“Zamanın gidişinden hiç inlememiş, feleğin dönüşünden kaş çatmamıştım. Ancak, bir vakitler yalınayak kalmıştım; pabuç almağa da kudretim yoktu. Gönlüm sıkılarak Kufe Camiine girdim. Orada ayaksız birini görünce, Allah’ın nimetine şükürler eyledim ve pabuçsuzluğa tahammül ettim.
Sofradaki kızarmış tavuk, tok adamın gözünde tere yaprağından daha değersizdir. Kudreti, imkânı olmayan içinse, haşlanmış şalgam kızarmış tavuktur.” (Gülistan, s. 143-144).
Bu güzel hikâyenin üstadı, Gülistan yazarı ünlü Sadi-i Şirazî.
Nasreddin Hocamız merkepten düştüğünde, dostları, tanıdıkları etrafında toplanmış, “Hocam, n’oldu da düştün? Bir yerlerin ağrıyor mu?” diye sormaya başladıklarında, “Merkepten düşen var mı? O gelsin, benim hâlimden ancak o anlar” demiş.
Çevremizde açlıktan, yokluktan kıvranan nice insan vardır ki tok ve varlık içinde olanlar onların hâlini anlamaz. Anlamamakla da kalmaz, hallerine şükretme ihtiyacı da hissetmezler.
Nimetlerin kadrini anlayabilmek, şükrünü yapabilmek için illâ o nimetten mahrum kalmak mı gerekiyor?
Ne yazık ki kendini, hayatı anlayamayan, yaratılış sırrını kavrayamayan insanların gözünde hayat bu.
Sadi yalınayak kalıp ayakkabı almaya gücü yetmediğinde, sıkıntı içinde giderken ayaksız birini görüyor ve ayakkabı alamadığı için şikâyetten, sızlanmaktan vazgeçiyor.
Öyleyse insan bazı nimetlere kavuşamadığında ona üzüleceğine, ondan sızlayacağına, ondan çok daha kıymetli, değerli nimetlere kavuştuğunu düşünüp hâline şükretmesini bilmeli. Bu onu mutlu etmeye yeter.
Eline imkân geçtiğinde ihtıyaç sahiplerine dağıtan, bir kaç hurma, biraz arpa ekmeğiyle idare eden, bazan bunları da bulamayarak oruca niyetlenen Allah Resûlünü (asm) bir düşünsek bolluk ve nimetler içinde yüzdüğümüz halde hâlâ, “Niye şuyum yok, buyum yok?” diye sızlanmaların ne kadar anlamsız olduğunu anlarız.
Yokluğundan sızlandığımız şeylere kavuşsak da içimizde bir sıkıntı varsa, huzurumuz kaçsa neye yarar?
Cenâb-ı Hak bize az mı nimetler ihsan eylemiş? İhsan ve ikram ettikleri o kadar çok, o kadar önemli ve büyük ki utancımızdan başımızı yere eğip birşeyler istemeye yüzümüz olmaz. Ne güzel anlatır Üstad: “Acaba bir adam minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün, o nimetleri verene şükretmesin ve desin: ‘Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın? Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.’” (Mektûbat, s. 277.)
Evet, görevimiz şikâyet yerine şükür.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|