Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Yırtma-yapıştırma yazılar



Tam anlamıyla:

Fiyasko..!

Tam anlamıyla:

Okuyucuya saygısızlık…

En nefret ettiğim şeydir:

Yırtma-yapıştırma yazılar!!

Diğer yazılı ifâde çeşitleri bir yana..

En azından:

“Fıkra” nedir?:

“Günlük olaylarla ilgili köşe yazısı…”

Değil mi?

Alırsın elin kalemini…

Yahut:

Geçersin, bilgisayarının başına; başlarsın eteğinde ne varsa dökmeye…

Böylelerinin, eteğinde;

Yazacakları bir şeyler varsa tabi..!

***   

Bu tip yazarlara;

Şunu sorasım gelir:

Beyefendi:

Diyelim ki;

Dimağında o günkü yazıyı tamamlayacak bilgi yok…

Bâri;

Okuyucularına biraz saygı duy..!

Yazma bişey…

Bırak.

Kalsın…!

O gün yazmadın diye kıyamet kopmaz….

Hele:

Affedersiniz;

Abuk-sabuk fıkralarla..

Ya da;

Yırtma-yapıştırma hikâyelerle köşesini dolduran yazarlar yok mu?!

Daha doğrusu yazar müsveddesi geçinenler..!

***   

Okuyucuların:

“Bu niye yazıyor ki, ifrit oluyorum?” dedikleri var ya işte onlar…!

Onlara katlanılması çok zor.

Hatta:

İmkânsız..!

Ama:

Yazabiliyor gazetelerde böyleleri…

Onlar niye yazıyor bilmek ister misiniz?!

“Gazte patronuna yıkama-yağlama yaptık(!)”ları için!!!!

Ya da;

O “Gaste”ye ortak oldukları için!

Allahtan;

Bu gazetede öyle biri yok!

Çok şükür….

Binlerce defa:

Çok şükür…!

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Kelebekler yanmasın



Olumsuzluklar yakamızı bir türlü bırakmazlar. İncitiliriz veya biz incitiriz. Bu açıdan kelebeklerin yanmaması oldukça önemlidir.

Nazik ve nazenin insanları her zaman bulamazsınız. Özellikle dostların az bulunduğu veya bulunamadığı zamanlarda Niyazi-i Mısrî’nin hazin niyazları gibi hallerle karşı karşıya kalırsınız.

“Bunca diyar gezdim gözlerin için,

Niye bana küstün el sözü için?”

nidâları yüreğinize su serpmekten ziyade hicran duygularınızı hareketlendirir.

Ve bu nağmeler kâfî gelmediği an “Gel gidelim dosta gönül” mısralarına ümit bağlarsınız.

Maddesiz sevginin samimî ve sıcak havasını özlersiniz. O zaman kelebeklerin dahi yanmamasını, güllerin solmamasını, çiçeklerin ayaklar altında tahrip olmamasını arzularsınız.

Kelebeklerin hikâyesini size anlatmalıyım:

Bediüzzaman çok küçük yaşlardadır. Babası ile köylerindeki mescide gittiklerinde, kelebeklerin yanan lambaya gelip çarparak yandıklarını görür. Küçük Said, babasına şu çok önemli ricada bulunur:

“Baba, bu lambanın çevresine ağ yapalım, kelebekler yanmasın.”

Ve böyle bir ağ yapar babası.

Bu bir şefkatin ve inceliğin eseridir. Ve bir hassasiyetin canlı tezahürüdür.

Ben bundan birçok dersler çıkardım. Bunu hayatımda uygulamaya çalışıyorum. Kimseyi kırmamaya, kaideleri bozmamaya, fitneye sebep olacak şeylerden şiddetle kaçınmaya, gıybetin çirkin hallerinden uzaklaşmaya, doğruları zedelememeye, bir cani sıfat yüzünden diğer sıfatları yok saymamaya, haklı şûrâya, hakikatteki tazeliği bozmamaya, ihanete uğramamaya, yılandan ve akrepten çekindiğim gibi ihlâsı bozacak davranışlardan çekinmeye, gayet yüksek kulenin başından düşmemeye, sesimi yükseltip asude ve nazik insanlara zarar vermemeye çalışıyorum.

Bu bana çok hoş geliyor inanın.

Kendi hakkımdan ve izzet-i nefis dedikleri şeylerden uzak duruyorum.

Ben hakka ve doğruya karşı müteveccih olmaya çalışıyorum.

Tâ ki kelebekler yanmasın. İnşâ ettiğimiz güzel hasletler zedelenmesin.

Bu hiçbir zaman “uysal koyunluk” anlamına gelmemeli.

Zira kelebeklerin yanması, her zaman, kalp ve ruhumuzu derinden yaralar.

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gidişatın yönü



AKP hakkındaki kapatma dâvâsı sıcak gündemden düşüyor gibi. Ama bu, konunun önem ve ciddiyetini kaybettiği anlamına gelmiyor. Çünkü süreç işlemeye devam ediyor. Ve kapatma dâvâsının açılması ile Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmesinin iktidarda yol açtığı hasar aynen duruyor, hattâ daha ileri boyutlarda sürdüğü dahi söylenebilir.

Erdoğan’ın ilk günlerdeki sert çıkış ve söylemlerinden hayli zaman sonra “Anayasa Mahkemesi kendi işini yapacak, biz de yolumuza devam edeceğiz” deyip havayı yumuşatma sinyali vermesi, ardından AKP kongrelerinde 10. Yıl Marşları çalınmaya başlanması ve bu yeni geleneğin 23 Nisan kutlamalarında Ankara Büyükşehir Belediyesince sürdürülmesi neye işaret ediyor; herhalde önümüzdeki süreçte netleşir.

Bu meyanda, dâvânın en önemli gerekçesi olarak gösterilen “başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakma” girişiminin laik kesimde yol açtığı “kaygılar”ı yatıştırmak için ilk ve ortaokullarla kamu kurumlarında yasağı kalıcılaştıracak bir düzenleme yapılması yönündeki telkinler şimdilik pek netice vermiş gibi görünmüyor.

Umarız, AKP yönetiminden bu telkinlere verilen tepki ve “Böyle birşey yok” tavrı korunur.

Gerçi AKP’lilerde birden bire nükseden 10. Yıl Marşı tutkusu, bu tavrın kalıcılığı ve sağlamlığı konusunda güven duymayı zorlaştırıyor.

Ama ne yapalım; ihtiyat payı koyarak da olsa müsbet ve iyimser olmaya çalışmak ve AKP’ye dik duruş telkinlerini sürdürmek zorundayız.

Bir diğer nokta, üç buçuk yıldır rölantide tutulan AB sürecinin, kapatma dâvâsı sonrasında mecburen hatırlanması ve bu çerçevede, yıllardır savsaklanan 301 değişikliğinin nihayet gündeme getirilerek Meclisin onayına sunulması.

Her ne kadar maddede yapılan değişiklikler, temeldeki sorunu çözme niteliğinden uzak bulunsa ve izin sisteminde daha üç yıl önce kaldırılan uygulamaya geri dönülse de, değişikliğin geçici ve kısmî rahatlama getirmesi beklenebilir.

Ama bunun için, 301 dâvâlarının açılıp açılmayacağına Adalet Bakanı adına izin verecek olan bürokratların seçimine çok dikkat edilmeli.

Eğer geçen dönemlerde olduğu gibi bu iş yine statüko muhafızı bürokratlara bırakılırsa, uygulamada değişen fazla birşey olmaz. (Anasol-M döneminde bu işlerde aktif roller üstlenip Yeni Asya ile de hayli uğraşan bir bakanlık bürokratı, AKP iktidara geldikten sonra Cemil Çiçek tarafından epeyce bir zaman orada tutulmuş ve ardından Yargıtay üyeliği ile ödüllendirilmişti...)

301 değişikliğinin, Meclis Genel Kurulundan ve Çankaya onayından geçip yürürlüğe girmesinden sonra uygulamada getirmesi muhtemel rahatlamada bu mesele kritik bir önem taşıyor.

Gerçi Adalet Bakanlığının ötesinde, topyekûn hükümetin kapatma dâvâsı ile “topal ördek” durumuna düşürüldüğü ve bunun sonucu olarak bürokrasi üzerinde zaten başından beri tam olarak tesis edemediği etkinliğin daha da zayıfladığı dikkate alınırsa, bu sıkıntılı durumun 301 uygulamalarına nasıl yansıyacağı da ayrı bir problem.

Peki, AKP içerisinde son günlerde yükselmeye başlayan “Bir an önce seçime gitmekten başka çaremiz yok” sesleri, şu şartlarda ne yapılırsa yapılsın, bu temel ve derin problemin aşılamayacağını düşünenlerin kanaatini mi aksettiriyor?

Mâlûm; kapatma dâvâsı sonrasında “Bu dâvâ hukukî değil, siyasî; ağzımızla kuş tutsak kapatılmaktan kurtulamayız; onun için, tavrımızı hiç savunma yapmayarak ortaya koyalım” diyen AKP’liler olmuştu. Ama takip eden günlerde bu restçi eğilimin yerine, “Demokrasi manifestosu gibi bir savunma yapmalıyız” görüşü ağır bastı.

Anlaşılan o ki, parti içinde hâlâ bir mutabakata varılmış değil. Restçilerin “367 engelini nasıl seçimle aştıysak, kapatılma tehdidine de seçimle cevap verelim” ısrarı buna işaret. Peki, bu ısrarın sahipleri, kapatma dâvâsının 22 Temmuz’a rağmen açılmış olmasını nasıl izah ediyorlar?

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Niçin çok seviyoruz Peygamberimizi?



Peygamberimizi çok seviyoruz. Çünkü o bizim varlık sebebimiz. Herşeye onun sayesinde ulaştık. O olmasaydı çok şey bizim için yok hükmünde olacaktı. Kâinat kitabını onun sayesinde okumayı öğrendik. Kâinatın her satırı, her cümlesi, her kelime ve her harfi derin anlamlar içeren bir kitap. İnsan da bir kitap. Hem de kâinatın küçültülmüş bir örneği, modeli olan bir kitap. Fakat bu kâinat kitabının dilini bilmek, anlamak, okumak için bilgi gerekli. Eğer bu kitabın bir öğretmeni olmazsa anlamsız bir kâğıt tomarından ibaret kalır.

İşte o öğretmen, başta Sevgili Peygamberimiz olmak üzere bütün peygamberlerdir. Karıncaları reissiz, arıları beysiz bırakmayan Cenâb-ı Hak insanları da başıboş bırakmamış, onlara da yol göstermesi için çeşitli dönem ve bölgelerde peygamberler göndermiştir. Sayıları yüz yirmi dört bini bulur bu peygamberlerin.

Güneşi ışıksız düşünemeyeceğimiz gibi Allah’ı da peygambersiz düşünemeyiz. Peygamber olmazsa ne Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyabilir, ne emir ve yasaklarını öğrenebilir; ne de iyiyi, kötüyü, helâli haramı bilebilirdik.

Sözler’de belirtildiği gibi, “Şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Saniine böyle bir Resûl-i Ekrem (asm), ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü, nasıl güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir; öyle de, Ulûhiyet de, peygamber göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.”1

“Ben gizli bir hazine idim. Mahlukatı yarattım”2 kudsî hadis-i şerifi de bunu anlatmaz mı? Bu hadis-i kudsî, bize, insanın Allah’ın sıfatlarına bir ayna; mazhar ve muzhir olduğunu gösteriyor. Yani hem kendi üzerinde ve kâinatta gösterilen, hem de bunları başkalarına gösteren bir ayna.3

Bir yönüyle de saraya benzer kâinat. Envâ-ı çeşit nimetlerle ve sanat eserleriyle donatılan bu harika, büyüleyici, muazzam kâinatta sergilenen bunca eser, serilen bunca sofra şüphesiz bize birşeyler anlatıyor.

İşte şu kâinat sarayının tarif edici en birinci üstadı, öğretmeni olan Efendimiz (asm) bizlere, “Ey ahali!” diyor. “Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izhârıyla ve bu sarayı yapmasıyla, Kendini size tanıttırmak istiyor; siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem, şu tezyinâtla, Kendini size sevdirmek istiyor; siz dahi onun sanatını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem, şu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor; siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz…”4

Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği gibi eğer o en büyük Üstad Hz. Muhammed (asm) bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

Ahalinin o üstadın sözünü kabul edip dinlemesi de sarayın ayakta kalması açısından önemlidir.

Özetle üstadın varlığı, dünyanın var edilmesine; ahalinin dinlemesi de, sarayın ayakta kalmasına, devamına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, o üstadın talimâtını, ahali dinlemedikleri vakit, elbette o saray, tebdil ve tahvil edilecek, yani Kıyamet kopacak, dünya değiştirilecek, yerini başka bir âleme bırakacaktır.5

Peygamberimizi sevmenin gerekçeleri elbet bunlardan ibaret değil. Daha birçok sebebi var.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 63. 2- Keşfü’l-Hafa, 2:132. 3- İşârâtü’l-İ’caz, s. 23. 4- A.g.e., s. 112. 5- Sözler, s. 113.

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Türküm, Arabım, Kürdüm, doğruyum!



Ülkemiz, sisteme yönelik problemler yumağında bocalıyor. Sıkıntı listesinin ilk maddelerinden birisi, insan hak ve hürriyetlerinden mahrumiyettir. Yani, gerçek anlamdaki demokrasinin işletilememesi. Buna bağlı olarak da PKK terörü, etnik milliyetçilik... Bunun temel sebebi; devlet yapılanmasının demokrasi, adalet değil; baskı ve milliyetçilik üzerine kurulmuş olmasıdır.

Buna tepki gösteren PKK da, katliâmlarını etnik kimlik, yani ırkçılık üzerine binâ etmiş.

Bugün kaldırmamak için kavgası verilen 301. madde de esas itibariyle ırkçılığa, milliyetçiliğe dayanır.

ABD Başkanı Bush ile birlikte teşkilatlanan ve Ortadoğu’yu işgal edip kana bulayan Yahudi-Neocon işbirliğinin kaynağı da ırkçılıktır.

Haddizatında milliyet ayrı bir şeydir, ırkçılık, etnik milliyetçilik ayrı bir şeydir. Milliyetin olması, milletini sevme, dindaşlarla, vatandaşlarla ve meslekdaşlarla (hangi etnik grup, millet ve dinden olursa olsun) kaynaşma müspet milliyettir ve gereklidir.

Başkasını yutmakla beslenen, kendini üstün görüp, diğerini yeren, tarafgir milliyet anlayışı ise İslâmiyet ve insaniyetçe reddedilmiştir.

Peygamberimiz (asm) iki grupla mücadele etmiştir: Müşriklerle, cahiliye asabiyeti (kavmiyetçi, ırkçı) damarı taşıyanlarla…

“Milliyetçilik, ırkçılık uğruna ölen de, öldüren de ateştedir” buyurur.

Hele ırkların tamamen karıştığı ve kaybolduğu, bu çağda milliyetçilik kavgası (sağda, solda, PKK’da vs.) boş bir mücadeledir. Ne aklî, ne ilmî bir dayanağı vardır.

İTÜ öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder, Anadolu’nun 1071 sonrasında Türkleştiği savına karşı çıkıyor:

“Buradaki insanın tarihi 40 bin yıl öncesine uzanıyor..”

Genetik teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler sadece geçmişe değil geleceğe de ışık tutuyor.

DNA moleküllerinin dizilişi pek çok kişi ve ulus için hayâtî öneme sahip, “Nereden geldim?” sorusuna da cevap veriyor.

İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi bölümü öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder:

“Türkler 1071 yılında Anadolu’ya gelmedi, hatta 40 bin yıldır buradan kıpırdamamışlar. Bu topraklara aitler, Orta Asya’dan geldiği söylenenler buralı aslında. Orta Asya’dan bu topraklarda yaşayanların yüzde 10-15’i gelmiş ve nüfus yapısını da değiştirememişler.

“Hiç de Orta Asya’dan Anadolu’ya ‘bir kısrak başı gibi uzanan’ bir durum söz konusu değil. Orta Asya göçü bir efsane. Zaten gelen az sayıdaki insanın geni de çok daha kalabalık yerli toplulukların içinde kaybolmuş.

“Ayrıca gelenlerin Türk mü, İranlı mı veya Afgan mı olduğunu da bilmek çok zor.

“Genetik araştırmada etnik bir tanımlama söz konusu değil.

“Genetik dağılımın araştırılması, Türklerin kökenlerinin araştırılması anlamına gelmiyor. Çünkü ‘Oğuz geni’ veya ‘Türk geni’ diye bir şey yok. Genetik araştırma her insanın kökeniyle veya soyunun bugüne kadar nerelerde bulunduğuyla ilgili veriler taşıyor” diyor.

Yarın devam edelim.

24.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Uygur kadınlara Çin işkencesi (2)



Ailesinin bir bölümü halen Doğu Türkistan'da yaşayan Uygur asıllı Ahat kardeşimizin "Çin işkencesi"ne dair anlattıklarını burada sizlere aktarmaya devam ediyoruz.

Bizim başka kaynaklardan da araştırarak teyid ettirdiğimiz Çin'deki Müslüman Uygurlar'la ilgi acı gerçek şudur:

Bugün yirmi milyondan fazla Müslüman Türk nüfusunun yaşamakta olduğu Doğu Türkistan halkının kaderi, 93 Harbinde (1877–78) büyük yara alan Osmanlı ülkesinin kaderiyle büyük benzerlik arzediyor.

Zira, Çinlilerin Müslümanlara yönelik zalimane baskıları özellikle o tarihten sonra büsbütün şiddetlenmeye başladı. Osmanlı, kendi başının derdine düştüğü için, daha evvel kurulmuş olan münasebetleri devam ettiremedi.

Osmanlı'nın yıkılmasından sonra iyice yalnızlaşan ve bir bakıma sahipsiz kalan Türkistan'daki Müslüman ahali, bir müddet sonra başlayan komünist istilâ hareketleriyle, bu kez tarihin en korkunç mezâlimine maruz kaldı.

Mao'nun 1 Ekim 1949 tarihi itibariyle Pekin'deki Tiananmen Meydanından Çin Halk Cumhuriyeti kurduğunu ilân etmesiyle birlikte, sözde özerk hale getirilen Uygur Bölgesi için de karanlığın en koyu devresi başlamış oldu.

Komünist yönetim, Müslüman Uygurların ağırlıkta olduğu Doğu Türkistan halkının her şeyine el attı ve her türlü nimetini gasp ve garet etmeye başladı.

Bu coğrafya, yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla, Cenâb–ı Hakk'ın türlü nimetlerle bezemiş olduğu bir yerdir: Başta petrol olmak üzere, kömür, tuz, doğalgaz, uranyum, demir, volfram ve altın madeni bol miktarda bulunmakta, ancak bunların çoğu Çin yönetimi tarafından adeta talan edilip götürülmektedir.

Müslüman halkın eğitim hakkından nüfus planlama hakkına kadar, siyasî varlığından tarım politikalarına kadar hemen herşeyine müdahale eden, acımasızca baskılar uygulayan Çin hükümeti, şimdi de bilhassa kadınlara yönelik insanlık dışı baskılara yönelmiş durumda. Evli kadınlara üç çocuktan fazlasını yasaklıyor ve en ufak bir bahaneyle Uygur kadınlarını tutuklatarak hapishanelere sevk ediyor.

Şu anda 2000'den fazla Uygur kadınının hapiste, zindanda, gözlem altında veya meçhûl yerlerde tutulduğuna dair bilgiler var. Ayrıca, bu mâsumlara ne yapılacağı ve âkıbetlerinin ne olacağı da bilinmiyor. Yani, duyulan endişe hat safhada.

Zira, merkezi yönetim, siyasî ve sosyal alanda olduğu gibi, hukukta da kendi halkına başka, Müslüman halka başka türlü muamelelerde bulunuyor.

Netice itibariyle, Çin hükümeti tarafından Doğu Türkistan'da yüz kızartan ve insanlıkla bağdaştırılması mümkün olmayan bir zulüm ve baskı rejimi uygulanıyor.

Bu hal, sûret–i kat'iyyede kabul edilmemeli ve edilmez de. O halde, Çinlilerle anladıkları dilden konuşmalı, onlara tesirli bir ders vermeli. Meselâ, mallarına karşı ambargo, boykot, müeyyide gibi...

1909'da Bosna'yı işgal eden Avusturya'ya karşı ülke genelinde boykotajlar yapıldı. Malları gümrüklerden geri çevrildi ve hemen bütün Osmanlı şehirlerinde boykot eylemi uygulandı. Bu muameleden etkilenen Avusturya hükümeti, Boşnaklar'a karşı ister istemez daha dikkatli, daha insaflı davramaya başladı.

Bugün için, benzer bir muamele Çin mallarına karşı da yapılabilir. Dünya pazarlarına sattığı mallarla ancak ayakta ve hayatta kalabilen Çinliler, görecekleri bir boykot hareketi karşısında dize geleceklerdir. Zira, pazar bulamadıkları ve mallarını satamadıkları takdirde, büyük sıkıntı yaşayacaklarını, hatta acından öleceklerini dahi düşünüyorlardır.

Evet, Müslüman Türkler'e yıllardır "Çin işkencesi"ni revâ gören zalimlere şöyle esaslı bir ekonomik ders vermenin zamanı geldi, hatta geçti bile.

Tarihin yorumu

Osmanlı–Rus Savaşı (93 Harbi) başladı

Osmanlı ve Rusya arasında iki ülke tarihin en büyük savaşı Balkanlar'da başladı. Hemen ardından Kafkas Cephesinde de açılan bu büyük savaş, yaklaşık bir sene devam etti.

Rus orduları, her iki cephede de sürekli mevzi kazanarak ilerlemesini sürdürdü. Doğuda Erzurum'daki Aziziye Tabyaları önünde durdurulan Rus kuvvetleri, Batıda ise zorlu Plevne engelini de aşarak tâ Çatalca önlerine kadar geldi.

Osmanlı hükümeti, Avrupa devletleri nezdinde bir ateşkes antlaşması istemek zorunda kaldı. Yeşilköy'de iki taraf arasında imzalanan "Ayastefanos Antlaşması"nın şartları çok ağır geldi. Bu sebeple, sıralanan maddeler ugulamaya konulmadı.

Nihaî barış görüşmeleri için Berlin'de bir zirve toplantısı yapıldı. Almanya, burada yapılan görüşmelerde Osmanlı tarafını tutarken, İngiltere ise, Kıbrıs'ın kendilerine verilmesi karşılığında Osmanlı'ya taraf olur gibi yaptı. Ancak, o istediğini koparmanın ötesinde hiçbir yardımda bulunmadı.

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kefareti zor bir kul hakkı: Gıybet



Afyonkarahisar’dan Mustafa Arseven:

*“İnsanların kendi aralarında hakkınızı helâl edin demesi ve bu şekilde karşılıklı helalleşme geçerli midir? Şayet bu kişi onun arkasından ileri geri konuşmuş (dedikodusunu yapmış) ve bunu ona söylemeden helâllik istemişse gerçekten helâlleşmiş olur mu? Ahirette bu helâllikler nasıl alınacak? Hesabı nasıl verilecek? Çağımızın hastalığı olan bu konuyu geniş bir şekilde anlatırsanız sevinirim.”

Kul hakkını çiğnemenin maddî olanı da, mânevî olanı da kaçınmamız ve sakınmamız gereken büyük günahlardandır. Esasen maddî olup olmadığına bakılmaksızın, hepsi hak olarak değerlendirilmeli ve sakınmalıdır. Paraya ve maddeye bağlı alacak-verecek ilişkilerinde meydana gelen kul hakkı maddî; gıybet, iftira, dedi-kodu, yalancı şahitlik gibi “tahkir ve hakaret”i konu alan kul hakkı mânevîdir.

Başkasının size olan borcunda sizin iki türlü hakkınız söz konusu olabilir. Bir, paranızın maddî değeri; iki, paranızı geciktirmesi sebebiyle uğradığınız mağduriyetin mânevî boyutu. Başkasına olan hakkınızı helâl etmeniz, her ikisini kapsayabileceği gibi, yalnız birini de içine alabilir. Bu sizin niyetinize bağlıdır. Tasarruf ve inisiyatif sizin elinizdedir. Eğer her ikisi hususta da hakkınızı helâl etmişseniz, Allah için, ona karşı hakkınızdan tamamen vazgeçmiş olursunuz. Bu vazgeçiş Allah içindir ve artık Allah nezdinde o kişiyle sizin aranızda her hangi bir hak-hukuk meselesi, alacak-verecek dâvâsı kalmaz, çünkü sizin tarafınızdan iptal edilmiştir. Yani Allah katındaki senetler, hak sahibi olarak sizin tarafınızdan yırtılmıştır.

Bunun karşılığında, Allah’ın sırf fazl ve keremi ile size ikramı söz konusu olur. Ki, bunu da o kişiden talep etmenize lüzum kalmaz. Çünkü bunu Cenab-ı Hak merhametiyle lütfeder.

Eğer hakkınızdan vazgeçmemişseniz, hakkınızı helâl etmemişsiniz demektir. O kişinin size olan borcu devam eder. Bu durumda borcunu ödeyebilmesi için ona verdiğiniz ilâve süre de kolaylık sayılır. Yani her hâlükârda bu hadis-i şerifle müjdelenen kolaylığa ermek için, elinize hep fırsatlar geçer. Şüphesiz bunu, alacaklı olduğunuz kişilerin ihtiyaç durumu ile sizin onları taşıyabilme gücünüz ve inisiyatifiniz belirleyecektir. Sizin başkasına tanıdığınız kolaylık, dünyada, kabirde ve mahşerde Allah’ın rahmeti ve kolaylığı olarak size geri döner.

Başkasına hakkını helâl eden kimse, buna karşılık gerek dünyada, gerek kabirde, gerekse Mahşerde Allah’tan öyle bedel alır ki, helâl ettiği o hak, Allah’ın sınırsız lütfu karşısında devede kulak kalır. Peygamber Efendimiz’in (asm) şu müjdesi ne kadar latîftir: “Kim bir Müslüman’ın dünya sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderip ona rahat nefes aldırırsa, Allah da ondan kıyâmet gününün sıkıntılarından birini gidererek rahat nefes aldırır. Kim zorda kalmış muhtaca karşı kolaylık gösterirse, Allah da dünya ve âhirette ona kolaylık gösterir. Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da kulun yardımındadır.”1

Gıybet ve dedikodunun kefareti, Bediüzzaman Hazretlerine göre gıybet edilen kimseden helâllik almak ve Allah’tan af ve bağışlanma dilemektir. Allah’tan af ve bağışlanma dilemek için şöyle denir: “Allahümme’ğfir lenâ ve limeniğtebnâhü” (Allah’ım bizi ve gıybet ettiğimiz kişiyi bağışla)2

Gıybet edilen kimseden helâllik almak kolay iş değildir şüphesiz. Düz bir söylemle, “Ben seni gıybet ettim. Fakat yanlış yaptığımı anladım, pişman oldum. Özür dilerim. Bana hakkını helâl et” denebilir. Fakat burada bir inceliği unutmamak lâzım: Kimin ya da kimlerin yanında gıybet etmişse, tekrar onların yanına dönüp gıybet ettiği kimseye itibarı iâde edilmelidir. Bu da gıybet edilen kimseye söylenirse, yani, “Seni falan kimselerin yanında gıybet ettim; ama sonradan yanlışımı anladım ve tekrar onların yanında yanlışımı düzelttim” gibi gıybet edilen kimsenin gönlünün hoş edileceği adımlar atılırsa, helâllik almak daha kolay olur.

Gıybet edilen kimse neyi helâl ettiğini bilmeden hakkını helâl ettiğini söylerse, ona, hakkında gıybet ettiğini söylemek mümkün de olmamışsa; bu yanlışı, gıybeti dinleyen kimselerle düzeltmek ve bir daha asla gıybet etmemek şartıyla helâlleştiği umulabilir. Fakat bu, tehlikeli bir oyundur. Risklidir. Tam bir helâlleşme olmaması ihtimali vardır.

İyisi mi, hiç gıybet etmemeye dili alıştırmak ve gıybet yoluyla kişilerin hakkını ve hukukunu çiğnememeye azami dikkat etmektir.

Dipnotlar:

1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 245

2- Mektubat, s 467

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Faiz, yedi bitirdi



Yaygın kullanılan bir tekerlemede, aranan şey çeşitli bahaneler sıralannarak ‘gizlenir’ ve son çare olarak da; ‘Yandı, bitti, kül oldu” denilir. Türkiye’nin içinde bulunduğu maddî şartlar da bu tekerlemeyi hatırlatıyor.

Bunca yıldır millet olarak çalışır didinir ve gerektiğinde ‘kriz’lerin bedelini de öderiz. Fakat bir türlü vaad edilen ‘düz yol’a çıkamayız. ‘Huzur, zenginlik ve istikrar’ hep ötelenir ve ‘gerçekleştirilmeyi bekleyen vaadler’ listesinde yer alır. Peki bütün bu olumsuzlukların sebebi nedir? Belki başka sebepleri de vardır, ama asıl problem ülkemizin içine sürüklendiği ‘faiz batağı’dır.

Türkiye’yi ‘idare edenler’in politikaları neticesinde ‘faiz’in aleyhinde konuşmak üzun süre ‘ayıp’ sayıldı. Çünkü onlara göre faiz olmadan kalkınma da olmazdı. Her türlü desiseye müracaat edilerek, milletin ‘faiz’ karşısındaki hassasiyeti kırılmak istendi. Ne yazık ki bu konuda kısmen de olsa başarı sağlandı.

“Faiz severler” tam ‘başardık’ diyeceklerinde ‘faiz’i savunan kimse kalmadı. Düşünün, onlarca Ticaret Odası Başkanı, hemen her konuşmasında ‘faiz’in aleyhinde beyanlarda bulunuyor. Büyük çoğunluk da zaten ‘faiz’e sıcak bakmıyordu. Bu beyan ve açıklamalar faizin açtığı yarayı görmeye sebep oldu. Artık ‘ünlü iktisatçılar’ da faizin fayda değil zarar verdiği noktasında görüş beyan ediyorlar. Yaşanan hadiseler gerçeklerin anlaşılmasına katkı sağlamış oldu.

Bir haber ajansı, Türkiye’nin içine sürüklendiği ‘faiz batağı’ ile ilgili yeni bilgileri derlemiş. Rakamlar hakikaten ürkütücü:

•Türkiye’nin 86 milyar YTL dış borcuna karşılık 266.6 milyar YTL iç borç yükü olması yatırımları engelliyor.

•8.9 milyar YTL’si IMF olmak üzere uluslar arası kredi kuruluşlarına 22.2 milyar YTL borç bulunuyor. Borç stoku içerisinde özel sektörün payı 158 milyar dolar.

•Türkiye her hafta ortalama 1 milyar YTL borç faizi ödüyor. 1980 yılından bu yana gelen sıcak paraya ülkenin ödediği faiz 400 milyar doları geçti.

•IMF Türkiye’nin özel sektör borçları açısından Orta ve Doğu Avrupa’daki diğer ülkelere göre daha fazla riskle karşı karşıya olduğunu ve temkinli olması gerektiğini bildirdi.

•Yurt dışı borsaların bugün olumsuzluğa yönelmesi Morgan Stanley’in “Avrupa piyasasında yükseliş tamamlandı. Özellikle finans sektörü hisselerinde satış baskısı olacak” değerlendirmesiyle açıklandı.

Siyasetçiler başta olmak üzere Türkiye’yi ‘idare edenler’ çok farklı konuları tartışıyor, ama asıl tartışılması gereken konu şu olmalı: Türkiye her hafta ortalama 1 milyar YTL borç faizi ödüyor. 1980 yılından bu yana gelen sıcak paraya ülkenin ödediği faiz 400 milyar doları geçti.

Tekrarlayalım: Türkiye, sadece 1980 yılından bu yana 400 milyar dolar ‘faiz’ ödemiş!

Buna can dayanır mı? 400 milyar dolar ile neler yapılbileceğini hesaplamak da ‘uzmanlar’a düşer. Hesaplasınlar ki, neler kaybettiğimizi görelim. Görelim ve ibret alalım. Belki alınan bu ibretten sonra faizin Türkiye’yi yiyip bitirmesine seyirci kalmayız!

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Birinci Dünya Savaşı’nın arslanları ve sırtlanları



Likud Cephesi’nin fikir babalarından olan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere karşı Yahudi Lejyonu’nda görev yapan Vladimir Jabotinsky ‘Turkey And The War/Türkiye ve Savaş’ adlı eserinde Birinci Dünya Savaşı’nın aslında Osmanlı’yı paylaşma savaşı oluğunu söyler. Önce Ruslar Osmanlı’ya hasta adam tanısını koyarlar. Ardından bu tanıya Batılı devletler de katılır. Sıra gelir bu hasta adamın terekesini paylaşmaya. İşte Birinci Dünya Savaşı artık bu terekenin paylaşılması savaşıdır. Müslümanlar kas’a yani çanak gibidirler ve kurtlar sofrasının tam ortasına düşmüşlerdir. Bu kurtlar sofrasının hem arslanları hem de çakalları vardır. Arslanları düvel-i muazzamadır. Çakalları da tabir caizse Osmanlı ile birlikte yaşadığı hâlde galip devletlerin safına katılarak terekeden kırıntı kapmak isteyen, arslanların artıklarına talip olan milletlerdir. Bir de içeriden hainler vardır. Şerif Hüseyin vesaire gibiler. Ahmet Raif gibiler bunların kalkıştıkları ‘Es Sevretü’l Arabiyyetü’l Kübra’ya (Büyük Arap Devrimi), ‘El Hiyanetü’l Arabiyyetü’l Kübra’ (Büyük Arap İhaneti) adını verir. Birinci Dünya Savaşı’nın çakalları ise genellikle Osmanlı’nın parçalanmasını dört gözle bekleyen gayri müslim teba veya bazı yerel unsurlardır. Bir kısım Yahudiler ile bir kısım Ermeniler demek daha doğru olur. Burada genelleme yapacak değiliz. Arapların ihaneti bütün Arapları nasıl bağlamıyorsa durum Ermeniler ve Yahudiler için de aynıdır. Bunlar galip devletlerin yanında görünerek planlarını yürütmek ve emellerine ulaşmak isterler. Bunun için de galip devletlerin yanında paylaşım savaşına katılırlar. Bunların birliklerini Çanakkale’de ve serhat boylarında görmekteyiz.

Mısır’da eğitilen Yahudi Katır Birliği, Çanakkale’ye varmak üzere iki gemiyle yola çıkarıldı. Toplam (subaylar hariç) 562 kişiydiler. 25 Nisan’da Gelibolu’da karaya ayak bastıklarında yakalarındaki sarı renkli Davut yıldızı motifli birlik armalarından tanınıyorlardı. Doğrudan savaşmayacaklar ama katırlarıyla su, gıda, mühimmat vs. ihtiyaçlarını karşılayacaklardı birliklerin. İki gruba ayrılmışlardı. Gruplardan birisi Seddülbahir’de, öbürü Anzaklarla Arıburun’daydı. Ancak Anzaklar onları pek sevmemişti. “Türk”e benzedikleri için ara sıra -yanlışlıkla- onları da avlıyorlardı! Bunun üzerine ikinci grup geri gönderildi. Ancak Seddülbahir Grubu ulaştırma birliği olarak görevini canla başla yerine getiriyordu. Nitekim İngiliz askeri istihbarat elemanı Aubrey Herbert, onların “oldukça iyi hizmet verdikleri”ni ve “olağanüstü cesarete sahip oldukları”nı yazacaktı hatıra defterine. (Gerçi disiplinsizlik cezası alanlar ve herkesin önünde yere yatırılarak kamçılananlar da yok değildi.) Sonuçta Yahudi Katır Birliği 8 kayıp vermiş, 25 kişi de yaralanmıştı. Haziran ayında Kahire’den 150 kişilik bir takviye kuvveti istendi. Birliğin görevi 26 Mayıs 1916’da sona erecekti. Ancak belki iki bin yıldır bir orduda ilk kez görev alan bu Yahudiler, bugünkü İsrail’in kurucu gücü olacak ve içlerinden devlet başkanları, bakanlar, komutanlar çıkaracaktı. Nitekim hemen ardından açılan Filistin cephesinde General Allenby’nin ordusuna Yahudi Lejyonu adı altında katılacak ve bu defa “kendi toprakları” için savaşacaklardı Osmanlılarla.

***

Ermeniler de Yahudiler gibi Osmanlı’nın parçalanmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Buna tanıklık edenlerden birisi de Guenter Lewy adlı Amerikalı tarihçidir. Lewy, Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz, Fransız ve Rus ordularında önemli sayıda Ermeni bulunduğunu ve Ermenilerin bu hizmetleri dolayısıyla kendilerine ait bağımsız devlet beklentisine girdiklerini ifade ediyor. Yani kendilerini başka milletlerin kaderine bağlıyorlar ve bir nevi iradelerini ve güçlerini diğer milletlere ipotek ediyorlar. Elbette bu gerçeği tamim etmek doğru değil. Ama yaşanananlar da bir vakıa.

***

Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Harbi yeni dünya düzenini ortaya çıkarmıştır. Birçok millet bu sayede millet hâline gelebilmiş veya devlet olmuştur. Bunlardan birisi de Anzaklar ve Avustralya ahalisidir. Çanakkale millî kimliklerini ve benliklerini edinmede onlar için bir dönüm noktası olmuştur. İsrail devletinin kurulmasına giden süreç 1908’deki İkinci Meşrutiyet ve ardından İkinci Abdulhamid Han’ın halliyle başlamış ve Çanakkale Savaşı ile önemli bir geçit ve aşama atlamıştır. Anzaklar ve Avustralyalılar millî kimliklerini Çanakkale’ye borçludurlar. Bunun tanıklarından birisi Avustralya’nın Ankara Büyük-elçisi Peter Doyle’dur. Today’s Zaman’dan Kerim Balcı’ya yaptığı açıklamada ezcümle şunları söylemiştir: “Biz Çanakkale’ye İngiliz olarak gittik, Avustralyalı olarak döndük. İlk defa Gelibolu’da Avustralya komutası altında harp ettik. Bu, ilklerimizden biridir. Bu Britanyalılıktan Avustralyalılığa geçişin ilk aşamasıydı ve bu bize millî benlik ve kimlik kazandırdı, bu hissi verdi. Gelibolu hamlesinden sonra bazı eski askerler bunun hakkında konuşmaya başladılar ve şunu söylediler: “Gelibolu’ya İngiliz olarak gittik Avustralyalı olarak döndük...” Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı hem bir mahşer ve hem de modern tarihin dönüm noktalarından birisiydi. Yaşanmasaydı bugün İsrail de olmazdı. Bununla birlikte Yahudilerin şansları yaver gidecek ama Ermenilere talih yar olmayacaktı...

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ARICAN

Ölen memurların dul eş ve çocuklarına müjde



Ülkemizde ölüsü ve dirisiyle herkesi ilgilendiren Sosyal Güvenlik Reform Yasası, Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildi. Anılan yasa eğer Cumhurbaşkanı tarafından onaylanırsa önümüzdeki günlerde yasalaşacak. Ancak, yine de bahse konu reform yasasına sendikalar, bir kısım partiler ve bazı sosyal taraflar karşı çıktığı için kuvvetle muhtemel bu yasa Anayasa Mahkemesine götürülecek ve belki de bazı maddeleri iptal edilecek. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Güvenlik Reform Yasası, daha önce de Anayasa Mahkemesine götürülmüş ve bir kısım maddeleri iptal edilmişti.

5510 sayılı Sosyal Güvenlik Reform yasası her ne kadar başlangıçta hedef olarak gösterilen herkese “eşit sosyal güvenlik” ilkesinden uzaklaşılmış bir şekilde yasalaşmış olsa bile, bazı vatandaşlarımız için yine de umut olmaya devam etmektedir. 5510 sayılı Sosyal Güvenlik Reform Yasası vefat etmiş memurların hizmet süresi yetmediği için dul ve yetim aylığı alamayan eş ve çocukları için gerçekten müjde denilebilecek nitelikte dul ve yetim aylığı alma imkânı vermiştir. Bu durumda olanların sayısı yaklaşık olarak 28 bin civarındadır.

Bilindiği üzere, hali hazırda Sosyal Güvenlik Reform yasası yürürlüğe girmediği için memurlar ve diğer kamu görevlileri 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanununa tabidirler. 5434 sayılı Kanunun 66/b maddesine göre, ölen memurlar ve diğer kamu görevlilerinin geride kalan eş, çocuk ve hak sahiplerine yetim aylığı bağlanabilmesi için müteveffa iştirakçinin en az 10 yıl fiili hizmet süresinin olması gerekmektedir. Ayrıca, 5434 sayılı Kanunun ek 13 üncü maddesine göre, fiili hizmet süresi 5 yılı doldurduktan sonra vefat eden iştirakçilerin, ölüm tarihinde, başkasının yardımı olmaksızın hayatlarını devam ettiremeyecek derecede malul ve muhtaç bulunan dul eşleri ile çocuklarına da dul ve yetim aylığı bağlanmaktadır.

5434 sayılı Kanunun yukarıda bahsettiğimiz ve günümüzde geçerli olan bu hükümlerine göre, normal şartlarda memurların hak sahiplerine dul ve yetim aylığı bağlanabilmesi için ölen memurun an az 10 yıl memurluk yapması şartı aranılmaktadır. Ölen memurların eğer 10 yıllık hizmetleri yoksa, yalnız beş yıllık hizmetleri (memurluk süreleri) varsa, bu durumda olan memurların çocuklarına öğrenimleri devam ettiği müddetçe aylık bağlanırken, dul eşlerine malül ve muhtaç olması halinde dul aylığı bağlanmaktaydı. Yani ölen ve öldüğü tarihte beş yıllık hizmeti olan memurun geride dul kalan eşi eğer, malül ve muhtaç ise ancak ölüm aylığı bağlanmaktaydı. Malül ve muhtaç olmayan dul eşlere ise ölüm aylığı verilmemekteydi.

İşte, 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası yürürlüğe girerse, beş tam yıl memurluk yapıp ta ölen memurların eşlerine ve çocuklarına dul ve yetim aylığı bağlanması imkânı gelecek. Ölen memurlar ve diğer kamu görevlilerinin dul eşlerine şimdiki 5434 sayılı Kanunda olduğu gibi mutlaka 10 tam yıl hizmet süresinin var olması şartı aranılmayacak. Memurların dul eşlerine ölen memur üzerinden dul aylığı bağlanması için malül ya da muhtaç olması şartı da aranılmayacak. Türkiye’de yaklaşık 28 bin kişinin 5510 sayılı reform yasasının yürürlüğe girmesiyle dul ve yetim aylığı hakkı kazanacakları düşünüldüğünde, bu açıdan 5510 sayılı yasa faydalı olacaktır.

SOSYAL GÜVENLİK REFORMUYLA

BAĞ-KUR'LULAR BİR AVANTAJ DAHA YAKALADI

Sosyal güvenlik reformundan en çok faydalanacak olan kişiler Bağ-Kur’lular ve bunların hak sahipleridir. Bu zamana kadar ülkemizde en kısıtlı bir şekilde sosyal güvenlik haklarından yararlanan ve yetim evlat muamelesi gören Bağ-Kur’luların anılan reform yasasıyla birlikte sosyal güvenlik haklarında çok sayıda iyileşmeler olacaktır. Bunlardan birisi de, Bağ-Kur’lulara genel sağlık sigortası yardımlarından yararlanmak için uygulanan “bekleme süreleri”nin aşağıya çekilmesidir. Hali hazırda geçerli olan Bağ-Kur mevzuatına göre, esnaf ve tarım Bağ-Kur’luları Bağ-Kur’daki sağlık sigortası yardımlarından yararlanabilmek için ilk defa Bağ-Kur kapsamında sigortalı oluyorlarsa sekiz ay, yeniden (ikinci, üçüncü dördüncü defa vb.) Bağ-Kur kapsamında sigortalı oluyorlarsa, dört ay bekledikten sonra Bağ-Kur’daki sağlık sigortası yardımlarından yararlanabilmektedirler.

Yani, günümüzdeki geçerli olan Bağ-Kur mevzuatı hükümlerine göre, Bağ-Kur’lular bahse konu dört ve sekiz aylık bekleme sürelerini doldurmadan çok yüksek maliyetli ameliyat olsalar ya da yüklü miktarda ilaç masrafları çıksa bile Bağ-Kur tarafından bunlar ödenmemektedir.

Ancak, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yürürlüğe girerse, Bağ-Kur’lular söz konusu bekleme sürelerinden kurtulacaklar ve hastalandıkları tarihten itibaren geriye doğru olmak üzere son 1 yıl içinde 60 gün (2 ay) genel sağlık sigortası primi ödemeleri şartıyla Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sunduğu sağlık hizmetlerinden yararlanacaklar.

1 MAYIS 2008'DEN ÖNCE SİGORTALI

OLMAK İÇİN ACELE EDİN

5510 sayılı Sosyal Güvenlik Reform Yasası eğer Cumhurbaşkanı tarafından onaylanırsa, 1 Mayıs 2008 tarihi büyük bir önem ifade edecek. 1 Mayıs 2008’den önce bir gün bile olsa Bağ-Kur, SSK ya da Emekli Sandığı kapsamında hizmeti bulunanlar hali hazırdaki emeklilik şartlarına göre emekli olacaklar. Yani 1 Mayıs 2008’den önce sigortalı olanlar emeklilik için gerekli olan yaş ve hizmet şartları yönünden yeni yasaya tabi olmayacaklar. Halen, Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı Kanunlarına göre emeklilik yaşı kadın için 58, erkek için 60 olarak uygulanmaktadır. 1 Mayıs 2008 tarihine kadar 1 gün dahi sigortalı olanlar için emeklilik yaşı veya prim ödeme gün sayısında herhangi bir değişiklik olmayacak. Bunun için bu zamana kadar hiçbir sosyal güvencesi olmayan eşiniz, çocuğunuz ve yakınız varsa bunları Bağ-Kur, SSK ya da Emekli Sandığı kapsamında sigortalı yapın veya sigortalı olmalarını tavsiye edin.

NİŞANLIYSANIZ YA DA DUL OLUP

EVLENMEYİ DÜŞÜNÜYORSANIZ HEMEN EVLENİN

Hali hazırda yürürlükte olan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun ek 1’inci maddesine göre, evlenme nedeniyle işinden ayrılmak zorunda kalan kadın sigortalılar (evlenen kızlar ve dul kadınlar) evlendikleri tarihten itibaren bir yıl içinde çalıştıkları işyerinden ayrılırlarsa, kendileri için ödenen malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primlerinin yarısını yazılı talepleri üzerine “toptan ödeme” şeklinde geri almaktadırlar. Bu durumda olanlar daha sonraki yıllarda isterlerse yıllık yüzde 5 faizi ile bu primleri geri ödeyerek, sigortalılık günlerini tekrar kazanabiliyordu. Eğer, Sosyal Güvenlik Reform Yasası yürürlüğe girerse SSK’lı kadın sigortalıların bu hakları ellerinden alınacak. 506 sayılı Yasadaki bu haklarından mahrum kalmak istemeyenlerin gerçekten bir an önce evlenmeleri gerekir diye düşünüyoruz.

OKUR SORULARINA, KISA CEVAPLAR

*İsmi mahfuz: Şu an 20 yaşındayım ve üniversitede okuyorum. Bir işyerinde sigortam yatıyor. Aynı zamanda SSK’dan babamdan dolayı yetim maaşı almaktayım. Yeni çıkacak sosyal güvenlik yasasında benim durumumla ilgili değişen bir şey olacak mı?

Sayın okurum, SSK’lı babanızdan dolayı SSK’dan yetim aylığı alabilmeniz için sigortalı olarak herhangi bir yerde çalışmamanız gerekir. Eğer çalışıyorsanız 506 sayılı Yasanın 68 inci maddesine göre aylığınızın kesilmesi gerekir. SSK eğer bu zamana kadar aylığınızı kesmediyse sizin bir işyerinden sigortalı gösterildiğinizden haberi olmamasından dolayıdır. Yeni yasa ile sizin durumunuzda herhangi bir değişiklik olmayacak.

* İsmi mahfuz: Babam 13.02.2008 tarihinde trafik kazası sonucunda vefat etti. Babamın 2000 yılına kadar deri atölyesi vardı. Babam, 2000 yılında vergi dairesine işyeri kapatma beyannamesini verdi, fakat Bağ-Kur’a bildirmedi. Babamın 2000 yılından bu tarihe kadar Bağ-Kur’a 43.000 YTL birikmiş borcu var. Babam 2007 yıllının sekizinci ayında SSK’lı olarak işe başladı ve vefatına kadar SSK’sı devam etti. Biz babamın 43.000 borcundan sorumlu muyuz? Babam üzerinden nasıl ölüm aylığı alabiliriz?

Sayın okurum, babanızın vefatından önce son tabi olduğu sosyal güvenlik kanunu SSK olduğu için SSK kapsamında dul ve yetim aylığı almanız gerekir. Ancak SSK’dan dul ve yetim aylığı almak için en az beş yıldan beri sigortalı olmak ve en az 900 gün prim ödeme gün sayısına sahip olmak gerekiyor. Sadece SSK’daki hizmetleri aylık bağlanmaya yetmediği için Bağ-Kur hizmetleriyle birleştirme yapıldıktan sonra SSK’dan dul veya yetim aylığı alabilirsiniz. Söz konusu 43.000 YTL’lik borcu ölüm aylığına yetecek kadar bir hizmetin borcuna kadar düşürebilir ve daha sonra Bağ-Kur hizmetlerinizi SSK ile birleştirip SSK’dan ölüm aylığı alabilirsiniz. Bunun için SGK’nın 2007/47 sayılı Genelgesine göre Bağ-Kur’a başvurmanız ve borçlarınızı SSK’dan ölüm aylığı almanıza yetecek hizmet süresine tekabül edecek bir süreye kadar indirmeniz mümkün olabilecektir.

NOT: Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reform yasası hakkında bilmek istediğiniz her şey için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62

24.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yine “Ermeni meselesi”



Her 24 Nisan’da yeniden gündeme getirilen “Ermeni soykırımı iddiası”, dün Osmanlı’ya karşı olduğu gibi bugün de uluslararası arenada Türkiye’nin aleyhinde istimal edilmekte. Tarih boyunca Türklerle ve Kürtlerle içiçe yaşayan Ermenilerin bir kısmı, ne yazık ki başta bugün Yahudi lobisinin hazırlattığı Amerikan Kongresindeki “Ermeni soykırımı tasarısı”nda olduğu gibi, o gün de “Pakraduniler” denilen Yahudi dönmesi Ermenilerin ve çeşitli hâricî ifsad şebekelerinin âleti olmuşlar. Ermeni tahrikçiliğiyle beslenen dış mihraklı Ermeni diasporası, Taşnak gibi komiteleri terör ve tahripte istimal etmişler; vatandaşı oldukları ve hatta “askerlikten muafiyet” gibi ayrıcalık gördükleri Osmanlıya ve Türkiye’ye hıyanette istimal edilmişler.

Aslında fesad odaklarının oyununa gelmeyen mâsum Ermeniler, dün olduğu gibi bugün de bunun farkında. Ermenistan’ın resmî nüfusunun 3.5 milyon olarak gösterilmesine karşı, ancak bir milyonu bulması ve hâlen sâdece İstanbul’da 45 bin Ermeni’nin iş ve aş peşinde koşması, bunun göstergesi. Gözü dönmüş bir Ermeni tarafından suikastla katlettirilen Talat Paşa dahil, hiçbir Osmanlı paşası ve idarecisinin Ermenilere eziyet edilmesi ve hele öldürülmesi için tâlimat vermediği, tarafsız yabancı tarihçilerin tespitinde...

1915 tehcirinin Doğu Anadolu’da Osmanlıyla savaş halinde olan Rus kuvvetleriyle işbirliği yapıp Müslüman Osmanlı vatandaşlarını, Türkleri ve Kürtleri katleden bir kısım Ermenilerin “tedbiren” “sevk ve iskân yasası”yla yine bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye nakledilmelerinden başka bir şey olmadığı da tarihî belgelerle ortada. Bu sevk sırasında yetkisini aşan bazı mahallî yetkililerin, mevzii de olsa Ermenilere baskı yapan yerel yöneticilerin “idam” edilmelerine kadar şiddetle cezâlandırıldıkları da tarihî gerçeklerin tespitinde…

Buna rağmen Antranik gibi çetecilerin Müslümanlara karşı yaptıkları kalkışma ve terör eylemlerinden, kendi halindeki Ermeni vatandaşları hiçbir zaman sorumlu tutulmamış; mücadele isyancılarla ve çetecilerle sınırlı bırakılmıştır…

Şu garâbete bakın ki bin yıl birlikte barış ve huzur içinde yaşayan Osmanlı ülkesindeki Müslüman ve gayr-ı müslim topluluklar, Lawrencelerin etnik farklılıklarla enjekte edilen fitne ve komplolarıyla Osmanlının ve birbirinin aleyhine kışkırtılırken, oyunların en dehşetlisi sâdık vatandaş Kürtler’in ve gayr-ı müslim “en sâdık tebaa” Ermenilerin üzerinde olmuştur. Bugünkü Ermeni diasporasının amacı da, dün Osmanlıyı olduğu gibi Türkiye’yi zayıflatmak, ırkî ve mezhebî farklılıklar üzerinden birbiriyle kavgalı hale getirmek. Ortadoğu’yu cetvellerle taksim edip parçalayan ecnebilerin, bugün okyanuslar ötesinden gelip işgal eden “büyük Ortadoğu projesi”yle İslâm ülkelerini daha da ufaltarak, bölüp parçalama plânları, aynı siyasî oyunun devamı…

Bunun içindir ki Taşnak komitesinin suikast ve terörünü daha sonra 30 bin insanın katline sebep olan dış güçlerin maşası bölücü terör örgütü almış; Osmanlıya karşı olduğu gibi, Türkiye’ye karşı da bir nevi “Ermeni - Kürt ittifakı” komplosu kurulmuştur. Medresesini kitaplarla birlikte âdeta bir “kışla”ya çeviren ve Doğu Anadolu’da yaşlıları, çocukları kadınları katleden işbirlikçi Ermeni Taşnak çetelerine karşı talebeleriyle fedâilik derecesinde savaşan Bediüzzaman, daha baştan bu oyunu fark etmiş ve aslında en çok Kürtleri öldürüp zarar veren Ermeni komitesinin oyunlarını deşifre etmiştir. “Keçe külahlılar” olarak büyük fedakârlıklarla karşı koymuştur…

7 Mart 1920’de İkdam Gazetesine, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiği haberine mukabil, Bediüzzaman’ın, bölgede nüfuzu olan diğer iki isimle beraber yaptığı açıklama, “Ermeni oyunu”nu bütün yönleriyle ortaya koyuyor…

“Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliği ve bütünlüğünün) fedakâr ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib (yakın) şühedâsının (şehidlerinin) kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatıralarını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilafı akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane (bölücülük) âmâl (emeller) tâkib edemezler” diyen Bediüzzaman ve arkadaşları, bunun Türkleri ve Kürtleri bağlamadığını belirtir. Keza 17 Mart 1920’de Sebil-ür Reşad mecmuasında “Kürtler ve İslâmiyet” başlıklı makalesinde, “Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit (sustucu) ve beliğ cevab”ın Şark vilayetlerindeki aşiret reisleri tarafından çekilen telgraflar olduğunu ifâde eder. “Kürdler câmia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mahsusyla (kasıtlı amaçlarla) hareket eden ve Kürdlük nâmına söz söylemeye selâhiyattar olmayan beş on kişiden ibarettir” ifâdesiyle reddeder. Kürtleri Müslümanlarda ayırma plânını taşıyan “ma’hud beyannâme”nın Ermeniler’le Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olmadığına dikkat çeker…

“Ermeni meselesi”nin çözümü bu “dikkat”ten geçer…

24.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri