"Gerçekten" haber verir 11 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Vehbi HORASANLI

Çözüm Bediüzzaman’da



8 Mart Pazar günü ASDER’in düzenlemiş olduğu “Tarihten Bugüne Kürt Meselesi ve Çözüm Önerileri” konulu panele katıldım.

Emekli General Adnan Tanrıverdi’nin yönetmiş olduğu panelde konuşmacılar sık sık Bediüzzaman’a atıfta bulunarak Kürt sorununda en etkili çözümünü tartıştılar.

Dr. Ramazan Balcı, “Türklerin ve Kürtlerin Müşterek Tarihi ve Osmanlı Döneminde Kürt Meselesi” başlıklı konuşmasında daha önce yayınlanmamış kaynaklara dayanarak meselenin kökenine kadar inmeyi başardı ve bilmediğimiz bir çok konuda tarihe ışık tutarak Türk-Kürt kardeşliğini ortaya çıkardı. Çözüm tekliflerinde ise Bediüzzaman’ın eserlerine müracaat edilmesi gerektiğini ifade ederek çarpıcı örnekler verdi. Said Nursî’nin idealist insan modeline atıfta bulunan Balcı, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” sözünü değerlendirdi. Bu bölümdeki Bediüzzaman ile ilgili sözleri sık sık alkışlarla kesilen Balcı, güzel ve doyurucu bir konuşma yaptı.

Daha sonra “Cumhuriyet Dönemi Kürt Meselesi, Kürt İsyanları, Bölücü Hareketler ve PKK, Dış Güçlerin İstismarı” konulu konuşması ile Em. General Korkmaz Tağma konuştu ve Türklerle Kürtleri bir arada tutan en önemli bağın “İslâmiyet” olduğunu ifade etti. Pazar akşamının Mevlit Kandili olması dolayısıyla sık sık Peygamberimizin hadislerine ayrıca değinen Tağma, tek parti devrinde yapılan hataları da gündeme getirdi.

“İslâmda Kavmiyetçilik, Terörle Mücadele ve Yapılan Hatalar” konulu takdimde ise Emekli Albay Prof. Dr. Ahmet Alper söz aldı ve konuşmasının neredeyse tamamında Bediüzzaman Said Nursî’den alıntılar yaptı. Özellikle “Münâzarât” isimli eserine değinen Alper, “Şu müsbet fikr-i milliyet; İslâmiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve Âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, Kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’înden ahmakane bir cinayettir” dedi.

“Bireyden Topluma Kimlik Özeleştirisi ve Terörle Mücadelede Çözüm Önerileri” konulu konuşması ile Prof. Dr. Nevzat Tarhan kürsüye geldi ve insanlarımızın ırkçılığı benimsemediğini ifade etmesine rağmen bal gibi ırkçılık yaptığını söyledi. “Ben kafatasçı değilim ama Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözünü hatırlatan Tarhan, “ne kadar milliyetçiyiz?” anketini dinleyicilere takdim etti.

“Kendi kimliğini yoksay” anlayışının bilimsel ve çağdaş olmadığına değinen Tarhan, özellikle tek parti döneminde yapılan yanlışlara da değindi.

“Kürt Meselesinde Çok Sorulan Sorular” konusunda konuşan Em. General Adnan Tanrıverdi ise sürenin uzaması ve konuşmacıların yeterli cevaplar vermesi dolayısıyla oldukça kısa bir konuşma yaptı. Dinimize atıfta bulunarak birleştirici rolüne vurgu yapan Tanrıverdi, soru ve cevaplar bölümüne geçti ve konuşmacılara yeniden söz verdi.

Yazılı soruları cevaplayan konuşmacılar tebrik ve teşekkürler ile semineri sona erdirdiler. Bu maksatla emeği geçen bütün ASDER mensubu arkadaşlara ve konuşmacılara teşekkürü bir borç bilir devletimizin bu konuda ortaya çıkan çözüm tekliflerine kulak vermesini dilerim.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Çatışmacı siyasetin ihmali



Artık gına getiren ve “horoz dövüşü” olarak nitelenen gâliz ve hakaretâmiz söylemler arasında sıkışmış siyasetin ortasında Türkiye’nin temel problemleri üzerinde durulmuyor. En bâriz ihmallerden biri, Avrupa Birliği müzâkere sürecindeki tıkanmayla demokratik reformların siyasetin gündeminde yer almaması.

Türkiye’de yerel seçim hayhuyu içinde reformların âdeta unutulduğunu ve son derece az reformu yapan Ankara’nın birkaç yıldır bu konuda verdiği hayal kırıklığını açıklayan Türkiye-AB Karma Parlamento Eş Başkanı Joost Lagendijk, üniversitelerde başörtüsü yasağını buna misal veriyor.

AB temsilcisi, Türkiye’nin AB katılım müzakereleri kapsamında reform sürecine geri döneceğine ilişkin Avrupa’ya pekçok söz verildiğine atıfta bulunarak Ankara’ya reformların devam etmesi çağrısında bulunuyor.

Aslında daha Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un geçen hafta 17 saatlik Ankara ziyaretinde Türkiye’yi bir tek ABD’nin bölgedeki egemenlik ve çıkarları açısından değerlendirmesi, bir başka gerçeği ortaya koyuyor. ABD’nin işgal ettiği Irak’tan Türkiye üzerinden asker tahliyesi, Afganistan’a ek askerî birlik göndermesi, başta İncirlik olmak üzere mevcut üslere ilâveten yeni askerî üs talepleriyle AB’nin evvelemirde demokratikleşme ve özgürlükleri öne çıkaran taleplerinin mukayesesi, iki eksen arasındaki farkı su yüzüne çıkarıyor.

Bu fark, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını önceleyen AB ile Türkiye’yi “küresel çıkarları”na bir nev'î taşeron olarak kullanmak isteyen ABD’yi aynı görenlerin yanlışlığını gösteriyor..

AMERİKAN POLİTİKALARI

Özetle biri, demokrasi ve özgürlükleri tavsiye ediyor, diğeri “güvenlik” ve “terörle mücadele” perdesinde hep işgal, savaş, silâh, askerî üs ve salt menfaatlerini dayatıyor; ve ne garip ki AKP siyasî iktidarı baştan beri ikincisini “tercih” ediyor.

“BOP eşbaşkanlığı”na varan bu “tercih”le Davos’ta Peres’e çıkışan ve “Davos Fatihi” olarak karşılanan ve “kahraman” ilân edilen Erdoğan, bir buçuk milyonu aşkın insanın katledildiği Irak işgaline, yüzbinlerce sivilin öldürüldüğü Afganistan istilâsına karşı ses çıkarmıyor, susuyor.

Doğrusu siyasî iktidar o denli Amerikan politikalarına ram olmuş ki AB’yi görmüyor. “2B orman yasası” gibi rant şâibeli yasaları çıkarmak, çoğu suya sabuna dokunmayan sathî yasal değişiklerle günübirlik gözbayama peşinde. Türkiye’nin AB Ulusal Programında ve Katılım Ortaklığı Belgesinde taahhüd ettiği uyum yasalarını ve uygulamaları hükûmetin ve Meclis’in gündemine bile almıyor.

Seçim propagandasında halka karşı her gün yeni bir “atışma hikâyesi” bulan Başbakan, milyonlara yüzbinlerin eklendiği işsizler ordusunu, binlerce küçüklü büyüklü fabrika ve işyerinin kapanmasını, çok önemsediği TL’nin tırmanan dolar karşısında erimesini ağzına bile almıyor.

Türkiye’de inanç özgürlüğünün kısıtlanmasını, din eğitimi ve öğretiminin yetersizliğini, insan haklarındaki eksiklikleri, düşünceyi ifâdenin suç sayılıp yargılanmasını ve cezalandırılmasını ne Başbakan ve ne de medyanın manşetlere ve ekranlara çıkardığı Meclis’teki muhalefet partilerinin liderleri dert edinmiyor.

Meydanlarda halkın problemlerini kulakardı eden, “Deniz Feneri dâvâsı”nı hararetle savunan ve tartışan Başbakan ve medyadaki siyasî rakipleri, seçim sürecinde bile sözkonusu demokratikleşme ve özgürlüklere dair reformlardan tek kelimeyle bahsetmiyorlar.

BÜTÜN VAADLER UNUTULMUŞ

Öncelikle AKP ile CHP, devamında MHP ve DTP’nin mitingleri televizyonlarda uzun uzun veriliyor. Erdoğan, Baykal ve Bahçeli’nin birbirine sözlü saldırılarını en ince ayrıntıya kadar yayınlayan “yandaş” ve “karşıt” medya, bunların dışında kalanları başta DP olmak üzere görmezden geliyor. AKP ile CHP’ye hapsedilen seçim sathı mailinde halka başka hiçbir alternatif gösterilmiyor.

Ülkenin gerçek gündemini sorgulamak ve konuşmak yerine karşılıklı polemiklerle geçiştiriliyor. “Tencere dibin kara, seninki benden kara” taktiğiyle “yolsuzluk” ve “ihâleye fesad karıştırma” iddialarına yine aynı iddialarla cevap veriliyor.

Ne kirlenen siyasetin temizlenmesi için“yolsuzluk iddiaları”nın araştırılması ne yargının işlemesi için dokunulmazlıkların kaldırılması ve yargı reformu. Ne siyasetin halktan kopukluğunu giderecek, partilerdeki lider sultasına son verecek, tercih sistemiyle seçmenin önüne konulanı değil, tercihini seçtirecek siyasî partiler ve seçim kanunları…

Ne YÖK yasası, ne “GAP eylem programı”, ne Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde çocukların dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerimi öğrenmelerini sınırlayan yaş yasağı, ne subay ve astsubayların yargısız - sorgusuz sualsiz mesleklerinde ihraç eden “YAŞ yasası.”

Ne 12 Eylül darbesin anayasasının yenilenmesi ve 28 Şubat postmodern darbesinden kalma yasaların, yasakların, dayatmaların düzeltilmesi. Ne iktidar partisinin son altı yıldır seçim bildirisinde, “âcil eylem plânı”nda, hükûmet programında vaad ettiği düzenlemeler…

İktidar ve Meclis’teki muhalefet, Türkiye’nin AB projesiyle birlikte demokratikleşme ve özgürlükler unutmuş, defterden silmiş. Ülke meselelerine karşı proje yok, irâde yok…

Varsa yoksa Erdoğan ve Baykal arasındaki “maganda” kavgası, söz düellosu, ağız dalaşıyla lâf yetiştirmeler…

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Git, çocuğuna sahip çık!



Bütün dünya maddî krizle boğuşurken, maalesef mânevî kriz de ‘aile’yi mahvetmek üzere. Hemen her gün medyaya yansıyan katliâm benzeri cinayetler, tecavüzler ve benzeri çirkinlikler insanlığın ciddî bir mânevî buhran ile karşı karşıya olduğunu kör olmayanlara gösteriyor.

Yaşanan çirkinlikleri hatırlatmak bile ‘terbiye’ye sığmaz. Ne var ki bu çirkinlikler, şehrimizde, mahallemizde ve belki de köylerimizde de yaşanıyor. Elbette bu çirkinliklerin önemli bir sebebi de maddî krizlerdir, ama asıl olan karşı karşıya olduğumuz mânevî krizin farkına varabilmektir.

Geçen günlerde İstanbul Etiler’de işlenen çirkin bir cinayet sadece maktûlün ailesini değil, cinayeti duyan bütün insanları üzdü. Çirkin bir cinayetle öldürülen kızın babası, herkesin kulağına küpe olacak bir beyanda bulunmuş. Cinayetle ilgili düşüncelerini merak eden bayan gazeteciye konuşan üzgün baba aynı zamanda ‘anne’ olduğunu da öğrendiği muhabire “Git, çocuğuna sahip çık kızım” demiş. (Haber Turk, 9 Mart 2009)

Evet, mesele bu noktada düğümleniyor: Herkes, hepimiz; ihmal etmeden ve geç kalmadan çoluğumuza çocuğumuza sahip çıkmalıyız!

O halde, hayatî soru şu olsa gerek: Günümüz şartlarında, çoluğumuza çocuğumuza nasıl sahip çıkacağız? Bunun pratik bir yolu, formülü var mı? ‘İnsafsız’lıkları tescillenmiş olanlar kızacak, ama bunun çok kolay ve rahat bir çaresi var: Başta kendimiz olmak üzere; çoluğumuz ve çocuğumuzu İslâmın ter-ü taze ‘iman esasları’na uygun bir hayat tarzına dâvet edeceğiz.

Bugüne kadar bize ‘çare’ olarak sunulanların hiç bir şeye çare olmadığı görüldü. Eğer çare olmuş olsaydı, bu çirkin cinayetlere imza atılır mıydı?

“Yok, biz öyle ‘gerici’ tavsiyelere kulak asmayız. Çocuklarımızı asrın şartlarına göre gayet medenî bir şekilde yetiştireceğiz” demenin bir anlamı yok. Yaşanan çirkin cinayetler, böyle düşünenleri insafa ve iz’ana getirmelidir.

Aynı çirkin cinayetin arkaplanına bakıldığında, cinayeti işleyen kişinin alkol ve hatta ‘uyuşturucu/öldürücü’ aldığı iddiâ ediliyor. Elbette cinayetle ilgili ayrıntılı bilgimiz yok, ama eğer bu iddiâlar doğru ise, gençleri alkol ve uyuşturucu/öldürücü kullanmaya teşvik edenler de dolaylı olarak suçludur. Hemen hatırlayalım: ‘Büyük gazete’ler, aklı devre dışı bırakan ve insanı her türlü kötülüğü işlemeye teşvik eden ‘alkollü içki reklâmları’nı dört koldan sürdürüyorlar!

Teklifimizi biraz daha müşahhaslaştırabiliriz: Günümüz şartlarında; başta kendimiz olmak üzere çocuklarımız, ancak Risâle-i Nur eserlerini okuyarak kendilerini ‘asrın câzip tehlikeleri’ne karşı muhafaza edebilirler. O halde Risâle-i Nur’u ailece okuyalım ve oradaki ‘iman dersleri’ni hayatımıza düstur edelim.

Ayrıca, bu ciddî tehdit ve tehlikeye karşı ‘duâ’ya sarılalım: Allah’ım! Bizi ve ailemizi ‘asrın fitne ve dehşetleri’nden koru. Âmin.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP: 52 mi, 40’ın altı mı?



Erdoğan seçim mitinglerinde halktan, 22 Temmuz’daki yüzde 47’nin de üzerine çıkan bir oy beklediğini tekrarlıyor.

Baykal ise tuhaf bir mantık yürüterek, AKP için yüzde 52 gibi bir “çıta” belirliyor; bunun altındaki rakamı başarısızlık sayacağını söylüyor.

Güya yerel seçimde devlet imkânlarının kullanılması, iktidar partisine fazladan dört-beş puan kazandırırmış. Hesap buna dayanıyormuş.

Kendi hedeflediği oy oranını telâffuz etmezken, güya mücadele ettiği iktidar partisi için böylesine “cömert” bir tahminde bulunan Baykal ne yapmak istiyor, hangi akla hizmet ediyor?

Partisinin “umutsuz vak’a” olma niteliğini iyice perçinleyip pekiştirmeye mi çalışıyor; yoksa 2002’den beri sürdürdüğü “AKP değirmenine su taşıma” görevinde yeni bir aşamaya mı geçti?

Doğrusu, her yönüyle garip bir durum bu.

Peki, 29 Mart’a iki buçuk hafta kala, seçmen eğilimlerini ortaya koyan gerçek tablo ne? Gösterilmeye çalışıldığı gibi AKP yüzde 50’lerin üzerinde mi? CHP, MHP ve DTP ne vaziyette?

Bugünkü Meclis tablosunun dışında kalan diğer partilerin, özellikle DP ve SP’nin durumu ne?

Medyada yeni bir seçim anketi yayınlanmayalı galiba aylar oldu. Ve hatırımızda kaldığı kadarıyla, o zaman neşredilen anketlerin gösterdiği dağılımda “kararsız” veya “hiçbiri” şıkkını işaretleyenlerin oranı rekor seviyelere ulaşmıştı.

Bu sonuç, bir cihetiyle mevcut siyasî yapıda yer alan partilerden duyulan memnuniyetsizliği ortaya koyarken, diğer cihetiyle seçmende yeni ve farklı bir arayışın başladığına işaret ediyordu.

29 Mart’a haftalar kala, son anketlerle ilgili olarak çıkan ipuçları, özellikle AKP açısından bir yükselişin değil, gerilemenin sinyallerini veriyor.

Söz gelişi, bir yabancı firma tarafından yaptırılan ankette AKP’nin alacağı oylar yüzde 40-45 aralığında gösterilirken (Habertürk, 4.3.09), A&G araştırma şirketi sahibi Adil Gür, iktidar partisi için “Yüzde 40’ın da altına inebilir” tahmininde bulunuyor (Neşe Düzel, Taraf, 9.3.09).

Ve böyle bir sonucun en önemli sebebini, giderek ağırlaştığı gözlenen krizle açıklıyor Gür.

Gerçekten, AKP iktidarlarının ilk beş yılında ekonomide yaşanan “bolluk ve rahatlık” görüntüsünün yerini, bilhassa geçen yıldan bu yana kendisini hissettiren daralma ve sıkıntılar aldı.

Özellikle son aylarda açıklanan resmî rakamlar, beş yıldır gözlenen büyümenin küçülmeye dönüştüğünü, iş sahibiyken çıkarılan yüz binlerce kişinin dahil olmasıyla işsiz sayısının rekor seviyelere ulaştığını ve her geçen gün arttığını, borçlanıp da ödeyemeyenlerin de sür’atle çoğaldığını ürpertici bir şekilde gözler önüne seriyor.

Geçen altı buçuk yıl zarfında banka kredisiyle ev ya da araba alıp veya kredi kartına yüklenip ağır borç yükü altına giren birçok insanın, bu olumsuz göstergelerin açığa vurduğu krizin sonucu olarak işsiz kalması veya gelir kaybına uğraması, ekonomide yaşanan sıkıntıyı derinleşen bir toplumsal sorun olma boyutuna taşımakta.

AKP bu durumun yol açması muhtemel kayıpları önlemek veya asgarîye indirebilmek için adeta kriz yokmuş gibi davranarak, olanın da küresel krizin yansıması olduğu ve önceki benzerlerine kıyasla daha az hissedildiği söylemlerini kullanarak ve de dikkatleri başka konulara çekmeye çalışarak vaziyeti kurtarma çabasında.

Ama görünen o ki, işi giderek zorlaşıyor.

Ne var ki, bu durumun genel olarak CHP veya MHP’ye yöneliş gibi bir sonuç getirdiğini söylemek de zor görünüyor. Çünkü bu iki parti halkın talep ve beklentilerine cevap veremiyor.

Hal böyle olunca, arayış içine giren kesimleri ikna edecek alternatif adreslere duyulan ihtiyaç kendisini daha kuvvetli bir şekilde hissettiriyor.

Dileriz, 1950’lerin DP’sini 21. yüzyıla taşıma iddiasıyla yola devam eden günümüz DP’si bunu başarır ve 29 Mart’ta alacağı sonuçla, ülkeyi, bir yıl geçmeden tıkanan 22 Temmuz tablosundan çıkaracak adres olduğunun işaretini verir.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Mevlid Kandili’ni idrak ederken



Bu hafta içinde Amerika Müslümanları, Peygamber Efendimiz’in (asm) doğum günü olan Mevlid Kandili’ni bildiğimiz mânâlarda kutlamalarla değil ama bir Müslümana yakışacak biçimde dâvâya bağlılıklarını pekiştirecek en iyi şekilde idrak ettiler.

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) ve onun ehli ve ashabına salâvat ve selâm olsun. Gerçekten biz Müslümanlar, hepimiz Müslüman olma şerefiyle rahmet altına alınmışız ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) mesajı sayesinde İslâmiyet’i anlamış ve Allah’ın ve O’nun Elçisinin koyduğu kuralların takipçisi olmuşuz.

Amerika’da biz Peygamber Efendimiz’in (asm) doğum gününü bilindik mânâda kutlamayız, asıl yaptığımız şey ise o günde dâvâmıza daha çok hizmet etmek ve tebliğ vazifesinde bulunmaktır. Bir çok dairede İslâm ile alâkalı diyaloglara girmeye çalışır ve o daha önce hiç İslâm ya da Müslümanlar hakkında konuşulmayan o dairelere İslâm’ın hakikatlerini taşımaya gayret ederiz. “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’âm Sûresi 6:153) Peygamber Efendimiz’in (asm) doğduğu gün, biz Müslümanlar, Amerika’da inançsız insanlarla konuşup, onlara İslâmiyeti anlattık ve onları Peygamber Efendimiz’i (asm) tanımaya dâvet ettik. “Andolsun ki Allah, mü'minlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân Sûresi 3:164)

Peygamberimiz doğduğu günün çok özel ve önemli bir gün olduğunu söyler. İslâm şeriatinde Müslümanların böylesi gün ve gecelerde rahmet fırsatlarını değerlendirmesi ve iyilik ve güzellikler yapması tavsiye edilir, işte biz Müslümanlar da Peygamber Efendimiz’in (asm) doğduğu gün olan Mevlid Kandili’nde Allah’a bizi Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla hidayete ve doğru yola sevk ettiği için hamdetmeliyiz. “Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.” (Cum’a Sûresi 62 : 2)

Bazı Müslümanlar bu mübarek günde ellerinden geldiğince Kur’ân okumaya çalıştılar. Bazı kardeşlerimiz kandil gecesinde ertesi gün ışıyana kadar hiç uyumadan Kur’ân tilâvetinde bulundular. Allah sevaplarını kat kat versin.

Her yetişkin Müslüman gücü yettiğince ve imkânları ölçüsünde tebliğ vazifesini de yerine getirmekle yükümlüdür.

Tebliğ ve dâvet vazifesini yapan Müslümanlar bu vazifeyi yerine getirirken inançsız insanlara “sabrı, hikmeti, irfanı, imanı, ilmi, ihsanı, saygıyı, sebatı, bağlılığı, iyi kişisel ilişkileri, cömertliği, pratikliği, esnekliği, tevazuyu, zühdü, kanaati ve takvayı” göstermelidir.

Şu karakteristik özellikler ise imanlı insanı daha inandırıcı ve ikna edici kılar: Dürüstlük, vefa, sempatik ve cana yakın olmak...

Tebliğ edilen kişinin İslâmiyet’i kabul etmesi ise kendi faydasınadır, tebliğ edenin değil. İmanlı insan olarak mesajı iletmek bizim vazifemizdir. Zaten bu görevi yerine getirmek suretiyle ödülü kazanmış oluyorsunuz. Hidayet ise en nihayetinde Allah’tandır. O bu hediyeyi kime isterse ona verir.

Şunu anladım ki, bir insanın tebliğ yapmaya başlaması için mükemmel olmasına gerek yoktur. Tebliğ vazifesi zaten sizi geliştirecektir. Siz başkalarını dâvet ettiğiniz zaman kendiniz de her şeyi hakkıyla yapmaya gayret edeceksinizdir. Böylece siz, başkalarının aksine kendi kendinizi hatalar yapmaktan sakındıracak ve sürekli kontrol altında tutacaksınız. Bu kontrolü yaparken, “özeleştiri, kişisel gelişim, düşünce bazında, yöntem bakımından ve özel hayatta hatalardan sakınmak” gibi altın değerinde ilkeler edinirsiniz.

İşte böylesi kutlu gün ve geceler Müslümanların kendilerini dâvâlarına ve tebliğ vazifesine adamaları için bulunmaz fırsatlardır. Bir Müslüman için, Peygamberimizin (asm) mesajını, bu mesajlara ihtiyaç duyan kitlelere ulaştırmaktan daha mühim ve güzel bir başka iş olamaz.

TERCÜME: UMUT YAVUZ In Observance of the Prophet’s Birthday This week, American Muslims observed the birthday of our great Prophet by not celebrating, but by doing what Muslims do best—engaging in Dawa. Praise be to Allah the Lord of the Worlds, and blessings and peace be upon our Prophet Muhammad and all his family and companions. Indeed, we, Muslims, are blessed to be Muslims, for it is the Prophet’s (peace be upon him) message which reminds us of our obligation to advance Islam and to follow the laws of Allah and His Messenger. In America , we did not celebrate our Prophet’s birthday; what we did do was to make dawa. We moved dialogue about Islam in many circles of debate and injected Islam in those circles that are not used to speaking about Islam or Muslims. "And verily, this is My straight path, so follow it, and follow not (other) paths, for they will separate you away from His path." [al-A'nâm 6:153] On the day of the Prophet’s (peace be upon him) birthday we, Muslims, in America spoke to nonbelievers and introduced them to Islam and invited them to get to know our Messenger. "Indeed, Allah conferred a great favor on the believers when He sent among them a Messenger (Muhammad) from among themselves" [Al 'Imran 3:124] The Prophet (peace be upon him) says that the day he was born was a special day. Since it is well known from Shari`ah that Muslims should seize the opportunity in blessed days and do good deeds, Muslims should look upon the Prophet's birthday as a day to thank Allah for guiding them to Islam through Prophet Muhammad, peace and blessings be upon him. "He it is Who sent among the unlettered ones a Messenger (Muhammad) from among themselves." [al-Jumu'ah 64:2] Some Muslims took time to read the Qur’an on this day. I understand that some of my brothers read the Qur’an until morning the following day. May Allah reward them. Every adult Muslim is obliged to do dawa to the extent of his or her ability. In doing Dawa work, Muslims must be able to show nonbelievers patience, wisdom, insight, iman, ‘Ilm, kindness, consideration, firmness, commitment, good personal relations, generosity, practicality, flexibility, humility, zuhd, qana'a, and taqwa. The following characteristics make a believer more persuasive: Being perceived as honest, loyal personable, and likable. Accepting Islam is a favor for the nonbeliever, not the believer. As a believer, you have a duty to convey the message. You get rewards for fulfilling the duty. Guidance in the end is from Allah. He gives that gift to whomever he wants. I learned that one does not have to be perfect to start dawa. Dawa will help you get better. Dawa helps you improve yourself. The challenge is that you have to live up to certain standards if you call others. You are therefore, more on your guard than others to avoid making any mistakes. You have to check yourself continuously: self-criticism, self-evaluation, looking for mistakes in ideas, methods, and personal life. What a great day for all Muslims to commit themselves to dawa. Moving our Prophet’s (peace be upon him) message upon the masses of the world is a great thing for Muslims to do.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân bütün dertlerin devası



Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’da der ki: “Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddiâ ediyorum ve bunun ispatına hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risâle-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna, yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle, o hikmetleri bitiremeyecek.”

Bediüzzaman Hazretleri aynı yerde, İslâmın meseleleri ve prensiplerinin, bizzat müşahedesiyle, zevken ve binlerce tecrübesiyle ruhî, aklî ve kalbî özellikle sosyal hastalıklarda son derece faydalı bir deva olduğunu, felsefî ve hikmetli meselelerin onların yerini tutmayacağını da gayet net olarak belirtir.1

Evet, Kur’ân, içinde yaşadığımız problemlerin yegâne çözüm kaynağı. Hayata mâl edildiği, hakikatleri bir bir yaşandığında halledilemeyen mesele kalmaz. Değil sadece mânâlarını anlayıp pratiğe dökmek, onu bizzat okumanın, Esmâ-i Hüsna’yı zikretmenin de streslerden tutun nice rahatsızlıklara ilâç olduğu da bir hakikat.

Dünkü makalemizde Esmâ-i Hüsna’nın insanın organlarında bile nasıl müsbet sonuçlar meydana getirdiğini belirtmiştik. Biogeometrinin mûcidi Mısırlı doktor İbrahim Abdülkerim mânevî enerjiyle dolmak için Esmâ-i Hüsna’yı okuduktan sonra şu meâldeki âyetleri okumanın da enerjiyi kat kat arttırdığını ortaya koymuş. Bu âyetlerin meâlleri şöyle:

“Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın ve kalblerindeki ıztırabı gidersin.”2

“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerin derdine bir şifa, mü’minlere bir hidayet ve rahmet gelmiştir.”3

“Onda insanlar için şifa bulunur.”4

“Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz.”5

“Hastalandığında bana şifa veren Odur.”6

“O, iman edenler için bir hidayet rehberi ve bir şifadır.”7

Meâllerini verdiğimiz bu âyetlerin asıllarını okumanın şifa verdiği birçok tecrübeyle sabittir.

Bunlardan biri, büyük âlim Kuşeyrî’nin başından geçiyor:

Birgün Şeyh Ebu Kasım Kuşeyri rüyasında Peygamberimizi (asm) görür. Mahzundur Kuşeyrî. Sebebini sorar Allah Resûlü (asm). Oğlunun hasta olduğunu söyler. Bunun üzerine Kâinatın Efendisi (asm), “Neden şifa âyetlerinden istifade etmiyorsun?” der. Bunun üzerine İmam Kuşeyrî yukarıya aldığımız âyetleri okur ve oğlu şifa bulur.8

Evet, en büyük şifa kaynağı, Kur’ân.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 60.

2- Tevbe Sûresi : 14.

3- Yunus Sûresi: 57.

4- Nahl Sûresi: 69.

5- Şuara Sûresi: 80.

6- İsra Sûresi: 82.

7- Fussılet Sûresi : 44.

8- el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân: 1:435.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Darbe anayasası, yol ayrımı oldu



Gazetemizin Pazar günkü (8 Mart 2009) manşet haberinde de görüldüğü gibi, vatandaşların büyük çoğunluğu "darbe izleri"nin her alanda silinmesini istiyor. Özellikle de "12 Eylül Darbesi"nin izleri...

Bir önceki darbe (27 Mayıs 1960) ile muhtıranın (12 Mart 1971) izleri, zaten büyük ölçüde silinmişti.

27 Mayıs günü "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" olmaktan çıkartılmış; o kanlı darbeyi çağrıştıran isimler ve ünvanlar, resmî–sivil tabelalardan kaldırılmıştı.

Şimdi ise, sıra bir sonraki darbeye, yani 12 Eylül Darbesiyle hesaplaşmaya gelmişti.

Zira, doğrudan bu darbeyi çağrıştıran "12 Eylül" ve "Kenan Evren" gibi isimler birçok okula verilmişti ki, bundan hem veliler, hem de o okullarda okuyan öğrenciler şiddetle rahatsız olmaktaydılar.

İşte, bu rahatsızlıklar giderek büyüdü, zamanla haklı ve çok da yerinde bir tepkiye büründü. Gitgide çoğalan bu tepkiler, sonunda İl Genel Meclislerine kadar gidip dayandı. Haklı tepkilere, bu meclislerdeki siyasiler de ilgisiz kalmadı ve alkışlanacak bir duyarlılıkla harekete geçmeye karar verdi.

İşte bunlardan biri ve hatta birincisi: İçinde hemen bütün siyasî görüşlerin temsil edildiği İzmir İl Genel Meclisinin değerli üyeleri, bu konuyu gündeme aldılar, konuşup müzakere ettiler ve neticede şu karara vardılar: "12 Eylül darbesini çağrıştıran isimler, bütün okullardan silinsin, yerine yeni isimler konulsun."

Evet, işte demokratik olgunluk, demokratik erdemlilik budur. 29 sene sonra da olsa, nihayet iyi bir seviyeye gelinmiş ve takdir edilecek bir karara imza atılmıştı.

Yakın tarihle yüzleşme zamanı

Darbeleri sorgulamaya ve bu mendeburun ufunetinden kurtulmaya başlayan Türkiye, bu açıdan iyi bir noktaya geldi.

Ne var ki, o darbe mantığının dizayn etmiş olduğu fikir ve siyaset anaforundan henüz kurtulabilmiş değil.

Zira, özellikle Demokrat misyona karşı yapılan ve bu misyon hareketini siyasette kast–ı mahsusla denklem dışı bırakan zihniyetin dessas plânları, kamuoyunca henüz anlaşılmış, yahut deşifre edilmiş değil.

Dahası, Demokrat misyonu fikir ve medya sahasında gönüllü olarak savunan bir cihette temsil eden Yeni Asya gibi bir gazete ve camianın 12 Eylül ve sonrasında neler çektiğini, ne tür baskılara mâruz kaldığını ve bu dâvâ uğrunda ne bedeller ödediğini çoğu insanımız ne yazık ki bilmiyor.

Ama, artık bunların da bilinmesi lâzım değil mi? Sizce de, hürriyetlerin kısıtlandığı, demokrasinin canına kıyıldığı, bütün fikir sahiplerinin hedef tahtasına konulduğu, nifak hareketiyle bütün grup ve cemaatlerin parçalanmaya çalışıldığı o karanlık dönemle yüzleşme zamanı gelmedi mi?

İşte bakınız: O tarihe kadar legal olarak kurulmuş bulunan hemen bütün dernek ve teşkilâtları kapattıktan sonra, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan mevcut siyasî partilerin de tamamını kapatan 12 Eylül cuntası, neşriyat tarzını beğenmediği gazeteleri de bir bir kapatmaya yöneldi.

Şunu herkesin bilmesi lâzım ki: Bütün bu kapatmaların en ağır faturası, siyasette Demokratlara, neşriyatta ise Yeni Asya gazetesine ödettirildi.

Biliyorsunuz, parti kurmanın serbest olduğu 1983 yılında, Demokratların devamı olan Büyük Türkiye Partisi kapatıldı, onun yerine kurulan Doğru Yol Partisi ise seçimlere sokulmadı. Darbeciler, Demokratların önünde aşılmaz bir bariyer kurarken, fikir erbabı ve çekirdek kadrosu eski Millet Partisine dayanan siyasî cereyanın da önünü açtı. Bu cereyanın (Büyük Doğu/Necip Fazıl, Sebilürreşad/Eşref Edib, Ehl–i Sünnet/A. Zapsu...) bir başka versiyonu, bugün de iktidar mevkiinde...

Ahrar ve Demokratın fikren müttefiki olan Yeni Asya ise, 1982'de yapılan "Anayasa referandumu" öncesi ve sonrasında toplam 474 gün kapatılarak, madden tüketilmek istendiği gibi, yıllardır canciğer olmuş kadim mensupları dahi birbirine düşürülmek sûretiyle bu camia manen de yıkılmak istendi.

Ne acıdır ki, bu noktada önemli ölçüde muvaffak da olundu. Yüzde 90 küsûr oranında kabul ettirilen 82 Anayasası için cemaatlerin çoğu baskı ve yıldırma politikasıyla "ele geçirilmiş" iken, Yeni Asya camiası da, bu darbe Anayasasına "Evet" diyen ile "Hayır" diyenler şeklinde ikiye bölünerek parçalanmış oldu.

İşte, o parçalanmışlığın dolaylı ve yan etkileri, maalesef yer yer halen de sürüp gidiyor... O gün için, darbeye de, darbe anayasasına da hayır diyen Yeni Asya camiasını anarşistlerle, hatta komünistlerle bir ve beraber olmakla itham edenler, bugün acep ne haldeler?

O gün için darbe meddahlığı yapanlar, darbe anayasanın kabulü için sabahlara kadar duâ ettiğini söyleyenler, hatta Yeni Asya'nın 10 Kasım, 23 Nisan ve 19 Mayıs gibi özel günlerde "hikmet–i vücud"una tamamen zıt mahiyetteki manşetlerle neşredilmesini isteyenler, şimdi "darbe izlerinin silinmesi" ve hatta "darbe anayasanın da değiştirilmesi" yönünde halkın çoğunluğunun hemfikir noktaya geldiği günümüzde, acaba hâlâ "Biz doğru olanı yaptık; Yeni Asya ise yanlış yaptı" diyebiliyorlar mı?

Acaba, zaman denen büyük müfessir, bugün kimi haklı ve kimi haksız çıkardı?

Yoksa, şimdi bunları sormaya ve bu cihette yakın tarihteki hadiselerle yüzleşmeye de mi hakkımız yok?

Dikkatinizi çekerim: 12 Eylül 1980 darbesi, fikir ve siyaset hayatımızın da dönüm noktası ve yol ayrımının müsebbibidir. Bu nokta bilinmeden ve bu dönem tahlil edilmeden, bugünkü kargaşalı vaziyeti bilmenin, anlamanın da mümkinatı yoktur.

Biz, burada ifade ettiğimiz bütün iddiaların, temas ettiğimiz bütün gelişmelerin delillerine, bilgilerine, belgelerine sahibiz. Hapsi arşivlerimizde mevcut. Kim isterse, bunları ortaya serip birlikte müzakere edebiliriz.

Maksadımız kimseyi incitmek, rencide etmek falan değildir. Yeter ki, hak incinmesin ve hakikat rencide olmasın. Ve bilhassa, kitleleri etkileyen temel yanlışlarla doğruların hiçbiri gizli kalmasın, nihan olmasın istiyoruz.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nur Talebelerinin özellikleri - 2



Nur Talebelerinin özelliklerini sıralamaya devam ediyoruz:

Herkese, özellikle ehl-i hizmete İlâhî adalet ölçüleriyle muâmele etmek ile muhabbet ve hürmet etmek.1 Yani, sevapları ve iyi tarafları fazla ise, onu iyi kabul etmek, dışlamamak…

İnsaflı olmak. Yani, “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilmek. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” dememek.

Cemaat zamanı olduğunu, ferdin çok zayıf kaldığını bilmek ve şahs-ı maneviye sarılmak.

Hakkı, batılın hücumlarından kurtarmak için gayret etmek.

Nur mesleği tahrip ve tecavüz değil, müdâfaa ve tamir etmektir.2

Cemaatin en önemli özelliklerinden birisi de istişaredir. Dolayısıyla şahsî fikirler ve tasavvurlardan uzak kalmak; meşveret kararlarına uymak.

Müsbet hareketle tesanüdün bozulmaması için dikkat etmek.3 Tesanüdü bozarak cemaatin tadını kaçırmamak.4

Hayat, birlik ve ittihadın neticesidir. Müslümanlarla kaynaşarak ittihat için çalışmak.5 Bilhassa mânevî fırtınalara karşı dayanışmaya, ittihada önem vermek.6

Hürriyet imanın özelliği olduğundan hürriyetçi olup, demokratlara yardımcı olmanın imanın bir özelliğine endirekt hizmet olduğunu bilmek.

Kimden olursa, kime karşı yapılırsa yapılsın şiddete, zulme, istibdada, haksızlığa karşı gelmek. Müstebitleri/diktatörleri asla alkışlamamak.

Hem kendi, hem de başkaların hakkını/hukukunu aramakla mükellef olduğunu bilmek.

Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitnelerine karşı uyanık olmak. Onlara siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebileceğinin şuurunda olmak.7

Şeytandan ve “fasık siyasetdaşını melek; dindar muhalifini şeytan görme” gibi dehşetli ve lânetlenmiş siyasî anlayıştan Allah’a sığınmak.

Hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek.8

Müfsitlere/bozgunculara aldanmamak.

Dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek; nefsi susturmak.9

Başkalarını dalâletle suçlamak yerine, yardımcı olmak.10

Çaresi bulunan şeyde acizlik gösterip bahanelere; çaresi bulunmayacak meselelerde de cezaya sarılmamak.

Ümit ve korku dengesini korumak ve asla ümitsizliğe düşmemek. Gelişmenin birinci düşmanının ümitsizlik olduğunu bilmek.

Bediüzzaman’ın “herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zekî muhatap ve mucib ve güzel seciyelerin in’ikâsında birer ayna olmanız”11 ifadelerinde işaret ettiği mânâları yaşamak.

İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâk; yüzde biri siyasettir. Dolayısıyla hizmetlerde bu değer sırasını dikkate almak. (İlgi alanı ile etki alanını karıştırmamak.)

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 354.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 48.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 4- Barla Lâhikası, s. 87.; 5- Barla Lâhikası, s. 87.; 6- Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 7- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 8- Münâzarât, s. 49.; 9- Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 10- Muhakemat, s. 32.; 11- Şuâlar, s. 272.

11.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Berzah hayatı



Sivas’tan Saime Topçu: “İnşallah iman üzere ruhumuzu teslim edip gerçek âleme göçtüğümüzde zaman kavramı tamamen sona erecek mi? Şayet erecekse ruhumuzun bedenden ayrılmasından sonra gerçekleşecek olayları nasıl sıraya koyacağız? Ölçümüz ne olacak? Kabirde azabı ve saadeti ruh mu, yoksa ceset mi görür? Halk arasında ölenin kıyameti kopmuş demektir şeklinde bir söylem var; bu ne demektir?”

Öldükten sonraki gerçek âleme kabir hayatı ya da berzah hayatı demekteyiz. Kabir hayatı veya berzah hayatı, âhiret hayatının ilk durağıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, kabir, dünyadan başlayıp kabre, haşre ve ebede kadar uzanıp giden beşer yolculuğunun ilk istasyonudur.1

Kabir istasyonundan sonra yolculuk da devam ediyor, hayat da! Hayat devam ediyor; çünkü ruh bâkîdir. Kabirde insan ceset bakımından ölmüştür, yani kıyameti kopmuştur. Fakat ruhu hayy’dır, yani ruhen hayattadır, yani yaşıyor. Halk arasında ölenin kıyametinin kopmuş olması sözü ile, artık ölenin ahirete göçtüğü, dünyanın büyük ve genel kıyameti ile ilgisinin kalmadığı kast edilir.

Kabir suâli haktır. Kabir azabı haktır. Kabir saadeti haktır. Kıyamet günü ruhun cesetle birlikte yeniden dirilişi haktır. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “İnsan diyor ki: ‘Öldüğüm zaman gerçekten diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?’ İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?”2

Zaman izafîdir. Kabir hayatında zaman kavramı vardır; fakat dünyadaki zamandan çok farklılık arz eder. Bunu, iki saniyelik bir rüyada bazen bir günlük olayları görüp yaşadığımıza benzetebiliriz. Burada rüyanın, dünya zamanını yutup iki üç saniye içine sığdırdığını açıkça görüyoruz. Berzahta ise zaman daha bir farklı işler. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şöyle buyurmuştur: “Kabir, âhiret konaklarından ilkidir. Eğer insan ondan kurtulursa, gerisi kolaydır! Şâyet kurtulamazsa, gerisi daha ağırdır.”3 Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir diğer hadislerinde şöyle buyurdu: “Ölen kişi defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü iki melek gelir. Bunlardan birine Münker, öbürüne de Nekir denir.

Melekler sorarlar: ‘Bu zât için ne demiştin?’

Adam, ölmeden önce söylediğini aynen söyler: ‘O, Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim.’

Melekler: “Senin bunu söylediğini esasen biliyorduk!” derler.

Sonra onun kabri yetmiş metre kare olarak genişletilir, içi onun için aydınlatılır. Sonra ona: ‘İstirahat et!’ denir.

O da: ‘Âileme dönüp onlara haber vereyim mi?’ der.

Melekler: ‘Gelin-güvey gibi uyu’ derler. Onları âilesinden en çok sevdiği kişi uyandırır! O kişi, Allah onu yatağından mahşerde kaldırıncaya kadar rahatça istirahat eder.

“Şâyet ölen münâfık ise, meleklerin sorusuna: ‘İnsanların ona Peygamber dediklerini işitirdim! Ve ben de aynı şeyi söylerdim! Fakat hakikat mıdır, bilemiyorum!’ der.

“Bunun üzerine melekler: ‘Senin böyle söylediğini esasen biliyorduk!’ derler.

“Sonra toprağa: ‘Onun üzerine eğil!’ denilir. Toprak onun üzerine eğilir. Yan kaburga kemikleri yerlerinden oynar. Ve Allah onu yatağından mahşerde kaldırıncaya kadar, böylece toprakta devamlı olarak azap içinde kalır.”4

Kabirde azabı ruh çeker, saadeti de ruh görür. Fakat ceset hissesiz de kalmaz! Kabir hayatı açısından ceset ölmüştür; fakat rûha gelen darbelerin veya mutlulukların çok da uzağında değildir.

Çünkü günahlarda ruhun irâde beyanı ve şer tercihi her ne kadar ön plânda idiyse de; cesedin fiilî rolü ve bizâtihî iştirâki göz ardı edilebilir mi? Meselâ, koğuculuğu isteyen ve teşvik eden rûhî kuvveler ise de, bilfiil icrâ eden dil değil mi? Meselâ, hırsızlığa yönlendiren rûhî güçler ise de, hırsızlıktan fiilen beslenen ve faydalanan beden değil mi? Meselâ, içkiye sürükleyen rûhî temâyüller ise de, içkiyi tadan, haram eğlenceden beslenen ve keyif alan beden değil mi?

Bunun aksi sevap ve hayır noktasında da düşünülebilir. Hayra yönlendiren kalbin duyarlılığı ise de, hayır için çok çilelere katlanan bedenden başkası değildir. Meselâ, namaz için camiye gitmeye yönlendirdiğimiz ayaklarımızın hakkından geçebilir miyiz? Bir ihtiyaç sahibinin elini tutmakta kullandığımız ellerimizin hakkını görmezden gelebilir miyiz? Haramlardan yana sevk etmediğimiz ve helâl dâirede terbiye ettiğimiz bedenimizin muhtelif organlarının mükâfâtı hak etmediğini söyleyebilir miyiz?

Hiç şüphesiz asıl cismânî lezzet de, cismânî azap da “ba’sü ba’de’l-mevtten” sonra, yani dirilişi müteâkip kurulacak mîzandan sonra, yani mahşerden sonra hayatın Cennet ve Cehennem şeklinde tecellîsi çerçevesinde görülecektir. Ve kabir hayatı genel itibariyle ruhânîdir. Fakat bir takım tecellîlerden cesedin de hissesini alacağı anlaşılmaktadır.

“Yâ İlâhenâ, Rabbimiz sensin. Bizi kabir azabından, âhiret azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle. Âmîn.”

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 27

2- Meryem Sûresi, 19/66, 67

3- Tirmizî, Zühd, 3

4- Tirmizî, Cenâiz, 70

11.03.2009

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

40 yıllık Yeni Asya misyonu



Yeni Asya adı bir markadır. Risâle-i Nur Hareketinin basın camiasındaki sözcüsüdür. Kur’ân’ın bu çağa mesajı ve son dersi olan Nur Külliyatının nâşir-i efkârıdır.

Kırk sene evvel Bâb-ı Âli’de dalgalanan Yeni Asya bayrağı, üzerinden bu kadar sene geçtiği ve çok olumsuz dahili ve harici tahrip hareketlerine mâruz kaldığı halde, ihlâs ve inâyet-i İlâhiyeye dayanarak bu günlere kadar gelmeyi başardı. İnşallah kıyamete kadar böyle devam edecektir.

Yeni Asya’nın en önemli misyonu, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebini aynen muhafaza ederek hayata geçirmek ve onu orijinal kimliğinden çıkararak bozmak isteyenlere fırsat ve meydan vermemektir.

Fen ilimleriyle din ilimlerini mezc ederek birlikte sunan Yeni Asya, geniş bir âiledir. Dünyevî bir cemiyet veya teşkilât yapılanmasından farklı olarak, en aşağıdan en yukarıya kadar meşvereti esas alan uhrevî bir cemaat yapılanmasına sahiptir. “Onların işleri aralarında istişâre iledir..” âyeti, bu zincirleme meşveret yapılanmasının temelini teşkil eder. Ne tarikat, ne de dünyevî cemiyet yapılanmasına benzeyen bu duruş, Sahabe Mesleğinin bu zamana yansımasıdır. Kadrolaşmak sûretiyle din adına devlete hâkim olmak gibi sun’î hedefi olmayan bu mesleğin asıl hedefi, Allah’ın rızâsını kazanmaya dayalı sâfî bir iman hizmetidir. Toplumun İslâmı doğru anlamasını ve dosdoğru yaşamasını, aynı zamanda hem dünya, hem de âhiret saadetini elde etmesini ana gaye olarak bilir ve tatbik eder.

Risâle-i Nur’un müsbet hareket prensibi, Yeni Asya’nın en temel esaslarından birisidir. Radikal ve şiddete dayalı her türlü metotları reddeder. Onun yerine, müsbet harekete dayalı formüller üreterek problemlerin halledilmesine çalışır. Asla fikir çatışmalarından korkmaz. Farklı fikirlerin eşit şartlarda tartışılmasının, hakikatlerin ortaya çıkmasına vesile olduğunu kabul eder. Baskı ve zulüm kime yapılırsa yapılsın onu tasvip etmez ve fikir bazında derhal karşısına çıkar. Zulme uğrayanları ve mağdur edilenleri hangi tarafta olduğuna bakmaksızın müdafaa eder.

Yeni Asya, gerçek bir demokrat kimliğiyle samimî olarak demokrasiyi savunur. Adalet, meşveret ve hukukun üstünlüğüne dayalı kanun hâkimiyetini esas alan bir demokrasinin İslâmiyetle çelişmediğini, bilâkis bir çok cihetle örtüştüğünü ispat eder. Batı standartlarında ileri bir demokrasinin ülkeye gelmesi için bütün gücüyle gayret eder. Bu bağlamda, lâikliği, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Lâikliği dinsizlik olarak algılayıp dayatmak isteyenlere karşı mücadelesini fikren sürdürür.

Siyasî partileri demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak gören Yeni Asya, dinin ne siyasete, ne de ticarete âlet edilmesini asla tasvip etmez. Irkçılık üzerine siyaset yapmanın da milletin birliğini tahrip eden bir bomba ve fitnenin uyandırılması olarak kabul eder. Bu yüzden, ideolojik partilere veya dindar kimlikle siyaset yapanlara mesafeli dururken, gerçek bir demokrasiyi savunan ve ideolojilere karşı eşit mesafede olup milletin tamamını kucaklayan Demokrat Misyonu tasvip ve teyit eder.

Yeni Asya, ihtilâl ve darbelerin her türlüsüne karşıdır. İktidarların, kansız kavgasız, milletin hür irâdesiyle el değiştirmesinden yanadır. Askerlerin siyasete karışmasını asla tasvip etmez. Siyaseti sivillerin işi olarak görür. Kapatılmak pahasına da olsa, bütün muhtıra ve ihtilâllere karşı çıkması bundandır.

Otuz yıldır Yeni Asya Gazetesinin bir çalışanı ve yazarı olarak tecrübe ve birikimlerini ortaya koyan Latif Salihoğlu, iki saate yaklaşan semineriyle, Asya Nur Kültür Merkezini dolduran kalabalık bir topluluğa Yeni Asya misyonunu ve tavizsiz istikrar çizgisini anlattı. Soru ve cevap bölümüyle seminer tamamlandığında herkes memnun olmuştu.

11.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla