Cahiliyet devri mirası suç: Kan dâvâları
Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin gündemde maalesef yine kan davaları vardı. Önce Tarsus’da beş kardeşin, daha sonra İzmir’de camide Kur’ân-ı Kerim okurken bir vatandaşımızın, daha sonra Şanlıurfa’da beş kardeşin öldürülmeleri ile meydana gelen kan davası cinayetleri ile Türkiye derinden sarsıldı.
Akrabalık ilişkilerinin sıkı olduğu toplumlarda öç alma duygusundan kaynaklanan, misilleme biçimindeki karşılıklı cinayetlerle süren aile ve kabileler arası çatışma. Hak arama sürecinin bulunmadığı, anlaşmazlıkların tarafları hoşnut edecek biçimde çözümlenmedigi, hak ve adalet duygularının tatmin edilmediği hukuk sistemlerinde, bireyin hak ve adaleti kendi başına gerçekleştirme girişiminin bir sonucu olarak ortaya çikar.
Kan dâvâsı genellikle haksızlığa uğrayan taraftan bir kişinin, suçlunun işlediği suça uygun biçimde cezalandırılmaması durumunda, intikamını alma, onurunu kurtarma, hak ve adaleti gerçekleştirme girişimiyle başlar, karşı tarafın aynı gerekçelerle işlediği cinayetle sürer. Kan dâvâsının başlamasından sonra dâvâya taraf aile üyeleri güçlü bir dayanışma içine girerler. İşlenilen cinayetten aile üyelerinin her biri teker teker sorumlu tutulur. Bu dâvâlarda genellikle ailelerin erkek üyeleri hedef alınır, kadın ve çocuklara yönelik cinayetlere az rastlanır. Fakat kan dâvâsının aile sınırlarını aşarak aşiretler arası bir düşmanlığa dönüştüğü çevrelerde kadın ve çocukları da içine alan toplu cinayetler de görülebilir.
CAHİLİYE DÖNEMİNDE KAN DÂVÂLARI:
Kan dâvâsı, İslâm öncesi Arap toplumunda en yaygın adetlerden birisiydi. Hak ve adaleti gerçekleştirecek bir hukuk ve toplum düzeninden yoksun olan cahiliye toplumunda kan dâvâları kabileler arası düşmanlık ve savaşların başlıca nedenleri arasında yer alıyordu. İslâm câhiliye dönemine ait bir çok a-detle birlikte kan dâvâsını ortadan kaldırdı; getirdiği insan ve toplum anlayışı ile adalet düzeni ile toplumsal bir afet olan kan davasını ortaya çıkaran sebebleri ortadan kaldırdı.
İslâma göre insan canı, malı, namusu, haysiyeti, tüm hak ve özgürlükleri ile dokunulmaz bir varlıktır. Hiç kimse hukuk dışı bir gerekçe ile insanın maddi ve manevi varlığına tecavüz edemez, hak ve özgürlüklerini kısıtlayamaz. Kaldı ki mü’minler bu tür davranışlar içine giremezler. Çünkü mü’minler, inançları gereği kardeştirler, birbirlerine karşı İslâmın öngördügü kurallar dışında davranamazlar. Mü’minler bireysel ve toplumsal hayatlarında tam bir dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmak; İslâmın egemenliğini sağlamak yolunda ortaklaşa çaba harcamakla yükümlüdürler.
İslâm, getirdiği emir ve yasaklar, ahlaki ve toplumsal kurallar, hukuk ve adalet sistemi ile toplum hayatını inanç ve adalet temeli üzerine oturtu. Bu temeli zedeleyici davranışları yalnız bir hukuk ve ceza sorunu olarak değil, aynı zamanda bir inanç sorunu biçiminde tanımlayarak önlemler aldı, müeyyideler koydu. Sözgelimi mü’minlerin temel niteliklerden birisi haksız yere bir insanı öldürmemektir (el-isra, 17/33). Çünkü böyle bir davranış tüm insanları öldürmek gibi ağır bir suçtur (el-Maide, 5/32). Buna rağmen böyle bir suça yönelen kişi karşısında çeşitli müeyyideler bulur. Bunların en önemlisi Ahiret hayatına ilişkin olandır. Kim bir mü’mini haksız yere ve kasıtlı olarak öldürürse, sürekli olarak kalmak kalmak üzere Cehenneme atılacaktır. Bu davranış Allah’ın gazabını, lânetini ve büyük bir azabı gerektirmektedir (en-Nisa, 4/92-93). Cinayetin dünyadaki karşılığı da, suçun misliyle cezalandırılması (kısas), eş deyişle öldürülmesidir. (el-bakara, 2/178)
Suç ve ceza arasındaki bu denklik, adaletin tam ifadesidir. Bu nedenle taraflardan birisine haksızlığa uğradığını düşünme imkânı vermez. Bu yüzden de intikam alma, onur kurtarma, adaleti yerine getirme gibi herhangi bir dürtü devreye girerek insanları etkileyemez.
