|
|
İnsan toplum halinde yaşayan bir varlıktır. Toplum bireylerden oluşur. Bireyin oluşturduğu en küçük birim ailedir. Dünyaya gelen ve hayata gözlerini açan bir çocuk önce ailesi ile sonra çevresi ile iletişim kurar. Aileyi oluşturan ise karşılıklı sevgi, saygı ve sorumluluk duygusudur. Bu sebeple sevgi, saygı ve sorumluluk bir arada yaşamanın ve birlik içinde belirlenen amaçlara koşmanın temel şartlarıdır.
Ailede olduğu gibi toplum içinde yaşamanın da şartları vardır. Bunlar da yine karşılıklı hak ve sorumluluklardan meydana gelir. Bu hakların başında “Hayat Hakkı” gelir. Her şey bu hayat hakkına saygıya göre şekillenir. Daha sonra yine karşılıklı sevgi, saygı ve yardımlaşma ile devam eder. Bireyin önce eğitim hakkı vardır. İlk eğitimini aileden alan çocuk, daha sonra bunu okulda devam ettirir. Eğitimin amacı da bireyin sosyal hayata uyumunu sağlamak ve toplumda ihtiyaçlarını gidereceği şekilde bir meslek ve statü kazandırmaktır.
Sosyal hayat evden sokağa çıktığımız andan itibaren başlar. Bireyin toplum ile etkileşimi, toplumun parçaları olan diğer fertlerle iletişim kurmasına bağlıdır. Sosyal hayatta ilk karşılaştığımız kişi komşudur; sonra akraba ve diğerleri gelir. Birey evinden ihtiyaçlarını gidermek amacı ile çıkar ve çıktığı andan itibaren pek çok problemlerle karşılaşır. Kişinin ihtiyaçlarının giderilmesi ve karşılaşabileceği sorunların çözümünde başarılı olabilmesi bilgi, tutum ve becerilerini geliştirerek yaşadığı toplumla uyum içerisinde olmasına bağlıdır.
“İnsan kâinatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmıştır.”1 Bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacağı için toplum içinde insanların yardımı ile hayatını devam ettirebilir. Öyle ise toplumun vazgeçilmez unsuru olan insan toplum içinde uyumu nispetinde ve hemcinsine yardımcı olduğu kadar değer kazanır ve statü elde eder. “Her insanın kalp ve mide dairesinden, ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden, vatan ve memleket dairesinden, küre-i arz ve nev'î beşer dairesinden tut ta zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde dairelerde her bir insanın bir nev'î vazifeleri bulunabilir.”2 Sosyal hayat kalp, mide, ceset ve hane dışındaki hayatın bütününü kapsar. Mahalle ve şehir, vatan ve memleket, küre-i arz ve nev-i beşer daireleri insanların sosyal hayat alanıdır.
Her ne kadar en dar daire olan kalp ve mide dairesinde en büyük ve önemli görevler bulunsa da, sosyal hayat alanındaki vazifelerin ihmal edilmesi yanlıştır. İnsanın pek çok duygu ve kabiliyetleri toplum içinde tekâmül eder. Dinin pek çok meselesi ve Allah’ın insana yüklediği pek çok görevler topluma ve sosyal hayata bakar. Bunun için sosyal hayata değer vermek dinen de gereklidir.
“İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nev'î lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet aczi ile beraber hadsiz maddî ve manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrı ile beraber hadsiz zahirî ve batınî ihtiyaçları bulunan bir bîçare mahluktur.”3 Toplum içinde yaşamaya ve sosyal hayata ihtiyacının altında bu zayıflığı ve himayeye muhtaç olması ile ihtiyacının çokluğu yatmaktadır. İnsan bu mahiyetini anladıkça daha çok sosyalleşir. Kendisini güçlü hissettiği ölçüde başkaları ile ittifaka tam olarak ihtiyaç hissetmez. Bunun için zayıfların cemiyeti güçlü, güçlülerin cemiyeti zayıftır.4
Sosyal hayatın gereklerinden birisi de uhuvvet, muhabbet ve teâvün ile bütün hissiyâtımızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir sûrette meslektaşlarımızla ve dindaşlarımızla ittifak etmektir.5
Sosyal hayatın insana en büyük kazanımlarından biri de insanın yüce himmet ve gayret sahibi olmasını sağlamasıdır. Böylece bir insan bir millet kadar değer kazanır. Bundan dolayı Bediüzzaman Hazretleri “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir”6 demektedir. Bir ferdi bir millet haline getiren insanın sosyal hayattaki fedakârâne faaliyetidir. “Milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut eder. Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir canavar olur.”7 Bu ifadeler hayatını milletin saadetine feda eden Bediüzzaman’a aittir.
İnsanın duyguları cüz’î olduğu gibi, himmeti de cüz’îdir. Ancak insanın kıymet ve mahiyeti himmeti nispetindedir. Himmetin derecesi ise, sosyal hayattaki maksat ve iştigal ettiği şey nispetindedir. Sosyal hayata hizmet eden ve “Ümmetî, Ümmetî” diyen Peygamberimiz (asm) bizim bu konudaki rehberimiz olmalıdır. Hayatını ve saadetini milletin saadetine feda eden Bediüzzaman da asrımızda bu konuda bize en güzel örnektir.
Dipnotlar:
1- Sözler, (2001-İstanbul) s. 289
2- Şuâlar, (1997-İstanbul) s. 184
3- Şuâlar, 189–190
4- Lem’alar, (2001-İstanbul) İhlâs Risâlesi, 216
5- Lem’alar, İhlâs Risâlesi, 217
6- Hutbe-i Şamiye, (1996-İstanbul) s. 64
7- Hutbe-i Şamiye, 64–65
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namaz derdini önemseyelim |
|
Kadir Bey: “30 yaşındayım, geçmiş bütün namazlarımı kaza etmek istiyorum. Bunu nasıl hesaplar ve neye göre yapabilirim? En doğrusu nasıl olabilir?”
Levent Kutlu: “Ben 30 yaşındayım ve henüz bir ay oldu namaza başlayalı, maalesef geride kalan namazlarımı nasıl bir düzen içerisinde kaza edebileceğimi henüz kavrayamadım. Bir de bu eski namazlarımı kaza ederken nafile namaz kılabilir miyim? Bir yerde okumuştum eski kaza namazı borcu olanlar, boşuna zahmet çekmiş olur diye. Bu konularda beni aydınlatırsanız çok sevinirim.”
