Tarihte bir dönüm noktası sayılan ve hicrî takvimin başlangıcı kabul edilen 622 yılı, Resûl-ü Ekrem (asm) ve Müslümanların Mekke'den Medine'ye göç ettikleri bir tarihtir. Mânâlı bir hicrettir.
Bu tarih yeni bir doğuşun, zaferler zincirinin; âleme ışık saçacak, renk ve âhenk katacak bir inkılâbın başlangıcıdır.
İlk bakışta Müslümanların yurtlarından çıkarılışı, göçe zorlanışı olan bu hareket, aslında İlâhî bir talimat, bir takdir-i İlâhî ve İslâma dâvetin değişik bir halkasıdır.
Mekke'de başlangıçta gizlice İslâmı yayan ve yaşayan Müslümanların sayısı arttıkça dâvet açıktan yapılmaya başlanmış, küfrün karanlığıyla ruh ve kalbleri kararmış insanlar, gönülleri ve kâinatı aydınlatan o nuru söndürmeye yeltenmişlerdi. İşkenceleri, zulümleri, türlü türlü baskıları hep bunun içindi. Bu dayanılmaz işkenceler altında hayatından olanlar bile vardı.
Allah Resûlü (asm), Allah'tan getirdiği bu ebedî nura karşı akıl ve gönül pencerelerini kapamış o kimselere ne kadar gerçekleri duyurma gayreti içerisinde olduysa da gözleri perdeli, kulakları mühürlü, kalbleri taşlaşmış kişiler için bunlar bir mânâ ifade etmedi. Aksine kin ve düşmanlıklarını kabarttı. Kendilerini boğulmakta oldukları bataklıktan kurtarmak isteyen o şefkatli eli kırmak istediler. Artık ne yapılsa faydasızdı. Başka bir yol denemek, gönül zindanlarını aydınlatacak pencereleri açmak lâzımdı.
İlâhî tebligat, Müslümanlara Medine'nin yolunu açtı. Medine ufuklarında yeniden doğan bu güneşe belki de Mekkeli müşrikler gözleri kamaşmadan bakabileceklerdi.
İmtihan içinde imtihanlardan ibaret olan hayat zincirinin büyük bir halkasıydı hicret. Malını, mülkünü, çoluğunu, çocuğunu, sevdiği neyi varsa hepsini Allah için terk edip yollara düşmenin tam zamanı gelmişti. Ve bu imtihanı Peygamberlerden sonra insanlık dünyasının en üstünleri olan Sahabîler başarıyla vermişlerdi. Allah, rızası için yollara düşen bu insanlardan ve onlara kucak açan Ensar denilen Medineli Müslümanlardan razı olduğunu bildiriyordu. Allah için, din için her şeylerini fedâ eden Mühacirînin fedakârlıkları karşısında Ensar da geri kalmak istemiyor, onlar da servetlerini ortaya koyuyor, yarısını onlara bağışlıyorlardı.
Medine, İslâmın neşrinde münbit bir zemin olmuştu. Orada İslâm dalga dalga yayıldı, kavrulan gönüller îman rahmetiyle kandı. Hür bir atmosferde, zora başvurmadan ve fazla zorlukla karşılaşmadan yayılan İslâm, birçok muhtaç gönlü huzura erdirdi. Resûl-ü Ekrem (asm) güç ve kuvvet kazandı. Buna tahammül edemeyen Mekkeli müşriklerle savaşlar yaptı. Sonunda onları dize getirdi. Antlaşmaya oturttu. Bu antlaşma, düşmanların kin ve düşmanlıklarını yatıştırmış, rahat bir atmosferde düşünme fırsatı vermişti. Gerçek medeniyet ve insanlık dini olan İslâmın bu insanî esasları çok geçmeden Mekkelileri de yola getirmeye başladı. Mekke'de başarılamayan, Medine'de gerçekleştirilmişti.
Allah Resûlü (asm) yurdundan çıkarılışının sekizinci yılında öylesine bir güce erişmişti ki Mekke'yi hiçbir zorlama olmaksızın ve kan dökülmeksizin fethetmişti. Hak ve hakikatin yenilmez gücünü ve zaferini tarih unutulmayacak derecede sayfaları arasına almıştı. Resûlullah'ın fetihten sonra, güç ve kuvvet elindeyken, intikam alabilecekken düşmanlarını affedişi ise Peygamberlik mesajını anlamamak istemeyenlere de anlatmaya yetmişti. İnadından vazgeçen nice müşrik, pişmanlık duyguları içerisinde hakka teslim olma yoluna girmişti.
İşte hicretin getirdiklerinden bir kısmı! Hicretteki bu ulvî mânâları bu asrın Müslümanları da yaşamak ve yaşatmakla görevliler. Belki maddî mânâda böyle bir hicrete mecbur olmayabiliriz. Ama Allah Resûlü (asm), "Muhacir günahları terk edendir"1 buyurmak sûretiyle bu hicreti her zaman gerçekleştirebileceğimizi hatırlatmıştır. Ne mutlu böyle muhacirlere!
Dipnotlar:
1- Buharî, İman:4.
12.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|