Mayıs ayı, hem bahar müjdesinin canlı sonuçları, hem yaza dönüşecek sıcak günlerin habercisi, hem de insanın iç dünyasından hayata yansıyacak cevelanın duygudan düşünceye geçen hareketlerin eylem dönemidir.
Kevnî/kozmik dünyanın gerçekleri, hayatın sosyal ve siyasî dönemlerine mevsimlerin diliyle ve ayların takvim yapraklarına düşmüş kesitleriyle mesaj veriyor. Anlamlı ve kritik günlerin tarih perspektifindeki yerini ve bugüne yansıyan etkilerini sorgulamamıza yardım ediyor.
Tarihin emanetinden günümüze, beşeriyetin çatışma ve mücadele sahneleri bir film gibi göze ve kulağa hitap edecek şekilde sunulduğunda, algı sistemimizdeki değişiklik, yaşadığımız zamanın psikolojisi ve arada unutulan argümanlarla o günleri tam kavrayamamaktan kaynaklanan kıyas ve hüküm farkı çıkabilir.
Öncelikle yakın siyasî dönem, özellikle çok partili sistemle başlayan seçim ve demokrasi uygulamaları, bunları hazmetme kapasiteleri ile ilkeye dönüştürme zorlukları, bireyden demokrasiye ve demokrasiden bireye dönük açmazlarla karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu siyasî oluşumu, sonradan dar bir kadroyla şekillendiği yeni egemen güç; tarihle, toplumla ve dinle olan bağını ciddî anlamda devre dışı bırakma cüretine girdiği için siyaset, yönetim, halkın egemenliği ve din kavramları üzerinden zihinler karıştırılmıştır.
Çoğu zaman birbirini tanımlaması, desteklemesi ve sınırlaması gereken bu kavramlar bütünlüğü, yeni yapının ideolojik ve resmî cenderesinde çatışmaya ve birbirini tahrip eden bölünmelere alet edilmiştir.
Din karşıtı tavır, dinî hassasiyetleri tepkiye dönüştürmüştür. Rejim, doktrin kalıplarında maneviyatı hayattan izole etmek isteyen seküler duruş ve sonradan bulunmuş laiklik muamması ile zihnî kargaşayı arttırdığı gibi, halkın incinen duyguları ve inançları da kendine bir menfez aramıştır.
Din üzerinden yürütülen lehte ve aleyhte siyasî sürtüşme ve rekabet; dini sorgulayan cepheye laiklik şırıngası ile dünyevileşmeyi, Batı kültürünün çağdaşlık görüntüsü ile taraftarlarına paye vermeyi sağlamıştır.
Bu oluşan devlet gücü ve kapalı dönem siyasi baskıların yoğun olduğu tek tip 1920-1950 arası, dinî söyleme asla tahammül etmeyen anlayış karşısında, Bediüzzaman; doğru da olsa dinî söylemi siyaseten “dişe diş” ve hakimiyet kavgasına dönüştürerek bu ceberut anlayışla baş etmenin mümkün olmadığını ortaya koyar. Bunun çaresini, kapalı dönemde sivil itaatsizlik ve çok partili dönemde de dinî ögeleri öne çıkarmayan ve siyasî rekabetin kurallarıyla tek parti zihniyeti ile baş edecek bir siyasî mücadele grubuna omuz vermekte bulmuştur.
Öyle ki, bunu fark eden İsmet İnönü, 1965 seçimlerinde Demokrat Parti geleneğini ve Adalet Partisini Said Nursî’ye hizmet etmekle itham etmiştir.
1950 Türkiye’sinde 14 Mayıs, kendini 15 Mayıs’a teslim ederken, aynı zamanda siyasî iradenin de gerçek halk temsilcilerine devri gerçekleşiyordu.
14 Mayıs demokrasisi, ilk defa hür, adil ve ahlâki bir siyasi mücadele zemininin zafer meyvesini topluma tattırmıştır. Halkın sessiz çığlığına, “yeter” ifadesindeki “millet” öznesine ve en temel ihtiyaç olan “söz” hakkının sosyal bir realiteyi, cebrin ve tek parti hakimiyeti CHP’nin suratına bir şamar gibi vuran “Yeter söz milletindir” veciz haykırışı hâlâ gündemini ve muhtevasını kaybetmeden önümüzde durmaktadır.
CHP’nin karşısına, ister açık, ister kapalı dini tabanlı bir mücadele ve algı ile çıkmak, Bediüzzaman’ın tesbitiyle siyasî ahlâkın dejenere olduğu, sıdkın ve doğruluğun yara aldığı bir dönemde açmazdır. Yüzyılın doğrularına ve zamanın hükmüne dikkat çekerek, “hakikî dindar” sıfatlarla siyaseti bütünleştirmenin mümkün olmadığına işaret eder. Siyasî tavır belirlemede ciddi uyarılarda bulunur.
Yaşadığımız dönemde; din eksenli, görüntülü maddî organizasyonlara ve özellikle siyasî yapılanmalara girildiğinde, bir başkasının oyun alanında ve onun kurallarıyla taviz üstüne taviz verme zorunluluğu doğmaktadır. Siyasette, ahlâkî zeminin zorlandığı, güven ve dürüstlüğün tartışılır olduğu bir süreçte, artan dünyevileşmede “mukaddesatlar” üzerinden gitmek ve saf kitleleri bununla ayağa kaldırmak mümkün görünse bile, akibeti bugüne kadar bireyin ahlâkî ve sivil otorite ile demokratik kültürünü fazla geliştirmediği de bir vakıadır.
Meselâ, Irak işgali “mukaddesat siyaseti”nce hiçbir zaman miting meydanlarına taşınmamıştır. Ehl-i iman, iktidar hatırı için sessizliği ve içinden buğzu tercih etmiştir. Menfaat beklentileri, ideolojileri engellemektedir. Seçim ve geçim sirkülasyonu başlamaktadır.
Bundan hareketle, 57 yıl öncesinin gerçekçi ve arzularımızdan farklı, ancak toplumun katmanları arasında ayrıştırıcı olmayan pozitif siyaset tercihi ve onu sürükleyen ana akım devam etmektedir.
Önce demokrasi ve bunun köklü geleneği Demokratlar bir denge ve uzlaşma zeminidir.
15.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|