Ömrün hangi çağında olursa olsun; mahşere, Allah’ın huzuruna gelmeden önce namaz konusunda duyarlılık kazanmayı ve vaktinde kılmadığımız namazlarla ilgili olarak rahatsız olmayı hayır alâmeti sayıyorum. Çünkü bu, tövbeye giden yolun başlangıcıdır. Allah’ın affına mazhar olmanın ön şartıdır. Rahmete ermenin ilk adımıdır. Bağışlanmanın belirtisidir.
Bu açıdan; dünyadaki pişmanlık tövbe demektir, af demektir, inşallah bağışlanma demektir. Hayra işarettir. Dünyadan geçince pişmanlık yaşamanın çaresi yok.
Otuz yaşına geldiğimizde eğer namaza yeni başlamışsak; yapacağımız ilk şey, mükellef olduğumuz yaşı tesbit etmek olmalıdır. Eğer net bir yaş tesbitimiz olmadı ise, ortalama on beş yaşı mükellef yaşımız sayabiliriz. Eğer on beş yaşı mükellef yaşımız olarak almışsak, otuz yaşında olduğumuza göre on beş yıllık namaz borcumuz var demektir. Beş vakit namazın her birinin ardından aynı vakitlerin birer vakitlik de kazalarını kılmakla,—düzenli kılarak—inşallah on beş yılda namaz borcumuzdan kurtulmamız mümkün olur. Yani borcumuzu taksitlendirerek ödememiz mümkün.
Bu süreçte nafile namaz kılabilir miyiz? Bir defa, böyle bir kaza namazı kılma sürecinde de olsa, nafile namaz kılan birisi için “Boşuna zahmet çekmiş olursun” gibi bir söylemi kabul etmiyoruz. Bu yaklaşım dinde yoktur. Zira Allah için yapılan hiçbir amel boşuna değildir.
Şu söylenebilir: Bu gayretini kaza namazı kılmakta kullan. Önceliği kazalarına ver. Kazalarını bitirmeye çalış. Böylece–nafile kılmaya oranla—daha fazla sevap alırsın.
Nitekim İmam-ı Şafi’ye göre bu kişi, nafile (sünnet namaz) kılmayıp, gayretini kazalarını bir an önce bitirmeye sarf etmelidir. Kazalarını bitirince nafile (sünnet namaz) kılar. Hanefi mezhebine göre böyle bir kimsenin sünnet kılmasında sakınca yoktur. Fakat sünnet namaz yerinde kaza namazı kılarsa hem sünnet kılmış olur, hem o vaktin kaza namazını kılmış olur.
Bu meseleyi kör düğüşü haline getirmek doğru değildir. Esas olan namaz kılmaktır. Gerisi teferruattır. Teferruâtı şöyle birleştirebiliriz: On beş yıllık kazası olan bir kişi, sünnetlerin yerinde kaza namazı kılacaksa, eğer durumu müsat ise birer vakit de artı kaza namazı kılmakla her vakitte iki vaktin kazasını kılar. (Böylece kaza ödeme süresini yarıya indirir.) Meselâ sabah namazını altı rekât olarak kılar: İki artı iki olmak üzere dört rekâtı kaza namazı niyetiyle, son iki rekâtı da vaktin farzı niyetiyle kılar. Öğle namazını dört artı dört artı dört, toplam on iki rekât farz olarak kılar. İlk dördü kaza namazı niyetiyle, ikinci dördü vaktin farzı niyetiyle, son dördü de kaza namazı niyetiyle kılar. İkindi namazını da aynı şekilde dört artı dört artı dört olarak kılar. Akşam namazını üç artı üç artı üç olarak kılar. Bu üçlerden ilkini vaktin farzı niyetiyle, diğer ikisini de son geçmiş akşam namazının kazası niyetiyle kılar.
Yatsı namazında dört rekât farz var. Üç rekât da salât-ı vitir var ki bu vaciptir. Salât-ı vitrin de kazasını kılmak gerekiyor. Bu durumda yatsı namazına ilâveten yoğun kaza namazı kılacak kişi önce dört artı dört artı dört olmak üzere, ilk dördü kaza, ikinci dördü vaktin farzı, son dördü de kaza niyetiyle on iki rekât farz kılar. Bu durumda yatsıyı cemaatle kılmaktan da uzak kalmamış olur. Yani cemaat sünnet kılarken, bu kişi kaza namazını kılar. Ardından da üç artı üç artı üç olmak üzere salât-ı vitirleri kılar. Bu üçlerden birini vaktin vitir namazı, diğer ikisini de vaktinde kılmamış olduğu son vitir namazının kazası niyetiyle kılar.
Böyle bir namaz programıyla on beş yıllık namaz borcu olan bir kişi, yedi buçuk yılda namaz borçlarından inşallah kurtulur. Daha sonra sünnetleriyle, nafileleriyle birlikte namazlarını dilediğince kılar.
Bu süreci eğer ölüm keserse, makbul ve sadık kaldığı niyeti sebebiyle, inşallah bağışlanmış olarak ruhunu teslim etmiş olur. Ölüm kesmeyip kazasını bitirebilirse de baş göz üstüne.
Fakat her iki halde de, bu tasayı çekmeye değer. Çünkü müjde çok büyük: Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Allah kullarına beş vakit namazı farz kılmıştır. Kim bunları hafife almadan ve kasten hiçbir vakit terk etmeden hakkıyla kılarsa, Allah’ın onu Cennet’e alacağına dair sözü vardır.”1
Cennette buluşmak ümidiyle…
Dipnotlar:
1- Nesâî, Namaz, 6
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Muhtaç olduğumuz gerçek |
|
Dürüstlüğün büyüklüğü, ağırlığı kadar daha ağır birşey yoktur. Herkesi dize getirir.
Değerli dostumuz Mevlüt Bey anlatıyor: “Sahamızda Türkiye’de birkaç şirketten biriyiz. Falan falan şirketler teminat senedi istedikleri halde bizden istemez, isteme ihtiyacı hissetmezler.
“Bir zaman bir Yahudiden mal alıyoruz. Alış fiyatlarını merkez bankası döviz kuruna göre ayarladık ve aramızda iki nüshalık bir sözleşme yaptık, karşılığını Türk parası olarak ödüyorduk. Gün geldi dövizde dalgalanmalar oldu. Piyasa ile merkez bankası arasında büyük farklar oluşunca Yahudi şirket temsilcisi ‘Piyasayı esas alalım’ dedi. Çünkü piyasa daha yüksekti. Yeni bir antlaşma yapma zorunda kaldık. Ah iş bununla bitse gün geldi yine temsilci menfaatlerine uygun şekilde yeni bir sözleşmeye zorladı bize. Arka arkaya tam üç kere sözleşme yapmıştık. Bu durum dokundu bize. Hemen mal alımını kestik. Durumu öğrenen patronları birgün işyerimize geldi. Niye mal alımını kestiğimizi sordu. Biz de, ‘Üç farklı sözleşme yaptınız’ dedik. “‘Bu durumda artık sizinle alış veriş yapamayız’ deyince, afallayan patron ‘Ne sözleşmesi! Benim hiçbir şeyden haberim yok’ dedi. Ben de getirdim karşılıklı imzalı üç farklı sözleşmeyi gösterdim ve ‘Bir nüshası da sizde bulunmalı’ dedim. Haberi olmadığını söyledi, özür diledi ve şu enteresan cümleyi söyleme ihtiyacını hissetti: ‘Mevlut bey! Sizden ders aldım.’”
Geçmişte biz hep ders verirdik. Mevlut Bey, “Bir Cuma günü baktım tam namaza beş-on dakika kala tahsilat için yine o şirket elemanı gelmesin mi? Oysa Cumaya gideceğiz. Ben dedim ki ‘Bundan böyle ödemelerimizi Cumartesi günü yapacağız.’ Adamın rengi kaçtı. Çünkü Cumartesi günleri kepenklerini kapatır, tatil yaparlardı. Peki, niye bizim Cumamıza bu saygısızlık? Tam namaz vakti damlamasının anlamı neydi? Cuma hariç istediği herhangi bir gün tahsilat yapabileceğini söyledik de rahatladı.”
İşte ticaret bu! Adam kendi dinî inançlarına göre kepenğini kapatabiliyor. Sen kapatamasan da Cuma vaktini ibadetine ayıramaz, Cumadan bir saat, yarım saat öncesinde Cumaya gidemez misin? Kendini kabul ettirdiğinde bunlar mesele olmaktan çıkıyor şüphesiz.
Demek bütün mesele dinin emirlerini aksatmadan ticaret yapabilmek. İşte sana büyük bir ibadet! Bir adama yüz kere dürüstlük dersi vermektense bir defa göster, ondan çok daha etkili. Lisan-ı hal lisan-ı kalden daha tesirli değil mi? Hem hadis-i şerifin müjdesiyle, “Dürüst tüccar peygamberlerle birlikte haşrolunacak.” Sonra beş vakit namazını kılan insanın dürüstçe yaptığı ticaret de ibadettir.
İşte dünya işlerini ibadete çevirmenin güzel bir yolu.
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nur ve ateş arasında yüz yıl (5) |
|
Medresetüzzehrâ'nın meyvesi
Şark memleketlerinde yaşayanların "medrese" ismine daha sıcak bakmaları hasebiyle, Üstad Bediüzzaman da maarifi, yani eğitim ve öğretimi bölge genelinde bu isimle yaymak ve yaygınlaştırmak istiyor.
Ayrıca, bu tarz bir eğitim–öğretim projesinin, çok güzel ve faydalı meyveler vereceğini tekrar be–tekrar dile getiriyor. İşte, bu noktada yaptığı tahşidâttan sadece Münâzarât'ta zikrolunan iki–üç paragraflık bir özet bilgi:
1) "Şu medrese, neşredeceği semeratla, tâmim edeceği (yayacağı) ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl (akıllar) yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb (kalpler) yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zâviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke..."
2) "Sual: Bunun semeratı (meyvesi) nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?
"Cevap: İcmâli: Kürt ve Türk ulemâsının istikbâlini temin. Ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrûtiyetin ve hürriyetin mehasinini (güzelliklerini) göstermek ve ondan istifade ettirmektir."
3) "Şu Medresetüzzehrâ’ya dair mebâhisi (konuyu), Hürriyetin üçüncü senesinde (1910) nutuk suretiyle Bitlis’te, Van’da, Diyarbakır’da, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: 'Hakikattir, hem mümkündür.' Demek diyebilirim ki, ben bu meselede onların tercümanıyım." (Age, s 130–131)
Savaş yangınları başlıyor
Devir, 10 yıllık II. Meşrûtiyet devri. Yani, 1908–1918 yılları.
Bediüzzaman Said Nursî, millet ve memleketin mukadderatıyla ilgili olarak hummalı bir gayret ve faaliyet içindedir. Geceli gündüzlü hiç durmaksızın çalışıyor.
İstanbul'da iki–üç sene gördüğü ezâ ve cefâdan sonra ayrılıyor, Şark'a gidiyor. Aşiretleri dolaşıyor. Oradan Şâm–ı Şerif'e doğru yol alıyor.
Gittiği her yerde, tıpkı İstanbul'da yaptığı gibi yine hürriyeti, meşrûtiyeti anlatıyor, uhuvvetin, ittihadın, maarifin ehemmiyetini ders veriyor.
Bir yandan nesilleri cehâletten, dahilî husûmetten ve fikrî kargaşadan muhafaza etmek için eğitim–öğretim projelerini geliştiriyor, bir yandan da İslâm milletinin mâruz kaldığı çeşit çeşit sosyal ve ahlâkî hastalıkların tedâvisi için reçeteler yazmakla meşgul oluyor.
Münâzarât, Muhakemât, Hutbe–i Şâmiye isimli eserler, bu olağanüstü gayretin ilk meyvelerini teşkil ediyor.
Tam da sıra bir büyük projeye, yani Kur'ân'ın î'câzını gösterecek harikulâde bir tefsir (İşarâtü'l–İ'caz) yazmaya gelmişti ki, Osmanlı ülkesinde yakıcı alevler yükselmeye başladı.
Önce, İtalyanlarla Libya ve Ege'de (12 Ada) savaş, hemen ardından Birinci–İkinci Balkan Harpleri (1912–13 ve henüz bu yıkımların tamiri yapılamadan Osmanlı'yı dört bir yandan saran Birinci Dünya Harbinin yangınları başladı.
Said Nursî, İşarâtü'l–İ'caz nâm tefsirini harp cephesinde, şehitler arasında ikmâl eder.
Bu esnada acze düşen İttihat–Terakki hükümeti ise, dahilde rakip siyasîleri bastırıp sindirmeye, hariçte ise vargücüyle savaşmaya gayret ediyor.
Tehcir Kànunuyla, Türkiye'nin başını bugün de ağrıtmaya devam eden "Ermeni meselesi"nin başlangıcı da yine bu tarihe (Mayıs 1915) dayanıyor.
Destanlaşan hizmetler
Bediüzzaman Said Nursî ise, o ölüm kusan savaş şartlarında, destansı üç muazzam hizmete imza atıyor.
Birincisi: Vatan ve millet müdafaası yolunda, Gönüllü Alay Kumandanı sıfatıyla, talebeleri ve emrindeki milis kuvvetiyle birlikte canla, başla düşmana karşı mücadele veriyor: Bu bir millî kahramanlıktır.
İkincisi: Şartların bir mektup yazmaya dahi elverişli olmadığı o kıyâmetler içinde bile, ilmî eser telif ederek istikbâldeki neslin imânını, saadetini düşünüyor: Bu bir ilmî kahramanlıktır.
Üçüncüsü: Savaştığı cephede esir düşen Ermenilerin kadınlarını, çocuklarını ve diğer mâsumlarını koruma altına alıyor ve yine koruma altında onları götürüp Rus tarafındaki ailelerine teslim ettiriyor: Bu da bir insanî kahramanlıktır. (Aynı zamanda "soykırım" iddiasını da temelinden çürüten bir davranıştır. Bizim devletlûlerin kulakları çınlasın.)
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın, sadece yaşadığı zamanla sınırlı tutulamayan, geleceğe, hatta günümüze ve geleceğe dahi ışık tutan takdire şâyân hizmet ve faaliyetlerinden sadece birkaçı...
Kısmetse, diğer bir kısmını da yazmaya devam etmek arzusundayız.
(Devam edecek)
GÜNÜN TARİHİ 23 Şubat 1945
Türkiye'den savaşa katılma kararı (I)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nihayet İkinci Dünya Savaşındaki yerini aldı. Buna göre Türkiye, ABD–Rusya–İngiltere blokunun yanında ve Almanya–Japonya blokunun karşısında olmak üzere savaşa katılma kararını resmen almış oldu.
Evet, Türkiye savaşa katılma kararı aldı; ancak, savaşa bilfiil iştirak etmedi. Sebebi de şudur: O tarihte Türkiye'nin savaşacak gücü yoktu. Ne silâh ve mühimmat, ne de ekonomik olarak, yeni bir dünya savaşının yükü altına girecek durumda değildi. Bu yüzden, uzun müddet tarafsız kaldı.
Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'nin (müttefiklerin) baskıları artınca, Türkiye de tarafsızlığını bozmaya meyletti.
Ayrıca—Almanya ve Japonya'nın aleyhinde olmak üzere—savaşın seyri de belli olmaya başlamıştı. Türkiye, siyaseten müttefiklere yanaştı.
Buna rağmen Türkiye, silâh desteği olmadan savaşa katılamayacağını ilgili hükümetlere bildirdi.
Savaşın beşinci yılı, yani 1944 yılına gelindiğinde, Türkiye'ye silâh yardımı yapılacağına dair sözler sarf edilmeye başlandı.
Uzun süre işi ağırdan alan Türkiye, sonunda kesin bir tavır aldı ve önce Almanya ile ve hemen ardından da Japonya ile bütün diplomatik ve ekonomik münasebetlerini kesmeye karar verdi. Ocak 1945.
Yarın: Sıcak gelişmeler
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Rûh ve hayat delilleri |
|
Değil üniversite okumayan, okuma-yazma bilmeyen birisi bile bilir: Madde, kendiliğinden harekete geçmez; mutlaka bir tahrik edeni vardır. Biraz ilim sahibi olan insan, maddenin öz, temel, esas, sabit, istikrarlı, devamlı olmadığını; dolayısıyla mükemmelliklerin ondan beklenemeyeceğini anlar.
Şu kesin ki, madde yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müsait bir kabuk, köpük ve bir sûret olduğundan, onu ayakta tutan ruhtur.
Atomda, hücrede, hayat yoktur, duygu yoktur. Ölü bir hayvanda da hayat yoktur. Ne var ki, hayvan leşlerinden, cesedinden kurtçuklar, yâni hayat fışkırıyor. Maddede, yiyeceklerde akıl, şuûr, his ve duygu yoktur. İnsan bir yönüyle maddedir ve gıdaî maddelerle beslenmektedir. Gıgdaların hayat kaynağı olması bize şu soruyu sordurur: Öyle ise bu ruh, canlılık, şuûr ve akıl nereden geliyor?
Gözle görülüp elle tutulamayan ruhumuzun mahiyetini bilmezsek de, duyu ve duygu gibi âletlerle ve bedenimizin psiko-fizyolojik fonksiyon belirtilerinden hareketle özelliklerini ve varlığını kesin olarak biliyoruz.
Maddenin en küçük yapı taşı atom ve onun daha küçüğü elektron... Onun da küçüğü, yani boyu, 10-3 cm, yani 1 cm’nin milyarda birinin on binde biri. Fiziğe göre bundan daha küçük bir mesafe imkânsız. Ancak, mesafeleri daha da küçültüp, meselâ 10-13 ve bundan daha küçüğünün yokluğunu da hiçbir fizikçi iddiâ edemiyor. Buna göre, sıfır mesafeyle 10-13 cm arasında “Hilbert” ismiyle anılan ve maddenin sığmadığı bir boşluk var.
Maddenin sığmadığı, teleskop ve ondan da hassas cihazların görmediği bu küçük mesafe, fizik olarak değil, matematik olarak vardır. İşte bu mekân madde ötesi gayb âlemi olarak düşünülebilir. Ve burada da sayısız ruh çeşitleri yaratılmıştır.
İnsanların, meleklerin, cinlerin, şeytanların ve hayvanların dirilik kaynağı olan ruh, hayatın temeli ve sebebidir. Maddesiz cevher, manevî varlık, iradî ve gayr-ı iradî hareketlerin ve idrakin çıkış yeridir. Maddeyi şekillendirdiği halde, maddî mekânda yer işgal etmeyen, parçalanmayan, soyut bir varlık tanımı da vardır. Bedeni idare etmesi için ona özel, ayrı bir varlık olarak verilmiştir ruh. Allah’ın Hay (hayat) ismine şuurlu bir ayna, lâtif bir cevher yapılmıştır.1 Şayet kâninatta cereyan kanunlara, Ezelî Kudret haricî (müstakil, sınırları belli) bir vücut giydirseydi, bu ruh olurdu. Eğer ruhun şuuru başından indirilse, yine ölmez bir kanun olurdu.2
Mahiyetini tam olarak bilemediğimiz ama varlığı hemen hepimizce kesin olan rûhumuzun ve ona ait fonksiyonların, bedenimize hâkim olması ancak, sonsuz bir kudretten emir almakla mümkün olabilir. Dolayısıyla ruhumuz, Cenâb-ı Hakk’ı bildiren delillerdendir. Onu veren, Hayy-ı Kayyum olan Allah’tır.
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 141.; 2- Mektubat, s. 454.
23.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Etimesgut'ta sevgi |
|
Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna sonsuz hizmet var. Yine Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna solmayan, yıpranmayan, vefakâr hizmet erbapları ve gönül insanları var. Şartlar ne olursa olsun, ahvâl nerelere giderse gitsin, kalpten kopup gelen sevginin ve sevdanın önünde hiçbir şey durmuyor ve durduramıyorlar. Küçük yaşlarımdan beri şahit olduğum ve içinde yaşadığım bu muazzez Nur ve Kur’ân hizmetinin önüne ve cengâver hâdimlerine ne takozlar konuldu, fakat bütün o barikatlar kalktı ve kalkmaya mahkûm oldu. Özellikle sevgiyle yürüyen ve herkesi kucaklayan insan ve insanların yardımcısı Hz. Allah’tır. Dâvâ onun, sevgi onun.
Türkiye bu yaşayan ecdat torunların dışında, aziz vatan toprağında medfun sayısız manevî sultanlarla dopdolu. Bunlardan bir tanesi Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî. 1948’de istiklâliyetine kavuşan Pakistan’ın iki büyük liderinden birisi güçlü şair merhum Muhammed İkbal, Pakistan havayolu ile İngiltere’ye giderken, uçakta hostese sorar: “Şimdi nerelerdeyiz?” Cevaben: “Türkiye’nin tam üstündeyiz” Anında Muhammed İkbal oturduğu koltuktan ayağa fırlar. Hostes sorar: “Hayırdır efendim?” Cevap bugünlere kadar geliyor: “Evlâdım, şu anda aşıklar sultanı Hz. Mevlânâ’nın medfun bulunduğu topraklardan geçiyoruz, hürmeten ayağa kalkmam lâzım” der.
Dünya çapındaki böyle bir gönül sultanı için BM kültür ve eğitim ünitesi olan UNESCO, Hz. Mevlânâ’nın vefatını bundan 34 yıl önce 700’ ncü senesinde “Mevlânâ ve barış” başlığıyla andı. Bu sene ise Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800’ncü senesi. Bu itibarla, yine aynı kurum “Mevlânâ ve sevgi yılı” olarak tekrar dünyaca anıyor. İşte bu babda Ankara-Etimesgut Yeni Asya gazetesi temsilciliği tarafından “Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a sevgi” başlığı altında Etimesgut-Belediyesi Konferans Salonunda geçtiğimiz Pazar günü bir program vardı. Benim de aynı başlıkta bir konferans vermemi istediler. Dâvete icabet edip, gerekeni deruhte etmeye çalıştık.
Uzun yıllardır Hz. Mevlânâ programlarının her safhasında rıza-i Bârî için görevler ifa ettim, sayısız muhterem zevatla tanıştım, konuşmalar, sohbetler yaptım, eserlerini okumanın dışında, sempozyum, seminer ve konferanslarına katıldım. Kim nereden başlasa ve eserinin hangi ucundan tutsa, kaynağında sevgi, iman ve muhabbet var. İnsanlık âleminin yaşamaya mecbur olduğu hakikat. Ayrıca uluslar arası ilişkiler de, halkla ilişkiler de dünyanın akıbeti için buna muhtaç. En dar daireden en geniş daireye kadar...
Hz. Mevlânâ 7 asır önce Divan-ı Kebir eserinin bir rubâisinde diyor ki: “Canında bir can var, o canı ara. Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara. Ey yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara. Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.” Çağımızın Mevlânâ’sı kabul edilen Hz. Bediüzzaman ise 1900’lerin başında 24. Söz’de “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en cami’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir” der.
Her iki gönül sultanının, bu iki cümle ve tesbitinin içinde hem şeriat, hem tasavvuf, hem de hakikat vardır. İnsan bünyesine baktığı gibi, sosyal ve içtimâî bünyemize de bakmaktadır. Bunun geniş ve müdellel izah ve ispatlarını, Türkiye ve dünyadaki gelişmeleri kıyas yaparak göstermeye çalıştık. Ayrıca biz, birbirimizi kucaklarken, onlar çağ ve çağları nasıl kucakladıklarını, kendilerinden örnekler ve vecizelerle sundum.
Konferanslarıma vesile olan ve beni bir çok kesimlere muhatap kılan, vefakâr, cefakâr can dostlarıma ve Ankara’da beni hiç yalnız bırakmayan hukukçu kardeşim Ömer Peker ve açış konuşması yapan organizatör-eğitimci Sn. Dursun Sivri ve İbrahim İriboz kardeşlerim başta olmak üzere emeği geçen herkese ve ayrıca konferansımıza iştirak eden DYP Genel Bşk. Yardımcısı ve Ankara eski Valisi Sn. Saffet Arıkan Bedük ve Antakya DYP eski milletvekili Nureddin Tokdemir Beye ve diğer bürokrat arkadaşlara binler tebrikler, binler şükranlar.
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Zimmîlik statüsüne yeni bakış |
|
İhvan-ı Müslimin birçok alanda savunma durumunda. Bu da kendisini gözden geçirmesine ve bazen de geri adım atmasına neden oluyor. Elbette her zaman ileri adım atma iyi olmadığı gibi geri adım atma da kötü sayılamaz. Bazen mânâ doğrultusunda kalıpları gözden geçirmekte fayda var. Kemikleşme genellikle mânânın buharlaşmasıyla sonuç bulur. İhvan’ın gözden geçirdiği meselelerden birisi de Hazreti İsa ile ilgili hadislerde ifade edildiği gibi ‘vad’ul cizye’ meselesidir. Yani cizyenin kaldırılması hadisesidir. Zimmet hukuku yerine vatandaşlık hukukunun ikamesidir. Çünkü cizye hukuku aslında mütekabiliyetin bir neticesidir. Dünya mütekabiliyet sistemini aşarsa ve tek standartlı bir sistemi benimserse Müslümanlar ikili sistemde ısrar mı edecekler?
Bu hususta, yapmış oldukları gözden geçirmeleri ve fikrî muhasebenin muhassalasını El Mecelle dergisine aktaran İhvan-ı Müslimin’in Mürşid Vekili Dr. Seyyid Muhammed Habib’in bu yöndeki bazı görüşleri: “Artık devletin dinî azınlıklara vermiş olduğu vatandaşlık hakkı, zimmî hukuku veya cizye hukukunun yerine geçmiş bulunuyor. Artık cizye meselesi tarihî bir düzenleme olarak (en nesek el tarihi) kalmıştır. Yeni düzenlemeler geçerlidir. Bu anlamda Müslümanlarla gayri müslimler arasında malî düzenlemede eşitlik geçerlidir. Zekâta belki dinî bir ibadet olarak bakılabileceği gibi aynı zamanda malî bir hak ve toplumun bütün fertleri için sosyal bir güvence olarak da bakılabilir. Bu anlamda Müslümanlarla gayri müslimler yine eşit kriterlere sahiptirler. Ve görevlendirmede de ehliyet kriterleri geçerlidir. Bu anlamda, mezhebine ve meşrebine bakılmaksızın kim ehil ise o göreve atanır (El Mecelle: 17 Şubat 2007)...”
Gerçekten de Hazreti Ömer Yahudi bir ihtiyara beytülmalden maaş bağlamıştır. Devletin dininin İslâm olduğunu vurgulayan İhvan bu anlamda devlet başkanının Müslüman olması gerektiğini, onun dışında, bakanlar veya daha alt kadrolarda karma uygulamada bir beis olmadığını öngörmektedirler. Bu, geleneksel olarak Maverdi gibi Ahkâm-ı Sultaniye fıkhı yazarlarının görüşlerine de uygunluk arz eder.
***
Bu zimmîlik meselesinin İhvan-ı Müslimin’i çok rahatsız etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Son sıralarda bütün yazarları bu konu üzerine yoğunlaşmış durumda. El Müctema dergisinin düzenli yazarlarından olan Tevfik Vai de (Ricalu’t tağyir ve’l beramic el müftera aleyh/20/2/2007 el Müctema) başlıklı yazısını bu konuya hasretmiş ve şunları söylüyor: “Müslüman Kardeşler bugün, devletin vermiş olduğu vatandaşlık ve uyrukluk hakkının ehli zimmet statüsünün yerine geçtiğini kabul etmektedir. Buna göre vatandaşlık haklarda ve görevlerde eşitliği getirmektedir. Aile hukuku meselesinde ise her kesim kendi dini hukukuna tabidir. Bu anlamda İhvan, toplumun ehil ve üstün yetenek ve kadrolardan mahrum kalmaması için gayri Müslimlerin devlet başkanlığı hariç bütün görevlere getirebileceğini kabul etmektedir. Buna bakanlıklar müsteşarlıklar ve müdürlükler de dahildir.
Müslüman Kardeşler’in İslâm âlemindeki gayri Müslimlerin statüsüyle ilgili tavrı bellidir. Bunda herhangi bir bulanıklık yoktur. Onlar Müslümanlarla vatanda ve vatandaşlıkta ortaktırlar. Millî mücadelede de kardeşimizdirler. Maddî-manevi bütün vatandaşlık haklarına istisnasız haizdirler. Onlara karşı iyilik ve hayırda yardımlaşma İslami farizedir ve Müslümanlar bu görevi hafife alamazlar. Dinde zorlama yoktur. İnanç hürriyeti garanti altında olduğu gibi düşünce hürriyetleri de tekeffül edilmiştir. Onlardan, İslam hukukuna göre davranmaları beklenemez. Kendi hukuklarına göre muameleye tabidirler. Evliliklerini kendi cemaat kurallarına göre düzenlerler. Kendi miras hukuklarına tabidirler. Yeme ve içmede Müslümanlara olan yasaklara da tabi değildirler. İçki veya domuz eti gibi hususlarda kendi kurallarına göre yaşarlar...”
Müslümanlar ehl-i zimmet hukukundan feragat ediyorlar, ama laik devletin geliştirdiği laik zimmet hukuku hâlâ geçerli. Bu anlamda Türkiye’deki uygulamanın aşılmasını isteyen dinî azınlık temsilcileri Aksiyon dergisine göre normal vatandaşlık istiyorlar. Bazen teoride, bazen de uygulamada aksaklıklar olabiliyor. Elbette bu sadece Türkiye’ye mahsus değil. Yunanistan’dan ABD’ye kadar Hıristiyan ülkelerin tamamına yakınında bazen teoride bazen de uygulamada vatandaşlık kısıtlamaları var. Özellikle de Müslümanlara karşı bu kısıtlamalar çifte standart olarak nitelendiriliyor.
***
İhvan’ın bu hususta görüşleri anlaşılmış bulunuyor. Ama yine de yaşadıkları ülkelerde dinî parti olma istekleri yönetimlerle aralarında sürtüşme nedeni oluyor. En son Mısır Başbakanı Ahmet Nazif: “Dini temelde kurulacak partilerin yasaklanması vazgeçilemez bir prensiptir’ diyor. Buna mukabil, Muhammed Habib bunu savunuyor. Burada da bir sağırlar diyalogu mevzubahis. İhvan’ın da hükümetin de haklı olduğu noktalar var. İhvan, kuralların dine ve anayasaya uygun olması gerektiğini savunuyor. Bunu savunurken dini partileri de bunun siyasi aracı olarak görüyor. Buna mukabil, Mısır hükümeti de diğer hükümetler gibi İslam’ın umumi bir değer olduğunu özelleştirme kabul etmeyeceğini ve dini partilere izin verilmesi halinde bunun istismara ve haksız rekabete yol açabileceğini öngörmektedir. Bu anlamda, İhvan dini parti meselesini aşmalıdır. Belki sadece manevî hizmetlerle sınırlı bir alanda faaliyet göstermeli, parti değil örgüt değil, sadece cemaat olmalı. Cemaat da kimlik cemaatı değil hakikat cemaati olmalıdır.
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dünyamız nurlansın |
|
Genelde dünya, özelde Türkiye ciddî sıkıntılar içerisinde adeta yuvarlanıyor. ‘Sıkıntı’ denilince akla ‘maddî’ sıkıntılar gelmesin. Tabiî ki, açlık ve sefalet başta olmak üzere pek çok sıkıntı ile insanlık âlemi muzdarip, ancak asıl sıkıntı manevî âlemde, ruhlarda yaşanan sıkıntılardır. Maddî sıkıntıların çaresini bulmak kolay iken, manevî yaraları tedavi etmek çok daha zahmetli ve zordur.
İnsanlığın çektiği sıkıntılara şahit olan İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmed Akif; hem temenni, hem de duâ niyetiyle şöyle demiş: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine sunmalıyız Kur’ân’ı.”
Merhum Akif’in duâsı, Risâle-i Nur’un neşriyle kabul olmuş diyebiliriz. Çünkü Risâle-i Nur, dost ve düşmanın da tasdikıyle, insanların imanını tehlikeye atan bütün sorulara ‘ikna edici’ cevaplar vermiştir.
Risâle-i Nur Külliyatının neşri, kolay olmamıştır elbette. ‘İfsat komiteleri’ bu nurların neşrini engellemek için her türlü yola başvurmuşlar, ancak bütün imkânsızlığa rağmen, ‘iman,’ tekniğe meydan okumuştur. Belki de dünya tarihinde örneği olmayan bir şekilde, Risale-i Nur eserleri 600 bin (altıyüzbin) adet elle çoğaltılmıştır.
Çok gerilerde kalan bu sıkıntılardan sonra şükürler olsun ki artık Risale-i Nur eserleri her türlü teknik imkânlar kullanılarak çoğaltılabiliyor ve dünya dillerine de tercümeleri yapılıyor. Artık Risale-i Nur’a ulaşma noktasında bir sıkıntı yok, ancak ‘anlama’ konusunda aynı şeyi söylemek zor. Oysa, Risale-i Nur’u doğru anlamaya her zamankinden daha fazla muhtacız.
İşte Yeni Asya Neşriyat, Risâle-i Nur’un daha iyi anlaşılmasına hizmet edecek bir gayret ortaya koydu ve Risâle-i Nur Külliyatını yeni bir tanzim ile okuyuculara ulaştırdı. Böylece, yıllar süren gayretler meyvesini vermiş oldu. Yeni tanzimle hizmete sunulan eserlerin tabiî ki ‘ana metni’nde bir değişiklik yok. Yapılan, sadece ‘teknik’ düzenlemeler ve bu da Risale-i Nur’un anlaşılmasına hizmet edecek. Yeni tanzimle yayınlanan eserlerdeki en bariz fark, sayfada geçen kelimelerin anlamlarının aynı sayfada yer alması. Bu şekilde, ‘bilinmeyen kelimeler’i bulmak daha kolay oluyor.
Hazırlanan Risâle-i Nur Külliyatının tanıtımı için önceki akşam İstanbul Akgün Otel’de bir toplantı düzenlendi. Toplantıda da ifade edildiği üzere, bu çalışma Risâle-i Nur’un ‘şerh, tanzim ve izahı’ anlamında bir çalışma. Toplantı için hazırlanan sinevizyona konuşan Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey ve Mehmet Nuri Güleç (Fırıncı Ağabey) Risâle-i Nur’un mevcut ‘dinî eserler’den farklarını çok veciz bir şekilde anlattı. Fırıncı Ağabeyin, Risâle-i Nur’un ‘dil’inin sade oluşunu anlatırken verdiği örnek de dikkat çekiciydi. Buna göre, Risale-i Nur’un telif edildiği dönemde yazılan resmî yazışmalara bakılırsa, bunları anlamak neredeyse imkânsızken Risale-i Nur’u anlamak çok daha kolay. Aynı şekilde, açıklama yapan gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular ve edebiyatçı yazar İslâm Yaşar’ın tesbitleri de dikkat çekiciydi.
“Risâle-i Nur’u anlamakta sıkıntı çekiyorum” diyenlerin bahanesi azaldı. Külliyatı bu şekilde hazırlayıp fikir dünyamıza sunma konusunda emeği geçen herkese teşekkürler. Okuyalım ve dünyamız nurlansın...
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Danışmanların Çankaya totosu |
|
Başbakanlık danışmanları bahis tutuşmuş. Kimi bir takım elbiseye, kimi gömlek, kravatına.
Milletvekilleri arasında da bahse girenler var. Bakanlar Kurulunda var mı orasını bilmiyorum.
Bahis konusu, Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
Başbakanlık danışmanları dahi, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda tereddütlüler. Hatta birbirleriyle takım elbisesine bahse girecek kadar iki zıt kutupta yer alıyorlar.
Bence bu konuda tereddüde mahal bir durum yok, ama burada benim ne düşündüğüm değil, nelerin konuşulduğu önemli.
Erdoğan Köşk’e çıkmayacak diyenlere göre Köşk’e Abdullah Gül çıkacak.
Daha önceden Vecdi Gönül ismini hatta bir adım daha ileri gidip, başı açık bir bayan olduğu için Nimet Çubukçu’yu duymuştuk, ama Gül ismi pek telâffuz edilmemişti.
Gül’ün yanı sıra ikinci sırada Vecdi Gönül’ü, üçüncü ihtimal olarak da Mehmet Ali Şahin’i işâret ediyorlar. Üçünün en önemli özelliği de devlet ve siyaset geleneklerinde uyumlu görüntü çizmeleri.
Bu düşüncede olanlar Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasını istemeyenler.
Peki AKP’nin için de hatta yakın danışman çevresinde Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyen var mı?
Danışman, bakan, genel başkan yardımcısı, milletvekili olarak kaderini Erdoğan’a bağlayan birçok isim var. Bunlar yakın çevreden olanlar. Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasıyla birlikte pozisyonlarını kaybedebileceklerini hesaplıyorlar.
İnsanî bir duygu. Hem insanlar siyaset de kara kaşı, kara gözü için bulunmuyor. Milletvekili gelecek dönem seçilmek için listede iyi bir yer için mücadele eder, bakan koltuğunu, danışman pozisyonunu, genel başkan yardımcısı görevini korumayı ister.
Turgut Özal cumhurbaşkanı seçildiğinde Yıldırım Akbulut onun bıraktığı kadrolarla çalıştı, ama ANAP’ın korosu bir türlü akort tutmamıştı. Sonra Mesut Yılmaz’la birlikte Özal’ın zihniyeti ve kadroları hem partiden, hem kabineden uzaklaştırılmıştı. Öyle ki, gün geldi Özal’a yakın isimler ANAP’ı terk edip Yeni Parti’yi kurdular. Vefat etmese Özal Çankaya’dan inip partinin başına geçecekti.
Benzer süreci DYP yaşadı. Tansu Çiller’le birlikte partide kadroların bir arada tutulması başarılamadı. DYP’yi kurup, 12 Eylül’e ve Özal’a karşı yaşatıp iktidara taşıyan kadrolar kendi yuvalarını terk etti, Çiller’le birlikte partinin yönetiminde yer alanlar ise bunları partide tutmayı başaramadı. DTP gibi prematüre bir doğum gerçekleşti.
Bunlar siyaset de önemli med-cezir olayları. Açtığı yaraların kolay kapanmadığı siyasî gelişmeler.
Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasıyla birlikte AKP’nin de benzer süreçleri yaşayacağı kaygısında olanlar var. AKP’nin bir ANAP ya da DYP olmadığı, Abdullah Gül isminin bir sigorta işlevi göreceğini savunanlar var, ama yine de bu kaygılar geçerli.
Peki AKP içinde, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkacağı görüşünde olanlar neyi düşünüyor.
TBMM Başkanı Bülent Arınç çok önemli bir güç. Arınç, Erdoğan’ın aday olacağını düşünüyor. Eğer aday olmaz da birini işâret ederse, işte o zaman Arınç aday.
Bir başka şey daha dillendiriliyor. O da Gül Başbakan-Arınç Genel Başkan formülü. Erdoğan 3 Kasım seçimlerine giremeyince, Gül Başbakan-Erdoğan genel başkan formülü uygulanmıştı, ama o, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesine bakarak karar vereceğini” çok önceden ilân eden YSK Başkanı Tufan Algan ve kurulun verdiği çarpık kararın getirdiği, fiili bir durumdu. Çok da uzun sürmedi.
Bu arada parti içinde üç değilse de dört numaradaki bir ismin yakın çevresiyle paylaştığı bir değerlendirmeyi aktarmak istiyorum.
“Patron yukarı çıkıyor” diyor bu kişi. “Abdullah Bey Başbakan olacak. Ama kabineyi de genel merkezi de değiştirecek…” Bu kişi bunu anlatırken, eliyle de, “biçecek” işâretini yapıyor. Değişecek olanlar kimler? Kabinede değil, ama parti de bazı isimler de zikrediliyor.
AKP milletvekilleri seçim bölgelerine gittikçe en çok karşılaştıkları, “Tayyip Bey Cumhurbaşkanı olacak mı?” sorusu oluyor. Hatta halkın büyük bir çoğunluğu, “olmasın” diye görüş bildiriyor. Erdoğan’ın başbakanlıkta daha başarılı bulanlar çoğunlukta. Özal gibi Demirel gibi, Erdoğan gibi icradan gelen güçlü liderlerin Başbakanlıkta daha başarılı olacağı, cumhurbaşkanlığı gibi sembolik bir görevle yetinemeyecekleri, bir süre sonra partileriyle sorun yaşayacakları düşüncesi hâkim. Halk siyasî ve ekonomik istikrarın muhafazası için Erdoğan’ın kalmasını istiyor. Çankaya’da da hükümetle uyumlu bir isim istiyor.
Ancak burada çok önemli bir nokta var.
“Cumhurbaşkanı kim olsun” diye yapılan ilk anket de Erdoğan’a yüzde 16 destek çıkmıştı. Sezer’in bile çok çok gerisindeydi. Hatta AKP bu anketi yayınlamadı, Başbakan da buna biraz bozulmuştu. Son yapılan anketler de ise bu oran yüzde 39’a yükseldi. Halk giderek alışıyor. Merhum Özal’ın, “Alışırlar, alışırlar” kuralı burada işliyor.
Başbakanlığı döneminde Erdoğan daha uyumlu bir lider görüntüsü çizip, gereksiz hırçınlıklar ve polemiklerden uzak durarak, herkesin kabullendiği bir isim olabilir miydi? O tartışma artık geride kaldı. Seçim sürecinin başlayacağı 16 Nisan’a 52 gün, adayların son başvuru tarihi olan 26 Nisan’a ise 62 gün kaldı…
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Asker ve çeteler |
|
Gizli anayasa olarak bilinen, kapağı yıllarca kırmızı basıldığı için kırmızı kitap da denilen, ama son şeklinde renk değişikliği yapılarak mavi kapakla basılan ve bu sebeple artık mavi kitap olarak anılması gereken Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde iç tehdit sayılan unsurlardan biri de “mafyalaşan aşırı sağ” oluşumlardı.
Ama bu değerlendirme, önceki yılın ikinci yarısında MGK’daki sancılı bir sürecin ardından belgede yapılan ve geçen yıl bu vakitlerde Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak yürürlüğe giren son güncellemede metinden çıkarıldı.
Tabiî, bunları belgeyi görerek değil, konuya ilişkin haberlerden okuyarak öğrendik. Çünkü söz konusu belge “gizli.” Ama ne hikmetse içeriği ve güncellemede yapılan değişiklikler, ânında dışarı sızıyor ve basın haberlerine konu oluyor.
Ayrıca yine aynı “gizli” belge, çete mensubu olmakla suçlanan bazı muvazzaf subayların veya çete liderlerinin kasasında ele geçiriliyor!
İşin o boyutuna kısaca temas edip geçtikten sonra iç tehdit değerlendirmesinde yapılan değişikliğe devam edecek olursak: Böyle bir kararın nasıl bir gerekçeyle alındığını bilmiyoruz.
Kararın son dönemde yeraltı dünyasının bazı “medyatik” isimlerinin peş peşe yapılan operasyonlarla içeri tıkılmasıyla, o cenahta artık tehdit oluşturacak bir durumun kalmadığı yönündeki bir tesbite mi dayandırıldığı da meçhulümüz.
Buna karşılık, yine son yıllarda “ulusalcı, Kızılelmacı, kuvayı milliyeci” adları altında örgütlenen birtakım esrarengiz oluşumların aktivitelerini hep beraber takip etmekteyiz.
Danıştay saldırısından sonra daha çok konuşulur ve tartışılır hale gelen bu örgütler, Hrant Dink cinayetinin ardından gündemin ilk sıralarına yerleştiler.
Kamuoyu şimdi loş ve izbe mekânlarda Kur’ân, bayrak ve silâh üzerine yapılan “ölme ve öldürme” yeminlerini, hazırlanan hain listelerini, silâhlı eğitim kamplarını ve motorize “müdahale” ekiplerini, farklı kuvacı örgütlerin ilişki ve ihtilâflarını anlamaya ve çözmeye çalışıyor.
Giderek güçlenen beklenti ise, hukuk çerçevesini fazlasıyla aştıkları aşikâr olan bu örgütlere karşı adliye mekanizmasının işletilmesi.
Ve bu noktada biraz geç ve yavaş da olsa hareketlenmenin başladığı gözleniyor. Özellikle İstanbul Valiliğinin bu yönde yaptığı suç duyurusu önemli. Bakalım, arkası nasıl gelecek?
Bu meyanda bir diğer beklenti de, çoğunda emekli subayların boy gösterdiği söz konusu örgütlerle ilgili olarak Genelkurmay’ın da tavrını açık ve net bir şekilde ortaya koyarak, bunları reddettiğini kesin bir dille deklare etmesi.
Siyaset arenasında bu oluşumlarla irtibatlandırılmaya en elverişli partilerden biri durumundaki MHP’nin lideri, “Milliyetçi hareketin ulusalcılık gibi kavramlarla, ulusalcı cephe, kuvayı milliye ve benzeri isimler altında faaliyet gösteren akımlarla ve oluşumlarla fikrî ve siyasî hiçbir benzerliği, yakınlığı ve birlikteliği yoktur ve olması mümkün değildir” diyerek bunu yaptı.
Genelkurmay da, bazıları kendilerini TSK ile içli dışlı göstermeye çalışan, paşalarla irtibatlı olduklarını, onlardan destek ve bilgi aldıklarını iddia eden; bazıları da “Genelkurmay Başkanı dahil, generallerin kellesini almak”dan dem vuran bu örgütlerle ilgili net tavrını açıklamalı.
Ve bu açıklama daha fazla gecikmemeli.
23.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|