"Gerçekten" haber verir 16 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

'KÖPRÜ DERGİSİ'NDEN KÜLTÜRLERARASI KÖPRÜ OLUŞTURMAYA



Bir zamanlar ilme, irfana ve ümrana köprü arayışı içinde Köprü dergisini çıkaran cemaatimiz artık mânânın dünya geneline taşınması ihtiyacı doğduğu için Kültürlerarası Köprü (ICBA) oluşturma noktasına gelmiştir. ‘Köprü’ kavramı cemaatimiz ve hizmetimizin şekillenme sürecinde önemli bir yer tutmuş ruh dünyamızda farklı bir yer edinmiştir.

Köprü, ruh dünyamızı etkileyen ortak anlamlar âleminde çoğunlukla kavuşmayı, ulaşmayı temsil etmiştir. Aslında, dünyaya gelen her insan Hazret-i Adem (a.s.) misali asıl vatanından ayrılmışlık durumunda ve gurbetin, ayrılığın şekillendirdiği bir ruh halinde olsa gerektir. Sanki doğumun ağlamaları bu vatan-ı asliden ayrılmanın getirdiği firak yaralarının feryatlarıdır. Kemal noktasından uzaklaşmanın, vahdetten kesrete inmenin elemleri ile sızlayan kalpten gözyaşlarına yansıyan hal Rabbi ile sözleşmiş ruhun O’ndan ayrılığa ilk tepkileri gibidir. Sonsuz cemal ve kemalin bir anlamda müşahidi olan ve ‘ballar balı’nı bulmuş olan ruh yeryüzüne gelir gelmez o ana ve cemale müştak bir şekilde tekrar kavuşmanın arzusu ile yanıp tutuşur. Nokta-i kemale tekrar kavuşma cehdi ile bir hayat süreci başlar.

Varlık diğer bir boyuttan ele alındığında da sonsuz cemalin, en üst dizeydeki kemalin müştak seyircileri ile buluşmak şeklindeki mukaddes meylinden kaynaklanıyor olmalıdır. Bu anlamda kâinat denen şiir, aslında ilâhî bir tenezzül ve bütün kalpler ve sevebilme potansiyeli olan her varlık ile sevginin asıl kaynağı olan mukaddes muhabbet arasında bir köprü konumundadır. Bir rivayete göre ‘büyük bir patlama’ ya da yokluğun dayanılmaz boşluğunu kâinatı titreştiren bir avaz ile dolduran varlık yaratılanlar ile Yaratan arasında kurulan ilk köprü şeklinde kabul edilebilir. Sonra o mukaddes muhabbet bütün âleme dağılmış, elektron ve proton arasındaki çekim kuvvetine, toprağın yağmura hasretine, bülbülün güle muhabbetine, sevgililer arası aşkın şiddetine zemin olmuştur. Bütün cazibeler ve kuvvetler, aslında o mukaddes muhabbete yönelik köprüler ruhun asıl vatanına yönelik seyahatinde önüne çıkan azgın nehirleri aşmak ve derin uçurumları atlamak cehdi içindeki kavuşma arayışlarının tezahürleridir. Bu yönü ile varlık abd ile Mabut arsındaki ilk köprü olarak kabul edilmelidir. Mülk her idrak sahibini melekûti âlemlere taşıyan bir berzah olarak algılandığında kavuşmanın ilk adımı da atılmış olur.

Her şeyin aslı ve her varlığın özü mânâlar âleminde olmalıdır. Bu yönü ile kul ya da idrak ile muhatap olacak şekilde yaratılmışlar açısından eşyanın hakikati olan esmanın idraki mânâ âleminde olmalıdır. Yani hayat, mânâya yönelik bir süreç ve idrakin bir basamağı olarak algılandığı ölçüde gerçek anlamını bulabilir. Varlığın karanlık dehlizlerinden ‘Ezeli Güneş’in nuru ile ısınan ve aydınlanan âlemlere kavuşturan bir köprü olur. Aslında her yaratılanın aslî vazifesi bu köprülük mânâsı ve mülkteki yansımasından melekûti âlemlere bir yol olmak, abd ve Rabb arasında bir köprü kurmaktır.

Varlık ve kâinat bir kitap olarak kabul edildiğinde onu okumanın birinci basamağında ilmin yer aldığını kabul etmek gerekir. İlim kitabın mânâsına ulaştıracak bir köprü şeklinde ele alındığında bütün eğitim ve ilim elde etme gayretleri de eşyanın hakikatine keşif yolculuğu anlamına gelecektir. Ancak, bu noktada ilmin bu boyutunu ortaya koyacak ve ferdin dünya ile irtibatını düzene sokmaya çalışan bir ilim tanımından ziyade ferdini kendini ve âlemini tanımladıktan sonra o zeminde eşyadan esmaya giden yolun köprüsü kurulmalıdır. Bu da ferdin dünyasından ve hayatla irtibatından ilme doğru bir köprü kurulması ile mümkün olur. İlmin köprü olabilmesi için doğru ilim algısına kavuşmak, yani oraya bir köprü kurmak gerekmektedir.

Varlığın genelinde ortaya konan doğru ilim algısı bütün detaylara da yansıdığında, yani teorik olarak bilinenlerin pratik hayatın her anına yansıtılması durumunda ilim hakikate ulaştıran sağlam bir köprü olabilir. Bu anlamda hayatın her anı karşılaşılan her durum fert ve varlık ya da o varlığın müekkel meleği ile bir irfan meclisi gibidir. Bu meclisteki meşveretin neticesi her denk üzerindeki mührü görebilmek ve oradan hakikate bir yol bulabilmektir. Hayatın en kısa zaman diliminde ve en küçük olayında bunun gerekliliğine bir ihtiyaç hasıl olması ferdin dünyasından o mânâya bir köprü yani irfana bir köprü gereklidir ki kesrette boğulmasın ve hayatının her anının anlamlı kılacak bir varlık algısının duâsı içine girebilsin. Tahkik ehli olmaya namzet ve karşısına çıkan en küçük hadisenin de Sani-i Zülkemal tarafından çizilen bir tablo olduğunu idrak edebilsin. Bu yönü ile irfana köprü olmak tahkiki bir imana köprü olmak ve varlık kitabını harf harf kelime kelime okuyacak bir idrak düzeyine kavuşmak ve kavuşturmak için bir duâ olmalıdır. Bu varlığın kıymetini bilmek ve en küçük anını ve tek zerresini dahi idraksizlik ve iz’ansızlık ile zayi etmemek arayışıdır.

Bu ölçüde kıymeti bilinen bir varlık ile doğru ilişkiler içinde olmak ve Kâinat Sultanı’nın varlığın işleyişindeki tarzını doğru okuyup ona muhatabiyetini de sünnetullah denen bu kurallar çerçevesinde belirlemiş olmak yine kâinatın kitap olarak okunması ve fiillerin bir duâ olarak algılanmasının neticesinde olacaktır. Kur’ân medeniyeti böyle bir algının ve varlığa bu algı çerçevesinde bakarak onunla doğru ilişkiler kurmanın neticesinde olacak gibidir. Kalplerde olan bu imardan toplumların ıslâhına ve imarına yönelik fiilî duâ mânâsı fertlerin âleminde şekillendiğinde medenî ve medenî olduğu ölçüde Rabb-ı Kerim’e yakınlaşmış fertler ve toplumlar hedeftir. Bu durum için ve toplumların Kur’ân ile irtibatlı şekilde medenileşmesi ve imarı için umrana bir yol bulmak o alana bir köprü kurmak gerekli olacaktır. Aklın nuru ve vicdanın ziyası şeklinde iki sağlam ayak üzerine sağlam olarak oturtulması gereken bu köprü ancak Kur’ânî ölçüler ve varlığa mânâ-i harfi ile bakan bir planın sonucunda inşa edilebilir. Geleceğin refah ve huzur dolu toplumları, baş döndüren teknolojik gelişmelerin doğru algılanıp aslî mânâları ile irtibatlandırıldığı tevhid nazarı ile ele alınması durumunda ancak gerçek huzur ve iki cihanda mutluluğun kaynağı olabilirler. Aksi takdirde ruh âlemlerinde teknoloji enkazı ve modernlik ya da yanlış algılanmış medeniyet kurbanı fertler cemiyetin her tarafını saracaktır. Varlığın her türlü güzelliğinden vahyin çizdiği sınırlar içinde faydalanan, eşyanın ve nefsinin esaretinden kurtulmuş fikri, vicdanı ve irfanı hür fertler ve bu fertlerin oluşturduğu toplumlar umranın cisimleşmiş tanımı olacaktır. Bu anlamda dünyanın geleceği ve önümüzdeki nesillerin huzur ve barışı umrana kurulacak sağlam köprülerle sağlanabilir. Bu hem ferdin şahsî âleminde hem de dünya genelinde huzur dolu bir hayatın temel şartı gibidir. Köprü’den ‘Kültürlerarası Köprü’ye uzanan bayrakta bu arzu, bu duâ ve bu şevk kaydedilmiştir ve bir gün bu güçlü duâ kabul edildiğinde ‘Barla Modeli’ çekirdeğinden büyüyüp gelişmiş bir dünya herkesin huzur içinde yaşadığı bir Nur Âlemi’ne dönüşecektir.

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gerçekler gizlenmez



Şu dünya hayatında çeşitli şekillerde cinayet işleyenlerin yaptıkları yanlarında kâr kalmayacaktır. Çünkü dünya sahipsiz değildir. Dünyanın içindekiler de, dünyanın dışındakiler de Kâinatın Yüce Rabbinin mahlûkudurlar. Ve o mahlûkların en küçük bir faaliyeti dahî Kâinat Rabbinin bilgisi ve iradesi dışında meydana gelmemektedir. O’nun emri dışında bir yaprak dahi kımıldama imkânına sahip değildir. Hiçbir varlık, bilhassa kendinde bir kuvvet vehmeden cahil ve cebbar insanlar da O’nun mülkünün dışına çıkamazlar.

Aynı şekilde biz insanların da kendilerinden kaynaklanan en küçük bir hareketleri dahi bulunmamaktadır. İnsanoğlu âcizdir, güçsüzdür. Ancak aciz ve güçsüz insana diğer mahlûklardan farklı bir rol verilmiştir. İnsan var olan her şeyin en şereflisi olarak yaratılmıştır ve var olan her şey insan için yaratılmıştır. İnsan da bu verilen sayısız nimetler karşılığında Rabbini tanıyacak ve O’na karşı kulluk vazifesini yapacaktır.

İnsan Rabbine karşı vazifelerini yerine getirmezse insan olma özelliklerinden uzaklaşacak ve imtihanı kaybeden biri hâline gelecektir. İmtihanı kazanana ebedî, ölümsüz bir hayat mükâfat olarak verilecektir. Verilen onca insânî güzelliklere ve yapılan ikazlara rağmen imtihanı kaybedenlere ise elbette ebedî bir Cehennem hayatı verilecektir.

İmtihanı kazanmak ve kaybetmek cihetinden insanların meydana getirdikleri olaylara bakarsak, girift gibi görünen hadiselerin içinden çıkmamız daha kolay olacaktır. Hiç unutmayalım ki İlâhî adalet mutlaka canileri cezalandıracak, mazlûmları da koruyacaktır. Hadiselere dikkatle bakarsak canilerin önemli bir kısmının zaten bu dünyada dahi İlâhî adaletin cenderesinden kendilerini kurtaramadıklarını göreceğiz.

Olaylar umumiyetle gizli kalmamakta, kendini masum gibi gösteren zalimlerin mutlaka gerçek yüzleri ortaya çıkmaktadır. Sahte kahramanların mutlaka foyaları meydana çıkmakta, gizlenen gerçek mahiyetleri gün yüzüne çıkmaktadır. Diğer yandan yalan, yanlış bilgilerle yanlış tanıtılan maznun ve mazlûmlar, eninde sonunda bu dünyada dahi insanların gönlünde taht kurmaktadırlar.

Hakikatleri hiç kimsenin ilânihaye tersyüz etmeye gücü yetmemektedir. Dünyada güçle korunan hiçbir caninin canilikleri gizli kalmamaktadır. Bu dünyada da güçlü olanlar değil haklı olanlar kuvvetlidirler. Gerçekte durum budur. Zahirî galibiyetler kimseyi kandırmamalı. Perde arkasındaki gerçekler uzun süre orda kalamaz. Zamanı gelince gerçekleri gizleyen perdeler mutlaka aralanmaktadır. Perdeler aralandıktan sonra gerçek mahiyetleri anlaşılanlar ölmüş olsalar bile kurtulamamakta, vicdanlardan sızan nefretler onların arkasından yollanmaktadır.

Bu dünyayı çirkinlikleriyle kirletenleri tarih affetmemektedir. Hele vicdanlar hiçbir zaman canilere müsamaha göstermemektedir. Bu sebeple dünyanın canilerce çekilmez hale geldiğini düşünenler üzülmesin. Bu rüyadan mutlaka bir gün uyanılacak ve gerçek hayatta herkes hak ettiğini bulacaktır. Zira bu dünya hayatı sahipsiz değildir. Kimse gaflet perdesi arkasına saklanarak gizlenemez. Herkes her yerde görülmekte, herkesin yaptıkları kaydedilmektedir.

Var olan her şeyin Sahibi, kalplerde geçen duyguları bile hesaba çekecektir. Hiçbir halimiz İlâhî murakabenin dışında değildir. Hiç kimse gizli gündemiyle kendini kamufle edeceğini düşünmesin. Hayatın hiçbir yönü gizli kalacak kadar değersiz değildir. Yüce Yaratıcı hiçbir şeyi abes, boşu boşuna yaratmamıştır. Yaratılan her şey mutlaka bir şey ifade etmektedir.

Caniler ve canilerin yardakçıları boşu boşuna sevinmesinler. Yaratılan güzellikler onların heveslerine feda edilecek kadar değersiz değildir. Boynu bükükler üzülmesin. Her şeyin mutlaka hesabı görülecektir. Önemli olan insanların değil, Rabb-i Rahimin gazabına uğramamaktır. Bilmeliyiz ki Rabbimiz izin vermezse başımıza hiçbir şey gelmeyecektir. Eğer bazı şeyler başımıza geliyorsa, bilelim ki o Rabbimizin ya bize iltifatıdır veya ikazıdır.

Rabb-i Rahimin kudret ve hikmet penceresinden hadiselere bakarsak çözemediğimiz bir mesele kalmayacaktır. Rabbimize yönelir, O’na kulluk vazifemizi tam yaparsak; O’na teslim olur ve tam olarak tevekkül edersek hayatın bütün sırlarının çözüldüğünü göreceğiz.

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Seyyid ve şerif üzerine



Bahri Kurtuldu: “Seyyid ve Şerif ne demektir? Peygamber Efendimizin (asm) neslinden gelen mübarek nesle neden bu adlar verilmiştir?”

Lügatte efendi, bey, beyefendi, reis mânâlarına gelen Seyyid, Resûlullah Efendimiz’in (asm) Hazret-i Hüseyin’den gelen nesl-i pâkine verilen unvandır. Hanımlar için “Seyyide” unvanı kullanılır.

Şerefli, şanlı, şanı yüce mânâlarına gelen Şerif ise, Resûlullah Efendimiz’in (asm) Hazret-i Hasan’dan gelen nesl-i pâkine verilen unvandır. Seyyid mefhumunun Farsça karşılığı ise “Mirza”dır.

Seyyid ve şerif kelimeleri için sadece örfte böyle bir ayırım yapılmış olmakla beraber, sonuçta her iki kavram da Hazret-i Peygamber’in (asm) pak neslini ifade etmiştir. Hatta önceleri her iki nesle seyyid denmiş, sonraları bunlardan Hazret-i Hasan’ın nesline şerif denmiştir. Şimdilerde ise her iki pak nesle de seyyid denmektedir.

Seyyid kelimesi bizzat Resûlullah Efendimiz’in (asm) özelde pak nesline, genelde ise şerefli ve değerli şeylere verdiği bir unvandır. Meselâ Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), bir gün minberde bulunduğu bir sırada yanındaki Hz. Hasan’ı (ra) işaret ederek, “Bu oğlum seyyiddir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla iki Müslüman fırkanın barışmasını sağlar” demiş1; bir başka gün de: “Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin iki seyyididirler”2 buyurmuştur.

Resulullah Efendimizin (asm) bizzat kendi zat-ı pakisi, “Seyyidu’s-Sakaleyn” (iki âlemin efendisi), “Seyyidul-En’am” (yaratılmışların en şereflisi)”, “Seyyidul-Enbiya” (Peygamberlerin efendisi) gibi unvanlar almıştır. Nitekim Resûlullah Efendimiz (asm) “Ben Âdemoğlunun seyyidiyim”3 buyurmuş; bir diğer hadislerinde de: “Ben kıyamet gününde insanların seyyidiyim”4 buyurmuştır. Keza, Enes b. Malik’ten (ra) gelen bir rivayette, Resûlullah Efendimiz (asm) Hazret-i Mehdi’nin de cennet ehlinin seyyidleri arasında yer aldığını bildirerek şöyle buyurmuştur: “Biz Abdulmuttalip oğulları cennet ehlinin seyyidleriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdî.”5

Keza, Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiğine göre Hazret-i Fatma (ra), cennetteki kadınların seyyidesidir.6 Hz. Ebû Bekir (r.a) ve Hz. Ömer de (r.a), peygamberlerden sonra cennet ehlinin seyyidleridirler.7

Peygamber Efendimiz (asm) muhtelif şeylerin şerefini de seyyid vasfıyla nitelemiştir. Meselâ; günlerin seyyidi Cuma Günüdür;8 İstiğfarın seyyidi “Allahümme ente Rabbi lâ ilahe illâ ente halaktenî ve ene abdüke...” cümlesiyle başlayan bir duâdır.9

Ashab-ı Kiram, faziletli kimselere seyyid demekteydi. Meselâ Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Ebû Bekir (ra) için: “Ebu Bekir seyyidinizdir” “Seyyidiniz, Bilâl’i (ra) azad etmiştir” demiştir.10

Abbasilerden sonra İslâm devletlerinde seyyidlerin ve şeriflerin kaydı tutulmuştur. Osmanlı Devleti zamanında ise bu iş kurumsallaştırılmış ve Nakibu’l-Eşraflık müessesesi kurulmuştur. Bu kurumun görevi Ehl-i Beytin kaydını tutup sahte seyyid ve şeriflerin çıkmasını önlemekti.

Hazret-i Peygamber’in (asm) pak neslinden gelen seyyid ve şeriflere Ehl-i Beyt de denmiştir. Ehl-i Beyt, namazlarımızda yaptığımız, “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âl-i Muhammed” (Allah’ım, Muhammed’e ve Muhammed’in (asm) pak nesline rahmet et) duâsında dâhildirler. Öte yandan, Hazret-i Peygamber (asm) soyundan olmakla beraber sünnete bağlı olmayan ve İslâm inanç ve itikadını göstermeyen kimseler Ehl-i Beytten sayılmazlar.

Bediüzzaman Hazretlerine göre, Peygamber Efendimiz (asm) mübarek neslinin kıyamete kadar Hazret-i Hasan’ın (ra) ve Hazret-i Hüseyin’in (ra) soyundan geleceğini ve bu mübarek nesilden çok büyük insanların çıkıp bu ümmete ve bu dine hizmet edeceklerini nübüvvet nazarıyla görmüş; bütün o nurlu zatlar hesabına bu iki torununa derin şefkat ve sevgi göstermiştir. Yine Bediüzzaman’a göre İslâmiyet bir vücutsa, bu vücudun belkemiği muhakkak Âl-i Beyttir. Bu vücudun başı da Kitabullah olan Kur’ân’dır.11

Dipnotlar:

1- Buhârî, Sulh, 9; Fedailul-Ashab, 22; Tirmizi, Menakıp, 31

2- Tirmizî, Menâsık, 31

3- Ebu Davud, Sünne, 13; İbn Mâce, Zühd, 37

4- Buharî, Enbiyâ, 3; Müslim, İman, 367, 369

5- İbn Mace, Fiten, 34

6- Buhârî, Fedâilul-Ashâb, 29; Menâkıb, 25

7- İbn Mâce, Mukaddime, 11

8- İbn Mâce, İkame, 79

9- Buharî, Daavat, 2

10- Buhari, Fedâilul-Ashab, 23

11- Barla Lâhikası (Yeni Tarz), s. 356

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Felâkete götüren günahlar



Maddî ve mânevî hayatı mahveden, helâket ve felâketlere atan, dünya ve ahiret hayatını zindana çeviren, âyet ve hadislerce belirtilen bir kısım büyük suçlar vardır ki bunlara kebâir, yani büyük günahlar denir. Bunlar ekberü’l-kebâir (en büyük günahlar), mûbikât-i seb’a (insanı helâk eden yedi büyük günah) adıyla anılırlar.

Bir hadis-i şerifte birgün Allah Resûlü (asm), “Mahveden yedi büyük günahtan kaçınınız” buyurmuş, Sahabe de, “Bunlar nelerdir ya Resûlallah?” diye sorduklarında şu cevabı vermişlerdi: “Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’ın öldürülmesini yasak ettiği birisini haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, namuslu mü’min kadınlara zina isnadında bulunmak.”1

Hadisteki “kaçınınız” ifadesi, şiddetli bir sakındırmayı ifade eder. Yani onu hem yapmayın, hem de “Kesinlikle ondan uzak durun!” anlamını taşır.

Başka hadislere de dayanarak Bediüzzaman Hazretleri büyük günahların çok olduğuna dikkat çektikten sonra, insanı helâk eden yedi büyük günahı şöyle sıralar: “Adam öldürme, zina yapma, şarap içme, anne babaya isyan ve akraba bağlarını koparma, kumar, yalancı şahitlik, dine zarar veren bid’alara taraftar olmak.”2

Allah adına yeryüzünde hükmetmek, Onun güzel isimlerine ayna olmak, onları göstermek gibi ciddî ve hayatî bir görevi üstlenen insanın büyük günahlardan kaçınması zarurîdir, inancı gereğidir. Cenâb-ı Hak büyük günahlardan kaçınmayı emrederken, “Eğer size yasaklanmış şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günahlarınızı örter ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan Cennete koyarız”3 buyurur.

Mü’min küçüğüyle büyüğüyle bütün günahlardan uzak kalmalı, özellikle büyük günahlardan şiddetle kaçınmalıdır. Cenâb-ı Hak mü’minlerin taşımaları gereken bu özelliklerini anlatırken, “O kimseler ki, ufak tefek kusurlar hariç, günahın büyüklerinden ve çirkin söz ve davranışlardan kaçınırlar. Şüphesiz ki Rabbinin bağışlaması geniştir”4 buyurur ve beşeriyet icabı böylesi günahlara dalanları da tövbeye çağırırır: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”5

Demek tövbe her şeyin ilâcı.

Dipnotlar:

1- Buhârî Hudud: 44; Müslim, İman: 145; Ebû Davud, Vesâyâ: 10; Neseî, Vesâyâ: 12.

2- Barla Lâhikası, s. 178.

3- Nisa Sûresi: 31.

4- Necm Sûresi: 32.

5- Zümer Sûresi: 53.

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnanmaya göre programlanmışız



Vicdan, yaratılışı ve yapısı gereği doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen, hayırlı ve güzeli isteyen, iyilikten lezzet alan, çirkin ve yanlıştan kaçan, kötülükten elem duyan, ruhumuzun esaslı, güçlü fonksiyonu, aynı zamanda aklın kontrolörü, haritası, pusulası ve bekçisidir.

Vücudumuz beyin, ruhumuz akıl ve kalp, aklımız ise vicdanımızın tanzim ve tedbiriyle hareket eder. Ruhumuzun en ileri bilgi kaynaklarından olan vicdan, akıldan üstün olduğundan pek çok gerçeği onunla biliriz: Sevmeyi-nefreti, zevki-elemi vs.

Davranışlarımızın ahlâkî değeri olup olmadığı hakkında öznel, kendine dayanan, sübjektif bir şuurdur vicdan. Bu şuur:

- Bir fiili işleyip işlememe,

- Bir işi yapıp yapmamada sorgulama,

- Uyarma, yargılama,

- Öğüt verme,

- Reddetme, doğrulama,

- Temyiz/ayırma ve kontrol etme özelliklerine sahiptir.

Ahlâkî mesuliyetin kaynağı olan vicdanımız, akıl, mantık, kıyas, fikir, hipotez gibi yollar takip etmez. O, gerçeği doğrudan doğruya bilir. Kendi varlığımızı bildiğimiz gibi... Meselâ kendimizin yapmadığını, bir şeyin de kendi kendine, tesadüfen veya sebepler aracılığıyla meydana gelmeyeceğini vicdanen biliriz. Keza iman esaslarını vicdanen kabul ve tasdik ederiz…

Ruhen ve bedenen varlıkların en değerlisi, en mükemmeli, en güzeli (ahsen-i takvîm) olarak yaratıldık. Yaratıcı tarafından sayısız iç ve dış nimetler bizlere ihsan edilmiştir. Kâinat, bütün unsurlarıyla hizmetimize sunulmuştur. Göz, kulak, dil ve sâir duyu ve organlarımız rahatsızlandıklarında onları tedavi etmek için yaptığımız masrafları göz önünde bulundurarak fiyat biçebiliriz!

İşte, kalbimizde yardım isteme noktası, dayanma noktası olan vicdan, bizlere paha biçilemeyecek kadar değerli nimetler ihsan eden Yaratıcı’yı asla unutmaz. Faraza dimağımız, zihnimiz, aklımız tatile girse, Allah’ın ihsan ettiği nimetleri görmezlikten gelse de, vicdan gelemez. Zaten O’na imanı ve O’nu sevmeyi yaradılışının gayesi olarak bilen bir vicdan, gereğini yerine getirmeden rahat edemez. Bozulmamış her vicdan, şuuruna bile varamadığı haddi hesabı olmayan ikram ve ihsanlara karşı teşekkür etmek ister.

Vicdanımız “Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin ikramlarıyla böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?” sorularını sorar, doğru cevabı verir ve Allah’ı bulur. Çünkü âlemin her tarafına dağılmış, sonsuza uzanmış1 ve binden birisine elimizin yetişemediği ihtiyaçlarımızı karşılayanı vicdan bilir, acz ve fakr diliyle yalvarır, ister, O’na sığınır ve duâ eder...2

Kalp penceresinden bakarak vicdanımızı ve işlevlerini daha yakından tahlile tabi tuttuğumuzda, vicdanın ruhun bakan ve gören gözü, kalbin ise penceresi olduğunu anlarız.3

İnsan vicdanı mutlaka bir şeye tapınma, ibadet etme, büyük tanıma, secdeye varma ihtiyacındadır. Bunu, insanoğlunun tarihinden beri, yanlış ve batıl dahi olsa bir şeyleri mukaddes ilân etmesi, onlara tapınmasından anlıyoruz.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 289. 2- A.g.e., s. 285-286. 3- Muhakemat, s. 123.

16.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Murat ÇETİN

Sınır gerisi harekât



Sınırlar vardır; iyiyle kötü, yanlışla doğru, güzelle çirkin arasında. Sınırlar vardır; kimi dikenli tellerle, kimi mayın tarlalarıyla çevrili. Ama hepsi insanı kendisine çağıran bir çekicilikte.

Sınırlar vardır; kiminden kan revan içinde kalarak geçersiniz, kiminden ölümü göze alarak. Ama hepsi mıknatıs gibi çeker sizi kendisine, kurtulamazsınız.

Önce sınırları geri dönmek için aşarsınız. Bir süre sonra, öbür tarafta daha fazla zaman geçirmeye başlarsınız. Git gide, sınır ötesi kendi memleketiniz, geldiğiniz yer yabancı bir ülke oluverir.

Bir köyde aşmanızın kolay olmayacağı sınırların, büyük şehirlerde sessiz sedasız çiğnenebiliyor olması, sınırı sınır olmaktan çıkarmaz. Dikenli teller gitmiştir belki, ama mayınlar oradadır.

Herkesin bir sınırdan geçmesi de sınırı sınır olmaktan çıkarmaz. Bu sadece iyiler tarafındakilerin nüfusunun eksildiği anlamını taşır.

Sınır öteleri, bir arkadaşa bakılıp çıkılacak yerler de değildir. Olsa olsa o arkadaşa benzeyeceğimiz yerlerdir.

Şimdi sınırlar belki biraz daha görünmez ve biraz daha çekici. Öyle hayatımızın dışında bir yerden değil, kapımızın önünden, hatta belki evimizin içinden geçiyor. Akşam iyiler tarafında yatıp, sabah kötüler tarafında uyanabiliyoruz. Bir sonraki istasyonda iner gibi iniyoruz, sınırın diğer yakasında.

Artık sınırın öbür tarafında, filmlerde görmeye alıştığımız, suratından kim olduğu belli o kötü adamlar yaşamıyor sadece. Bir arkadaşımız atıvermiş adımını oraya. Bir dostumuz yan yana duran iki vapurdan ona değil, ötekine binerek ulaşmış. Bir komşumuz bir anlık gafletle dalıvermiş içeri.

Ve belki biz de oradayız. Sınırın kötüler, çirkinler, yanlışlar, eğriler tarafında. Hemen çıkacağım diyerek kendimizi kandırıp geçmişiz. Belki çıkmışız, belki çıkamamışız, belki çıkmak bile istememişiz.

Belki o kadar benimsemişiz ki, yanlışları; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu karıştırıyor hale gelmişiz.

Belki de en iyisini yapıyoruz ve insanları iyiler tarafında kalmaya, kötüleri de sınırı aşmaya çağırıyoruz.

Hangisi?

(Genç Yaklaşım, Ekim 2008 sayısında yayınlanmıştır.)

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Yeni Osmanlılar AB’ye karşı...



Toz duman arasından veya sislerin arkasından hakikati görmek o kadar zor ki... Fakat zamanın beklemeye tahammülü yok. Çünki bizler seriüsseyr zamane çocuklarıyız. En azından “def-i şer” kabilinden de olsa; berrak havaları beklemeksizin birşeyler söylemekle yükümlüyüz.

Türkiye´nin AB ile insaniyet çerçevesinde ve medeniyet paydasında bütünleşme sürecine karşı bilinçli veya bilinçsiz olarak üretilen projeleri, seslendirilen fikirleri ve ifade edilen arzuları teker teker incelediğinizde garip bir netice ile karşılaşıyorsunuz. Hürriyet, adaletli paylaşım, düzen, ilmî gelişim ve medeniyeti esas alan birlikteliğe alternatif olarak sunulan hiçbir şey; Türkiye´nin dahilî ve haricî müşkillerini gidermeye deva olamıyor.

Neocon ve neoliberallerin ortak projesi olan BOP, Sarkozy´nin Akdeniz Birliği, 12 Eylülcülerin Türk dünyası ve nihayet Türkiye dışındaki enstitülerde hazırlanmış “Yeni Osmanlılar” projesi dahil olmak üzere bu istikamette hazırlanan çalışmaların yekûnunun ortak bir hedefi hissediliyor: Türkiye´yi AB´den uzaklaştırmak!

AB sürecimizi ele alan aktüel birkaç makaleyi okuyunca, bu yolun ne denli taşlı ve dikenli olduğunu bir kez daha hissettim. AKP hükümeti de 2004 yılından bu yana bu istikamette hiçbir şey yapmamakla, AB yolculuğumuzun zorluğunu ve hatta imkânsızlığını yazanlara bir nev'î fiili destekte bulunuyor.

AB yolculuğumuzun ihtiyarî ve arzuya bağlı bir yolculuk olmadığını tekrar ifade edelim. Birleşmiş Milletler ve NATO´ya bizi mecbur eden şartların tazyikini kimse inkâr etmemeli. Ne iç politikada ve ne de dış politikada milletin kahir ekseriyetinin reyini almış bir hükümetin müsbet mânâda– hak ve hürriyetler veya reform nitelikli – kayda değer bir adım atamaması Kemalizm mengenesinin dehşetini yeteri kadar hissettiriyor kanaatindeyiz.

Avrupa ile ortaklığımızın ilk adımları olan BM ve NATO, çok partili sistemin kapısını araladığı gibi, AB süreci de gerek fert ve gerekse toplum hürriyetlerinin üstündeki her türlü baskıyı, kanun hakimiyetini, şeffaflık ve halk murakabesini, hakikî medeniyette yaşama şartlarını getirecek ve bunu yaparken Kemalizmin bunca zamandır Türkiye´nin üzerine boca ettiği müzahrefattan bizi kurtaracaktır.

Buna karşılık, yukarıda zikrettiğimiz bütün projelerin Kemalizm ortaklı birer yapım olduğuna inanıyoruz.

12 Eylül sonrasında Türk-İslâm sentezcilerinin Türk dünyasına Kemalizmin araç- gereç ve ilkelerini taşıyarak oraları dejenere ettiklerini biliyoruz. Bu hengâmede Türklük de kalmadı ya... Azerbaycan, koca Türkiye´yi üç-beş turuncucuya çoktan sattı. Böyle giderse, Ermenistan’la olan ilişkilerimiz bazı Türkî cumhuriyetlerden daha kuvvetli olacak.

BOP ile Kemalizm arasındaki besleyici münasebeti, çorabı delik meşhur Paul Wolfowitz´e sormak yeterli olur. Selânikli Sarkozy´yi artık bütün dünya tanıyor. Mevzumuz olan “Yeni Osmanlılar” projesini ise, konuyu detaylıca açıklayan Brookings Enstitüsü uzmanı Ömer Taşpınar´ın İngilizce makalesine havale ediyoruz. Her ne kadar Michael Rubins çok önceden “Yeni Osmanlıcılık ve problemleri” ismi altında konuya değinmişse de, Taşpınar´ın çalışması projenin bütün ayaklarını ortaya koyuyor. Söz konusu çalışmanın bizi ilgilendiren noktalarını bir başka yazıya bırakarak, bugün için önemli bir cihetini arz edeceğiz:

Daha çok İslâm kültürüne dayalı coğrafyalarda Kemalizmle örtüşecek, seküler Batı hayatını esas alacak ve böylece doğu ile batı arasında köprü teşkil edecek bir proje olacak. Yani neoliberallerle Avrupa´nın saldırgan dinsizlerinin de itiraz etmeyecekleri bir hayat tarzını, sevgili “Yeni Osmanlılar” mâlûm coğrafyadaki Müslüman halklara, global güçlerin yardımıyla icra ettirecekler. Oyun yine başkasına ait olacak. Paraları dinsizlik, ahlâksızlık, kaos ve savaş paydasında ittifak etmiş ortaklar toplayacaklar ve bizimkiler de yedi seneden bu yana icra ettikleri gibi yeni oyunu yeni kostümlerle ve yepyeni sahnelerde oynamaya devam edecekler. Hatta bu proje ile Avrupa Birliği içindeki “AB karşıtı” merkezlere yardımlarda bulunacaklar.

Çoğumuz biliriz. Ayının kırk türküsü de ahlat üzerine imiş. Türkiye´nin medeniyet ve insaniyet yolundaki yolculuğunu engellemeye çalışan Kemalistler de, farklı kırk tane proje türetebilirler. Bizi çok sevenlerin bize sundukları projeyi hazırlayanların çıkarlarıyla Kemalizmin menfaatleri örtüşebilir. Fakat milletin menfaati ile tam bir zıddiyet ortaya koyuyor.

Temel haklardan mahrum bırakılmış, küresel dinsizlerin yaktığı ateşle kırk bin evlâdını kaybetmiş, insaniyetli hayattan uzaklaştırılmış; fukaralık, cehalet ve fitnelerin kucağına itilmiş milletimiz, tarihî ve manevî değerlerin istismarına dayalı bu tiyatroyu da kabul etmeyip reddedecek.

Kemalizmle Osmanlının barışması için evvelâ mahkeme-i kübraya ihtiyaç vardır. Bırakınız... Büyük Türkiye fıtrî seyrinde aksın, Kur´ân medeniyeti ile felsefe medeniyetini barıştıracak mahall-i maksuda bir an önce ulaşsın. Bu bütün dünyanın faydasınadır.

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Varlık barışı



İşte size mânâsız bir söz. Ne anlama geldiğini çözmek için boşuna enerjinizi harcamayın. Sanki bir savaş vardı da barış mı ilân edildi?

Ey güzel Türkçemiz; ne güçlü bir dilmişsin ki içerden-dışardan her türlü saldırıya rağmen hâlâ dimdik ayaktasın.

Sizleri yormadan “Varlık Barışı”nın açılımını söyleyelim: Bazı Varlıkların Millî Ekonomiye Kazandırılması Hakkında Kanun. Demek ki “Varlık Barışı” bir kanun adı imiş. Yürürlük tarihi 22 Kasım 2008 olan bu kanuna son başvuru 02 Mart 2009’da sona eriyor. Kanundan faydalanacaksanız acele ediniz. Bana sorarsanız, önce kanunun ne getirip ne götürdüğüne bir bakalım.

İşletmenizde kayıtlı olmayan bir varlığınızı ister yurt içi ister yurt dışında olsun bankaya bildirir ve ülkeye getirirseniz değeri üzerinden % 2 veya % 5 nisbetinde vergi ödeyeceksiniz. Sadece para değil, menkul kıymet ve gayrimenkuller de bildirilecek varlıklar arasında sayılmıştır.

Varlıkları bildirenlere ”Bu kadar parayı nerden buldun, kaynağı nedir?” gibi ‘münasebetsiz’ sorular sorulmayacak, haklarında vergi incelemesi yapılmayacaktır. Ancak kara para yönünden araştırmaya engel bir hüküm yoktur.

Faydasına gelince; zamanında vergisini kaçıranlara bir nev’î örtülü ve kısmî bir af getiriyor. Maliyeden gizlediğiniz kazanç kadar bir tutarı kanundan yararlanarak beyan ederseniz, gizlediğiniz kazancın vergisi “affedilmektedir.”

Bir örnekle açıklayalım;

Kanundan yararlanmak üzere 1.000.000 lirayı bankaya yatırdınız. Ödemeniz gereken tutar yurtiçi ve yurtdışına göre 50.000 lira ila 20.000 lira arasında değişecektir. Daha sonra diyelim ki 2006 yılı hesaplarınız incelemeye alındı ve bu inceleme sonucu 1.000.000 lira kazanç gizlediğiniz ortaya çıktı. Kanundan faydalandığınız için gizlenen bu kazançtan, beyan ettiğiniz 1.000.000 lira düşülecek, kalan bir meblâğ olmadığından sizden ilâve bir vergi istenmeyecektir.

Bu kanun çıkmasaydı veya başvurmasaydınız ödenecek vergiyi hesaplayalım.

Kurumlar Vergisi mükelleflerine uygulanan vergi oranı % 20’dir. Gizlenen kazanç 1.000.000 lira olduğuna göre ödenmesi gereken vergi tutarı 200.000 liradır. Bir o kadar da cezası vardır. Gecikme faiziyle birlikte toplam tutar 500.000 lirayı bulur. Diğer bir ifadeyle 20.000 lira veya 50.000 lira karşılığında 500.000 lira siliniyor. Nasıl, cazip mi?

Maliye yetkilileri bu silme işlemi ile kanunun mükelleflere ne büyük avantaj sağladığını anlatırken, vergisini tam ve doğru ödeyenlerin cezalandırıldığını ve düştükleri durumu hiç mi hiç düşünmüyorlar.

Her af kanunu esasında dürüst mükelleflere karşı yapılan bir haksızlıktır. Sık sık çıkarılan af yasaları kamu vicdanında derin yaralar açmakta, vergi kaybına ve kaçağa teşvik etmektedir. Nitekim, ekonominin yarısının kayıt dışı olması ve gelir üzerinden alınan vergilerinin neredeyse tamamının ücretliler ile bir avuç kişi ve kurum tarafından ödenmesi bunun en somut göstergesidir.

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




H. Hüseyin KEMAL

Sabit Osman Avcı’nın ardından



Türkiye Büyük Millet Meclis’i eski Başkanlarından Sabit Osman Avcı geçtiğimiz günlerde Hakkın rahmetine kavuştu. 1961’de Artvin milletvekili seçilen Avcı 1970 yılında meclis başkanlığına getirilmişti. 1973 yılına kadar bu görevi ifa eden Avcı, 1977’de İstanbul Milletvekili seçilerek 1980’e kadar milletvekilliğini devam ettirdi. Biz de 18 Haziran 2007 tarihli Yeni Asya’da, kendisiyle yaptığımız bir röportaja yer vermiştik.

Avcı’yla görüşmemiz kendi evinde gerçekleşmişti. Bende uyandırdığı izlenim yaşına rağmen hâlâ bir ‘delikanlı’ edasıyla hareket etmesiydi. Yaptığı espiriler, duygu parlamaları sanki Karadenizli olduğunun nişanesiydi. Kendisiyle uzun süren bir mülâkat yaptık. Türkiye siyasetiyle ilgili söyledikleri aynı zamanda siyasî hayatının bir parçasıydı. Ben de bu röportajdan kısa alıntılar yaparak Avcı’yı yad etmek istedim:

*Yargının ve Akademinin siyaset için devreye sokulduğu son dönemde Avcı’nın “Halkın seçtiği iktidarı indirip diktatöryal bir yönetim getirmek meşrû olamaz ki. 27 Mayıs darbesini meşrûlaştırmak için iktidarı mahkeme ettiler. Darbeciler önce icra ettiler, sonra profesörlerden fetva aldılar” ifadeleri Türkiye’deki derin güçlerin zihniyet yapısının hâlâ aynı kaldığını gösteriyor.

*İkide bir askerin günlük siyasî konularda açıklama yapması, bazı komutanların ses kayıtlarında “Asker el koysun” mantığına karşı Avcı’nın darbecileri kastederek “Türkiye’yi daha kötü şartlara mahkûm ettikten sonra sivillere devretmek zorunda kaldı. Klemenson’un bir sözü vardır: ‘Savaş idaresi askere bırakılmayacak kadar önemli bir iştir’ görüşü aslında sivillerin ne kadar güçlü ve kabiliyetli olması gerektiğinin izahı gibi.

*Aslında anılarını dillendirerek siyasilere de bir uyarı da bulunuyordu merhum Avcı. Darbeden önce Kenan Evren, rutin bilgilendirme ziyareti için merhum İhsan Sabri Çağlayangil’e gitmiş, fakat darbeyle ilgili bir şey söylememişti. Avcı olayı bakın nasıl anlatıyor: “O gece saat 02:30’da müdahale ettiler. Sabah 07:30’da Evren, Çağlayangil’e telefon açıyor: “Dün sizi ziyarete geldim, bir şey söyleyemedim, söyleyemezdim ki, ama başka türlü de çare yoktu” diyor. Çağlayangil, “Paşa bana bir şey söyleyip ne söyleyecektin ki? Sen kalk da ben oturayım mı diyecektin? ‘Başka çare yoktu diyorsunuz, ama sizin yaptığınızın da bir çare olmadığını sonra anlayacaksın’ diyor.” Askerle uzlaşma arayışı içine giren sivil siyasetçilere ders verir gibi...

*Geçtiğimiz dönem cumhurbaşkanlığı seçiminde kopan kıyametin açıklaması da deneyimli siyasetçi Avcı’dan geliyordu. Avcı, “İsmet Paşa bir gün yanıma gelmişti. Genelkurmay’la Millî Savunma’nın odasını göstererek, ‘Ne var ne yok?’ dedi. ‘Paşalarda sükûnet var’ dedim. ‘Sen onların sükûnetine inanma, akşamdan karar verirler, sabahtan ne yapacakları belli olmaz. Bak, Harbiye’den rütbeyi takıp bahçeye indiklerinde gözleri Çankaya’da olur. Buradan mezun olmuş olanlar orada oturmuştu. ‘Acaba ben ne zaman oturacağım derler’” ifadelerini kullandığını söyledi. Bu sözler Türkiye’deki asker-sivil ilişkilerindeki problemin kaynağının zihniyette olduğunun veciz bir ifadesi.

*Röportajın bir bölümünde size bir anekdot anlatayım diyerek başlıyor ve şunları söylüyordu Avcı: “Biz talebeyken, yirmi günlük kamplar yapıyorduk. Bir gün atıyla yanımıza İsmet Paşa geldi. “Nasılsınız” dedi. “Açız” dedik. Açtık çünkü. 14 kişilik mangaya 4 tane ‘imam bayıldı’ koyuluyordu. Bulgur pilavı karavanın dibinde geliyordu. İsmet Paşa bizim bu tepkimize çok kızmıştı. Bir gün hazırlıklı geldi. Tepe tepe bulgur pilavı yapıldı, kuru fasulye yapıldı, vişne hoşafı yapıldı. İsmet Paşa attan indi, yemekleri göstererek, “Aç gözlü itler. Nerdesiniz? Bunlarla doymuyor musunuz? Köpekler, komünist ruhlu herifler, kıçınıza kurşun attık, tükenmediniz mi?” dedi. Yıllar sonra Meclis Başkanıyken karşılaştığımızda bunları anlattım. “Yine olsa, yine yapardım” dedi. İşte “Benim yaptığım doğrudur” anlayışı... Benim bir lâfım var. CHP ne iş yapar ne de yaptırır”...

*Kendisinin beş vakit namaz kıldığını ifade eden Avcı, Türkiye’deki laik-antilaik tartışmaları için “Bana kimsenin “yobaz” diyeceğini düşünmem, ama bazı insanlara göre camiye giden herkes yobazdır. Diğer uç kişiler de laikleri dinsiz olarak görürler. Çatışma buradadır” demişti.

Türkiye’nin önünü tıkayan bu olumsuzlukları anlattıktan sonra Avcı, “1961’de Adalet Partisi’nden Artvin milletvekili olarak seçilip Meclis’e geldim, 1980’e kadar Meclis’teydim. Türkiye her dönem bir gelişme kaydetmiştir. Ben Enerji Bakanlığı da yaptım, Türkiye’nin elektriği bile yoktu. İstanbul elektrikle 1912 yılında tanışmıştır. 1930’da Kadıköy Moda’da sokaklar lüks lambalarıyla aydınlatılıyordu. Nüfusu 13 milyon olan, yeni kurulmuş, hiçbir şeyi olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nden Avrupa Birliği’ne girme arefesinde olan büyük bir devletle karşı karşıyayız” diyor ve Türkiye’ye olan güvenini sesine ve bakışlarına yansıtıyordu.

Allah rahmet eylesin...

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Seçim kazandıran savaş



Savaşlar ekseriyetle ‘zafer’ kazanmak için yapılır, ama İsrail seçimlerinin başka bir maksadı daha var. İsrailli siyasetçiler her savaş sonrası ‘seçim kazanıyorlar.

Malüm, İsrail ‘açık hapishane’ haline getirdiği Filistin’in Gazze bölgesine en ağır silahlarla saldırıp katliâm yaptı. Ölenlerin neredeyse yarısını çocuklar oluşturuyor. Bütün dünya bu katliâma itiraz etti, ama İsrail her zamanki gibi bildiğini okumayı sürdürdü. Saldırı esnasında da ifade edildiği üzere bu savaşın bir hedefi de İsrailli siyasetçilere seçim zaferi kazandırmaktı ve bu da gerçekleşti.

Hatırlamak lâzım, 10 Şubat günü İsrailliler sandık başına gitti ve beklendiği gibi en fazla oyu Filistinlilere en fazla eziyet etmeyi vaad eden Tzipi Livni topladı. Halihazırda Dışişleri Bakanlığı yapan Livni’nin yeni dönemde hangi vazifeyi alacağı belli diğil.

Güya barış isteyen İsraillilerin, Gazze’deki katliâma büyük destek vermeleri de ayrı bir garabet. Yapılan araştırmalara göre İsraillilerin neredeyse yüzde 90’ı “Bütün Filistinlilere ölüm” anlamına gelecek şekilde görüş beyan etmişler. Bir milleti yok etmekle ‘barış’a kavuşulacağını düşünmek kimin harcı olabilir ki?

Bölgeyi iyi tanıyan Haber7’nin Dış Haberler Müdürü Sefer Turan, İsrail’in tarihinin Filistinlilere yönelik katliâmlarla dolu olduğunu hatırlatıyor. Gazze’ye saldırının seçim yatırımı olduğuna da işaret eden Turan, yakın tarihten de örnek veriyor: “Meselâ 2000 yılında Ariel Şaron muhalefet partisi lideri iken, sonucunun ne olacağını çok iyi bilmesine rağmen Mescid-i Aksa’ya girdi. Ardından, 22 Filistinli Mescid-i Aksa’nın avlusunda hayatını kaybetti. 2. İntifada o şekilde başladı. (...) Sonuç olarak Ariel Şaron bu saldırıların ardından İsrail’e başbakan oldu. Bu ve benzerî seçim yatırımları İsrail’de bilinen bir şeydir.” (Mostar dergisi, Şubat 2009)

Gazze, yüzölçümü olarak küçük olmasına rağmen (10 km genişlik ve 40 km uzunluğu olan bir dikdörtgen düşünün) nüfus bakımında yoğun bir mekân. 1948 ve 1967’de toprakları işgal edilen Filistinlilerin çok büyük bir kısmının Gazze’de yaşadığı ifade ediliyor. İsrail, dünya nezdinde katliâmını savunmak için “Savaşı biz başlatmadık, onlar bize ‘füze’ attı” diyor. Gerçekte ‘ateşkes’in sürdüğü dönemde İsrail hem ablukayı kaltırmadı hem de katliâm için hazırlıklarını sürdürdü.

İsrail’in çocukları katlederken öne sürdüğü gerekçe de katliâm fikrinden daha çirkin. İsrail’i yönetenlerde, “Bu çocuklar büyüyecek, terörist olacak. O halde şimdiden öldürelim” mantığı hakim. Böyle düşünüp, böyle de icraat yaptılar ve Gazze’de 350’yi aşkın çocuğu katlettiler.

Gazeteci Sefer Turan bir noktaya daha dikkat çekiyor: “Eğer İsrail gerçekten barış istiyorsa, bunun çözümü çok basıt. (...) İsrail 1967 sınırlarına çekilsin, Batı Şeria’daki yerleşim yerlerini kaldırsın ve yurt dışında yaşayan 5 milyon Filistinlinin dönüşlerine de bir formül bulunsun, sorun çözülmüş olur.”

Maalesef diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Arap ülkelerinde de halkla yöneticiler arasında bir uçurum sözkonusu. Gazze’deki katliâmın bu uçurumu daha da derinleştirdiği söyleniyor. Bunun farkına varmayan yöneticiler önümüzdeki dönemde sarsıntıya uğrayabilir.

İsrailli yöneticiler ‘seçim zaferi için savaş’ alışkanlığına son vermelidir vesselâm...

16.02.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yeni Asya ve gençler



Allah nasip ederse önümüzdeki 21 Şubat Cumartesi günü idrak edeceğimiz 40. yılımızla ilgili anonslarımız sürerken, 40 yıllık okuyucularımızın yazıları veya onlarla yapılmış röportajlar da bize ulaşmaya devam ediyor. Bunları İnşaallah ayrı bir dosya halinde 21 Şubat’tan itibaren gazetede yayınlayacağız.

Yeni Asya’nın halihazırdaki okuyucuları içinde, ilk sayısını çıkardığı 21 Şubat 1970’ten beri gazeteyi aralıksız takip edip bu dâvâya sahip çıkan fedakâr kahramanların yanında, sonraki yıllarda bu kervana katılanlar da bir hayli fazla.

Nitekim altı yıl kadar önce yaptığımız bir ankette, mevcut okuyucu kitlemiz içinde Yeni Asya ile farklı tarihlerde tanışanlar, gruplar halinde tasnif edilerek ortaya konulmuştu ve bunların önemli bir kısmı 2000 yılı sonrasında Yeni Asya camiasına katılmıştı.

Bu durum, sağlam köklere yaslanan Yeni Asya’nın, aynı zamanda genç kuşaklara da açılıp hitap edebilen bir dinamizm ve hareketliliğe sahip olduğunun göstergesiydi.

Nitekim 40. yıl vesilesiyle bize ulaşan okuyucu mesajları içinde, son bir-iki yıl zarfında gazetemizle tanışan “çok genç” okurlarımızın yazdıkları da yer almaya başladı.

Onlardan biri, Kızılcahamam’dan İsmail Ünsal. Mesajını birlikte okuyalım:

“2003 yılında üniversite sınavını kazandım. Aynı yıl Kırşehir’de Risale-i Nur’u, Yeni Asya gazetesini ve cemaatini tanıdım. Zaman geçip Risale-i Nur’u okudukça kafamdaki soruların cevaplarını tek tek bulmaya başladım.

“Aslında bu çok garip bir durum değil, çünkü Risale-i Nur’u ilk defa okuyanlar bu duyguları genellikle hissederler.

“Sonra Yeni Asya gazetesini düşündüm. Zübeyir Ağabey ne kadar da haklıydı ‘Lahana yaprağı kadar da bir gazetemiz olsa’ dediğinde.

“Dünyada okurunun gazetesine bu derece sahiplendiği ve onunla bu kadar bütünleştiği başka bir gazete var mı? Sanmıyorum.

“Çünkü Yeni Asya ile okuru arasındaki nurdan halat çağımızın Kur’ân tefsiri Risale-i Nur ve Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî’dir.

“Yeni Asya Nurların nâşir-i efkârı olmakla birlikte, yaşadığımız sosyal olayları Risale-i Nur penceresinden bize aktarmakta, adeta içtimaî hayatta pusulamız olmaktadır.

“Ayrıca gazetemiz dünyaya dağılmış ve dağılmakta olan cemaatimizin fikir birliğini temin etmektedir.

“Gazetemizde çıkan doğum, düğün, taziye gibi ilânları da çok önemsemekte ve takip etmeye çalışmaktayım. Çünkü Yeni Asya ailesindeki gelişmeleri o ilânlardan öğreniyorum.

“Üzerinde düşündüğüm ve önemsediğim en önemli nokta ise, yazarı Bediüzzaman Said Nursî olan tek gazete Yeni Asya’dır.

“Üstadımızın Lâhika sayfasında güncel olaylarla ilgili makalesine bakmak bana şevk verir. Cumhuriyet bayramı olur, Üstad ‘Ben dindar bir cumhuriyetçiyim’ der. Ermeni meselesi gündeme gelir, Üstad bu meseleyle ilgili görüşlerini aktarır. Başka bir açıdan düşünsen gazetede her gün bir sayfa Risale-i Nur yılda 365 sayfalık koca bir kitap olmaktadır. Kısacası Üstad gazetemizde her gün konuşmaktadır.

“Son söz olarak Yeni Asya’nın kırkıncı yılını tebrik etmekle birlikte, özellikle genç Yeni Asya okuyucusu arkadaşlarımızdan samimiyetle ve ihlâsla gazetemize sahip çıkmalarını, önümüzdeki nice kırk yılların bayraktarlığını yapmalarını canı gönülden temennî ediyorum.”

Dergilerden abone kampanyası

Aylık dergilerimiz Bizim Aile, Genç Yaklaşım, Can Kardeş ve Köprü’yü kapsayan kampanya ile yıllık abonelikte yüzde 35’e varan indirim sağlanıyor. Üç derginin yıllık toplam abone tutarının 180 liradan 150 liraya düşürüldüğü kampanyada, üç dergiye birden abone olan okuyuculara Köprü dergisi aboneliği hediye ediliyor. Ayrıca, sesli Risale-i Nur cd’si ile çocuk kitapları da aboneleri bekleyen hediyeler arasında. Fırsatı kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz.

16.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır