17 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Hadise’yi seçenler, anayasayı değiştiremez


A+ | A-

Ülkemiz, kurtulmaya çalışsa da 12 Eylül 1980 ihtilâlinin millete zorla dayattığı ‘ihtilâl anayasası’ndan bir türlü kurtulamadı. Neredeyse her ay değiştirilmesi gündeme gelse de, istenen değişiklikler bir türlü yapılamıyor.

Aslında mevcut ihtilâl anayasasını kısmen değiştirilerek yolumuza devam edemeyeceğimiz açık. Çünkü bu yol dertlere çare olabilseydi anayasanın değiştirilmesi gündeme taşınmazdı. 1982 ihtilâl anayasası yürürlüğe girdikten sonra pek çok maddesi değiştirildiği halde bu değişiklikler derde devâ olmadı. Zaten yeni ve sivil anayasa talebi de bu sebeple gündeme gelmiyor mu?

Geçmişteki tartışmaları bir yana bıraksak bile, bugün devam eden tartışmaları görmezden gelemeyiz. Sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere çok sayıda akademisyen ve politikacı mevcut ihtilâl anayasının değişmesi gerektiğini söylüyor. Garip olan, iktidar partisi de bu görüşe katıldığı halde bu yönde bir adım atmıyor. Sürekli ‘bahane’ler üretip, işi yokuşa sürüyor. ‘Uzlaşma’ya sığınıp, toplumdan gelen talepleri kulak ardı ediyorlar. Oysa aynı iktidar, yakın geçmişte ‘anayasa taslağı’ hazırlamış, bunu kamuoyuna açıklama noktasına kadar gelmişti.

Gelinen noktayı özetleyen iktidar partisi sözcüleri, “5 madde dışında bu anayasanın geri kalan tüm maddelerini değiştirebiliriz” demiş. (Hürriyet, 16 Mayıs 2009) En başta bazı maddelerin değiştirilmeyeceği kabul edildiğine göre ‘yeni ve sivil bir anayasa’ ihtimali ertelenmiş olmuyor mu?

Tabiî ki Türkiye’nin derdi sadece ‘anayasa’ değil. Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, bir konuşmasında şöyle demiş: ‘’Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri temsil sorunudur. Yüzde 10 seçim barajının bulunduğu bir yerde siz temsil sorununun olmadığını söyleyemezsiniz. Yüzde 10 seçim barajının olduğu bir ülkede insanlar istedikleri partiye oy vermezler. Türkiye 50 yılda 25 parti kapatarak rekor kırmıştır. (...) Kimse kendisini kandırmasın. Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası’nın bir an önce baştan sona değiştirilmesi gerekiyor.’’

Demek ki “Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası” da ayakbağımız... Başka?

(Türkiye’de) Yargının özerkliğinden bahsetmenin mümkün olmadığını da söyleyen Selçuk, dünyanın hiç bir ülkesinde—Afrika ülkeleri dahil—’’Askeri Yargıtay’’ın olmadığını, bunun Türkiye’ye has bir durum olduğunu kaydetmiş. (AA, 16 Mayıs 2009)

Demek ki, “Askeri Yargıtay” da başka bir problem. Elbette ülkemize ayak bağı olan problemleri sıralamaya kalksak sonunu getiremeyiz. Ancak bütün bu problemlerin çözümsüz olduğunu da düşünmeleyim. Çözüm yolu vardır ve çok da kolaydır: Milletin taleplerini dikkate alan, cesur yöneticilere ihtiyaç var.

Sivil ve demokrat bir anayasa ancak cesur ve gerektiğinde ‘bedel ödemeyi göze alacak’ yöneticiler tarafından yapılabilir. Unutmayalım kı; şarkıcı Hadise’yi Türkiye’yi temsil etmesi için seçen ve bu yolla müstehcenliği bilerek ya da bilmeyerek teşvik edenler, o anlayışa sahip olanlar böyle köklü değişiklikleri yapamaz. Yapsa da, ya daha ‘kötü’sünü yapar ya da ‘eski’yi aratan bir anayasa yapar. Bu tehlikenin de farkına varalım.

17.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İyimserliğin beş kuralı


A+ | A-

İlkbaharın yaza dönmeye başladığı, etrafımızın Esma’nın binbir nakışıyla süslenmiş ağaçlar, çiçekler ve güzelliklerle dolu olduğu günlerdeyiz. Hayatta iyimser olmak için çok sebebimiz var. Ama gözümüzün hemen önündeki basit dertler yüzünden çoğu zaman karamsarlığımız ağır basıyor. Biz de bu güzel Pazar günü size daha iyimser olmanın beş kuralını anlatalım istedik.


1- Hedefler belirleyin

ve onların peşinden gidin.

Ruh ve beden sağlığı ancak uğraşarak elde ettiğiniz başarılarla gelir. Hayatı geldiği gibi yaşayan, kendisine farklı uğraşlar hiç aramayanın küçük sıkıntılarda boğulması daha kolaydır. Hedef koyun. Bu hedefiniz büyük de olabilir; meslek değiştirmek, üniversiteyi bitirmek veya bu sene İstanbul’daki maratona katılmak, bir okul yaptırma kampanyası başlatmak gibi. Küçük de olabilir; her gün en az on sayfa kitap okumak, yüzmeyi öğrenmek, resim yapmak gibi. Sonra da bu hedefi gerçekleştirin.

2- Sebat gösterin

Hedefinize ulaşmakta sebat gösterin. Çoğu zaman günlük işler ve geçim telâşı içinde belirlediğiniz ekstra hedefe ulaşmak zor olabilir. Sebat edin ve başaracağınıza inanın. Başaracağına inanmak başarmanın en önemli besinidir. Bunun için de plan yapın. Adım adım yürüyün. Başarısız olan adıma takılmadan yeniden deneyin.

3- Problemlerinizle

doğrudan mücadele edin.

Kötümserler hep sorunları ve karşılaştıkları güçlüklerle mücadele etmekten kaçınır ve erteler. Halbuki bu onları daha da karamsar yapar. Probleminizin kendiliğinden çözülmesini beklemeyin. Hemen bugün yol arayıp mücadeleye başlayın. Güçlüğü kabullenmeyin, çare arayın. Şimdi oturup problemin ne olduğunu yazın. Sonra da nasıl çözülebileceği üzerinde düşünün, sorun, danışın. Karamsarlığın en önemli sebebi; “niye uğraşıyım ki?” düşüncesidir.

4- Bakış açınızı değiştirin.

Bir meseleyi çözememişseniz, o zaman yanlış yerden bakıyorsunuz demektir. “Güzel gören güzel düşünür” tavsiyesini unutmayın. Bulgar Ortodoksu olan ve burada bir tasavvuf ehliyle komşuluk edip, ondan etkilenen bir hanımefendinin, kanser tedavisi sonrasındaki sözleri çok anlamlıydı: “Ben bu hastalık sayesinde şükretmeyi, hayatın anlamını öğrendim. İyi ki hasta olmuşum.” Uzmanlar önemli rahatsızlıkları bulunanların, olumlu bakış açısıyla, hastalığın stresinden kurtulduklarını söylüyor.

5- Halinizi sizden kötü

durumda olanlarla kıyaslayın.

Ay sonunu getiremiyorsanız işsiz olanları düşünün. İşinizi kaybetmişseniz, işsiz bir de ağır hastalığı olanları görün. Hastaysanız daha ağır hastaları, kimsesiz hastaları düşünün. Sizden daha iyi durumda olanlara bakarak imrenmek, sizi karamsar yapar. Siz aşağıya bakınız.

Tabiî bütün bunları yaparken, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu, dolayısıyla başınıza gelenlerin imtihan sorularınız olduğunu bilin, sabredin ve şükredin. Başına büyük bir dert gelen bile, iki adım geri çekilip sahip olduğu güzel şeylere (sağlığa, akla, ailesine, dostlarına, imanına) baksa, derdi azalacak, hayata daha iyimser bakacaktır.

Bugün hava güzel. Sakın uyuyup evde tembellik ederek geçirmeyin. Pencereyi açıp kendinize gelin; kuşları selâmlayın ve kalkıp değerlendirin. Bir dostu ziyaret edin; bir bahçeye inip güzellikleri tefekkür edin; balık tutun; hiçbir şey yapamazsanız bir parka oturup on sayfa kitap okuyun. Hayat güzel! Ama en çok da iyimser olanlar için.

17.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yapan da, teşebbüs eden de yargılanmalı


A+ | A-

Türkiye’de yeni anayasa çalışmaları gündemde iken, darbecilerin yargılanmasını önleyen anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılıp yargılanma yolunun açılması da tartışılıyordu. Ancak yeni anayasa rafa kaldırıldığı için bu konu da unutuldu.

Devam eden Ergenekon soruşturması “mevcut hükümeti yıkmak ve darbeye teşebbüs etmek”ten yürütülüyor. Diğer taraftan ise darbe yapanlar yargılanamıyor. “Yargılansın” diyen savcılar meslekten atılıyor. Geçtiğimiz günlerde “darbeye teşebbüs edenlerin yargılandığı halde darbe yapanların yargılanamadığı” garabetini anlamak amacıyla 12 Eylül darbesini yapan “Kenan Evren yargılansın” dediği için görevinden atılan eski cumhuriyet savcısı Sacit Kayasu, MAZLUMDER Genel Merkezinde dernek başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu ile birlikte toplantı düzenlediler.

Kayasu öncelikle “Kenan Evren yargılansın” dediği için takipsizlik kararı verilmesinin yanlışlığını vurguluyor. “12 Eylül yargılanamaz, Çünkü anayasanın geçici 15. maddesi var” diyenlerin yanılgı içinde olduğunu söylüyor. Zaman aşımının 13 Eylül 2010’da dolacağını, bunun için hazırladığı iddianamenin şu anda geçerli olduğunu söylerken, geçici maddenin de bu yüzden kaldırılmadığını ve zaman aşımının dolduğu günden itibaren de kaldırılabileceğini vurguluyor. Kayasu, kendisinin hem teşebbüsten, hem de darbe yapmaktan, yani iki suçtan iddianame hazırladığını söylerken, kaldı ki ihtilâl olduğunda geçici 15. maddenin olmadığını, 3 ay sonra bu maddenin getirildiğini bildiriyor ve “Doğmamış çocuk suç işleyemez” diye bu görüşünü destekliyor.

Darbeye teşebbüs edenlerin yargılanması ile birlikte, darbe yapanların da yargılanması gerektiğini ifade ederken çarpıcı bir misal veriyor. Meselenin iyi anlaşılabilmesi için anlattığı misal şöyle. “Darbeyi yapanlar yargılanamıyor, teşebbüs edenler yargılanıyor. Bu şuna benziyor. Falan kişi bir adamı öldürüyor, öldüreni yargılamıyorsunuz, ama teşebbüs edeni yargılıyorsunuz. Böyle bir şey olabilir mi? Hem teşebbüs eden, hem de öldüren yargılanmalıdır…”

İddianamesi dolayısıyla ile Savcılık görevinden alınmasının AİHM’de Türkiye’nin tazminat cezası ödemek zorunda bırakılmasına sebep olduğunu, ancak böyle önemli bir kararın basında yer almamasından yakınıyor Kayasu. “Yeşil öldü mü, ölmedi mi? Günlerdir çarşaf çarşaf yayınlanıyor. Türkiye’nin meselesi olan bu konular gündeme gelmiyor. Meselelerin magazin boyutu daha çok ön plana çıkartılıyor. Halbuki AİHM 35 sayfalık kararını açıkladı. Bu kararında “Hem savcı, hem de vatandaş darbeciler yargılansın’ diye dilekçe verebilir. Cezalar haksızdır ve kaldırılması gerekir” yönünde karar verdi. İhlâller konusunu ve demokrasi vurgusunu sık sık dile getiren Yeni Asya’yı bundan ayrı tuttuğunu da özellikle vurguluyor.

12 Eylül ihtilâlinden 3.5 milyondan fazla insanın etkilendiğini, 100 binlerce insanın işkence gördüğünü anlatırken, “Darbeciler yargılansın” demenin ordu düşmanlığı olmadığını üstüne basa basa söylüyor Kayasu. “Bunları ben içime sindiremiyorum, herkes nasıl sindiriyor?” diye soruyor. AİHM’in bu kararından sonra Adalet Bakanlığına dilekçe vererek “savcılığa geri dönmek istediğini” söylüyor, görevine geri döneceğinden de son derece emin gözüküyor.

MAZLUMDER Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu ise “Darbe suçu mahkûm edilmeli, darbeciler yargılanmalıdır” derken hazırlayıp Adalet Bakanlığına sundukları bir yasa değişikliği teklifini söylüyor. Yargı camiasında, muvazzaf askerlerin darbe girişimlerine ilişkin soruşturma ve yargılamaların sivil değil, askerî yargı mercilerince yapılması gerektiğine dair bir düşünce ve uygulamanın ağırlık kazanmaya başladığına dikkat çeken Gergerlioğlu, bunun örneklerinin geçtiğimiz dönemlerde bazı soruşturma ve dâvâlarda görüldüğünü söylüyor. Ve bu tekliflerinin bunun önüne geçeceğini düşünüyor. CMK 250. maddesinin uygulanmasından kaynaklanan bazı sorunların aşılabilmesi için bu kanunun değişmesi gerektiğini söylüyor.

Hem Kayasu, hem de Gergerlioğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın “Bu ülkede insanlar ne kadar akılsız olmalı ki bunca darbe yaşandıktan sonra ve biraz önce sevgili Rojin söyledi; bir darbeci generale dünyanın başka ülkesinde katil muamelesi yapılırken, ülkemizde ressam-sanatçı muamelesi yapıldığını yaşadık biz. Başka ülkelerde yargıdan kurtulmak için bunak rolünü yaptılar, bizim ülkemizde hâlâ alkışlanabiliyorlar. Bununla Türkiye kendi içinde, yüreğinde mutlaka hesaplaşmalıdır” sözünü hatırlatırken, devletin icra makamında bulunanların bunu gündeme getirip halletmesi gereğini dile getiriyorlar.

Konuşmalardan çıkardığımız özet şu: Türkiye darbelerle, darbecilerle hesaplaşmadığı sürece tam mânâsıyla bir demokrasiye kavuşamayacaktır. Bu hesaplaşma da demokrasi ve hukuk çerçevesinde yapılmalıdır. Son yıllarda ortaya çıkan gelişmelere bakıldığında da milletin egemenliğine, millî iradeye ve demokrasiye inanan herkesin demokrasiye darbe vuran girişimler karşısında net bir şekilde tavırlarını ortaya koyması gerektiğini ortaya koyuyor…

17.05.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Devlet sanatçısı olamaz mı?


A+ | A-

“Yazı, hafızanın yükünü hafifletir; güzel yazı bunu daha da azaltır, gözü ve zihni erken yorulmaktan korur, fikrin işlemesine, olgunlaşmasına yarar; sözü düzenler, ifadeyi kuvvetlendirir, dili dizginler; düşünmeye zaman, düzeltmeye imkân verir. Kâtibini edip, hattatını zarif yapar; çeşitli ihtiyaçlara, bunlarla mütenasip yeni yeni keşiflere yol açar; kişiye nimet, fakire devlet, zengine şeref, âleme zinet, yoklukta celis, gurbette enis olur; yazana nam verir, okuyana şan.” 1

HATTAT MAHMUD BEDREDDİN YAZIR

Türk Dil Kurumunun sanatçı tarifinde sanatçı şu şekilde tarif ediliyor:

1- Güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse.

2- Sinema, tiyatro, müzik, v.b. sanat eserlerini oynayan, yorumlayan ve uygulayan kimse.

3- Sanat dallarının birinde üstün başarı gösteren kişi.

Türkiye Cumhuriyeti bu vasıfları taşıyan ve ülkemizi dışarıda başarıyla temsil eden bazı sanatçılarımıza 1971 yılından itibaren “Devlet Sanatçısı” ödülü veriyor. Devlet tarafından özel bir maaşa bağlanan bu sanatçılar, yurt dışı seyahatlerine giderken VİP salonlarını kullanabiliyor; resmî protokola dahil olabiliyorlar.

Devlet Sanatçıları listesine bakınca, bu ünvana lâyık görülenler arasında, karikatür, sinema, tiyatro, müzik, plastik sanatlar, seramik gibi birçok dalda sanat icra eden onlarca kişinin bulunduğunu gördüm. Yazarlardan Tarık Buğra ve Atilla İlhan da var sanatçılar listesinde.

Ama ne yazık ki, güzel yazı sanatı içinde üstün bir yere sahip olan ve,

Hüsn-i hat gerçi ki, sabır da demir leblebidir.

Ahenîni mum eden üstâd-ı güzînin leb’idir.

Yani “Güzel yazı demir leblebi gibidir. Onu mum gibi yumuşatacak olan seçkin üstâdıdır” diye tarif edilen “Hat” sanatını icra eden tek bir sanatçı dahi yok bu listede.

Kültür Bakanlığına soruyorum: Ülkemizi dış ülkelerde meşhur kılan, hatta sözü sayılır otorite konumuna getiren “Hat” sanatı güzel sanatlardan değil mi acaba?

Hasan Çelebi’nin hocası olan Hattat Hamit Aytaç’ın âdeta sefilleri oynayıp beş kuruşa muhtaç duruma düşmesinde, hastane odasında öldüğünde ise tabutunu cenaze arabasına koyacak dört kişinin bulunamamasında devletin hiç mi vebali yok? 2

Hat sanatına 45 yılını veren Hasan Çelebiyi daha geçen yıl hatırlayıp, “Sanata hizmet ödülü” verdiniz.

SİZCE, BU GEÇ KALINMIŞ

ÖDÜLLENDİRME YETERLİ Mİ?

Hat, Ebru,Tezhib gibi büyük sabır, dikkat ve yetenek isteyen İslâm sanatlarını icra eden sanatçılarımız, hak ettikleri yeterli takdiri devletimizden göremeseler de, dışarıda kendilerini tanıyıp takdir edenleri buluyorlar. Bu sanatçılarımızdan biri, Türk Dil Kurumunun “sanatçı” tarifindeki vasıfları fazlasıyla kendinde bulunduran hat sanatçısı Hasan Çelebi’dir.

Yazmış olduğu muhteşem levhalarıyla, Türkiye’nin yanı sıra S. Arabistan, Kuveyt, Almanya, G. Afrika, Belçika, Kazakistan ve Bosna’da tanınıp saygı gören ülkemizin onuru Hasan Çelebi, geçtiğimiz günlerde Kuveyt’in resmî misafiri oldu.

Araplar, Arap harflerini olağanüstü güzel yazan Türk hat sanatçılarına büyük hayranlık duyuyor ve eserlerini takdir edip ödüllendiriyorlar.

B. Arap Emirliklerinin Hasan Çelebi’ye “Onur ödülü” vermesinin ardından, Kuveyt Evkaf Bakanlığı da, İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı olan Kuveyt İslâm Tıp Merkezi Camiini (Altın kubbeli Lulva Merzuk Camii) süsleyen taş üzerine kakılmış altın yaldızlı Celî Sülüs yazılarından ve “Hat”sanatına yapmış olduğu hizmetlerinden dolayı Hasan Çelebi’yi ödüllendirdi. Hasan Çelebi’nin 35 şahane levhasının sergilendiği Kuveyt Güzel Sanatlar galerisinde yapılan ve Büyükelçiliğimizi temsilen bir yetkilinin de hazır bulunduğu törene ben de katıldım ve bir Türk sanatçısının yurt dışında özel bir törenle ödüllendirilmesinden dolayı ülkem adına onur duydum.

Serginin ikinci akşamında ise Hasan Çelebi’den icâzet almış olan Dr. Hilal Kazan, Çelebi’yi ve hizmetlerini Kuveytli sanatseverlere İngilizce olarak anlattı.

Ayrıca, Evkaf Bakanlığının yaldızlı kâğıda bastırdığı Çelebi’nin sergide bulunan levhaları ve cami süslemelerinin fotoğraflarını içeren 74 sayfalık bir kitapçık sanat tutkunlarına dağıtıldı.

Hasan Çelebi’yle yaklaşık 10 yıldır tanışıyoruz. Kuveyt’e gelişlerinde, kendilerini ve beraberindeki sanatçılarımızı fakirhanemizde misafir etmek nasip olmuştur.

Bir defasında kendisiyle Bizim Aile Dergisi için kısa bir röpörtaj yapmıştım.

Bu sefer, Arapça hazırlanmış olan kitapçıktaki biyografisinden istifade ederek daha detaylı bilgi vermeye çalışacağım.

1937 yılında Erzurumun Oltu ilçesinin bir köyünde dünyaya gelen Hasan Çelebi’nin çocukluğu sıkıntılarla dolu geçer. Köyde okul olmaması yüzünden okuma-yazma öğrenemeyen Hasan Çelebi, daha çok küçük yaşta kâğıda ve kaleme büyük bir aşk besler. Bu aşk onu köye getirilen Köroğlu ve Köylü gazetelerini okumaya yöneltir ve kendi gayretleri neticesinde okuma-yazmayı öğrenir. Köylülerin Kur’ân-ı Kerimi hıfz eden bazı talebeler için “hafızlık cemiyeti” tertiplemelerinden çok etkilenen Çelebi, dayısının yanında hafızlık talimi yapar. Kur’ân ilimleri tahsilini ilerletmek üzere 1954 yılında İstanbul’a gelir ve Üçbaş Medresesine yerleşir. Burada altı ay boyunca Arapça ve din eğitimi alır. Daha sonra Üsküdar Çinili Medresesine devam eder. 1956 yılında ise Mihrimah Camiinde müezzinlik görevine başlar. Askerlik dönüşü Mehmed Nasuhi Camiinde görev yapan Çelebi, 1960 ihtilâli sebebiyle İstanbul’dan üç yıl ayrı kalır ve bu süre zarfında Artvin’in Yusufeli kazasında imam olarak görev yapar. 1963’te İstanbul’a geri döner. Dönüşünde, meşhur taş ustası Yusuf Efendi'yle tanışır. Yusuf Efendi, Hasan Çelebi’yi Hattat Hamit Aytaçla (1891-1982) görüştürür. Bu görüşmede Aytaç’tan hat meşk yapmayı talep eder. Ancak, Hamit Aytaç “Çok meşgulüm; sen talebem Halim Özyazıcı’dan ders al” diyerek reddeder.

Bu tavsiye üzerine Hattat Halim Özyazıcı’ya giden Çelebi, kendisinden hat meşk etmeye başlar. Kısa bir müddet sonra Özyazıcı’nın (1898-1964) bir trafik kazasında vefat etmesi üzerine hocasız kalan Çelebi, Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen’in tavsiyesi üzerine tekrar Hamit Aytaç’a gelip ders rica eder ve bu sefer ricası kabul görür. Sülüs ve Nesih yazıları üzerine 14 Ekim 1964’te başlayan bu birliktelik, 18 yıl boyunca devam eder.

Hasan Çelebi’nin konuşmayı fazla sevmeyen ve son derece ciddî bir sanatkâr olan Hamit Aytaç yanındaki ilk dersi “Rabbi yessir velâ tüassir” olur ve iki yıl boyunca aynı yazıya çalışır. Maharetli bulduğu talebesi Çelebi’nin bir hat ustası olmasını arzulayan Hamit Aytaç, icâzet vermede acele etmez. Sonunda, Hasan Çelebi’nin üzerinde altı yıl çalıştığı Hilye-i Şerif yazısı üzerine kendisine 1970 yılında icâzet verir. Hasan Çelebi, 1966 yılında tanıştığı Hattat Kemal Batanay’dan da Tâlik ve Rikka dersleri alır. 1975’te ise Batanay’dan icâzetini alır.

500’den fazla talebeye ders vermiş olan Çelebi, 60 talebeye icâz vermiştir. Türkiye’den Davut Bektaş, Amerika’dan Hat sanatına duyduğu ilgi sonunda Müslüman olan Muhammed Zekeriyya, Japonya’dan Fuad Honda, Bosna’dan Hacı Miliç, B. Arap Emirliklerinden Muhammed Mandi, Kuveyt’ten Câsim Mi’râc, Suriye’den Eymen Abdullah Hasen Hoca konumuna gelmiş olan talebeleridir.

Hasan Çelebi’nin gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında bulunan camilerde çokça yazısı bulunmaktadır. Bu çalışmaların tamamına makalemizde yer vermemiz mümkün değil. Bu yüzden; sadece yurt dışındakileri sıralamak istiyorum:

1- Mescid-i Nebevî’nin genişletilmiş bölümünü süsleyen 100 metre uzunluğunda Mülk ve Cum’a Sûreleri.

2- Medine-i Münevvere’de bulunan Kuba Mescidinin 1400 metre uzunluğundaki yazıları.

3- Medine-i Münevvere’deki Cum’a, Ömer bin Hattab, Ebubekir es-Sıddîk, Ali bin Ebi Tâlib, El-Buhâriyye, Salih Kâmil Mescidlerinin yazıları.

4- Cidde’de El-Hârisî Camii yazıları.

5- Belçika’da Yunus Emre Camii yazıları.

6- Kazakistan'da Almaata Camii yazıları.

7- Bosna Mostar da Nezir Ağa Camii yazıları.

8- Kuveyt İslâm Tıp Merkezi Camii yazıları.

Dipnotlar:

1- Hattat Hamit Aytaç Kitabı, s. 12 (Kartelite Kültür Yayınları).

2- a.g.e., s. 98. [email protected] * [email protected]

17.05.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Kazım GÜLEÇYÜZ

İki kahraman daha


A+ | A-

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “Ölüm haktır” sözüyle ifade ettiği fermanı imzalayanlar kervanı her geçen gün daha da büyüyor. Hafta içinde gazetede yayınlanan taziye ilânları ise, camiamızdan, bu dünyada hizmetini tamamlayıp terhis belgesini alarak vatan-ı aslîye intikal edenlerin bilgisini veriyor.

Bunlardan biri, son şahitler olarak isimlendirdiğimiz, Üstadla görüşme, sohbetinde ve hizmetinde bulunma bahtiyarlığına erişen kahraman zatlardan biri: Senirkentli Ali İhsan Tola.

Senirkent’in seçkin ve Tola hanedanının önde gelen şahsiyetlerinden biri olan muhterem Tola, DP milletvekili olarak Risale-i Nur’a tarihî hizmetlerde bulunan merhum Tahsin Tola ile, yeğeni ve eniştesi olarak iki cihetten akrabaydı.

Üstadla ilgili hatıralarından, Denizli hakimi Hesna Hanıma dair olanını evvelce bu köşede naklettiğimiz Tola, aynı zamanda müdakkik bir âlim ve mütefekkir kimliğiyle temayüz etmişti.

Bu özelliğini, genç yazarlarımızdan Furkan Demir’in kendisiyle yaptığı, geçen sene 5 Ağustos’ta neşredip, vefatı sonrası tekrar yayınladığımız sohbetinde de çok açık şekilde görmüştük.

Üstaddan hatıra anlatması istendiğinde, “En büyük hatıra Risale-i Nur’dur” diye cevap veren Tola, muhataplarını eserlere yönlendiriyordu.

Bir özelliği de şifalı bitkiler uzmanı olması ve evinin, birkaç yıl öncesine kadar, rahmetli damadı Gültekin Tola’nın işlettiği Nurhayat Eczanesiyle birlikte, Türkiye ve dünya çapında meşhur bir şifa merkezi olarak hizmet görmesiydi.

Bu cihetiyle, merhum Sadullah Nutku’ya benziyor; İslâm harfleriyle yazmaya devam ettiği Risale-i Nur eserleriyle manevî, her derde deva olarak hazırladığı ilâçlarla maddî şifa dağıtıyordu.

Allah rahmet eylesin. Kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirsin. Cümlemizi Cennetinde buluştursun. Tola hanedanı başta olmak üzere tüm Nur camiasının başı sağ olsun.

***

Hafta içinde berzah âlemine uğurladığımız kahramanlardan biri de Trabzonlu Yılmaz Er’di.

40 yıllık Yeni Asya okurlarından biri olarak, bütün aile efradıyla birlikte bölgedeki Nur hizmetinin temel direklerinden biri olan Yılmaz Er, geçtiğimiz 25 Şubat’ta gazetede çıkan röportajında Yeni Asya için şu ifadeleri kullanmıştı:

“Risale-i Nur’u tanıdığımızdan bugüne kadar hep Yeni Asya ile beslendik. İmanî meseleleri, istikamet üzere gitmeyi, sadâkati, dik durmayı, eğilmemeyi Yeni Asya’dan öğrendik. Manevî olarak hep bizi takviye etti. Yeni Asya dışa açılan penceremiz. Aynı zamanda gözümüz, kulağımız. Risale-i Nur hakikatlerinin ilânatını yapıyor. Cemaat şuuru gazetede tahakkuk etmiştir. Yeni Asya Müslümanların müşterek tarafları ile alâkadar olmuş, onların dertleriyle ilgilenmiş, Risale-i Nur hakikatlerinden taviz vermemiş olup, emsali yoktur. Yeni Asya kimseden himmet beklemez, merhamet dilenmez, sadece adalet ve fikir hürriyeti ister. Yeni Asya ailesi olarak omuzlarımıza yüklenen mes’uliyet hiçbir omuza devredilemez, hiçbir el onu hafifletemez.”

Aynı zamanda vasiyet niteliğindeki sözlerin de yer aldığı röportajın neşrinden iki buçuk ay sonra rahmete kavuşan muhterem Yılmaz Er’i, 7 yıl önceki Doğu Karadeniz gezimizin Trabzon durağında, şehrin üst kısmında bulunan ve hatırımızda yanlış kalmadıysa adı Soğuksu olan mevkideki evinde ziyaret ve sohbet etmiştik.

Rahmet ve mağfiret diliyor; aile efradına ve bütün Nur camiasına taziyetlerimizi sunuyoruz.

***

Rahmetli annemiz için taziyeler gelmeye devam ederken, İstanbul, Torbalı, Aydın, Denizli, Avusturya, Kırıkkale, Kahramanmaraş, Tekirdağ ve Elazığ çıkışlı mesajlar için de teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sağlık-İş Başkanı Mustafa Başoğlu ile, Konya’da, annemle ilgili yazımızdan sonra geceleri yatarken 21 Besmele okumaya başladığını söyleyen hanım okuyucumuza da...

17.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Aşkın gözü kör ise, kalbin gözü açıktır!


A+ | A-

Aşık mısınız? Sevdiğiniz için deli divane mi oluyorsunuz? Onu görünce elleriniz, ayaklarınıza mı dolanıyor; bir türlü işinize yoğunlaşamıyor musunuz? Öyle ise, şu soruların cevaplarını vermelisiniz:

Aşk nedir? Herkes âşık olabilir mi? Kime, nasıl âşık olmalı? Aşk duygusu niçin verilmiş? Kaç çeşit aşk vardır? Aşkın gözü kör mü?

Aşkı anlatmak güç, tarifi daha da zor. Ancak, “hâl/davranış/beden” dilinden anladığımız kadarıyla “şiddetli bir sevgidir.”1 Aşk, “mecazi ve hakikî” olmak üzere ikiye ayrılır:

* Mecazî aşk: Allah sevgisine ulaşma yolunda, O’nun yarattığı geçici sûretlerden birini sevmektir. Buna dünyaya karşı gösterilen şiddetli arzu da denebilir. Fakat, kimi zaman, bir yere gönderilen çocukların oyuna dalmaları gibi; hakikî aşkı unutup mecazî aşk içinde boğulabiliriz.

Şayet düşmanlık sebepleri kalpte daha üstün gelip hakikî olarak bir kalpte bulunsa, o vakit sevgi mecazi olur. Sevgi; yapmacıklığa, dalkavukluğa dönüşür.2 Bu durumda gerçek bir sevgi yoktur. Bunu muhatap fark eder. Çünkü sevginin yaydığı bir enerji vardır. Hangi türü olursa olsun, “dalga boyları” muhatabın kalbinin radarına çarpar; seviyesini hisseder.

Mecazî aşk ve maşuklar/âşık olunanlar fanidir, eksiktir, geçicidir, devamsızdır; ebedî aşk için yaratılan kalbi tatmin edemezler.

Sevginin şiddetlendirilmiş türü olan aşkı; fani, geçici, solan, yok olan sevgililere yönlendirirsek, devamlı azap verir, üzüntüye boğar. Veya sevdiğimiz şey, o şiddetli sevginin fiyatına değmediği için, sonsuz bir sevgiliyi aratır.

Mecazî aşkın gözü kör, kulağı sağırdır! Bu tür aşkın zebunu olanlar, aşkına karşılık bekler, göremeyince de düşman kesilir. Çünkü insan bilmediği ve elinin ulaşmadığı şeye düşmandır!

* Hakikî aşk: Gerçek aşktır, İlâhî aşktır, Allah aşkıdır. Yani, sevilen her şeyi, Allah hesabına sevmektir. Habib, Vedûd ve Rahim (şefkat, yardım ve sevgiyi ihtivâ eder) tecellilerinde/yansımalarında ilerlemektir. Ulvî, olumlu duyguları besler.

Gözümüze kıl gibi hafif bir şey kaçarsa fena halde rahatsız eder, kimi zaman acıtır, küçük bir damla asit dökülürse kör olur. Nefes borumuzdan ciğerimize su veya yiyecek kaçarsa ölüm getirir. Kalbimizi dizayn edildiği çerçevede besleyemezsek ve ona başka şeyler kaçarsa (mecazi sevgiler, maddiyât, şöhret, inkâr vs.) ölür!

Çok hassas ve kâinattaki olaylarla irtibatlı yaratılan kalp, sever ve bağlanır. Aşık olur. Dolayısıyla karşılık görmek ister. Bulamayınca yaralanır. Ayrılıktan üzülür ve en derin köşelerinde ayrılık ve sapıtmışlık darbesini yer. Gaflete düşen kalp, ümidi keser ve sahibini elemlere boğar.

Siyah gözlüğü takan aşık, iman nuruyla bakmazsa her şeyi siyah, çirkin görür. Bu, bütün insanlara, belki kâinata karşı kin ve düşmanlığa yol açar.3 Bu kadar ağır bir kin ve nefret yığınlarını kalp taşıyamaz, çöker!

Yaratıcımıza yöneltmemiz ve diğer varlıklara O’nun adına beslememiz gereken sevginin yüzünü başkalarına çevirirsek perişan oluruz. Çünkü,

• Sayısız güzellikler üstünde (hatta sevgilisinde) fanilik damgasını (yok olma mührünü) görürüz, kalbî ilgiyi, bağı keseriz. Aksi halde kalbimizde sevgililer sayısınca manevî yaralar açılır.4

• Yine sonsuza dek sevdiklerimizle beraber kalmak istieriz; firaklar canımızı yakar.

Oysa şu karmakarışık, alt-üst olan âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından zavallı kalbimiz yaralanıyor. Ellerimizi, yapıştığı şeyler parçalıyor. Daima ıztırap içinde kalınır, yahut (acıları unutmak için) gaflet ile sarhoşluğa dalınır.5

Mecazî aşkı, hakikî aşka dönüştürerek kurtulabiliriz.6 Mecazi sevgi ve aşkı, yani eş, çoluk-çocuk ve dünya nimetlerine olan tutkumuzu, hakikiye çevirebilirsek; o aşk ve sevgi katlanır, sonsuzlaşır.

Bugün belden aşağı düşürülen, nefsanî, şehvanî ve pespaye olan aşkın gözü kördür! Aşkın gözü kör ise, kalbin gözü açıktır!

Aslında aşk duygusu bize; kulluk yoluyla, mahbûbiyete (sevgi makamına) kadar gitmek;7 mutlak seven ve sevilen Yaratıcımıza ve Rabbimize ulaşmak için verilmiştir. Aşk, Esmâü’l-Hüsnâ’dan olan Vedûd’la; çok şefkatli olan ve çok sevgi beslenen, seven, sevilenle hemhâl olmaya vesiledir.8

Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 37. 2- Mektubat, s. 25. 3- Sözler, s. 321-322. 4- İşârâtü’l-’câz, s. 45. 5- Sözler, s. 187. 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 332. 7- Mektubat, s. 442. 8- A.g.e., s. 34.

17.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şaban DÖĞEN

Zamanla açılan hakikatler


A+ | A-

İlim erbabınca kökleşmiş bir ifade vardır: “Sen ilme bütünüyle kendini vermezsen o sana yarısını vermez” diye.

Hangi ilim vardır ki bir çırpıda kavranmış olsun. Hele dakik meseleleri, ince sırları, gizli nükteleri anlatan eserlerin bir anda kavranması hiç mümkün değil.

İlimde belli noktalara gelmiş nice insanın başlangıçları hep sabır ve sebatla geçmiş. Önce pek anlayamamışlar, sonra derinliklerine dahi inme imkânı bulmuşlar.

Merhum Zübeyir Gündüzalp’ın Nurlarla ilk tanıştığında onca tetebbuatına rağmen Gençlik Rehberi ilk eline geçtiğinde gece geç vakitlere kadar okumuş, çok yerlerini tam anlayamamıştı. Ama büyük bir define keşfettiğinin farkındaydı. Kısa zamanda oldukça mesafe almıştı.

Risâleleri Arapçaya tercüme eden İhsan Kasım es-Salihî de eserleri tanıdığında altı ay birşey anlamadan derslere devam ettiğini; ruh, kalp ve hissiyatını doyuran bu hakikatlerin zamanla açıldığını, sonra da Arapçaya tercüme edecek noktaya geldiğini biliyoruz.

Dostum Forum sitesinde anlatıldığına göre merhum Ali İhsan Tola’nın başından geçen şu hatıra da oldukça ilginç:

Birgün Ali İhsan Tola Üstad Hazretlerini ziyarete gittiğinde İşaratü’l-İcaz isimli tefsirin tashih edildiğini görür. Aralarına katıldığında Üstad, “Anladığın sana kâfidir!” der ve tashihe devam edilir. Ali İhsan Tola Ağabey tashih edilirken daha çok mânâya dikkat eder. Fakat bir yer gelir ki anlayamaz. “Tashih devam ediyor, ben ise o anlamadığım kısım ile meşgul oluyordum. O zaman Üstad Hazretleri bana döndü ve aynen dedi ki: ‘Anladığın sana kâfidir!’ Ben toparlandım.”

Tashihat devam ederken yine bir yere takılır, bir türlü geçemez. Yine, Üstad Hazretleri bir şey söylemediği halde ona yönelip, “Anladığın sana kâfidir!” der.

Çok geçmeden yine takılır. Bu defa Üstad, “Götürün bunu tesbih ettirin!” der.

Nedir tesbih ettirmek? Bunu sonra anlayacaktır. Üstadın bu sözü üzerine onu mutfağa götürürler. Herkes bir şeyler getirip yanına bırakır ve “Bunları yemeden kalkmak yok!” derler.

Önce Zübeyir Ağabey gelir ve Üstaddan üç beş adet üzüm tanesi getirir ve “Ağabey, bunları yiyeceksin!” der. Ceylan Ağabey, lâtifeciliği gereği bir teneke zeytin getirip “Ağabey, bunu yemeden gitmek yok!” demez mi? En ciddî kişi olan Tahir Ağabey dahi büyük bir ekmek getirip “Ağabey, bu yenecek!” deyince şaşırıp kalır Ali İhsan Tola Ağabey.

Ama meseleyi anlamakta gecikmez. Bu yolla Üstad ona hiç unutamayacağı bir ders vermektedir. Yani, nasıl ki onca yiyecek bir çırpıda yenmiyor, ancak zaman zaman yenilebiliyorsa Risâlelerdeki hakikatleri de bir anda anlamak mümkün değildir. Zamanla akıl midesinde sindirilecektir. Onun için Ali İhsan Tola Ağabey, “Birden bütün mânâları kalbine koymak imkânsızdır. Yani, anladığımız kadarı ile iktifa etmeliyiz” der.

Bütün mesele en nadide cevherlerle dolu zengin bir hazineye kavuştuğumuzu bilip sabır ve sebatla anlamaya çalışarak istifade etmektir.

17.05.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Terhisât var!


A+ | A-

Bediüzzaman Hazretlerinin ölüm hakikati için kullandığı bu tâbir mü’min bakış açısını çok güzel ifade eder. Dünya imtihan meydanı, vazife yeridir. Her canlının bir gün mutlaka tadacağı ecel ise artık vazifenin, imtihanın bittiğini, mü’min için ücret alma zamanının başladığını haber verir.

Babaannemizi, kayınvalidemi ahirete uğurlayalı kısa bir zaman oldu. Çocukların ellerinde fotoğraf albümleri, özlemle, birlikte oldukları zamanları anıyorlar. Onların haline baktıkça “Babaanne sevgisi bir başka sevgi şüphesiz” diye düşünüyorum. Her andığımda kendi babaannemi içimdeki özlemden biliyorum. Ben de severdim babaannemi, hem de çok! O sevgiyi ölüm bitiremez ki!

Ahirete iman, üzüntüsüz, tasasız zaman kaygısının olmadığı bir âlemde yeniden beraber olacağımız inancı ayrılık acısının açtığı bütün yaralara şifalı merhemler sürüyor, dünya imtihanını başarıyla bitirebilme arzusu veriyor. Kayınvalidemin birlikte olduğumuz süre içinde etkilendiğim o kadar güzel yönleri oldu ki! Kanaati, iktisatı, vaktini bir an bile boşa geçirmemesi, elinden düşürmediği duâ kitapları, tesettürüne dikkati, temizliği, hamur işlerindeki muazzam başarısı, ilerlemiş yaşına rağmen devamlı faaliyet halinde olması… “Bu enerjiyi nerden buluyor?” diye düşündüğüm çok olmuştur.

Maharetli elleri adeta bir “geri dönüşüm fabrikası” gibi çalışırdı. Dikiş makinesi açılır, gözlükler takılır, giyilmeyen kıyafetler onun ellerinde sevimli minderlere, seccadelere, paspaslara dönüşürdü. Artık küçülen örgü kıyafetler sökülür, yumak yapılır, özel tezgâhlarda dokunmak üzere Kütahya’ya götürülür, kilimler halinde geri gelirdi. Sıkılmadan, usanmadan, içinden gelerek yapardı bütün bunları!

Az malzemeyle muhteşem sofraları özenle hazırlardı. Üzerlerine titrediği torunları börek siparişleri için onun gelmesini dört gözle beklerlerdi! Malûm Tatarların hamur işlerindeki becerisi meşhurdur!

Onların kuşağı zor zamanların insanları olduğundan eşyaya bakışları her an tüketim ekonomisinin eğitim tezgâhından geçen bizlerden çok farklı! İmtihanlarımız da öyle!

Görüşmek üzere sevgili babaannemiz!

Ali İhsan Tola Ağabeyden ibretli bir hatıra!

Geçtiğimiz günlerde rahmet-i Rahmana yolculadıklarımızdan birisi de Tola Ağabey idi. O pek çok özelliğinin yanı sıra sanki bitkilerin dilinden anlayan Lokman Hekim’in günümüzdeki bir temsilcisi idi. Onun bitkilerden yaptığı terkipler, pek çok insanın yarasına merhem oldu.

Ali İhsan Tola Ağabey ile ilgili pek çok hatıra olsa da benim dünyamda Tesettür Risâlesi okumalarım sırasında karşılaştığım şu hatıra ile taht kurmuş durumda! Bazen bir söz, bir tavır, bir fiilin insanı ne yüksek mertebelere çıkarabildiğine de ilginç bir misâl bu hatıra.

Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesi yüzünden “kanaat-i vicdaniyeye” dayanan bir kararla 1935’te 11 ay hapis yatar. Tesettür Risâlesi’nde suç unsuru olmadığına karar verilen mahkeme Denizli Mahkemesi’dir! Beraat kararının altında Mahkeme reisi Ali Rıza Bey ve hanım bir hâkimin de imzası vardır!

Hâkime Hesna Şener Hanım Isparta Senirkentli’dir ve Ali İhsan Tola’nın akrabasıdır.

Ali İhsan Tola bundan sonrasını şöyle anlatır:

“Beraat kararından bir müddet geçtikten sonra bir gün Üstad Bediüzzaman Hazretleri ‘Ali İhsan, Hesnâ kızıma selâm söyle, ben onu mânevî evlatlığıma kabul ettim!’ dedi. Üstad bunu bana söyledi ama, o zamanlar biz açık saçık kadınların yanlarından geçmezdik. Onun için gitmedim! İkinci sefer Üstadın yanına vardığımda yine ‘Mânevî evlâdım Hesnâ’ya selâm söyle!’ dedi. Yine gitmedim. Üçüncüde ‘Sen hâlâ gitmedin mi?’ deyince artık gitmek bana farz oldu diyerek gittim. Denizli sıcaktı. Vardım odasına girdim, selâm verdim. Kısa kollu giymiş, etekler dizinde... Şöyle kapıya yakın bir yere durdum. Bana ‘Gel bakalım koca Nurcu!’ dedi. Hemşehrilik de var, Isparta Senirkentli’yiz... Akrabalık da var. Beni tanıyor. Ben de, ‘Sen de Nurcusun!’ dedim. Böyle deyince orada bulunan bir görevliye; ‘Sen kapıyı kapat ve bize de iki çay söyle!’ dedi. Bunun üzerine ‘Üstad’dan size selâm getirdim. ‘Mânevî evlâdım Hesnâ’ya selâm söyle’ dedi’ deyince Hesnâ Hanım başladı ağlamaya! ‘Ali İhsan! Ne dünyaya yaradık, ne âhirete... Babama kızıyorum... Beni okutacağına, köyümüzün çobanı sümüklü Hasan’a verseydi... Dinimi, Müslümanlığımı yaşar, çoluk çocuk sahibi olurdum. Enâniyetten, evlenmedim bile!..’ dedi. Dedim ki ‘Hesna Hanım! Ona mânevî evlât olmak, o kadar basit bir şey mi? Bu sana yeter!’ ‘Acaba ona lâyık olabildik mi ki?’ dedi.

“Üstadın huzuruna vardığımda, durumu arz ettim. Üstad ‘Ali İhsan, ben onun ismini gavsların, kutupların yanına yazdım, ona ben onlarla beraber duâ ediyorum. Erkekler korktu ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân dâvâsına taraftar çıktı. Yarın mahşerde Kur’ân ona şefaatçi olacak!’ dedi. Bana da ‘Ne o, Hesnâ tesettürsüz diye darılıyor muydun? İşte tesettüre riâyet etmiyor dediğin Hesnâ, Tesettür Risâlesi’ni de beraat ettirdi. Essebebü ke’l-fâil (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün sizin kazandığınız haseneler, sevaplar tamamen ona da yazılıyor. İşte bütün hasene, o beğenmediğiniz Hesnâ’nın şecaat ve cesaretiyle oldu!..’ dedi.” (Zaman, Abdullah Aymaz, 27/07/2008)

Evet bazen Hakime Hesna Hanımın yaptığı gibi küçük bir hareket, bir imza büyük bir neticeyi kazandırabilir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma!” (Lem’alar, 17. Lem’a, 14. Nota)

17.05.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Dış görünüm önemlidir


A+ | A-

Örf ve âdetler, dinî değerlerden, İslâmî kaide ve tavsiyelerden beslenirse bir geçerliliği, bir kıymeti olur. Sünnet-i seniyyeyi göz önünde bulunduran ve o istikamette şekillenen âdetler, tercihler önce Allah (cc), sonra ehl-i din nezdinde makuldur, makbuldur.

Böyle olmayıp, herkesin, her kesimin kendi özel zevklerine göre, his ve heveslerin tatminine yönelik icad edilen örf ve âdetlerin herhangi bir geçerliliği ve inandırıcılığı olamaz. Moda adı altında, körü körüne taklitlerle sergilenen örf ve âdetler, ne kişiye, ne topluma vereceği hiçbir şey yoktur. Bugün örf ve âdetlerimiz itibarıyla yaşamakta olduğumuz durum hiç de iç açıcı değil. Bilhassa gençlerimizi alâkadar eden yönleriyle durum daha da vahim. En fazla yozlaşma, en çok dejenerasyon hâricî hücumlara, dış bombardımanlara daha çok maruz kalan gençlerimizde yaşanıyor. Bir çok gencin bu taarruzların farkında olmayışı da diğer acı bir gerçek.

Meselâ bugün itibarıyla artık hoşumuza gitse de gitmese de, bir çoğumuzun normal karşıladığı gençlerimizin giyim-kuşam durumlarını konuşmak dahi abes karşılanıyor. Ebeveynin kendinin bir parçası saydığı evlâdına şu veya bu şekilde bir tavsiyede bulunması bir baskı, bir dayatma olarak algılanıyor. Hâl böyle olunca, his ve hevesleri galeyanda olan gençlerimiz, nefis ve hevâlarının tatmini uğruna, hiçbir sınır tanımadan sözde bu geçici hayatın tadını çıkarmaya çalışıyorlar. Bu hâlet-i ruhiye içindeki gençlerimiz biraz da dinî değerlerden bîhaber veya mânevî değerlere mesafeliyse, işte o zaman yaşantılardaki acaiplikler iyice çığırından çıkmış oluyor.

Dünyevîleşme hız kazandıkça, insanlar dört elle dünyaya sarıldıkça, ebedî hayat unutuluyor, vazifeler kulak ardı ediliyor. Toplum hayatını dizayn eden, insanları birbirine yaklaştıran, Kur’ân kaynaklı, Sünnet-i Seniyye menşe’li örf ve âdetlerde tuhaflıklar, gariplikler arz-ı endâm ediyor.

Bunun ilk ve belirgin örneklerini gençlerimizin giyim ve kuşamlarında görüyoruz. Artık her türlü dağınıklık, düzensizlik, karmaşıklık moda olarak algılanıyor. Saç-sakalın birbirine karışması rağbet görüyor. Eskiden perişan, pejmürde diye gördüğümüz kıyafetler, şimdi bir nev'î çağdaşlık veya modernlik olarak algılanıyor. Az da olsa bazı gençlerin takım elbise ile veya ütülü pantolon ve gömlekle gezmeleri, bir nev'î saflık veya mübareklik olarak tavsif ediliyor.

Gençlerimizin giyim ve kuşamlarına karışmak ve bu yüzden onları kınamak gibi bir niyetimizin olmadığını hemen belirtmeliyim. Çünkü buna ne hakkımız var, ne de böyle bir vazifemiz... Kaldı ki böyle hoşlanmadığımız kıyafeti tercih eden gençlerimizi kınamıyoruz. İnsanları dış görünüşlerine göre değerlendirmeye tutma yanlışlığına da girmiyoruz. O beğenmediğimiz kıyafetler altında oldukça mükemmel, mütedeyyin, dinî değerlere bağlı çokça gencin bulunduğunu da biliyoruz. Ama keşke gençlerimizin bu takdire şâyân ahlâkî yapıları, dinî yaşantıdaki güzellikleri dışlarına da yansısa... Keşke dış görünümleriyle de dinin tavsiye ettiği giyim-kuşam biçimini tercih edip, çevrelerine de bu yönde örnek olabilseler; suizanlara kapı aralayacak hâl ve davranışlara fırsat vermeseler...

Bunları dile getirmeme sebep, Efendimizin (asm) “Kim bir kavme benzerse, onlardan sayılır” hadis-i şerifi oldu. Efendimizin (asm) ehl-i dini bu konuda ikaz etmesinin, üzerinde ciddî mânâda düşünmeyi, örf ve âdetlerimizi gözden geçirmeyi gerektirdiğini düşünüyorum. Ayrıca, Efendimizin (asm) bu ikazlarının, yalnız gençleri değil, hepimizi alâkadar ettiğini de unutmamak gerekir.

17.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis