Maarifsizlik, vahşet ve keşmekeşi doğuracak
Mutlakıyet devrinin sonunda, yani Sultan II. Abdülhamid'in başında bulunduğu "Yıldız siyaseti"nin hükümfermâ olduğu 1907-8 senelerinde Bediüzzaman Said Nursî'nin başına gelen belâ ve musibetler zincirinin ilk halkası, Mâbeyn Kâtipliğine (Saray–Hükümet Sekreteryası) verdiği "maarifi talep" dilekçesiyle başlar.
O dilekçede, yüz yıl sonrasına, yani günümüz gelişmelerine de doğrudan bakan ve bilhassa terörü netice veren ülke genelindeki "vahşet ve keşmekeş"e parmak basan çok çarpıcı hususlar var.
İşte, o meşhûr dilekçenin ilk cümlesi: "Millet–i Osmaniye meyanında mühim bir unsur teşkil eden Kürdistan (Kürtlerin ekseriyetle yaşadığı coğrafî bölge) ahalisinin ahvali hükûmetçe mâlum ise de, hizmet–i mukaddese–i ilmiyeye dâir bazı metâlibatı (talepleri) arzetmeye müsaade dilerim."
Dilekçenin devamında, bölgede etkili bir eğitim faaliyetinin nasıl olması gerektiğine (yani, talep ettikleri maarif programına) dair detaylı ifadeler yer alıyor.
Aynı dilekçede, bu maarif talebinin hakkıyla karşılanmaması halinde ise, dehşetli gelişmelerin bizleri beklediğinden haber veriliyor.
Üstad Bediüzzaman, "maariften mahrûmiyet"in sebep olacağı sakıncalı gelişmeleri şu sözlerle zikrediyor: "Bu (maariften mahrûmiyet) ise, vahşeti, keşmekeşi, dolayısıyla Garbın şematetini (Avrupa'nın şamatasını) dâvet ediyor."
Ne kadar mânidar değil mi? Bediüzzaman Said Nursî, adeta bugünleri görüyor gibi konuşuyor.
Evet, o hamiyet ve basiret sahibi olan zât, bugünleri görür gibi konuşmuş olacak ki, o aynı dilekçenin sonlarında, muhtemel dehşetli gelişmeler karşısında şöyle feryâd ediyor: "Bu (vahşet, keşmekeş, şematet...) ise, ehl–i hamiyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta, Kürtler için müstakbelde bir darbe–i müthişe hazırlıyor gibi, ehl–i basîreti dağdâr etmiştir." (Bu dilekçe, ayrıca o günlerde çıkan Şark ve Kürdistan gazetesinde de neşredildi. Bkz: Agg, 22 Teşrinisâni, 1324; 5 Aralık 1907.)
İşte, tam yüz sene önce sarf edilen bu ifadeler, el–hak bugün dahi yaşadığımız acı manzarayı tarif ediyor: Vahşet, keşmekeşlik ve Batılıların şamatası...
"Sorun" aslında nedir?
Bakın, bugün "Kürt sorunu" şeklinde terörize edilerek sahnelenmek istenen dâvâ, gerçekte "Kürt milliyetçiliği" dâvâsı dahi değildir.
Yani "Kürtlük gurur ve şuuru" diye birşey yok onlarda. Varmış gibi gösterenlerin de, tarihî ve siyasî bir dayanağı bulunmuyor.
Tarihin levhalarına baktığımızda ise, karşımıza daha çok seyyidlik, İslâmiyet milliyeti, din kardeşliği, ümmet anlayışı gibi mukaddes değerler çıkıyor.
Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde, Kürtlerin Ermeniler kadar olsun "milliyetçi" olamayacaklarını da, onlara gerekçesiyle birlikte izah ediyor. Onların "dinî şecaat"te ileri olduğunu söylüyor. (Age, s. 99.)
Bir başka makalesinde İslâmiyetle alâkası kesilen "Kürdlük dâvâsı"nın "pek mânâsız bir iddia" olduğunu; çünkü, Kürtlerin "her şeyden önce Müslüman" olduklarını (Sebilürreşad, 4 Mart 1920) dile getiren Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca "Nutuk" isimli eserinde ise, onlara yüksek sesle hitap ederek, tıpkı ilk dilekçesindeki hakikatlerle harikulâde örtüşen vasiyet derecesinde şöyle bir nasihatte bulunuyor:
"Ey umum Ekrad!
"Gözünüzü açın, sabah geldi. Ve, müteyakkız olunuz. Sizin ihtilâf ve keşmekeşliğinizden efkâr–ı faside sahibi olanlar istifade etmesin. Bu şanlı olan ittihad–ı milleti fenâ bir hastalığa hedef etmesinler.
"Zira, o vakit millet ve İslâmiyet size dâvâcı olacaktır.
"Zaman, size sille vurmakla, o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır. Nâmusunuzu isterseniz, tokat yemeden (kendiniz) atınız." (Age, s. 24.)
Demek ki, nice zamandır "Kürt sorunu" diye ortaya atılan ve kana, şiddete, siyasete, teröre bulaştırılan dâvâ, aslında vahşet, keşmekeş, ihtilâf ve şamatadan başka birşey değil.
Bu meyanda, şunu da ifade edebiliriz ki: "Frenk illeti" diye tâbir edilen ırkçılık hastalığı, bu vatanda önce Türkçülüğü alevlendirdi; Türkçülük, bir nevi "aksülamel" olarak Kürtçülüğü doğurdu; Kürtçülük ise, vahşet ve keşmekeşi netice verdi.
Şimdi tam mânasıyla anlaşıldı ki, bunlar çıkmaz sokaktır. Hatta, sokakların ve mahallerin ateşe verilmesidir.
İşte, bu ateşlere karşı ve bu yangınlara mukabil bir nur gösterilmesi gerekiyor ki, o da Üstad Bediüzzaman'ın tâ yüz sene öncesinden başlayarak yazdığı mektup, dilekçe, makale ve eserlerde, açık bir sûrette ve tam bir vukûfiyet ve basiretlilik içinde verdiği cevaplar ve yaptığı izahlarda mevcuttur.
"Menfî siyaset" nârına karşı nûru göstermek
Menfî milliyet gibi "menfî siyaset"in de, başta dine ve dindarlara olmak üzere, bütün millete zarar verdiğine işaret eden Üstad Bediüzzaman, Sünûhât isimli eserinde, sözü Sultan Abdülhamid ve sonrasında tatbik edilen "menfî siyaset"e getirerek şunları söyler: "Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki (mütareke dönemi) menfî siyasetçilerin fetvâlarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâmın ciğerine saplamıştır." (Age, s. 67.)
Münâzarât isimli eserinde ise, "İslâmiyetin güneş gibi olduğunu, üflemekle sönmeyeceğini" ifade eden Üstad Bediüzzaman, ayrıca kendisinin her zaman ve her yerde İslâmın nurunu göstermeye çalıştığını, ancak bazılarının bunu nâr, yani ateş diye tarif ettiklerini hatırlatarak, şöyle bir temsil ile meseleyi vüzûha kavuşturuyor: "Size bir misâl daha söyleyeceğim: Şu sahrâda bir nâr (ateş) görünür. Ben derim nurdur; nâr olsa da, eski nârdan kalma zayıf, yukarı tabakasıdır. Geliniz, etrafına halka tutup temâşâ edelim. İstifaza edip, tâ tabaka-i nâriye yırtılsın, istifade eyleyelim. Eğer dediğim gibi nur ise, zaten istifade edeceğiz. Eğer onların dedikleri gibi nâr olsa, karıştırmadık ki bizi yaksın. Onlar diyorlar ki: 'Ateş sûzandır' (yakıcıdır.) Eğer, nur olursa kalb ve gözlerini kör eder. Eğer nâr dedikleri nur-u saadet (İslâmın nuru) dünyanın hangi tarafına çıkmışsa, milyonlarla insanın tulum gibi kan suyu üzerine boşaltılmış ise söndürülmemiş. Hattâ bu iki senedir mülkümüzde iki-üç defa söndürülmesine teşebbüs edildi. Fakat söndürmek isteyenler kendileri söndüler."
Bu bahis, şöyle kısacık bir suâl–cevap ile bitiyor: "Sual: Sen dedin ateş değil; şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.
"Cevap: Evet, nur, fenâlara nârdır." (Age, s. 51.)
(Devamı var)
21.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|