|
|
Hakan YALMAN |
Endişe-i İstikbal |
|
Son dönemlerde ön plana çıkan en önemli problem gelecek endişesi gibidir. Özellikle ekonomik açıdan yaşanan sıkıntı sebebiyle insanların gelecek konusunda hissettiği belirsizlik ciddî psikolojik sıkıntılara yol açmaktadır. Tam da bu noktada belki belirliliğin anlamsız bir arayış olduğunu ve aslında geleceğini garanti altına almanın Âlemlerin Rabbi’ne sığınmak dışında hiçbir şekilde mümkün olmadığını anlamamız gerekiyor. Artık varlık madde planında yapılmış tanımların dışında algılanmalı ve gerçeğin tanımında mânâ boyutu önemle nazara alınmalıdır.
İnsanlık âlemi olarak topyekûn kabul ettiğimiz iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin şeklindeki varlık kategorileri toplumun kültür yapısı, tarih boyunca oluşan bilgi birikimi, genetik faktörler, çevre ve iklim şartları gibi pek çok unsurdan etkilenmektedir. Hangi dil kullanılırsa kullanılsın, şuur altlarında ve ruh boyutunda yaşananlar her insan topluluğunda aynı gibidir. Bu yüzden anlayışı ne olursa olsun, hangi dili kullanıyor olursa olsun bütün insanlar hatta bir ileri boyutunda bütün varlıklar duygu boyutunda anlaşabilirler. Bu anlamda varlık âlemi de duygu yüklü mesajların alınıp verildiği bir iletişim sahnesi gibidir.
İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması ve yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.
Son zamanlarda sıklıkla modern tıbbın bütün teknolojik gelişmelere rağmen yetersiz kaldığı noktalar ve buna karşılık gelişen alternatif metotlar gündeme gelmektedir. Bütün tartışmalarda ortaya çıkan sonuç pozitif bilimlerin ve varlığı sadece maddî boyutu ile algılayan yaklaşımların eski hükümranlığını ve tartışmasız hakimiyetini kaybetmesidir. İnsanlık artık daha kuşatıcı, madde yanında mânâyı ihmal etmeyen bütüncül (holistik) varlık izahı arayışı içine girmiştir.
Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgili her şeyi ve tabiî olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir. Bu anlamda sağlık problemleri varlık probleminden bağımsız olarak ele alınamaz ya da alınmamalıdır. Modern çağlara ve Rönesans sonrasına kadar tıp, felsefe ve dinlerin iç içe oluşu ve birbirlerini yakından etkilemeleri bu yönüyle olumlu bir uygulama olarak kabul edilmelidir. Ancak yaşanan bazı problemlere getirilen radikal çözümler bunların arasının iyice açılmasını ve olumlu ve olumsuz bütün etki alanlarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurmuştur.
On dokuzuncu yüzyılın ön planda tutulan felsefî yaklaşımları pozitivizm, determinizm, sekülerleşme gibi kavramların etrafında şekillenmiştir. Bu çerçevede algılanan bir varlık âleminde bilim mutlak hükümranlığını kurmuş ve her şeyin şekillenmesindeki temel güç olarak algılanmıştır. Sanayi ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler ve bilimin varlığa mutlak anlamda hükmedebileceği intibaını veren uygulamalar bilimin tahtını iyice sağlamlaştırmıştır. Artık varlık, maddî plana sınırlı ve analitik yaklaşım içinde parçalara ayrılmış ve her parçanın kendi iç bütünlüğü dışında parçalar arası bağlantının göz önüne alınmadığı bir tarzda algılanır olmuştur. Pozitivist düşüncenin bu güçlü gelişi daha önceki dönemlerin bilgi birikimini bir anda silip atıvermiş ve kendi tanımladığı varlık dünyasını tanımları ile uyuşmayan geçmiş dönemlere ait bilgileri değişik suçlamalarla reddetmiştir.
Bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddî âleme ve laboratuvara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır.
Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi âlemin keşfi ile maddî dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır. Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları âlemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “Olmaz” ya da “Olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, ihtimaller daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere uğramıştır.
Bütün bunlar önümüzdeki dönemlerde madde ve mânâyı birlikte alan, insanı ve hayatı bütün yönleri ile değerlendiren yaklaşımların gelecekte hakim olacağının işaretleri gibidir. Gelecekte teknoloji, silâh ve paranın değil; sevginin, inancın ve maneviyatın hakim olacağı artık görünür hale gelmiştir. Daha önce maddî âlemi kendi iç dinamikleri ile algılayıp bütün işleyişi bu alana ve bu alanın kendi algıladığı şekline sınırlı zanneden insanlık ve bilim eşyayı tanıdıkça önüne çıkan baş döndürücü manzara karşısında acziyetinin farkına varmış ve varlık âleminin işleyişini kendi keyfine göre şekillendirme hevesinden vazgeçmiş gibidir. Geçtiğimiz dönem bilgi çağı oldu ve insanlar bilgi ile eşyaya hakim olmaya ve varlığa hükmetmeye çalıştılar. Ancak bilgi arttıkça varlığın mükemmel ve kompleks işleyişi karşısında hissedilen acziyet hissi de arttı. Bu durum insanlığın kollektif şuurunu içe ve duygulara yöneltti. Gelecek dönem ise duygu çağı olacağa benzer. Bu dönemde artık varlık yalnızca okunacak ve anlaşılmaya, oluşturduğu duygular yaşanmaya çalışılacak gibi. İnsanlığın bundan sonraki istikameti mânâlar ve duygular âlemi şeklinde gözleniyor. O halde yakın bir gelecekte maneviyat hakim olacak ve maddî alan bu anlamda insanlığa yüz çevirecek gibidir. Maddenin katılaştırdığı bakış açıları yine maddenin tokadı ile istikametine yöneldiğinde artık insan gerçek insaniyetini bulmuş olacak ve aslına yönelecektir.
Endişe-i istikbal şu an dünya insanlığını kasıp kavurmakta ve maddî kayıplar fertleri intihar noktasına getirmektedir. Gelecekten endişe etmemenin tek yolu ise onu asıl Sahibi’ne emanet etmektir. Bu noktada insan kula dönüşür ve gerçek insaniyete kavuşur. Hayatı ve parayı Veren’i bulur. O’na dayanmak ve varlığın gerisinde O’nun sonsuz sevgisini hissetmekle bütün sıkıntı ve huzursuzluklardan arınmış bir ruh hali ile problemlerine çözüm arayışı içinde olur. Kalbi daralmaz, ruhen bunalmaz, bir duâ ve Rabbi’nin fıtrî şeriat kurallarına itaat arayışı içinde hep çözüm yolunda olur. Bu duygularla artık geleceğini Rahman ve Rahim olana emanet etmenin eminliğini yaşar. Geleceğinden emindir.
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Melaike kavramı üzerine |
|
Murat Bey: “Melâike ne demektir? Mâhiyeti nedir? Câmi’üs-Sağîr’de çocukları melek isimleri ile isimlendirmeyi yasaklayan bir hadîs okudum. Hikmeti nedir? Meleklerle insanlar arasında üstünlük derecesi var mıdır? Varsa nasıldır?”
Lügatte güç, kuvvet, haberci, elçi mânâlarına gelen melek; fıtratları sâfî ve mâsûm bulunan, Allah’ın emirlerini harfiyen yerine getiren, nûrdan yaratılmış varlıklara denmektedir.
Meleklere iman Kurân’ın emrettiği iman esâslarındandır ve farzdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı.”1
Meleklere düşman olmayı Cenâb-ı Hak, inkâr etmekle bir tutmaktadır: “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman olursa bilsin ki, Allah kâfirlerin düşmanıdır.”2
Melâikenin muazzam bir ümmet olduğunu ve Cenâb-ı Hakk’ın “İrâde” sıfatından gelen tekvînî emir ve kânunlarının hamelesi ve mümessili bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra); bunu, beşerin de bir ümmet olarak Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından gelen İlâhî emir ve kanunlarının hamelesi ve mümessili bulunduğu durumuna benzetir.3
Sonsuz sayıda galaksileriyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, gezegenleriyle, dünyasıyla bir bütün olarak kâinâtın işleyişi, tedbîri, tedvîri, canlıların rızıklandırılması, hayatlarının devamı ve bunun için gerekli şartların hazırlanması Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz emirler silsilesi ile ve bu emirlerin eksiksiz ve harfiyen icrâsı ile mümkündür. Fen, felsefe veya okul dilinde bir kısmına “kuvâ-i sâriye” mânâsında4-–burada tâbir yerindeyse—“tabiat kanunları” veya “doğa yasaları” da denilen bu sonsuz emirler ve kânûnlar dizisine, vazîfeli ve müekkel melekler hâmildirler. Yani İrâde sıfatından gelen sonsuz sayıda tekvînî emir ve kânûnların muhatabı olarak, sonsuz sayıda melâike vardır ve her birisi bu tekvînî emir ve kânûnları harfi harfine ve eksiksiz olarak uygulamakla vazîfelidirler. Kâinâtın gidişâtındaki baş döndürücü düzen ve âhenkten anlıyoruz ki, melekler vazifelerini kâmilen yapmaktadırlar.
Meleklerin bu vazifeleri, kendileri için ibadet, tesbih ve zikir niteliğindedir. Çünkü bu emirler, vakti vaktine ve harfiyen uygulanmak üzere kendilerine bizzat Cenâb-ı Hak tarafından tevdî edilmektedir. Melekler bu vazifelerini icrâ etmekten manevî, çok özel ve yüksek ruhanî zevk, feyiz ve lezzetler almaktadırlar. Bu ruhanî lezzetler ve feyizler, onların yeterli derecede aktivite sağlayabilecekleri oranda yüksek bulunmaktadır.5
Meleklerin vazife ve ibâdetlerine müdâhale durumunda bulunabilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Şeytan onlara müdâhale edemez, engel olamaz, va-zifelerini sonuçsuz bırakamaz. Bu yüzden melekler, insanlar gibi mücahede ile terakkî etmezler; makamları sabit kalır. Oysa insanlar ibadetlerinde öyle bir iç ve dış müdahaleyle karşı karşıya kalmaktadırlar ki, esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîn’e kadar inen ve yükselen sonsuz bir merdivenin basamaklarında ölünceye kadar yüksek risk altında bulunmaktadırlar. Bu çetin mücahadeden dolayı insanlardan mü’min olanların dereceleri, meleklerden elçi olmayan diğer hamele meleklerin derecelerinden; Peygamberlerin dereceleri de, bütün melâike-i izamın derecelerinden üstün bulunmaktadır.
Bahsettiğiniz hadîs-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır: “Çocuklarınıza peygamber isimleri koyunuz; melâike isimleri koymayınız.”6
Buradaki emir ve nehiyden; birer beşer olan peygamberlerin açlıkta, susuzlukta, yorgunlukta ve iyi-kötü bütün beşerî hallerde bizlere tam rehber olduklarını, isimlerini çocuklarımıza vermek sûretiyle bize onları hatırlamak ve ahlâk-ı hamîdelerini örnek almak kapısının açılabileceğini; ancak melâike varlık, fıtrat ve mâhiyet olarak bizden ayrı bir tür olduğundan, onların isimlerini vermenin peygamber isimleri kadar isabetli olmayacağını anlamamız mümkündür.
Bu çerçevede yerleşmiş ve oturmuş bulunan İslâm kültüründe zâten Cebrâil, Mîkâil, Azrâil, İsrâfil, Münker, Nekir, Hafaza gibi melek isimleri çocuklara isim olarak verilmemektedir. Peygamber isimleri ise birer Sünnet-i Seniyye olarak verilmektedir. Bazı yörelerimizde çocuklara isim olarak verilen “Melek” adını, bu adın günahsızlığı ve mâsûmiyeti çağrıştırması sebebiyle Hazret-i Peygamber’in (asm) nehyinin dışında tutmakta fayda var. Zâten melek umûmî bir addır; Peygamber Efendimizin (asm) nehyi ise husûsî melâike isimlerini kapsamaktadır. Doğrusunu Allah bilir.
1- Bakara Sûresi, 2/285
2- Bakara Sûresi, 2/98
3- Sözler, S.471
4- Sözler, S. 470
5- Sözler, S. 318
6- Câmi’üs-Sağîr, 2/2358
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Güzelliklerin başlangıcı, bir dönüm noktası |
|
Bugün Hicrî yıla giriyoruz. 1 Muharrem… Hz. Ömer (ra) zamanında Hicrî takvimin başlangıcı kabul edilen 622 Hicret yılının bu ilk günü bir dönüm noktası olarak tarihe geçti. İnsanlık nice göçler yaşamıştır, ama böylesini ikinci bir defa görmemiştir. Çünkü her yönüyle ibretli, hikmetli, sırlar yüklü bir göçtür.
Bir mü’minin hayatında en önemli mesele, Yaratıcının arzu ettiği, sevdiği, hoşnut olduğu tarzda bir hayat sürmektir.
Bunun için Mekkeli Müslümanlar her türlü sıkıntıyı, güçlüğü göğüsleyerek büyük bir fedâkârlıkla böyle bir hayatı yaşayabilmek için dişlerini sıktılar. Acı çektiler, çile çektiler. Bütün bunlar Allah için, Onun dinini yaşamak, rızasını kazanmak içindi. Bu uğurda neler yapılmazdı ki?
Gün geldi, baskılar arttı, hatta Hz. Peygamber’i (asm) öldürmeye kadar yeltendiler. Müslümanlar artık dinlerini serbetçe yaşayamaz hâle geldiler. Cenâb-ı Hak onlara daha fazla sıkıntı çektirmeyecekti. Bir çıkış yolu açtı. Dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bir yere, kendilerine kucak açan Medineli din kardeşlerinin yanlarına göç edeceklerdi.
İşte mallarını, mülklerini, her şeylerini Allah için bırakıp yollara düşen, Mekke’den Medine’ye hicret eden bu fedâkâr insanlara hicret eden anlamında Muhacir, onlara kucak açan Medineli Müslümanlara da yardımcılar anlamında Ensâr dendi.
Ensâr her şeylerini paylaşacak kadar tarihte ikinci bir benzerine rastlanmayan harika bir yardımlaşma ve dayanışma, Muhacirler de “Kardeşim, bana pazarın yolunu göster” diyecek kadar bir onurluluk göstermişlerdi.
Bu dayanışma, bu tutkunluk, bu kenetleşme, bu tek vücut olma, bu emsâlsiz kardeşlik birçok gelişmenin, inkişafın, fetihlerin, zaferlerin de mayasını teşkil edecek, İslâm ağacı meyvelerini verecekti.
Bu fetih akıl, kalp ve gönüllerin fethiydi. Mekke’nin katılaşmış nice kalpleri yumuşayacak, kilitli kapılarını kendi rızalarıyla açacaklardı.
Görünüşte Muhacirler yurtlarından çıkarılmışlardı. Ama bu kaynaşma sonucunda elde ettikleri güçle kısa zamanda bayrak edindikleri hakikatleri hızla neşredecek, bu nur Mekke dağlarında da doğacak, oranın karanlıklarını da aydınlatacaktı.
Bu bir yeni doğuştu. İslâm güneşi karşısında gözleri kamaşıp ona karşı gözlerini kapatanlar Medine’den doğan bu güneşin şefkatli ışıkları karşısında küfrün karanlığından bitap düşen gözlerini ona çevirecekler, ona teslim olup rahatlayacaklar, önceden yaptıklarına bin pişman olacaklardı. Işıktan hoşlanmayan yarasa ruhlular ise o güneşten kaçmaya devam edeceklerdi.
Aradan sekiz sene gibi kısa bir süre geçtikten sonra Mekke de, kilitli kapılarını, yurtlarında barındırmadıkları kahramanlara açacak, teslim olacaktı. O gün Muhacirler Allah için mallarını, mülklerini, yurtlarını terk etmiş, hicret etmişlerdi. Allah da onlara çok geçmeden bu fedâkârlıklarının mükâfatını şan şerefin yanında yurtlarını yeni baştan onlara ihsan etmekle verdi.
Bugünün Müslümanı, o şartlarda olmasa da yine Hicret anlamı taşıyacak imkânlara sahip. Allah Resûlü (asm), “Muhacir günahları terk edendir” buyararak bu kapıyı açık bırakıyor.
Hicrî yılınızı tebrik edip yeni yeni güzelliklere; ruh, kalp ve akıl fetihlerine vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederken Hicret ruhundan ziyadesiyle pay almayı temenni ediyorum.
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ethem–İsmet çekişmesinin perde arkası |
|
M. Kemal ve Albay İsmet Beyle yıldızının barışmadığı açıkça anlaşılan Çerkez Ethem Hadisesi, birkaç hafta boyunca Meclis'in ve ülkenin en önemli meselesi haline getirildi.
1920 yılı sonu ile 1921 yılı başlarında yaşanan bu hazin gaile, Çerkez Ethem'in vatanını terk etmesi ve hudut haricine gitmesiyle neticelendi.
Ethem Bey, gitmeden evvel kendi komutasındaki Kuvvâ–i Seyyâre birliklerinin Millî Kuvvetlerle çatışmamasını tembihledi, hatta gidip onlara iltihak etmesini istedi.
Bu da, aslında Ethem Beyin ne kadar vatanperver, milletperver olduğunu gösteriyor. Buna rağmen, ne yazık ki, ona "vatan haini" damgasını vurmaktan çekinmeyen kimseler var.
* * *
Yakın tarihimizde yaşanan bu çekişmenin asıl sebebi hâlâ bilinemiyor. Zira, resmî tarihin anlattıklarının çoğu yalan ve düzmece bilgilerden ibarettir. Serbest tarihçiliğin yolu ise, maalesef henüz açık değil.
Bununla beraber, o döneme ait sürpriz mahiyetteki bazı gelişmeleri nazar–ı itibara alarak, sağlıklı ve istikametli bir fikir yürütmek yine de mümkün.
Bilinmelidir ki, birinci ve en büyük zıtlaşma hadisesi, Çerkez Ethem ile İsmet Bey arasında cereyan etti. Ethem Beyin "Çerkezliği"ni özellikle İsmet Bey ilân ve ifşa etti. Ethem Bey, şimdi "Türk, Kürt, Çerkez" gibi lâkapları bırakalım da, Müslümanlık ve Osmanlılık ruhuyla hep birlikte mücadele edelim diyordu. Ancak, onu kendine rakip gören İsmet Bey, adım adım Ethem Beyi köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu.
Ethem Bey, Millî Mücadele saflarına daha önce katılmasına, İsmet Bey ise daha sonraları geldiği halde, rütbe ve makan itibariyle en ön safa geçmesine rağmen, ilk başlarda ortada yine de bir zıtlaşma görünmüyordu.
Ne var ki, iç isyanların, özellikle Yozgat'taki isyanların bastırılmasından sonra Ethem Beyin gerek Meclis'te ve gerekse bütün Anadolu sathında "Millî Kahraman" olarak yâdedilmesiyle, İsmet Bey ve onunla aynı zihniyeti paylaşanların kıskançlık damarını depreştirmeye başladı.
Bir süre sonra, ordu içinde—asker neferatının çok sevdiği—Ethem Bey aleyhinde dedikodular üretilmeye ve kast–ı mahsuslar yayılmaya başlandı.
Ethem Bey, askerdi ve sadece askerlik mesleğini düşünüyordu; dedikodulardan şiddetli rahatsızlık duydu. Bu rahatsızlığını Eskişehir'de İsmet Beye iletti. Görünürde hiçbir problem yokmuş gibiydi. Ancak, asıl çekişme alttan alttan kaynıyordu.
Ethem Beyin rakipleri ise, sadece asker değil, aynı zamanda siyasetçiydiler. Onun gölgesinde kalmaktan endişe ediyorlardı. Savaşın bitmesiyle birlikte, Ethem Beyin "Millî Kahraman" olarak tescil edileceği muhakkaktı.
Ne var ki, Anadolu'nun içlerine doğru taarruza geçen Yunan birliklerine karşı yapılan mücadelenin en nazik zamanında, Çerkez Ethem meselesi büyütüldükçe büyütüldü ve bu büyük insan hem orduyla, hem de Meclis'le karşı karşıya getildi. Yani, bir nev'î oyuna getirilmiş oldu.
* * *
Ethem Beye yeni rütbe, yeni makam–mevki verilmez iken, onun muarızı olan İsmet Bey ise, başdöndürücü bir hızla makamdan makama, mevkiden mevkiye atlıyordu.
İşte, bu tarihî gerçekliğin kısa bir çetelesi...
* İsmet Bey, henüz Albay iken, İstanbul'dan Ankara'ya ilk kez 8 Ocak 1920'de geldi. M. Kemal'e en yakın kişi görünerek, bir müddet birlikte çalıştılar.
* İstanbul hükümetinde Harbiye Nazırı olarak çalışan Fevzi Paşanın dâveti üzerine, Şubat ayı sonlarında İstanbul'a gitti.
* M. Kemal'in dâveti üzerine, 9 Nisan'da tekrar Ankara'ya döndü ve İstanbul'la bağlarını kopardı.
* 23 Nisan'da, paraşütle (seçimsiz) Edirne milletvekili oldu, Meclis'te kendine yer edindi.
* İki hafta sonra, yani 3 Mayıs'ta Bakanlar Kuruluna girdi ve Genelkurmay Başkanı Sıfatıyla, orada en gözde mevkiye oturdu. Dikkat! Rütbece hâlâ albaydır. Albay iken, birden Serâsker oluvermiştir.
* Aynı yılın 10 Kasım'ında 10 Kasım milletvekilliği ve bakanlık görevi saklı kalmak üzere, ayrıca Garp Cephesi Komutanlığına getirilen albay İsmet Bey, rütbe ve tecrübe itibariyle kendinden çok daha üstün olan Ali Fuat Paşa'nın makamını da elinden almış oldu. Ali Fuat Paşa, Moskova'ya elçi olarak gönderildi.
* Ocak 1921'deki I. İnönü Muharebesinden sonra Mirliva (Tuğgeneral) rütbesine yükseltilen İsmet Bey, Mart'ta cereyan eden II. İnönü Savaşından sonra ise, basamakları hızla tırmanarak paşa oldu ve M. Kemal'den sonra "İkinci Adam" makamına oturmuş bulundu.
* Görüldüğü gibi, İsmet Beyin yıldızı başdöndürücü bir hızla parlatılırken, aynı hızla Ethem Beyin yıldızı söndürülmeye çalışıldı.
Peki, en kritik bir zamanda yaşanan bunca çekişme ve ayak oyunlarının arka planında yatan asıl sebep neydi?
İşte, tarih bu sorunun tatminkâr bir cevabını hâlâ bulabilmiş değil.
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İmtihan, tekâmül ve çalışma |
|
İnsan, bu dünyaya, imtihan, yani, iman edip-etmeyeceğinin tesbiti için sınanmak üzere gönderilmiş. Bunun için de ilim ve duâ vasıtasıyla tekâmül etmek, gelişmek için yeryüzünün halifesi kılınmış.
Buna liyakatli olduğunu göstermek, yani, tekâmülünü tamamlayabilmesi için toprak, bitki, hayvanlar dahil, bütün varlıkların tasarrufu, kumandanlığı ona verilmiş. Dünyanın mutluluğu ve sonsuzluk yurdu Cenneti kazanabilmesi için dünya ona bir tarla gibi sunulmuş.
Mülkün sahibi ahsen-i takvimde, yani tam kıvamında, en güzel bir şekilde, kâinattaki bütün varlıkların özeti, minyatürü şeklinde yarattığı insanın, insaniyet şeref ve izzetine yakışır şekilde yaşamasını istemiş.
Hayatının bütün safhalarında tüketimi, “aslî ve zarûrî ihtiyaçları” akıl, mantık ve çerçevede üretim ve karşılaması gerektiği dersini vermiştir. Kur’ân, onun fakr, cehalet ve sefaletine razı olmaz. Ancak, israfa, saçıp savurmaya da müsaade etmez. Ve savurganları şeytanın dostları, kardeşleri 1 olarak lanse eder.
Yüksek prensipleriyle onu “insaniyet-i kübra”, yani, büyük insan, gerçek insan olmaya yöneltir. Bununla doğrudan ilgili âyetlerin yanında dolaylı olarak pek çok teşvik vardır:
De ki: Çalışın; Allah da, Resûlü de, mü’minler de sizin yaptıklarınızı görecektir. Sonra da görünür görünmez âlemleri hakkıyla bilen Allah’ın huzuruna döndürülürsünüz ve O size işleyip durduklarınızın ne olduğunu bildirir.2
İnsan tekâmül edebilmesi, yani, olgunlaşıp gelişmesi için imtihana tabi tutulmuştur. İmtihanı başarıyla vermesi içinde çalışması gerekir. Çünkü, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”3 Bu âyetteki bir incelik de, “insan için” tabirini kullanması, “Müslüman için” dememesidir. Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, kim çalışırsa, onun karşılığını alır. Çünkü, Allah’ın iki türlü kanunu vardır:
a- Tekvini: Sünnetullah, âdetullah denen tabiat kanunları, prensipleridir. Bu kanunlara kim uyarsa, Allah ona verir. Çünkü, onun kanununa, tekvini şeriatına ittiba ediyor...
b- Teşriî: Şeriat kanunu, manevî kanunlar. Bunlara ittiba, imtihana tâbidir...
Dipnotlar:
1- Kur’ân, İsra, 27 .
2- Kur’ân, Tevbe, 105.
3- Kur’ân, Necm, 39.
29.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Adliye Saraylarında mescid olmaz mı? |
|
Son günlerde, adaleti teminle görevli ‘büyük mahkemeler’in birbiriyle tartışması alışık olunmayan görüntülerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bir yanda Anayasa Mahkemesi, öte yanda Yargıtay; aynı konuda birbirinden farklı değerlendirmeler yapıyor. Haliyle bu tartışmaları izleyen vatandaşın da aklı karışıyor.
Söz adaletten açılmışken, geçen günlerde yayınlanan “Adliye Sarayları suçu önlemiyor” başlıklı yazımızın değişik ‘tepki’ler aldığını hatırlatmak isterim. (Yeni Asya, 16 Aralık 2008) Yapılan değerlendirmelerde, inşa edilen dev ‘Adalet Sarayları’nın suçu önlemede tek başına çare olmadığı konusunda umumî bir kanaat var. Bunun yanı sıra, pek de gündeme gelmeyen başka sıkıntıların da bu ‘saray’larda yaşandığı hatırlatıldı. Bir okuyucu şöyle bir not göndermiş: “Her ile hatta her ilçeye Adalet Sarayları yapıldı ve yapılmakta... Ancak yıllardır Adalet Bakanlığı’nın alt sınıf personelini soytarılıktan kurtaramadılar. Önce 4 yıllık Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdim. Ancak ‘bu yetmez müdür olman için 2 yıllığı bitirmen gerek’ dediler. Ben de daha sonra 2 yıllık Adalet Meslek Yüksek Okulu’nu bitirdim. Bu haliyle bana Adalet Bakanlığınca bahşedilen maaş 850,00-YTL. Olsun yine de mutluyum.... Çünkü saraylarımız var...”
Dile getirilen bu eksikliklerin yanında başka önemli sıkıntılar da yaşanıyor bu Adalet Saraylarında. Bir avukat arkadaşımız, “Madem Adalet Saraylarından bahsettiniz. O halde, bizim dertlerimizden de bahsedin. Meselâ, Bakırköy Adalet Sarayı’nda namaz kılacak herhangi bir yer yok. Yakındaki camiye gidip gelmek sebebiyle bazen duruşmalara geç kalıyoruz. Oysa içerde küçük bir mescid olsa böyle sıkıntılar yaşanmaz” dedi.
Avukat arkadaşımıza hak verdim. Çünkü biz de ‘meslek icabı’ adalet saraylarına gidiyoruz. Meselâ, adı geçen ‘Bakırköy Adalet Sarayı’nın 7. katında duruşma için sıra beklediğinizi farzedin. Aşağıya inip, en yakındaki camiye gidip tekrar adalet sarayının 7. katına çıkmanız her halde yarım saatı bulur. Çünkü adalet sarayı gerçekten devasa bir bina. İş icabı her gün oralarda olan avukatlar hariç, ara sıra işi düşenler için aradığı yeri, mahkeme salonunu bulmak bile zaman alır. İçeri girerken de haliyle kapılarda arama yapılıyor. Bu da zaman kaybına sebep oluyor. Kapılarda arama yapılmasından vazgeçilemeyeceğine göre, çare adalet sarayının içinde bir mescid açmaktır. Hayır, hayır, bir değil iki mescid lâzım! Çünkü ‘adalet sarayı’ hem çok büyük hem de hanımlar için de ayrı bir mescide ihtiyaç var.
Kimse bu talebi, “eski köye yeni adet” olarak görmesin. “Şimdiye kadar yoktu, bundan sonra niçin olsun?” da demesin. Çünkü dünya değiştiği gibi Türkiye de değişiyor. Eskiden bu büyüklükte ‘adalet sarayları’ da yoktu. Ama bugün var. Eskiden belki böyle bir ihtiyaç ve talep yoktu, ama şimdi var.
Tabiî ki mescid ihtiyacı sadece adalet saraylarında hissedilmiyor. Alış veriş merkezleri başta olmak üzere, kamuya açık her yerde buna ihtiyaç var. O halde her ‘adalet sarayı’na mescid açılmakla işe başlansın...
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kuru kınamalarla İsrail durdurulamaz... |
|
İsrail’in Gazze’ye saldırıp yüzlerce kişiyi katlederek bir defa daha Filistin’i kan gölüne çevirmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerini yeniden gündeme getirdi.
Gün ortasında özellikle okulların dağılış saatinde yapılması ve başta polis mezuniyet töreni alanı olmak üzere evleri, pazar yerlerini, insanların ve âilelerin toplu bulundukları yerleri hedef alıp karadan, denizden ve havadan vurulması, yine çocuk ve kadınların katledilmesi, İsrail’in bu katliâmı bile bile yaptığını ortaya çıkarıyor.
İki yıldır kuşatma altına alıp su, elektrik ve her türlü gıda maddesi geçişini yasaklamakla ekonomik ambargo uygulayan İsrail’in iki gün öncesinde göstermelik kapıları açmasının ardından, üstelik Yahudilerin iş yapmalarının “haram” olduğu Cumartesi günü bütün dünyanın gözü önünde füzelerle yaptığı soykırım, belli ki İsrail’in vazgeçemediği bir “karakteri.” Yüzlerce Kur’ân âyetinin Yahudilerin yeryüzünde çıkardığı bozgunculukla en son Filistin sahnesinde bu tînet açıkça sergileniyor.
Ve bu “karakter”, Bediüzzaman’ın tefsiriyle Kur’ân’ın açıkça haber verdiği vecihle, “Mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gâliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesâd komitelerine karışan ve her nev'î ihtilâle parmak karıştıran Yahudi milleti”nin, Kur’ân’ın ifâdesiyle “yeryüzündeki fesadı ve kan akıtması” olarak sahneleniyor. Zira “şu milletin seciyelerinde ve mukedderâtında münderîc olan (yerleşmiş olan) müthiş desâtir (düsturlar) içindir ki Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te’dib (terbiye etme tokadını) vuruyor” hakikatini ortaya çıkarıyor. (Sözler, 366-367
DEMEÇLER NETİCE VERMİYOR…
Ne var ki bu katliâma karşı, demeçler bir netice vermiyor. Başbakan Erdoğan’ın aracılık ettiği “Suriye-İsrail barışı” için hafta başı Ankara’da görüştüğü İsrail Başbakanı Olmert’le yapmayı düşündüğü telefon görüşmesinden vazgeçtiğini söyleyip, “Bu bize de saygısızlıktır, biz şu veya bu ülke değiliz” demesi, kuru bir kınamadan ibaret kalıyor.
Keza Cumhurbaşkanı’nın, son saldırıyı “sorumsuzluk” olarak yorumlayıp “yeni Amerikan yönetimine zorluk çıkaracağını ve bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyeceğini belirtip “barışa darbe” olarak nitelemesi, fazla bir şey ifâde etmiyor.
Belli ki Nil’den Fırat’a uzanan “büyük İsrail” hülyâsıyla Osmanlılardan sonra dünyanın dört bir yanından gelip Filistin topraklarını işgal edip gasbeden işgalci Yahudiler, bütün bölgeyi ateşe vermek pahasına benzer katliâmları yapacaklar. İsrail kuvvetlerinin en ağır silâhlarla, tanklarla, toplarla işgal ve zulümden kaçan çocuk, kadın ve yaşlıların toplandığı mülteci kamplarını basarak katletmesi, bunun açık bir göstergesi.
Bu olmadığı gibi son da değil. “Kasab” lâkablı Şaron’un Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına bizzat yaptığı saldırılarla yüzlerce mâsum insanı katletmesi, bunun yaşanmış acı örneklerinden…
Bundandır ki basit ve cılız kınamalar, Amerikan yönetimlerinin bu tür katliâmlarda bile Filistinlileri “suçlu” bulup İsrail’in kendini “savunma hakkını kullandığını” fütûrsuzca açıklayıp kayıtsız şartsız destekleyerek şımarttığı İsrail’i vazgeçiremez.
Artık İsrail’in de alışık olduğu ve hatta cür’et aldığı lâftan öteye geçmeyen “kınamalar yerine, başta Türkiye olmak üzere bölge ve Müslüman ülkelerin ciddî tedbirlere ve yaptırımlara başvurması gerekiyor. Aksi halde İsrail bu tür barbarca eylemlerine devam edecek; bütün dünyanın ve birbuçuk milyarı aşkın İslâm âleminin gözü önünde sistemli bir şekilde sürdürecek, daha da şımaracak…
ANLAŞMALAR ASKIYA ALINMALI…
Evvela İsrail’el işbirliği içinde olan Mısır, Körfez ülkleri, Suudû Arabistan ve diğer Arap ve Müslüman ülkelerinin, yaptıkları siyasî, ekonomik ve askerî anlaşmaları en azından askıya almaları ilk adım olabilir. Bölge ülkelerinin etkin politikalarla açık tavır ve ikaz içinde olmaları lâzım.
Ve Türkiye’nin 28 Mart 1949’da resmen İsrail’i tanımasından sonra Ankara’nın Telaviv’le yaptığı bütün siyasî, ekonomik, ticarî ve savunma-askerî işbirlikleri anlaşmalarını gözden geçirmesi gerekiyor.
Meselâ AKP hükümetinin İsrail’el yaptığı “Ekonomik Mutabakat Zaptı” çerçevesinde, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarıma, telekomünikasyondan araştırmaya, turizmden havancılığa kadar topyekûn iktisadî işbirliklerini iptal etmeli. İsrail’in bu tür katliâmlara devam etmesi halinde öncelikle askerî ve savunma işbirliği ve anlaşmalardan başlanarak, yapılan bu tür mutabakatları hiç olmazsa rafa kaldırmalı. Öncelikle İsrail’den “istihbarat için” alınan insansız casus uçağı Heronların alımını ve tank modernizasyonu gibi anlaşmaları durdurmalı.
Oysa Ankara hâlâ İsrail’le siyasî anlaşmalara devam ediyor; silâh, petrol ve doğal gaz anlaşmaları duruyor.
Meselâ 16 Mart 2006’da Türkiye ile İsrail arasında, Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Devlet Doğal Altyapılar Bakanı Benjamin Beneliezer arasında, sessiz sedasız imzalanan, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak Rus petrol ve doğal gazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştıracak ve İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası projesi, derhal askıya alınabilir. Sözde yalnızca iki ülke ilişkilerine değil, bölgede kalıcı barış ve refaha hizmet etmesinin de amaçlayan proje, İsrail’in katliâmlardan vazgeçmesine kadar ertelenebilir.
Bu süreçte diplomatik münâsebetler kesilebilir; uluslar arası arenada İsrail yalnızlaştırılabilir; ABD, İngiltere ve diğer bazı destekçileriyle başbaşa bırakılabilir.
Aksi halde, sâdece tamamı “Mossad ajanı” olan ve “İsrail ordusunda savaşmış” İsrailli politikacılara yönelik kuru kınamalardan bir şey çıkmaz. İsrail daha da şımararak zulüm ve katliâma pervâsızca devam eder…
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Noel veya Hasret Bayramı |
|
24 Aralık gününün akşamında Katolik âleminin gün batımını müteakiben kiliseleri doldurarak “Halleluya.. Halleluya“ sesleriyle Mesihin gelişini kutlamaları bize hiç de yabancı değil. Fakat bir kısım Türkler, ritüellerini düşünmeden yılbaşını kutlarlar. Boş gözlerle seküler dünyanın mabedlerindeki ışıklı süslemelerine bakar da nereden geldiğini ve mahiyetlerini bilmezler. Birileri o Türkiyelinin sorgulama melekesini köreltmiştir. Uyutulmuş beyinler yalnızca ışıkları ve sloganları bilmeden takip eder. Katolik ve Protestan İsevî dünyaların kendisiyle mücadele ettiği “Türkiye’nin canavarının“ pençesinde yılbaşı gecelerinde hazırlanan donukluğun devam etmesi için medyada büyük çalışmalara rastlarız.
Ahlâksızlığın, sefahet ve rezaletin terviç edildiği ekranlara tepki yalnız Anadolu’dan gelmez, Amerika ve Avrupa’nın yılbaşı kutlamalarına itirazı İslâm âleminin itirazlarından geri kalmaz.
22 Aralık’tan 7 Ocak’a kadar Noel münasebetiyle tatile giren Avrupa da yalnızca Hıristiyanlar bayram yapmaz. Bu sükûnetten istifade eden Avrupa’daki Müslümanların da hasret gidermek üzere kıt'anın bir ucundan öteki ucuna seyahat ettiklerini belki biliyorsunuz. Mütemadi meşguliyetlerin ardından beyazlara bürünmüş coğrafyalardaki seyahatlerin lezzetini yaşayanlar bilir. Bir taraftan hasret giderenler, diğer taraftan Allah için mescidlere ve medreselere toplanıp dinlerini öğrenmeye çalışan insanların yaşadıkları Noel günlerine onların adeselerinden bakmak lâzım.
Anadolu’dan, Kuzey Afrika’dan ve Balkanlardan İslâmiyeti bu kıt'anın hayatına taşıyan dünkü işçiler, ellerinde baston ve ailenin nadide köşesinde ziyaret edildiğini gören Hıristiyanların istikbâl ümitleri artıyor. Bütün güzelliklerin hasret duyulan şarkılarca geçmişte kaldığını iddia edenlere Türklerin yurtdışında yaşadıkları bu hasret bayramını gösteriyoruz.
Avrupa Nur Cemaati de hasret bayramını Ahlen’de kutladı. Kıt'anın en batısından ta Anadolu’nun doğusuna kadar beş yaşından seksen yaşına uzanan tam 7 saat süren hasret veya nurun bayramı yaşandı. Üç gün önce tanıyanlarla 55 sene önce tanıyanların nura koşup kucaklaşmalarını seyredenler “cennetî manzara!“ diyorlardı. İskandinavya’dan İtalya’ya, Viyana’dan Londra ve Paris’e kadar zamanlarla birlikte coğrafyalarda kucaklaşıp hasret giderdiler.
İsevi âleminin Mesihi çokça merak ettiği bu bayramın daha güzel bayramlara arefe olması duâsı ile bu sene toplantıyı Ahlen’de idrak ettik.
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
2008’de Yeni Asya |
|
Geride bırakmak üzere olduğumuz 2008’in son günlerinde, senenin Yeni Asya açısından nasıl geçtiğini kısaca hatırlatmanın ve böylece bir anlamda okurlarımıza yıllık bilânço vermenin faydalı olacağını düşünüyoruz.
Belli başlı yayın hamlelerimiz şunlardı:
n39. hizmet yılımıza girdiğimiz 21 Şubat’taki “Ses getiren manşetlerimiz” başlıklı ilâvemiz büyük takdir gördü ve ses getirdi.
nÜstadın vefatının 48. yıl dönümü vesilesiyle yine gazetemizin hediyesi olarak “Meşrutiyetin 100. yılında Batılı aydınların gözüyle Bediüzzaman ve Demokrasi” ilâvesi verdik. Bu ekte yer alan yazılar Robert Miranda, Prof. Dr. Thomas Michel, Prof. Dr. Oliver Leaman, Dr. Elmira Akhmetova ve Fred Reed tarafından Yeni Asya için özel olarak kaleme alındı.
nİstanbul başta olmak üzere birçok yerde Üstadı anma toplantıları, “Meşrutiyetin 100. yılında demokrasi” başlığı altında gerçekleşti.
n23 Mart sayımızda Üstadın yaşayan talebe ve hizmetkârlarından Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı ile yaptığımız mülâkatları yayınladık.
nYine 23 Mart’taki önemli bir hamlemiz, sayfa tasarımlarımızı modern ve profesyonel bir anlayışla yenilememiz oldu. Uzman bir danışmanlığın rehberliğinde gerçekleştirdiğimiz bu yenilik, gazeteye daha farklı ve ciddî bir görüntü kazandırdı.
n23 Mart’taki özel ilâvemizde yazılarını yayınladığımız isimlerden Robert Miranda, gazete için haftalık yazılar yazmaya başladı.
nYazar kadromuzu Selim Gündüzalp, Kadir Akbaş, Ahmet Dursun ve Atike Özer gibi yeni isimlerle takviye ettik. On bir yıldır birlikte olduğumuz Mustafa Özcan maalesef ayrıldı, ama Umut Yavuz gibi genç yetenekler devreye girdi.
nDış dünyaya açılan pencerelerimiz niteliğindeki köşelerimizde memnuniyet verici bir gelişme kaydettik. Mikail Yaprak Avusturya, Ruhan Asya Avustralya, Said Hafızoğlu Amerika, Fatma Nur Zengin Mısır, Suna Durmaz Körfez, H. Kübra Akdemir Hollanda mektuplarıyla gazetemize güç kattılar ve katmaya devam ediyorlar.
nYine bu çerçevede Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz ve eşi, Bizim Aile Dergisi Yayın Koordinatörü Yasemin Güleçyüz ve sonradan ayrıca Dr. Selâhattin Karabıçak’ın Avustralya, S. Bahattin ve Yasemin Yaşar’ın Almanya, Nurullah Göker’in Hindistan, Faruk Çakır’ın Tayland-Myanmar, Umut Yavuz’un Kosova-Bosna, Mustafa Gökmen’in Gine notları ilgiyle takip edildi.
n20 Nisan’da Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle “Risale-i Nur’da Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.),” 6 Haziran’da Gezi, 5 Aralık’ta Kurban Bayramı ekleri verdik.
nBaşörtüsü meselesinin çözümünü yıllardır ısrarla talep eden bir gazete olduğumuz halde, AKP’nin sorunu üniversitelerle sınırlı olarak ve anayasa değişikliği yoluyla çözme girişiminin isabetli olmadığını ve başka sıkıntılara yol açacağı kaygımızı, başından itibaren dile getirdik ve maalesef haklı çıktık.
nAynı şekilde, AB ve demokratikleşme reformlarındaki sektenin aşılamaması halinde faturanın her geçen gün daha da büyüyeceğine ısrarla dikkat çekmeye çalıştık ve maalesef bu hususta da haklı çıkmaya devam ediyoruz.
Bunları hatırlattıktan sonra 2009’a geçecek olursak: Bu noktada ilk ifade etmemiz gereken husus, bu sene içinde, önümüzdeki 21 Şubat’ta aynı zamanda 40. yılımıza girecek olmamız.
Bu çok özel ve anlamlı yıl dönümüyle ilgili hazırlıklarımız devam ediyor.
39 yılda gerçekleşen yayın hizmet ve hamlelerinin hatırlatıldığı bir broşür, gazetede bu yıl dönümüne ilişkin okuyucuların katılımıyla gerçekleşecek bir özel “40. yıl tebrik ilânları kampanyası,” yine İstanbul’da ve potansiyeli olan başka yerlerde 40. yıl kutlama toplantıları, gazetemizi çıktığı günden bu yana takip eden 40 yıllık okuyuculardan 40’ıyla özel röportajlar, bu kapsamda düşündüğümüz hazırlıklardan bazıları.
Sizlerin de katkılarınızı bekliyoruz.
29.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|