Medresetüzzehrâ'nın meyvesi
Şark memleketlerinde yaşayanların "medrese" ismine daha sıcak bakmaları hasebiyle, Üstad Bediüzzaman da maarifi, yani eğitim ve öğretimi bölge genelinde bu isimle yaymak ve yaygınlaştırmak istiyor.
Ayrıca, bu tarz bir eğitim–öğretim projesinin, çok güzel ve faydalı meyveler vereceğini tekrar be–tekrar dile getiriyor. İşte, bu noktada yaptığı tahşidâttan sadece Münâzarât'ta zikrolunan iki–üç paragraflık bir özet bilgi:
1) "Şu medrese, neşredeceği semeratla, tâmim edeceği (yayacağı) ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl (akıllar) yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb (kalpler) yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zâviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke..."
2) "Sual: Bunun semeratı (meyvesi) nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?
"Cevap: İcmâli: Kürt ve Türk ulemâsının istikbâlini temin. Ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrûtiyetin ve hürriyetin mehasinini (güzelliklerini) göstermek ve ondan istifade ettirmektir."
3) "Şu Medresetüzzehrâ’ya dair mebâhisi (konuyu), Hürriyetin üçüncü senesinde (1910) nutuk suretiyle Bitlis’te, Van’da, Diyarbakır’da, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: 'Hakikattir, hem mümkündür.' Demek diyebilirim ki, ben bu meselede onların tercümanıyım." (Age, s 130–131)
Savaş yangınları başlıyor
Devir, 10 yıllık II. Meşrûtiyet devri. Yani, 1908–1918 yılları.
Bediüzzaman Said Nursî, millet ve memleketin mukadderatıyla ilgili olarak hummalı bir gayret ve faaliyet içindedir. Geceli gündüzlü hiç durmaksızın çalışıyor.
İstanbul'da iki–üç sene gördüğü ezâ ve cefâdan sonra ayrılıyor, Şark'a gidiyor. Aşiretleri dolaşıyor. Oradan Şâm–ı Şerif'e doğru yol alıyor.
Gittiği her yerde, tıpkı İstanbul'da yaptığı gibi yine hürriyeti, meşrûtiyeti anlatıyor, uhuvvetin, ittihadın, maarifin ehemmiyetini ders veriyor.
Bir yandan nesilleri cehâletten, dahilî husûmetten ve fikrî kargaşadan muhafaza etmek için eğitim–öğretim projelerini geliştiriyor, bir yandan da İslâm milletinin mâruz kaldığı çeşit çeşit sosyal ve ahlâkî hastalıkların tedâvisi için reçeteler yazmakla meşgul oluyor.
Münâzarât, Muhakemât, Hutbe–i Şâmiye isimli eserler, bu olağanüstü gayretin ilk meyvelerini teşkil ediyor.
Tam da sıra bir büyük projeye, yani Kur'ân'ın î'câzını gösterecek harikulâde bir tefsir (İşarâtü'l–İ'caz) yazmaya gelmişti ki, Osmanlı ülkesinde yakıcı alevler yükselmeye başladı.
Önce, İtalyanlarla Libya ve Ege'de (12 Ada) savaş, hemen ardından Birinci–İkinci Balkan Harpleri (1912–13 ve henüz bu yıkımların tamiri yapılamadan Osmanlı'yı dört bir yandan saran Birinci Dünya Harbinin yangınları başladı.
Said Nursî, İşarâtü'l–İ'caz nâm tefsirini harp cephesinde, şehitler arasında ikmâl eder.
Bu esnada acze düşen İttihat–Terakki hükümeti ise, dahilde rakip siyasîleri bastırıp sindirmeye, hariçte ise vargücüyle savaşmaya gayret ediyor.
Tehcir Kànunuyla, Türkiye'nin başını bugün de ağrıtmaya devam eden "Ermeni meselesi"nin başlangıcı da yine bu tarihe (Mayıs 1915) dayanıyor.
Destanlaşan hizmetler
Bediüzzaman Said Nursî ise, o ölüm kusan savaş şartlarında, destansı üç muazzam hizmete imza atıyor.
Birincisi: Vatan ve millet müdafaası yolunda, Gönüllü Alay Kumandanı sıfatıyla, talebeleri ve emrindeki milis kuvvetiyle birlikte canla, başla düşmana karşı mücadele veriyor: Bu bir millî kahramanlıktır.
İkincisi: Şartların bir mektup yazmaya dahi elverişli olmadığı o kıyâmetler içinde bile, ilmî eser telif ederek istikbâldeki neslin imânını, saadetini düşünüyor: Bu bir ilmî kahramanlıktır.
Üçüncüsü: Savaştığı cephede esir düşen Ermenilerin kadınlarını, çocuklarını ve diğer mâsumlarını koruma altına alıyor ve yine koruma altında onları götürüp Rus tarafındaki ailelerine teslim ettiriyor: Bu da bir insanî kahramanlıktır. (Aynı zamanda "soykırım" iddiasını da temelinden çürüten bir davranıştır. Bizim devletlûlerin kulakları çınlasın.)
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın, sadece yaşadığı zamanla sınırlı tutulamayan, geleceğe, hatta günümüze ve geleceğe dahi ışık tutan takdire şâyân hizmet ve faaliyetlerinden sadece birkaçı...
Kısmetse, diğer bir kısmını da yazmaya devam etmek arzusundayız.
(Devam edecek)
GÜNÜN TARİHİ 23 Şubat 1945
Türkiye'den savaşa katılma kararı (I)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nihayet İkinci Dünya Savaşındaki yerini aldı. Buna göre Türkiye, ABD–Rusya–İngiltere blokunun yanında ve Almanya–Japonya blokunun karşısında olmak üzere savaşa katılma kararını resmen almış oldu.
Evet, Türkiye savaşa katılma kararı aldı; ancak, savaşa bilfiil iştirak etmedi. Sebebi de şudur: O tarihte Türkiye'nin savaşacak gücü yoktu. Ne silâh ve mühimmat, ne de ekonomik olarak, yeni bir dünya savaşının yükü altına girecek durumda değildi. Bu yüzden, uzun müddet tarafsız kaldı.
Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'nin (müttefiklerin) baskıları artınca, Türkiye de tarafsızlığını bozmaya meyletti.
Ayrıca—Almanya ve Japonya'nın aleyhinde olmak üzere—savaşın seyri de belli olmaya başlamıştı. Türkiye, siyaseten müttefiklere yanaştı.
Buna rağmen Türkiye, silâh desteği olmadan savaşa katılamayacağını ilgili hükümetlere bildirdi.
Savaşın beşinci yılı, yani 1944 yılına gelindiğinde, Türkiye'ye silâh yardımı yapılacağına dair sözler sarf edilmeye başlandı.
Uzun süre işi ağırdan alan Türkiye, sonunda kesin bir tavır aldı ve önce Almanya ile ve hemen ardından da Japonya ile bütün diplomatik ve ekonomik münasebetlerini kesmeye karar verdi. Ocak 1945.
Yarın: Sıcak gelişmeler
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|