Burada taraflardan birisine, öldürülenin ailesine tanınan ikinci bir seçenek toplumsal barışın güçlendirilmesine yöneliktir. Bu da katilin bağışlanmasıdır. İkinci seçeneğin dev-reye girmesi durumunda katilin ailesi, öldürülenin ailesine belli bir kan bedeli vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük yerine getirildikten sonra aileler arasındaki düşmanlık başlamadan bitmiş, kardeşlik ve dostluk ilişkileri başlamış demektir. İslâmın kısas hükmü, adaleti yerine getirerek kan davasının ortaya çıkmasına, dolayısıyla daha birçok insanın haksız yere öldürülmesine engel olduğu için “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır; böylece korunursunuz” (el-Bakara, 2/179) buyurulmuştur. İkinci seçeneğin seçilerek suçlunun bağışlanması ise adaletten daha üstün bir erdemin ifadesidir ve düşmanlık duygularını sevgi ve dostluğa dönüştürür.
KAN DÂVÂLARINI DEVAM ETTİREN DİNAMİKLER:
Probleme dair elimizde çok boyutlu verilerin olmaması ve meselenin doğru bir biçimde tahlil edilemiyor olması vahimdir. Kan dâvâsı ile töre ve namus cinayetleri konusunda Türkiye, cinayetlere ağlamaktan ve sorunu ötekilesmekten başka bir yol bilmiyor ne yazık ki...
“Töre ve namus cinayetlerinin kabul edilemez oldukları, gayri meşru ve kanunsuz oldukları ve de büyük bir vahşet olduklarına ilişkin söylemin temel referansları bu toplumun kendi değerlerinden de üretilmedigi sürece de bu sorun devam edecektir. Sadece Batı toplumlarının sahip oldukları ta-rihsel ve toplumsal süreçlerin ürettigi kavramsallaştırmalar içine hapsedilen bir anlayışın bu sorunları okuyabilmesi çok zor hatta imkânsızdır.”
Dicle Üniversitesi ögretim üyesi Doç. Dr. Mazhar Bağlı tarafından daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde görülen kan gütmeyi devam ettiren temel toplumsal dinamikler kısmen şöyle sıralanmaktadır:
a) Aşiretler arası güç ilişkileri,
b) Doğu’daki dengbej geleneği çerçevesinde idealize edilen öç alma hikâyeleri,
c) Tarihî kahramanlık destanları,
d) Güçlü akrabalık ilişkileri,
e) Bireyselleşmeyi engelleyen kabile anlayışı,
f) Bireylerden soyutlanmış metaforik toplumsal değerler,
g) Bireylerin kendi imkânları ile toplumda bir statü edinememesi gibi etkenleri saymak mümkündür.
Doç. Dr. Mazhar Bağlı’ya göre tüm “bu faktörler uzun bir zamandan beri toplumun temel dinamiği haline gelmişlerdir ve ne yazık ki bu soruna ilişkin tartışmalarda anılan faktörler ekseninde yaklaşimlar yok denecek kadar azdır. Belki de bu sorun doğrudan insanın ilkelliği ekseninde devam etmesi dolayısıyla hep diri kalmıştır. İlkel olma durumunu izole etmenin yolu ise medenileşme/ medenileştirmedir. Bir medeniyet projesine sahip olmaktır. İslâm dininin bu konudaki ilkesel tavır alışının bile bu sorunu izole etmede görece başarısızlığı da Müslümanların medeni olabildikleri veya olamadıkları sorunsalı ile anlaşilabilir. Hukukun evrenselliğini benimsemeyen bir toplumda kan dâvâları ile hukuk dışı uygulamalar arasında niteliksel olarak da bir fark yok aslında. Keza devlet erki tarafından bir türlü hazmedilemeyen kimi siyasi aktörler için hukuk üzerinden yürütülen ötekilestirme ve boğma girişimlerinin de öç alma dürtüsü içerdiği iddia edilemez mi?
O halde kan gütmenin gayri meşruluğunu dile getirmek için bir başka toplumun koyduğu değerler üzerinden söylenebilecek itiraz-lara bu toplumun sahip olduğu özgün değerler üzerinden de bir itirazın yapılması gerekir. Töre ve namus cinayetlerini kadınların bütün sorunlarını cinsel özgürlük temelinde ele alan feminist bakış açısıyla ele alan yaklaşım ile kan davasını da sadece geleneksellik temelinde ele alan yaklaşım arasında bir fark yok ve bu tarz yaklaşımlar, bu konuları okumamızı daha da zorlaştıran bir körlüğü beraberinde getirmektedirler.
Bu yaklaşımların ortak paydasında ise değersiz bir insan algısı yatmaktadır. Oysa insan değer üreten ve bunu toplumsallaştıran özgün bir varlıktır ve bu sürece dahil olunmadığı sürece de bu sorunları okumak mümkün değildir. Çünkü bu yaklaşım esasında bu sorunları toplum dışı bir alana gönderme yaparak açıklamak isteyen bir tarzı imlemektedir. Yeryüzündeki ilk günahın kan dökmek olduğuna ve bu kanın yeryüzünü kirlettiğine, her kan dökenin, dökülen diğer bütün kanların günahından kendisine de bir pay verileceğine inanılan bir toplumda kan dökme güdüsü nasıl olur da bu kadar derinlerde kendisine yer edinebilir? Sadece barbarlık, vahşilik ve hunharlık bu eylemi/ eylemleri tanımlamaya yetiyor mu? Neden bu sorun bir türlü anlaşilabilir bir alanda değildir? Kan gütmek sadece Türkiye’ye özgü bir sorun mu? Konuyla ilgili akademik olarak yapılan hangi çalismalar var? Bu sorunu çözmek isteyen güç dengeleri bu güçlerini nereden almaktadırlar? Hukukun verdiği yaptırımlar neden insanları bir türlü tatmin etmiyor? Kan gütme ile haysiyet, şeref, onur gibi kavramlar ile değerler arasında nasıl bir ilişki vardır? Konunun antropolojik arka planında hangi inançlar ve düşünceler yatmaktadır? Tüm bu sorular birlikte ele alınmadığı sürece bu sorun anlaşilamaz. Anlaşilamayınca da çözüm üretilemez. Bilinmeyen bir hastalığa nasıl tedavi uygulanabilir ki?”
DOĞRU DEĞERLER ÜZERiNDEN EĞİTİM:
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler isimli eserinde, tutuklu bulunduğu bir dönemde kendisine kalben ihtar olunan meseleyi aktarırken insanlığı hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati ifadeyle kan davalarına sebebiyet veren ÖÇ ALMA duygusunda ilişkin olarak şu değerlendirmelerde bulunur:
“Meselâ birisi, birinin kardeşini veya bir akrabâsını öldürmüs. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktülün akrabâsı dahi, intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır; hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var: O da Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktizâ ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musâlâha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü, ecel birdir, değişmez. O maktül, herhalde, ecel geldiğinden daha ziyâde kalmayacaktı; o kâtil ise, o kazâ-i İlâhiyeye vâsıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da dâimâ korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “Üç günden fazla, bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor.
“Eğer o katl, bir adâvetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münâfık o fitneye vesîle olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musîbet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktüle her vakit duâ etse, o halde, her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır; kazâ ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder.”
Bediüzzaman’a göre; Adalet-i mahzâyı ifade eden “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’âm Sûresi: 6:164.) sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak zulüm olduğu gibi bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek de, “Muhakkak ki insan çok zalimdir.” (İbrahim Sûresi: 14:34.) İlahi hükmünce büyük bir zulüm ve haksızlıktır.
|