’ın “Davos çıkışı”yla tepki gösterdiği, Gazze’de çoğu çocuk ve kadın binbeşyüz sivili katleden, beşbinden fazla insanı yaralayan İsrail şirketlerinin başında geldiği ecnebilere 510 kilometre uzunluğunda 216 bin dekar arazinin yarım yüzyıllığına tasarrufuna ve kontrolüne verilmesi. Türkiye-Suriye sınırında yeni bir “Gazze şeridi”nin oluşmasına zemin hazırlanması. İhâlenin İsrail firmalarına verileceği endişesine karşı hiçbir teminat verilmemesi. Haftalardır, iktidar partisinin, “yap-işlet-devret modeli ile verilmesi”ne yapılan itirazlara kulaklarını tıkaması… Doğrusu, başta Silâhlı Kuvvetler ve yerli kamu- özel kurumlarının devre dışı bırakılıp, NATO’ya bağlı bakım ve ikmal kurumu Namsa’ya da vermeyip “yap-işlet-devret” modelinde ısrarının sebebi hâlâ anlaşılmış değil Gerçek şu ki AKP hükûmeti, “arazinin kullandırılması”nı aynı ihâlede birleştiren yasayı gözü kapalı çıkarmaya çalıştı. Siyasî iktidar, bu hususta Meclis’teki muhalefetin yanı sıra Meclis dışı muhalefetin uyarılarına da kulaklarını kapattı. Demokrat Parti sözcülerinin, mayınlı arazilerin temizlenerek, bu verimli toprakların tarıma ve ekonomiye kazandırılması gerektiği; ancak işin zamanında ve risksiz uluslar arası yeterliliğe sahip uzman kuruluşu Namsa’ya yaptırılması teklifini dinlemedi. DP Genel Başkan Yardımcısı Çağrı Erhan’ın “Mikro GAP” modeliyle bu verimli toprakların bölge halkına iş ve geçim imkânı sunulması projesini dikkate almadı.
ZİHİNLERİ KURCALAYAN SORULAR Görünen o ki hükûmet, “bedelle mayın temizletme” yerine “organik tarım” için yabancılara tahsisi tercih etti. Bu yüzden İsrail firmaları dünya basınının gündemine geldi. Daha “ihâle yasası” Meclis’ten geçmeden Fransız AFP ajansının 44-49 yıllığına bu toprakları kullanacak başlıca İsrail firmalarını sıralaması, ecnebilerin hevesini açığa çıkardı. Bu arada basına akseden haberlere göre Kilis’te dört yıl önce 1978’den beri bu konularda hizmet veren iki Alman firmasının üstelik mayın temizletme işinin altyapısını kurup, elemanları eğiterek yeterliliğe kavuşturacak yerli bir firmaya eğitim ve koordinasyonda yardımcı olup devretmesi teklifi kabul edilmemesi, düşündürücü. Diğer şirketlerin metrekaresine 10-15 dolar istemesine mukabil, iki dolara teklif veren Alman şirketleriyle görüşen ve Suriye sınırındaki arazilerin 49 yıllığına İsrailli veya yabancı bir başka firmaya verilmesini sakıncalı bulan dönemin valisi AKP hükûmetince derhal görevinden alınarak merkeze çekilmesi, ihâlenin yabancılara verilmesi hususundaki şüpheleri arttırmakta. (Yalçın Bayer, Hürriyet, 21.5.2009) Dahası siyasî iktidarın, bu “ihâle”nin kimlere verileceğini peşinen belirleyip bu “ihâle” için “yasa” çıkardığı kanaatini pekiştirmekte. Bundandır ki “ülkenin güvencesi olan sınır, yabancı ülkelere ve ecnebi şirketlere teslim edilir mi? Millete inad bu kadar ısrar neden?” soruları zihinleri kurcalamakta. Tam da bu safhada bir “Mayınların temizlenmesiyle ilgili şüphe ve tereddütlerin izâle edilmesi ve tatminkâr bilgi verilmesi gerekir” diyen Gül’ün Kırgızistan’da, “Hükûmet-milletvekilleri, millî çıkarları aleyhinde bir şeye ‘evet’ der mi? Unutmayın ki Türkiye büyük bir toprak kazanacak” cümlesi havada kalmakta… Türkiye’nin “ihâle”den önce içte ve dışta önceliklerini tesbite, demokratik bir irâdeye ve izzetli bir dış politikaya ihtiyacı var… 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Mayınlar temizlenmeli, ancak… |
Suriye sınırındaki arazinin mayınlardan temizlenmesi ile ilgili kanun Meclis’te görüşülmeye başladığı günden bu yana taştırma meydana getirmişti. Hükümet “tekrir-i müzakere” için tasarıyı geri çekti. Bir bakıma geri atmak zorunda kaldı. AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş’ın “Bazı kafa karışıklıkları var. Bunu gidermeye, minareyi düzeltmeye çalışıyoruz” ifadesinden de anlaşılacağa üzere hatalı olan bir şeyler var. Zira tasarıyı getiren hükümette anlaşmazlık yaşanıyor. Konuyu özetlersek… 1956 yılında Hatay’dan başlayıp Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak’a kadar uzanan yaklaşık 510 km uzunluğunda ve 350 metre derinliğindeki Türkiye-Suriye sınırı “kaçakçılık” veya başka nedenlerle mayınlanmıştı. Sınırlarda gömülü 920 bin mayın olduğunu, bunlardan 615 bin adedinin Türkiye-Suriye sınırında olduğunu belirtiliyor. Türkiye, taraf olduğu Ottowa Anlaşması’na göre stoklarındaki 2 milyon 973 bin 481 mayının yarısını imha etti. Toprağa gömülü mayınların da 2014’e kadar temizlenmesi gerekiyor. 1956 yılından beri o bölgede tarım yapılamıyor. Bölge halkı bundan önce mayınlardan çok insanların öldüğünü veya sakat kaldığını söylerken, toprağın kendilerine verilmesini istiyor. Kanun tasarısına göre toprağın işlenmesinin 44 yıllığına mayınları temizleyenlere verilebileceği için itirazlar yükseldi. Hele hele dört yıl önce çıkarılan kararnameyle bir İsrail firmasına verilmiş olması ve ihalenin de Danıştay’ca iptali üzerine, konunun yine İsrailli bir firmaya verileceğini şüphelerini ateşledi. Başbakan Tayip Erdoğan’ın “ısrarla” tasarının kanunlaşmasını istemesine rağmen, 6 maddelik kanun üç haftada Meclis’ten geçirilemedi. Altı maddelik tasarının ancak 4 maddesi genel kurulda kabul edilmişti. Bundan da anlaşılacağı üzere AKP içinde milletvekilleri arasında şüpheleri olanlar, içine sinmeyenler var. 1 Mart 2003’te yaşanan tezkere krizinde olduğu gibi mayınlı araziler tasarısında da kafa karışıklığı olduğu muhakkak. Bu yüzden 184 olan “toplantı yeter sayısı”nın bulunamamasından dolayı kanun bir türlü çıkarılamadı. Sessiz direnişi gören Erdoğan, tasarının görüşüldüğü ilk hafta milletvekillerini genel merkezde toplayarak, tasarının Meclis’ten bir an önce çıkarılmasını istedi. Ancak bunun ardından o hafta yine çıkmadı. Geçtiğimiz hafta Salı ve Çarşamba günleri mesele gündeme dahi alınamadı. Önceki günde ise tekrir-i müzakere için tasarı geri çekildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hükümetin daha çok bilgi vermesi gerektiği üzerinde durdu. Erdoğan ise, “net” bir açıklama yapmadı. Kafa karışıklığının birkaç yönü var. Öncelikle bölgenin en önemli askerî gücü olarak gösterilen TSK’nın bu işi yapamayacağını açıklayıp adres olarak NATO’nun İkmal ve Bakım Teşkilâtını (NAMSA) göstermesi, NAMSA’nın da bu işi yapamayacağını açıklamasından sonra kafalardaki sorular doruk noktasına çıktı. Kaldı ki, TSK 2 yıl önce Mayın Temizleme Bölüğü ile Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesindeki bölgede 7 bin metrekare alanı mayın temizliği yapmış. Başka bir bölgede özel bir Türk firması da mayın temizliği yapmış. Diğer yandan 1956 yılında bu bölgeye ilk mayınları yerleştiren Diyarbakır’daki 7. Kolordu İstihkâm Tabur Komutanı Kemal Güner, krokilerin 7. Kolordu’nun arşivinde bulunduğunu söylüyor. Bu krokilere göre mayınların rahatlıkla temizlenebileceğini ileri sürerken, “Ordumuz buna muktedirdir” diyor. Başka bir soru ise, Suriye’nin kendi tarafındaki mayınları kendisinin temizlediği, Türkiye’nin niye bunu yapamadığı… Kanunu savunanlar, meselenin iki yönlü olduğunu, temizleme işi ile toprakların kullanılma işinin farklı ihale edileceğini söylüyorlar. Ama kimse bu söze itibar etmiyor. Diğer yandan o bölge hem tarıma elverişli, hem de petrol bölgesi. İsrail açısından da stratejik bir bölge. İsrail büyükelçisinin dediği gibi bölge “Yahudiler için önemli bir bölge…” Bütün bunlar alt alta gelince kafaların karışması normal değil mi? Bu yazıyı yazdığımız saatlerde tasarının akıbeti belli değildi. Ancak belli olan bu soruların cevapsız olduğu... Unutmamak lâzım ki, 44 yıl uzun bir süre. Bu sürede neler olur, neler olur. Hem mayın kalleştir bunu da unutmamak lâzım… 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bu tutuklukla nereye? |
29 Mart sonrasına ertelenen reform ve atılım beklentileri, aradan iki ay geçmesine rağmen hâlâ karşılık bulamadı. Bunun sebebi veya sebepleri neler olabilir? AKP’nin seçimde uğradığı sekiz puanlık gerileme ve bunun yol açtığı moral bozukluğu mu? Kurulduktan sonra girdiği ilk seçimde tek başına iktidar olup, sonraki iki seçimden oylarını arttırarak çıkmaya alışmış olan AKP, bu durumun ilânihaye böyle devam edeceğini mi sanıyordu? İnişlerle çıkışların birbirini takip etmesi hayatın temel bir kanunu. Ve bu kanun, uzun soluklu bir maraton olan siyaset yarışında da geçerli. AKP’nin lider kadrolarının kişisel serüvenleri de bu gerçeği teyid eden ilginç örneklerle dolu. Ki, bizzat Başbakan, seçim sonuçlarından gerekli dersleri çıkarıp bundan sonraki politikalarını ona göre belirleyeceklerini söylemedi mi? Puan kaybettiren hatalarını düzeltip, iniş trendini tekrar yükselişe çevirme gayreti içine girmek varken, böyle yapmayıp, önceden beri gelen tutukluğu devam ettirmenin izahı ne olabilir? Üstelik, Erdoğan’ın ifadesiyle, “yorulan” bakanların yerine başka isimler getirilerek büyük ölçüde yenilenen kabinenin taze bir enerjiyle icraata ve reformlara yoğunlaşması beklenirken... Başından beri hep vurgulayageldiğimiz üzere: Hükümetin reformlar için kararlı bir irade ortaya koyarak gündemi o istikamette oluşturma noktasında sergilediği her zaaf, statükonun ânında değerlendirdiği bir boşluk doğuruyor. Ve her boşluk, bir “karşı hamle” ile dolduruluyor. Son gelişmelere bu nazarla bakacak olursak: Cumhurbaşkanı Gül hakkında Sincan mahkemesi tarafından verilen “yargılama” kararı, bu bağlamda son derece tipik ve ilginç bir örnek. Böylece, hem RP döneminden kalma eski dosyalardan biri açılarak “millî görüş” hatıraları canlandırılıyor; hem Gül yolsuzluk eksenli bir tartışmanın hedefi haline getiriliyor; hem de “Bir dönem sonra yokum” diyerek, Rusya’daki Putin-Medvedev modelinin bir benzerini Türkiye’de Erdoğan-Gül üzerinde uygulama senaryolarını alevlendiren Erdoğan’a mesaj verilmiş olunuyor: “Çankaya hesabı için acele etme” mesajı. İşin bir başka enteresan tarafı, “Cumhurbaşkanı yargılansın” kararıyla sonuçlanan sürecin, Gül Çankaya’ya çıktıktan sonra, onunla ilgili olarak evvelce hazırlanıp Meclis komisyonunda bekleyen “kayıp trilyon” dosyasının TBMM Başkanı tarafından, “Dokunulmazlığı kalktı” mülâhazasıyla, “işlem yapılmak üzere” Başbakanlığa; oradan, Müsteşarlık eliyle “gereği için” Adalet Bakanlığına; ve oradan da Ankara Savcılığına intikal ettirilmiş olması. Yani Sincan mahkemesi hakimi durduk yere değil, dosya böyle bir sevk zinciriyle önüne geldikten sonra o kararı verdi. Günlerdir o karar tartışılıyor. Tartışılmalı da. Ama bu kararı getiren sürecin evvelki halkaları da gözardı edilmemeli. Söz konusu makamların dosya için attıkları sevk imzaları zühul ve sehiv miydi; kendi kalelerine attıkları bir gol mü söz konusu, yoksa işin içinde başka işler mi var? Gül’le ilgili tartışılan mahkeme kararını, Cumhurbaşkanının “Güneydoğu-Kürt-terör sorununun çözümünde tarihî bir fırsatın eşiğindeyiz” açıklamasıyla irtibatlandıran yorumlar da var. Ama bize öyle geliyor ki, bu yeni “yargı müdahalesi,” ne olduğu hâlâ anlaşılamayan “tarihî fırsat” çıkışının ötesinde, Gül’ün Köşke çıkışından ve iki yıla yakındır orada oturuyor olmasından duyulan derin hazımsızlığın yeni bir tezahürü. “Cumhurbaşkanı seçilmesini engelleyemedik, o halde orada yıpratalım” stratejisi yürürlükte. Yani, “A planı olmadı, sıra B planında!” Peki, bunlara karşı iktidarın bir planı var mı? Dağılan ve bir türlü toparlanamayan gündeme hakim olup inisiyatifi ele alarak AB sürecini ve reformları sür’atlendirmek, daha iki yıl dolmadan bezgin ve yorgun düşen Meclis grubunu motive edip şevklendirmek ve harekete geçirmek gibi... O yönde bir işaret görebiliyor musunuz? 30.05.2009 E-Posta: [email protected] |