"Gerçekten" haber verir 29 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

İsrail’i şımartan Batı dünyası

İSRAİL savaş uçaklarının vurduğu yerde gül bitmediğini, tam tersine, yerdeki kızıllığın birçoğu sivil olmak üzere masum insanların kanından geldiğini, başta ABD olmak üzere Batı dünyası kabul edinceye kadar bu kanlı oyun belli ki devam edecek.

İsrail tamamen haksız mı?

Buna “evet” demek zor. Çünkü Filistin’in Gazze şeridine egemen olan Hamas yönetimi, İsrail’le 6 aydır süren “ateşkes” anlaşmasının süresi bitince İsrail Başbakanı Ehud Olmert kendi topraklarına yapılacak herhangi bir saldırıya hemen yanıt vereceklerini baştan ilan etmişti.

Hamas bunu önemsemeyip roketle saldırıda bulununca elbet bir karşılık verilecekti.

Ama karşılık vermenin yolu en az 155 (225) insanın ölümüne, 200’den fazla insanın yaralanmasına sebep olacak kadar büyük çaplı bir katliam yapmak mı?

İşte burada İsrail’in meşru savunma hakkını kötüye kullandığı, hatta daha da ileri giderek Hamas yönetimini değil Gazze’de yaşayan sivil ve masum insanları cezalandırarak tam bir saldırgan ülke konumuna düştüğü gerçeği çıkıyor karşımıza.

Ama İsrail bilindiği gibi tüm Batı dünyasında “imtiyazlı” bir konuma sahiptir. Bu gerçek káğıt üstünde görünmez ama İsrail’in hukuk tanımaz eylemlerine karşı gösterilen hoşgörü veya bunları görmezden gelme politikası hemen her olayda ortaya çıkar.

Örneğin, Filistin’li 10 çocuk bir İsrail askeri gücü tarafından öldürülse, Batı dünyası için bu “yol kazası” gibi bir olaydır.

Ama İsrailli bir çocuk, Filistinliler tarafından bilerek veya bilmeyerek açılan bir ateş sonucu hayatını kaybetse, olay derhal “Filistinli teröristlerin yaptığı insanlık dışı bir eylem” olarak sunulur.

Aynı çifte standart, Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı konusunda da geçerlidir.

Batı’ya göre Filistinlilerin kendilerini savunma hakkı—káğıt üstünde varmış gibi görünse de aslında—yoktur. Onlara düşen İsrail’in tayin ettiği kadarıyla yetinmekten ibarettir.

Bir örnek verelim:

Sovyetler Birliği’nin 1961 yılında Berlin’i ikiye bölen bir duvar çekerek kendi bölgelerini Batı Berlin’den ayırdığını anımsıyorsunuz değil mi?

Hani Winston Churchill’in “Demirperde” diye nitelendirdiği -1989’da Komünist Blok’un çökmesi üzerine yıkılan- meşhur duvardan söz ediyoruz.

Aynı şeyi dört-beş sene önce İsrail yaptı. Filistin’in Batı Şeria bölümü ile İsrail toprakları arasına boydan boya, aşılmaz bir duvar çekti.

Batı dünyasından kimsenin “Demir” veya “Beton” perdeden söz ettiğini hiç duyuyor musunuz?

Berlinliler insandır ama Filistinliler insan değildir diyebilir misiniz?

Hadi onu da “güvenlik” gerekçesiyle hoş görmeye çalışalım.

George W.Bush’un “El Kaide zanlısı” diyerek Guantanamo’ya tıktırdığı insanlara uygulanan hukuk dışı muamelelerin nerdeyse tamamının kökü, İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklarda Filistinlilere uyguladığı hukuk dışı politikalara uzanır. Bu nedenle İsrail’in ciddi şekilde eleştirildiğini hiç anımsıyor musunuz?

Hürriyet, 28 Aralık 2008

Oktay Ekşi

29.12.2008


Zavallı Gazze

Dünyaya yazıklar olsun. Siyasilerin seçim hesaplarının, bazı güçlerin kışkırtmalarının ve uluslararası topluluğun vurdumduymazlığının, hatta vicdansızlığının bedelini bir kez daha Gazzeli siviller ödedi.

İsrail’in Gazze Şeridi’nde dün başlattığı misilleme operasyonunun nedenlerini anlamak için biraz geriye gitmek gerekiyor.(...)

Geçen 19 Haziran’da Mısır’ın arabuluculuğuyla İsrail ile Hamas arasında 6 aylık, yani 19 Aralık’a kadar geçerli olacak ateşkes ilan edildi. Sürenin dolmasına yakın, Filistin örgütü ateşkesi uzatmamaya karar verdi. Gerekçe olarak da İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı ve ambargoyu daha da sertleştirmesini gösterdi. Gerçekten de İsrail son bir aydır Gazze’ye insani yardımların ulaştırılmasına bile izin vermiyordu. O da bu uygulamaya, Hamas’ın silahlı kolu olan İzzettin El Kasım Tugayları’nın İsrail’e füze saldırılarını artırmalarını gerekçe gösteriyordu. Kim haklı? Sonuçta ateşkes sona erdi ve Hamas her gün İsrail topraklarına onlarca füze göndermeye başladı. Bu saldırıların eninde sonunda İsrail’in sabrını taşıracağını ve misillemeye zorlayacağını biliyordu. Ayrıca topu topu 360 kilometrekarelik alanda 1.5 milyon insanın yığıldığı Gazze Şeridi’ne yapılacak operasyonların, askeri hedeflerin sivillerden ayırt edilmesinin imkânsızlığı nedeniyle, çok ağır can kayıplarına yol açacağını da biliyordu. Bilmekle kalmıyor gelişmelerin bu yönde olmasını istiyordu.

ŞİDDET DOĞURAN ŞİDDET

Çünkü Hamas kısa vadeli stratejisini İsrail ve Filistin’deki seçimler üstüne kurdu.

İsrail’de Şubat ayında erken genel seçim var. Hamas bu seçimi sertlik yanlısı, “Barışa karşılık toprak” politikalarını reddeden Likud’un kazanmasını arzu ediyor. Böylece bir yandan ABD Başkanı Barack Obama’nın bir yandan da Rusya’nın yeni girişimlerle canlandırmaya hazırlandıkları barış sürecini dinamitleyeceğini hesaplıyor.

Filistin’de ise önümüzdeki ay parlamento seçimleri yapılacak. Hamas, Mahmut Abbas liderliğindeki El Fetih’i, yönettiği Batı Şeria’da da devirmeyi hedefliyor. Bunun yolu da Gazze’ye bir kez daha İsrail müdahalesinden ve bir kez daha sivillerin ölümünden geçiyor. Böylece “Gazze halkının katledilmesine seyirci kalmak”la suçlayacağı Mahmut Abbas’ın altını oyması bir hayli kolaylaşacak.(...) Hamas’ın en azından şimdilik hesaplarını tutturduğunu söyleyebiliriz.

Ne var ki, birileri müdahale etmezse, girilecek olan kısır döngü Ortadoğu’yu yeniden tutuşturabilir. Zira İsrail’in “Daha başındayız” dediği operasyon Gazze Şeridi’nden yeni misilleme saldırılarına neden olacak. Hem de sadece füzelerle değil, intihar eylemleriyle, canlı bombalarla da... Bu misillemeler ise İsrail’in saldırılarının dozunu artıracak. Dozu artan saldırılar da misillemeleri kamçılayacak... Son halkası olmayan bir şiddet zinciri.

Açık hava cezaevine dönmüş Gazze’deki facianın nedenlerini anlatmak için biz 1.5 yıl öncesine, 2007 Haziran’ına uzandık ama aslında Hamas’ın dürüst ve şeffaf yapıldığını tüm gözlemcilerin kabul ettikleri seçim sonucu demokratik yollardan iktidara geldiği 2006 başına kadar gitmek gerekiyor.

Günahın en büyüğü o günlerde işlendi: ABD ve AB olmak üzere dünya Hamas’ın seçim zaferini kabul etmedi, dahası onu “Şer güçleri” arasına koyup tümüyle dışladı. Oysa Hamas’ın meşruiyeti tanınıp el uzatılsaydı, ne Filistin halkı trajik bir biçimde bölünürdü, ne dünyanın kaderine terkettiği Gazze’de insanlık faciası yaşanırdı, ne de bölge bir kez daha uçurumun eşiğine gelirdi.

İnsanın bazen insanlığından utanası geliyor.

Sabah, 28 Aralık 2008

Erdal Şafak

29.12.2008


Tank, uçak, füze, katliâm

(...) fotoğraflara iyi bakın. Bu çocuklar ve insanlar zaten İsrail ablukası altında, Mısır’ın kapalı kapısına da çarparak, açtı.

Açlıktan ölebilirlerdi; öyle ölmediler.

Yaşayabilirlerdi, yaşatmadılar.

Erdoğan, şimdi kızgınlıkla “İsrail’le diplomatik teması gereksiz görüyorum” diyor. Onu yine gerekli görsün. Ne kadar çok çocuk açlıktan, bombadan, füzeden kurtarılabilirse.

Ama şunlar neydi; gerekli miydi?

“İsrail savaş sanayi”ne, “Türk Silahlı Kuvvetleri” tanklarının modernizasyonu ihalesi. İsrail’le, Suriye ve İran’ı vurma provalarına gebe ortak tatbikat. İsrail’e askeri ihale vermek için kendi kullandığı F16 ile uçan “Darbe günlüğü defteri”ne kayıtlı (eski) Hava Kuvvetleri Komutanı. Diplomatik temas yine kalsın; “kana kankalık” kafamıza “tank” etsin!

Sabah, 28 Aralık 2008

Umur Talu

29.12.2008


Paşaların kavgası

“Dindarların laikleri ötekileştirdiği ve üzerlerinde baskı kurduğu” iddiasını “mahalle baskısı” adıyla tartışırken, tam tersi bir örnek gündeme geldi.

Emekli paşalar arasında bir söz düellosu patlak verdi. Tartışılan konu, Ordu’nun yüksek komuta kademesinde, emir-komutanın da devreye sokulduğu mahalle baskısıydı. Hadise iki açıdan temsil edici. Birincisi alkollü içki tüketmenin, laik olmanın ön şartı olarak kabul edilmesi. Eski Genelkurmay başkanlarından Kıvrıkoğlu, halefi Hilmi Özkök’ü engellemeye çalışıyor. Gerekçesi laiklik konusunda yeteri kadar hassas olmaması. Kıvrıkoğlu’nun Özkök hakkında böyle bir kanaati var. Mahkûm olan ve rütbeleri sökülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’in gündeme getirdiği olay da, güya Hilmi Özkök’ün “laiklik zaafı”na dair. Bu zaafın göstergesi olarak nakledilen “mahalle baskısı”, ikinci temsil edici örnek. Kıvrıkoğlu Özkök’ü, şarap içmediği için azarlıyor, garsona dönüp, “Oğlum şuradan bir şarap getir. Hilmi de doğru dürüst içki içsin” diyor.

Tartışma Türk Silahlı Kuvvetleri’ni doğal olarak rahatsız etti ve bu rahatsızlık “resmen” ifade edildi. Bir eski komutanın, “İhaleye fesat karıştırmak” suçuyla kendisini mahkemeye gönderen eski komutanı laiklik üzerinden suçlamaya kalkması, aslında bir yığın fuzulî laiklik tartışmasına da ışık tutuyor. Bu kavgaya noktayı, Hilmi Özkök Radikal’den Murat Yetkin’e gönderdiği “savunma” ile koydu. Bu savunma çok önemli ve anlamlı. Çünkü bir eski komutan kendi askerlik onurunu korurken, çok önemli kurumsal eleştirilerde bulunuyor. Özkök’ün savunması, 28 Şubat süreci, asker-siyaset ilişkisi ve generallerin hükümete müdahaleleri gibi çok kritik sorunlara, ordunun en tepesinden güçlü bir ışık tutuyor.

Özkök kendisinin 28 Şubat dönemi komutanları gibi hükümetle kavga etmediği için eleştirildiğini söylüyor. Bir Genelkurmay Başkanı, hükümetle kavga etmediği için diğer komutanlar tarafından suçlandığını ifşa etmiş oluyor. Silahlı Kuvvetler bünyesinde hükümetle kavga etmeyi doğal kabul etmenin ötesinde, aksi durumu kabullenemeyen bir anlayışın egemen olduğunu açıklıyor. Özkök kavga etmemesinin gerekçesini, “Halkımı, ekonomiyi, dış politikalarımızdaki dengeleri olumsuz etkilemekten kaçınma...” olarak sıralıyor. Özkök’ün savunması tersinden okununca, bu hassasiyete sahip olmayanların baskısı öne çıkıyor. Hilmi Özkök’ün 28 Şubat’ı değerlendirdiği şu satırlar, mutlaka özenle not edilmeli: “Ben iyi niyetlerle ne yapıldığını, kimleri göndermekle kimlerin yollarının asfaltlandığını gördüm. Evvelki olayları incelediğimde asker elinin dokunmasının siyasetçiler için ne kadar ‘hayırlara vesile’ olduğunu öğrendim. Bu nedenle benim tarzım farklı oldu. Ben ulusun bütün dinamiklerinin harekete geçmesinin ve yapılacak işin, yapması gerekenler tarafından yapılmasının daha doğru olacağını değerlendirerek hareket ettim. Demokrasinin erdemine, onun zor, ama çok güvenli bir yol olduğuna daima inandım.” Hilmi Özkök onurlu bir asker. Savunmasının her satırında mesleğinin onurunu yücelten, yüksek bir sorumluluk anlayışını öne çıkaran bir askerin ahlakî prensiplerine bağlılığı görülüyor. Hareket noktası duygusal; ama sürdürdüğü muhakeme tamamıyla akıl ve mantık üzerine kurulu. Hilmi Özkök’ün çizdiği sınırların dışına çıkan bir ordunun, ülkesinin çıkarlarını savunması ve koruması imkânsız. Enerjisini siyasete müdahaleye, siyasetçilerle kavgaya harcayan bir ordu sadece “paşaların kavgası”na sahne olur.

Bu tartışmanın bir ucunda, yolsuzluktan mahkûm olup rütbeleri sökülen bir eski Oramiral var. Bu eski amiral, bu onurlu komutana, şarap içmediği gerekçesiyle “laiklik karşıtlığı” imasında bulunuyor. Diğer tarafta kendisini istemeyen selefi Kıvrıkoğlu var. Kıvrıkoğlu, “Özkök’ü istemiyordum. Ben 2 yıl kendisini komutan olarak izledim. Bunun sonucunda da irtica ile mücadeleyi daha iyi yapacak birinin gelmesini istedim.” demişti. Özkök’ün savunması bu “irtica ile mücadele”nin “hükümete müdahale ve siyasetçilerle kavga” anlamına geldiğini gösteriyor.

Hilmi Özkök’ün savunması, askerlik onuruna dair güçlü bir retorik metni olarak her askerin başucunda durmalı.

Zaman, 28 Aralık 2008

Mümtaz er Türköne

29.12.2008


‘Hakikî hicret, günahları terk etmektir’

İslâmdan önce Arabistan’da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu.

Tarih tesbiti bazı büyük ve mühim hadiseler esas alınarak yapılıyordu. Meselâ eski Araplar mühim savaşların yapıldığı zamanları tarih başı kabul ederlerdi. Bunlar arasında Husus Harbi, Ficar Savaşı ve Zikar Günü gibileri pek meşhurdu. Son olarak da “Fil senesi” ismini verdikleri yılda Yemen Kralı Ebrehe’nin ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürüyüp Kâbe’yi yıkmak istediği hadise, takvim başı olarak kabul görüyordu. Bu hadise, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerinden 54 gün önce vuku bulmuştur.

Ay hesabına göre Arapların kullandığı on ay sırayla şunlardı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cumâdelûlâ (Cemâziyelâhir), Cumâdelâhire (Cemâziyelahir), Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde, Zilhicce. Araplar bu on iki ayı sırayla takip etmekle birlikte senelerin sayısında ihtilâf ediyorlardı. Çünkü belirli bir takvim başlangıcı esas alınamıyordu. Umumiyetle o zaman göçebe bir hayat yaşamakta olan Arap kabilelerinin belki de buna pek ihtiyacı yoktu.

Fakat ne zaman ki, İslâmiyet geldi, kısa zamanda birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldı. Bütün müesseseleriyle bir İslâm devleti teşekkül etti. O zaman bir takvim ihtiyacı da zarurî bir hal aldı. Çünkü idarî işleri tanzimde birçok aksaklıklar sırf bu yüzden meydana gelmekteydi.

