1920’de başlayan cumhurbaşkanlığı seçimleri, Meclise katılan bütün üyelerin aynı adaya oy vermesi ile sonuçlanmış. Birinci cumhurbaşkanı 278 üyeli ilk Mecliste 158 oyla seçilmiş. Bu sonuç göz önüne alınırsa, katılımcı çoğunluktan bahsedilemez.
Atatürk ve İnönü dönemleri hep böyle cereyan etmiş. Az oranda Meclise katılmayan üye olmuş. Ancak dikkat çeken, gelen üyelerin tamamı tek adaya oy kullanmış. Alternatif bir aday hiç söz konusu olmamış.
Bunun anlamı şu; çoğulcu ve rekabete dayalı bir cumhuriyet anlayışı ortada yok. Savaşlar ve sonuçları, sınırlı bir zümre üzerinden hakimiyete dönüştürülmüş.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında “Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” dense de, rekabetçi seçim sistemi, çok partili demokratik deneme ve gelişmeler, ancak 1950 sonrasında mümkün olmuş.
O günün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bugünün Rusya’sının tehditleri ve sıcak denizlere inme emelleri karşısında NATO’ya girme zorunluluğu beraberinde çok partili dönemi başlatmıştır.
Dikkat edilirse, demokratik adımlar, bir tercihten ziyade bir zorunluluk ve dış dinamiklerin etkisiyle sağlanmıştır. Eğer iyi niyetle tersi görüş söz konusu olsaydı, 1946’daki çok partili ilk seçime hile karıştırılmazdı. Mevcut CHP oligarşisi, iktidarı elinde tutmak için ömrünü uzatacak seçim operasyonlarına girmezdi.
1946’da “açık oy gizli tasnif” garabeti yaşanmış. Egemenliğindeki 36 yıllık yapılanmada CHP, tamamen kendi elitini ve bürokratını hakim kılan bir devlet işleyişi içinde vatandaş, ilk defa 1946’da sandık görevlilerinin gözü önünde açıkça ihsası rey yapacak, oyunun rengini belirtecekti.
Bu şartlarda sandığa giden halkın, oy tasnifi ise ne gariptir ki, gizli yapılmış. Görevliler, halkın iradesini açıktan gözlem altına alıp caydırıcı bir rol almaları yetmiyormuş gibi, sandıklar kapandıktan sonra halkın müşahede ve denetim altında seçimlerin tasnifini ve sayımını görme hakkını da elinden almışlar. Seçim sandıklarında “gizli tasnif” yaklaşımı, bir düşüncenin maluliyet halidir, korkudur. Tuzaklı çırpınıştır. Vatandaşının iradesine güven duymamanın, gerekirse “hikmet-i hükümet” kabilinden siyasî ahlâkı devre dışı bırakacak ve demokrasinin ruhunu kirletecek bir oyun ve tezgâhın arka plan senaryolarını yazma, icra etme cüretinin gizlilik halidir.
Eğer bu yorumumuza da iyi niyetle karşı görüş getirirseniz, o zaman diyeceğim o ki; Neden 1960 darbesini yaptılar? Neden çok partili sistemi ve çoğulcu anlayışın farklılıklarını kabullenme ve hürriyetleri arttırma gayretlerinin önünde hep blokaj oldular?
Demokrat Parti’nin önlenemez yükselişi ve ilk hileli seçimdeki kaybını saymazsak, 1950, 54 ve 57 seçimlerini arka arkaya milletin yüksek teveccühü ile kazanmasını ve bunun sonucunda Türkiye’de yakaladığı kalkınma ve demokratikleşme hamlelerini, hazmetmemenin süregelen şizofrenik muhalefetini ve yıpratıcı tutumlarını ne ile izah edeceğiz?
CHP, oldum olası tek tip dayatmanın ve hazımsızlığın adıdır. Bulduğu her formül, meşrûiyet alanını milletten gizlemenin ve seçimlerden kaçırmanın tabiatlarına sinmiş halet-i ruhiyesinden başka bir şey değildir.
Türkiye, 27 Mayıs’ın kan izlerini silemeden girdiği seçimlerde, önce 1961’deki dağınıklık ve koalisyonlardan sonra 1965’te yine Demokrat Parti misyonunun devamı olan Adalet Partisine iktidarı teslim etti. Zinde güçler, sizce iktidarı kolay mı teslim ettiler? Hayır. Bir hafta süreyle Ankara’da bunun tartışmasının yapıldığı söylenir.
Cemal Gürsel, o günlerde 27 Mayıs darbesinin generali olarak Cumhurbaşkanıdır. İnönü etkindir. İktidar yine aslî sahiplerinin temsilcilerine döndü diye 27 Mayısçılar burnundan solumaktadır.
1971 yılına kadar devam eden planlı kalkınma, sanayileşme ve devletin altyapı hizmetlerine verdiği önem ve yapımına başlanan barajlar serisi, 1971 Mart’ında Türkiye’yi yeni bir askerî muhtıraya maruz bırakmaktan alıkoyamamıştır.
Tek başına iktidar olan Adalet Partisi, 65 ve 69 seçimlerini büyük bir zaferle kazanmış, milletle devlet arasında yaşanan ve darbelerle tahriş olan yaraları sarmaya başlamış, 60’lı yılları geride bırakıp 70’li yıllara büyük bir heyecanla girmişti. O günkü gözlemcilerin tabiriyle, Türkiye “take off” noktasındaydı. Kalkışa hazır bir uçak dinamizmindeydi.
Muhtıranın kuvvet komutanlarından Muhsin Batur, 1973 seçimlerine hazırlık niteliğinde dayatmalara ve siyaseti preslemeye başlamıştı. Ne ilginçtir, muhtıra sonrası CHP’den istifa eden Nihat Erim, bir günde bağımsız(!) olmuş ve hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. Ara dönem hükümetini kurmuştu.
Meclis devre dışı bırakılmış, bir CHP’li başbakan yapılmış, Batur da var gücüyle Meclisi kuşatıp cumhurbaşkanı olmaya çalışmıştı. Batur’un da sonradan CHP saflarında yer aldığını söylemeye gerek var mı?
Bugünkü CHP, dünkü alışkanlıklarını ve sivil iradeye tahammülsüzlüğünü, bunalımını ve hırçınlığını değişik tonlarda kamuoyunun önüne koymaktadır.
02.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|