Kendi kendime, gecenin ilerleyen saatinde Risâle-i Nur ve Said Nursî konusunda yapılan çalışmaların ve oluşturduğu etkinin hacmini düşünmeye çalıştım. Risâle-i Nur hareketinin tarihî seyrine daldım. 1892 yılında kısa süren medrese eğitimini, parça parça da olsa başarıyla tamamlayan Said Nursî’ye, dönemin hocaları tarafından verilen “Bediüzzaman” payesini hatırlıyorum. Bundan 115 yıl önce başlayan bir irşat ve Kur’ân hizmeti...
Sonraki yıllarda Bitlis ve Van valilerinin konağında misafir kalırken, kütüphanelerinden istifadeyle kendini gelecek yüzyıla hazırladığı fikir yoğunluklu mütalâa ve dersler başlıyor. Bu anlamda pozitif bilimlere ait eserleri inceliyor. İlk medresesi olan Horhor Medresesini de 1897 yılında açıyor. Yine 110 yıllık bir geçmişi var eğitim hizmetinin. O gün bu gündür, onun derslerinin okunduğu milyonlarca ev, bu modelden ilham alan gönüllüler kervanıyla gelişiyor.
1899 yılında, daha 21 yaşında iken, “Kızıl İ’câz” isimli Arapça eserini telif ediyor. Tam 108 yıl önce. Osmanlı’nın hızlanan gerilemesine denk düşen bir dönem. Girit adalarını kaybettiğimiz ve çekildiğimiz yıl.
İstanbul’a geldiği 1907 yılı üzerinden tam 100 yıl geçmiş. Şekerci Hanında dönemin âlimleri ile yaptığı müzakereler ve her suale cevap vermesi... Soru sormaması... Farklılığı anlaşılamayınca, dönemin hükümetince maruz bırakıldığı ve reva görülen tımarhane günleri... Ancak akla husûmet edenlerin bu zayıf istibdadından kurtulmayı Allah’ın inayetiyle başarması...
Osmanlı’nın o çalkantılı yıllarında, kâh avcı hattında Ruslarla çarpışırken, kâh medresesini savaş öncesi Van’da kışlaya çevirerek millî mücadeleye hazırlanırken görmekteyiz.
Birkaç ay önceki Google arama motorunda “Said Nursî” ismine mukabil, 130 bin sonuç çıkıyordu. “Bediüzzaman” için 126 bin, “Nurculuk” için 16 bin 100, “Risâle-i Nur” başlığı için ise 116 bin dosya sayısı karşılık buluyordu.
Bediüzzaman, Japonlara “kesb-i medeniyette iktida etmek” görüşünü, Osmanlı’nın son döneminde aydınlarla paylaşır. “İfsat komiteleri”ne karşı, dünya barışını tesis edecek ve bozgunluğu kıracak adımların atılmasını teklif eder.
Bu meyanda, Müslümanlarla Hıristiyanların, iki semavî dinin aynı Allah’a inanma fikrinden hareketle müşterek tavırlar geliştirmesini ve diyalogda bulunulmasını ister. “Sulh-u umûmî”nin, dünya barışının, evrensel ahengin ve huzurun buna bağlı olduğuna işaret eder.
Müslümanların fakir halden kurtulmalarının reçetesini verirken, fakr-u zaruretin “san’at”la giderilmesi, benzer şekilde cehalet “düşmanı”nı yenmenin yolunun da “manevî cihad” değerinde “marifet” ile çözülebileceğini, “ihtilâf”ın ise ittifakla aşılabileceğini belirtir.
İstikbalin hürriyet ve insaf kavramları üzerine bina edilecek insanî tasavvuruna dikkat çeker. “Meyl-i taharrî-yi hakikat” tesbitinde bulunur. Yani, gerçeği araştırma meylinin insanları İslâm’a yakınlaştıracağını, yine kendi ifadesiyle “Doğru İslâm”ın gündeme ve geleceğe hâkim olacağını müjdeler.
İnsanlık âlemi ile İslâm dünyasının birbirine ihtiyaç duyduğu ortak alanları önemser. Ya insaniyet, ya medeniyet, ya da İslâmiyet adına her kesimin kendi değer yargısı ile kabulleneceği müsbet açılımların, teknolojinin ve yönetimlerin, menfîliğe karşı işbirliği yapabileceklerini özellikle vurgular.
İslâm ve gelecek kavramlarını, birbirinin mukadder zaferi olarak görür. Ümit dağıtır. İnsanların bunalımlarının ve mânen boşalmış bataryalarının, ancak “İslâmiyet suyu” ile dolabileceğini, “neşv-ü nemâ” bulacağını, şefkat ve tefekkür vadisinde ruhunu ve fıtratını dinlendirecek mesajlar verir.
İnsan, kâinat, maddî ve manevî ihtiyaçlar, müştereklikler, farklılıklar, din ve vicdan merkezli yaklaşımlar arasındaki duygu, düşünce ve davranışların iç ve dış transferleri arasındaki bağlara, endüstriyel psikolojiyle buluşan günümüz insanının karmaşık ve yoğun iletişimi içinden bakar ve rahatlatıcı bir şuurla çareler söyler ve besler.
Hayatı, hayatın amacını, “Neden, Niçin” soruları ile fikrî derinliğe götürür. Amacın kudsiyetine ve yaratılışın hikmetine dair, günümüzün rasyonel algısını da dikkate alarak akıl ve kalp birliğini sağlayacak bir mantık ve his ortaklığında ortaya koyar.
Bediüzzaman, “yeni insan” olarak yeni tanımlarla zenginleştirilmesi için insan biliminin yol aldığı mesafeyi, kalbin dürbünü ile aklın fenerine yol açan ufuklar çizer, manevî cihazlarına atıf yapar, günümüze hitap eden “has ve hususî” tarzın bütün incelikleriyle yorumlar katar. Bulutlu siyasî ve sosyal bütün olayları aşmanın iç ferahlığını ve zihnî berraklığını verir.
29.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|