Rivayete göre, bir defasında Hz. Ömer (ra) halife iken kendisine bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu bu senedin tarihi hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Alacaklı senedin üzerindeki “Şaban” ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu da gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Bu ve bunun gibi karışıklıklar üzerine Halife Hz. Ömer, şûrâ meclisini topladı. Meseleyi onlara anlatıp, bir tarih tesbitinin zaruretini ortaya koydu.

Bunun üzerine Ashab arasında bu mesele görüşüldü. Çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bazıları diğer milletlerin tarih ve takvim başlangıçlarını teklif etti. Sa’d bin Ebi Vakkas, Resûlullahın (asm) vefâtının tarih başlangıcı olmasını, Hz. Talha da (ra) bi’setin, yani Peygamberlik vazifesinin Allah Resûlüne verilmesi hadisesinin esas alınmasını teklif etti. Hz. Ali’nin (ra) teklifi ise, Hicretin tarih başlangıcı olarak alınması idi. Bu arada bazı Sahabîler, Peygamber Efendimizin (asm) doğum tarihinin esas alınmasını ileri sürmüşlerdi.

Bütün bu teklifler müzakere edilerek gözden geçirildi. Sonunda Hz. Ali’nin (ra) teklifi olan Hicretin tarih başlangıcı olması ittifakla kabul edildi.

Bilindiği gibi, Hicret 12 Rebiülevvel 622’de vuku bulmuştu. Ancak Araplarda öteden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul gördüğünden, aradaki iki aylık bir küsûrat nazara alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622, Hicrî birinci yılın başı oldu.

Hicrî takvim, kamerî aylara göre yapıldı. Ancak hicrî sene güneş yılından yaklaşık on gün kadar daha az olduğundan güneş senesine göre otuz üç senede bir sene fark yapmaktaydı. Bu sebeple muâmelatta bazı zorluklar oluyordu. Binâenaleyh daha sonraları rumî takvim ismiyle bir güneş takvimi vücuda getirilmiştir.

Namaz vakitleri ve arazi mahsullerinin zekâtı güneşe göre, oruç ve hac ibadetleri ise kamerî takvime göre tertip edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân’da ayın insanlara takvimcilik yapma maksadıyla yaratıldığını, haccın vaktini bildirdiğini ifade buyurmaktadır.

Diğer birçok teklif yanında hicretin tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi üzerinde biraz durmak lâzımdır.

Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabîlerin Hz. Ömer (ra) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok ehemmiyetli hadise arasından, Peygamber Efendimizin (ra) Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarihi esas almaları, hadise olarak Hicrete atfettikleri büyük ehemmiyeti gösterir.

Diğer taraftan Hicret, İslâm inkilâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem mahkûmiyet ve mazlûmiyet altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâm mukaddesatına menfî tesirlerden başka bir şey getirmeyeceğinin anlaşılması ve İlâhî müsaade üzerine tahakkuk etmiştir. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Hicretle hem Müslümanların şahısları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni taraftarlarla kısa zaman kuvvetlenme imkânına kavuşmuştur.

Hicret eden mü’minlere “Muhacirler” ismi verilmiş ve bunların faziletlerinden pekçok bahsedilmiştir. Bu sebeple hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hicretin sadece Mekke’den Medine’ye göç eden mü’minlere münhasır bir fazilet olarak kalmaması, gelecek asır insanlarının da bundan hisse alması için “hicret”i bir mefhum olarak değerlendirmiştir: “Hakikî muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.” “Hicret, kötülüğü terk etmendir.” “Hakikî muhacir, hata ve günahları terk edendir.” “Gerçek muhacir Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.” Bir defasında hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resûlullâhın (asm) verdiği cevap şu olmuştur:

“Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.”

Görüldüğü gibi Hicret, mü’minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamış, bir irşad mefhumu olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bu gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:

“Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman (severek) koşun.”

Bu sebepledir ki, Ashab tarih tesbitinde Hicret üzerinde ittifak ve icmâ etmişlerdir. Müslümanlar o günden bu güne yılbaşını bu eşsiz hadiseye dayandırarak gelmişlerdir.

O günden bu güne bin dört yüz küsur sene geçti. Dalâletten hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah’ın yüce Kurdetine hicret edip iltica eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir. İslâmın 15. asrında bir buçuk milyar Müslüman, aynı dâvâya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.

(Üç Aylar ve Kandillerimiz, Yeni Asya Neşriyat)

29.12.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır