Kerih görülen bir fiil: Gıybet
“Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemekten
hoşlanır mı?” (Hucurat Sûresi: 12)
Gıybet, kişinin, mü’min kardeşinin hoşuna gitmeyecek bir sözü o kişinin gıyabında, yani onun olmadığı bir zamanda söylemesidir. Rabbimiz, ‘ölü kardeşinin etini yeme’ye benzettiği gıybeti, net bir ifade ile haram kılıyor. Büyüklerimiz de, ahirette bizi en çok zorlayacak hesaplardan birinin gıybet olduğunu söylüyor. O yüzden ağzımızdan çıkan sözlere dikkat edelim ve dilimizi gıybete karşı kilitleyelim.
Bu konu ile ilgili Sokrat’ın güzel bir tesbiti var:
Bir gün arkadaşı, Sokrat’a:
“Arkadaşınla ilgili duyduğumu biliyor musun?” der.
Sokrat onu hiç konuşturmadan bir teste tâbi tutar ve üç soru sorar:
Birinci soru: “Bana söyleyeceğin şeyin, tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?”
Cevap: “Hayır. Aslında bunu sadece duydum.”
İkinci soru: “Arkadaşımın hakkında bana söylemek üzere olduğun şey, iyi bir şey mi?”
Cevap: “Hayır, tam tersi...”
“Öyleyse bana onun hakkında kötü bir şey söyleyeceksin.”
Üçüncü soru: “Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey, benim işime yarar mı?”
Cevap: “Hayır.”
Sokrat, bu sefer arkadaşına döner ve der:
“Eğer bana söyleyeceğin şey, doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?”
Böylelikle Sokrat, arkadaşının gıybet yapmasına izin vermez.
***
Bir gün Tahiri Mutlu Ağabey, İzmir Tire’de bulunmaktadır. O sohbette bulunan bir kardeş anlatıyor:
“Bir Kur’ân kursu hocası gelmişti. Sohbet sırasında ileri geri konuşmaya başladı. Süleyman Efendinin talebeleri aleyhinde konuşmak istedi. Tahirî Ağabey hemen hiddet ederek:
‘Kardeşim sus! Hem kendini, hem bizi günaha soktuğun gibi, sevaplarımızı götürüyorsun...’ dedi.” (İ. Atasoy, Tahiri Mutlu Ağabey)
***
Şimdi söz Üstad’ın:
“İşte ‘Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?’ (Hucurât Sûresi, 49:12) âyetinde altı derece zemmi zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:
“Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, ‘âyâ’ mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.
“İşte, birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahâlli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?
“İkincisi: ‘Hoşlanır mı?’ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahâlli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
“Üçüncüsü: ‘Sizden biri’ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
“Dördüncüsü: ‘Etini yemeyi’ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
“Beşincisi: ‘Kardeşinin” kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlûmun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
“Altıncısı: ‘Ölüyken’ kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
“Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.”
|