|
|
Abdurrahman ŞEN |
Katledilen sadece Hrant Dink değil! |
|
Birçok siyasî yorumcu geçen yılın ortalarından itibaren; “2007 seçim yılı… İstedikleri sonuçları almak isteyecek gruplar boş durmayacak… Bir süredir gündemimizde olmadığına sevindiğimiz siyasî ve faili meçhul cinayetler yeniden gündemimize gelebilir… Hepimiz dikkatli olmalıyız!” diye yazmaya, konuşmaya başlamışlardı…
Korkulan oldu ve henüz 2007’nin ilk ayının ortalarını yeni geçmişken Hrant Dink gibi enternasyonal alanda dikkat çekecek, son derece önemli bir kişi hedef seçildi… İstanbul’un en merkezî noktasında katledildi… Daha öncekilerde de olduğu gibi kâtil elini kolunu sallaya sallaya, üstelik bu defa güvenlik kameralarının da kayıtları arasında kayboldu… Şu satırları yazdığım sırada henüz katil/ler/den bir haber yoktu… Daha doğrusu bir açıklama yapılmamıştı…
Trabzon’da olduğu gibi fâil yakalansa bile hedef şaşırtmalarla karşılaşmamız da mümkün… Ama ne olursa olsun, ateş öncelikle düştüğü yeri yakıyor… Kimi medya (!) mensupları hükümet düşmanlığına soyunurken, birçok kişinin de siyasî görüşleri doğrultusunda nalıncı keserliğine soyunmuş olmaları, timsah gözyaşları dökmeleri dikkatli dikkatlerden kaçmadı elbette! Dink ailesi ise yıkıldı… Doğup büyüdükleri topraklarda alenen hedef gösterilmelerinden sonra yaşadıkları bu acı sadece o ailenin acısı değil artık… Topyekûn bu milletin, bu ülkenin acısı…
Sağlığında Hrant Dink’in hedefe konulmasında emeği geçen herkesin bu cinayette payı var!
Ve Cuma günü Osmanbey’de yırtık tabanlı bir ayakkabıyla yerlere uzanan, başına sıkılan kurşunlarla aramızdan ayrılan Hrant Dink değildi sadece… Bu ülkenin fikir özgürlüğü, gerçek basın özgürlüğü, birlikte yaşayabilme umutları da Hrank Dink’le birlikte kurşulanmış oldu…
İşte bu noktada; kurşunu sıkanın kim olduğu, hangi ideolojiye bağlı bulunduğu çok da önemli değil… Örgütsel veya medyatik yönlendirmelerle o kurşunların sıkılmasına zemin hazırlayanların, azmettirenlerin kim oldukları çok daha önemli ve hayatî…
Birazcık tarih bilen, birazcık tarihini iyi okumuş ve anlamış olan bu ülkenin azınlıklarına karşı ard niyet besleyemez… Arada çıkmış olan hainleri kimse hatırlatmaya kalkmasın… Özbeöz “Türk” olup da ülkeye hıyanet etmişlerin sayısı az mıdır? Hain, haindir… Hainin dini milliyeti olmaz! Tıpkı katilin olmayacağı gibi…
Ülkemizin başı sağ olsun…
Ülke olarak dünyada önümüze çıkarılmış keskin virajlar önünde yalpalamamaya çalışırken Hrant Dink’in güpegündüz katledilmesi, o virajlara petrol de dökülmesiyle eş değerdedir… İşimiz daha da zorlaşmıştır…
Allah sonumuzu hayreylesin…
Bizleri suçlayanlar şimdi nerede?
İlk olarak merhum Özal döneminde asıl treni kaçırdığımız kuzey Irak’ta olan bitenler birden ülkemiz siyasetinde, medyasında turnusol görevi görmeye başladı… Daha 1 Mart tezkeresi sırasında, “…orada Türk evlâtlarını mı öldürteceksiniz?” sorusunu soran siyasetçiler (?) ve medyatörler, hangi dağda nasıl bir kurt öldüyse, birden bire, “…hadi… Sınır ötesi operasyon yapalım!” diye soyundular uluorta…
Pes!
Bukalemunun bile yetişemediği bu değişim ortasında, hafta içinde Kanal D ekranlarına gelen Musul ve Kerkük görüntüleri ise yürek yaraladı…
Ama ondan da acısı, görüntülerin yayınlandığı sabah, yüksek tahsilli ve makam sahibi görüntüsü veren şık giyimli insanların sabah vapur sohbetinde; “ Akşam gördün mü yaaa? Adamlar gayet güzel Türkçe konuşuyorlar!” şaşkınlığına da şahit olmamdı…
Oysa kardeşlerimizin yaşadığı Kerkük orada yıllardır vardı… Kerkük’e, Kerküklüye yapılan zulüm de…
Yeri geldikçe bir iki defa merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun sizlerle paylaştığım “Kerkük’e Irak derler” diye başlayan şiirini hatırlayın hele…
Ya da yine daha önce hatırlattığım “Mum Kimin Yanan Kerkük” türküsünü:
“Yıktılar kalamızı/ Sürdüler balamızı/ Daha can boğazdayken/ Çektiler salamızı
Ah Kerkük yüz ah Kerkük/ Her zaman yüz ak Kerkük/ Ölseydim düşmeseydim/ Men senen uzak Kerkük”
Mehmet Özbek ustanın bestesiyle yüreklerimizi yakan bu anonim türküde de ifade edildiği gibi Kerkük’teki kalalar, aileler yıkılır yakılır, balalar sürülürken; “Orada kardeşlerimiz var ve sıkıntıdalar!” diye ortaya çıkanları hedef tahtası yapıp “devletcumhuriyet düşmanlığı” ile suçlayanlarla, bugün “Kerkükçü” kesilenlerin aynı kişiler olması ne kadar mânidar değil mi?
Tıpkı Kıbrıs konusunda olduğu gibi…
Birebir yaşadığım olayı paylaşmıştım sizlere… Beyoğlu Belediyesi’ndeki görevim esnasında Kıbrıs Barış Harekâtı için kutlamalar yapıyorduk. O günlerde adanın işgalinden dem vuran, Denktaş’a destek verenleri, Barış Harekâtı’nı destekleyenleri “faşist” olmakla suçlayanların, bugün Denktaş ile kol kola girmiş olmalarını görmek bende küçük dil filan bırakmadı!
Son günlerde de Kerkük modası var aynı zevatta!
Kerküklü kan ağlarken, Musul ve Kerkük’te Türkmenlerin dramları ülkemiz gündemine getirilmeye çalışılırken “kaynana zırıltısı” ile gürültü çıkarıp, şamata ortamı oluşmasını sağlayanlar, hedef saptıranlar bugün Kerkük ve Musul diye bir yerlerin var olduğundan yenice haberleri olmuş bir havadalar… Heyhat!
Gelişen askerî ve siyasî olaylarla öyle bir ortam oluştu ki… Korkarım Musul’da da Kerkük’te de ne yıkılacak kala kaldı ne de sürülecek bala!
Kalalar yıkılır, balalar sürülürken kulaklarının üstüne yatanlar, bugün meydanlarda eş boşamada cesur bekârlar misali konuşanlardan, lâf üretenlerden başkaları değil…
Bizler yıllardır; “Orada din kardaşlarımız, kandaşlarımız var! Onları görmemezlik edemeyiz!” dedikçe; “Faşist”, “Osmanlıcı”, “Cumhuriyet düşmanı” vb. suçlamaları yapan bugünün yeni bilgilenmiş Donkişotlarına, acilen tarih okumalarını tavsiyeden başka bir şey gelmiyor elimden…
“Biz demiştik!” demenin bugün Musul ve Kerkük’teki kardeşlerimize pek de faydası yok zira!
NOT:
Mustafa Ali ve Zübeyir Ergenekon isimli kardeşlerimin “Sarmaşık sayı 10, sooon” yazımızla ilgili notları var. Ama maalesef o notlarla ilgili olarak haftaya dertleşeceğiz şu durumda… Bir de… Türk tiyatrosunun son derece önemli ustalarından, 3 ay benim de ustam olmuş olan Lale Oraloğlu’nu da hafta içinde kaybettik. Kısmet olursa o konuda da sizlerle paylaşmak istediklerim var.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Bu zamanın gençleri |
|
Gençlik yılları...
İnsan hayatının en zor, zevkli ve meyvedar zamanıdır bu yıllar. Akıldan çok hisse yakındır ama histen ziyade akılla yaşanıp zorlukları zevkle aşıldığı takdirde ebedî meyveler verir.
Mahiyeti biraz meçhul olduğu için gelmeden önce heyecanla beklenir, geldiğinde kadri, kıymeti bilinmez. Yaşarken pek hissedilmez, hissedildiği zaman yaşanmasına fırsat verilmez.
Önceleri çok uzun süreceği, hatta hiç bitmeyeceği zannedilirse de başlayınca göz açıp kapayıncaya kadar geçer gider. Gittikten sonra da ardından esef edilir, hasreti çekilir.
Lâkin bir daha geri gelmez.
***
Her insan gibi ............ de an be an yaşamaya başlamıştı bu hayat safhalarını. Günlük hadiselere kendi iradesiyle yön verebileceğini hissetmeye başladığı yıllarda heyecanı iyice artmıştı.
Çünkü kendince geniş hayaller kuruyor, büyük idealler taşıyor, değişik hedeflere doğru gitmek istiyor; bunları da ancak gençliğin gücüyle başaracağına inanıyordu.
O zaman geldiğinde her yönden hür ve serbest olacağını, kimsenin kendisine müdahale edemeyeceğini, her zaman her istediğini yapıp herkese her sözü söyleyebileceğini zannediyordu.
Çocukluk yıllarında, ailesi veya çevresi tarafından istemediği şeyler yapmaya zorlandıkça gençliğe iştiyakı artmış ve hayatının, çocukluktan gençliğe geçiş emarelerini merakla beklemeye başlamıştı.
Liseye gittiği senenin bahar aylarıydı. Bir sabah kendisinde her zamankinden farklı hâller hissederek uyandı, fırlayarak kalktı ve aynanın karşısına geçip dikkatle aksine baktı.
Görünüşünde pek bir değişiklik yoktu ama ruhu o zamana kadar hissetmediği çok farklı bir coşku içindeydi. Bedeninin her hücresinde ayrı bir kalp vardı ve hepsi olanca gücü ile çarpıyordu adeta.
Bu hâlin, gençlik devresinin başlangıcı olabileceğini düşününce heyecanlandı. Üç adımda bir geri dönerek küçücük odasında defalarca gidip geldi. Hızını alamayınca gidip pencereyi açtı damarlarında alevlenen kanını biraz soğutmak ümidiyle derin derin nefes alıp verdi.
Yüreğini saran hararet soğumayınca o anda çıkıp karşı dağın karlı yamaçlarına kadar koşmak geldi içinden. Onu yapması mümkün değildi ama biraz erken çıkıp okula, sabah serinliğinde yürüyerek gidebilirdi.
Bu ihtimali hatırlaması ile harekete geçmesi bir oldu. Hemen giyinip kuşandı, akşamdan hazırladığı çantasını aldı, dışarı çıktı ve emekleyen bedenini kanatlanan ruhunun peşinde sürüklercesine yürüdü.
Gençlik hissiyle ilk adımı attığında yerin sarsılacağını, binaların sallanacağını, sokağın hareketleneceğini ve herkesin kendisindeki değişmeyi görüp hayret edeceğini zannetmişti.
İlk adımı attığında bunların olup olmadığını pek fark etmedi. Çünkü o adımı attığı anda ikinci adımın heyecanı sarmıştı yüreğini. Ardından üçüncüsünün, dördüncüsünün, ellincisinin, yüzüncüsünün derken okula geldi.
Seherin serinliği kanının hararetini biraz alsa da hisleri hâlâ hareket hâlindeydi. Onun için erken gelen bazı arkadaşlarının kendisindeki değişmeyi fark edip yanına gelerek sebebini sormalarını bekledi ise de ne onlar, ne de sonradan gelenler böyle bir şey yapmadılar.
Yanına gelen bazı arkadaşları da her zamanki çocuksu tavırları ile basit meselelerden söz edip sulu şakalar yaptıklarından, kendisinin artık bir genç olduğunu fark etmediklerini anladı ve o da onlara öyle davrandı.
Gün boyu, birinin yanına gelip ‘Ne kadar değişmişsin?’ demesini bekledi ama yalnız arkadaşları değil idarecilerden, öğretmenlerden, hademelerden, kantincilerden de kimse kendisindeki değişmeyi sezdiğini ihsas eden bir harekette bulunmadı.
Arkadaşlarının ve öğretmenlerinin kendisini çok iyi tanımadıkları için değişikliği fark etmemiş olabileceklerini düşündü ve onlardan duymadığı sözleri annesinden, babasından duyabileceğini ümit ederek okuldan çıkar çıkmaz hemen eve geldi.
Zile basar basmaz kapının açılmasından, yine pencerede yolunu gözlediğini anladığı annesinin, kendisini görür görmez ruhunda yaşadığı değişikliği fark etmesini ve yeni bir elbise giydiği zaman yaptığı gibi yine hafifçe geri çekilip ‘Dur sana şöyle bir bakayım’ demesini beklerken onu telâş içinde bulunca şaşırdı.
Annesi, azarlayan bir ses tonu ile sabahleyin kahvaltısını yapmadan ve haber vermeden çıkıp gitmesinin sebebini sormaya başlayınca hatırladı ailenin mühim kurallarından birini ihlâl ettiğini.
Ancak o zaman anladı yaptığının yanlış olduğunu. İlk anda hemen boynuna sarılıp özür dileyerek gönlünü almayı düşündü ise de onun kendisine hâlâ küçük bir çocukmuş gibi davranmasına kızdı ve hiçbir şey söylemeden odasına gidip kapısını kapattı.
Bir süre ne yapacağına karar veremedi ve asabî adımlarla gidip geldi. Okul kıyafetini çıkarıp günlük elbiselerini giymek için yaka düğmelerini açtığı sırada, hareketine kızan annesi kapının önünde bağırıp çağırmaya başlayınca soyunmaktan vazgeçti.
Bir şeylerle meşgul olmak için çantasını attığı yenden alıp masanın üzerine koyarak kitaplarını, defterlerini çıkardı. Onları rafa dizecekken vazgeçti ve pencerenin önüne giderek dışarı baktı.
İçeride yaptığı hareketler de, dışarıda gördüğü şeyler de hislerini teskin etmeye yetmeyince yüzü koyun yatağın üzerine uzandı, annesinin sesini duymamak için başını cendere hâline getirdiği ellerinin arasına alıp olanca gücü ile sıktı ve hızlı hızlı soludu.
Nefes alıp vermekte zorlanıncaya kadar öylece yattı. Yüzünü yana doğru çevirirken o vaziyette ne kadar durduğunu merak etti ve tekrar yüzünü yastığa bastırıp nefeslerini saymaya başladı.
Ona kadar saymakta hiç zorlanmadı. İki rakamlı sayıları yarıladıktan sonra nefes alıp vermekte biraz zorluk çekti ise de devam etti. Üç rakamlı sayılara yaklaştığını hissetti ama yüz diyemeden kendinden geçti.
Gözlerini açtığında ilk fark ettiği şey kendi hâlinde yana sarkmış vaziyette duran bir eldi. Yattığı yerden dikkatle bakıp bunun babasının eli olduğunu anlayınca hemen doğruldu ve toparlanmaya çalıştı.
Babası soğuk bir sesle yemeğe gelmesini söyleyip çıktıktan sonra birkaç sefer gerinip esneyerek mahmur bir nazarla etrafına bakındı. Odadaki ışığın yandığını görünce bir hayli uyuduğunu anladı.
Kendisi gelmeden onların yemeğe başlamayacaklarını bildiği için apar topar kalktı, lavaboya gidip yüzünü yıkadı ve gidip sofraya oturdu. Onlar bir şey söylemedi ama hâllerinden şüphelenip kendine baktığında üzerinde hâlâ okul kıyafetlerinin olduğunu görünce mahcup oldu.
Sessiz geçen yemek faslının ardından sofradan önce babası kalktı. O gazetesini alıp salona giderken annesi sofrayı toplamaya başladı. Kendisi de ona biraz yardım etti ve kıyafetini değiştirmek için odasına gitti.
Babasının tavır ve hareketlerinden, ruhunda yaşadığı ihtilaçları onun da fark etmediğini anlayınca morali bozuldu. Odasından çıkmak istemediği için ders çalışmaya hazırlanırken annesi çayın hazır olduğunu söyledi.
Ses tonunda çay içmesini istemekten ziyade salona gelmesini emretme mânâsı sezdiği için çaresiz kalkıp salona gitti, sakin görünmeye çalışarak çayını aldı ve her zamanki yerine oturdu.
Ruhunu kasıp kavuran ilk gençlik fırtınasını, değil arkadaşları, kendisini en iyi tanıyan ailesine bile fark ettirememenin sıkıntısı vardı üzerinde. Onun için çayını içer içmez kalkmak istiyordu ama babası, mühim bir şey söyleyeceğini ihsas ederek hareketlenince vazgeçti.
Sabah yaşanan hadiseyi hatırlatarak başladı babası söze. Bunun çok yanlış bir davranış olduğunu söyledikten sonra daha önce şahit olduğu halde müdahale etmediği bazı hareketlerini sıraladı.
Onun konuşma tarzından hitabını ağırlaştıracağını anlayan annesi araya girip kendisinin bazı meziyetlerini anlatarak havayı yumuşatmaya çalışınca babası da bazı takdir ifadeleri kullanmakla birlikte uzunca konuşmasını tehdide varan ikaz ve tenkit ifadeleriyle tamamladı.
............ o zaman daha iyi anladı annesinin de, babasının da kendisine hâlâ çocuk nazarı ile baktıklarını. Çünkü ikisinin de her sözlerinde himaye hissi, her hareketlerinde siyanet hassasiyeti vardı.
Bir ara söz isteyip artık büyüdüğünü, yalnız kendisi hakkında değil, ailenin geleceği hususunda da verilecek kararlarda fikrini söylemek istediğini hatırlatmayı düşündü.
Fakat onların kendisinin bedenen geliştiğini görmelerine ve daha da gelişmesi için ellerinden geleni yapmalarına rağmen hâl ve hareketlerine akseden gençlik tezahürlerini göremediklerini anlayınca fikirlerini söylese de kanaatlerinin değişmeyeceğini hissederek vazgeçti.
Onun kendilerine hak verdiği için sustuğunu zanneden annesi ve babası, ailelerinin şecerelerini anlatıp sülâleden yetişen büyük insanları sıralayarak kendisinin de başarılı olması gerektiğini söylediler.
Kendisi itaatkâr bir çocuk tavrı içine girdiği için sohbetin ilerleyen safhalarında biraz daha sakinleştiler ve kendisine büyük hedefler gösterdiler. O hedeflere ulaşmasını sağlamak için de gençliğini hiç hesaba katmadan yeni kararlar aldılar.
Bu kararlar da daha önce olduğu gibi yine dershanelere gitme, test kitapları alıp başarı dergilerine abone olma gibi üniversiteyi kazanmaya müteallik faaliyetler olduğundan sessiz kalarak kabullendiğini ihsas etmenin ötesinde bir şey yapmadı.
O günden sonra, aynı çatı altında farklı dünyalar yaşanmaya başlandı.
***
Aslında cemiyetin hâl-i pür melâliydi yaşananlar.
Zîra, yalnız onun annesi, babası değildi böyle hareket eden. Arkadaşlarının pek çoğunun ailelerinin yanı sıra devlet, millet ve cemiyet de gençlere hep menfî bir nazarla bakıyordu.
Gençlik medar-ı bahs olduğunda büyükler hep “Ah bu zamanın gençleri” diyerek söze başlıyorlardı. Bu hislere sû-i zan, sû-i tevehhüm, sû-i niyet gibi zaaflar da eklenince nesiller arasındaki anlaşmazlıklar büyüyordu.
Buna da ‘Kuşak çatışması’ deyip geçiyorlardı.
Onları duydukça “Vah bu zamanın gençleri” diyordu o da. Çünkü gençlerin büyüklerden çocuk muamelesi göre göre büyük adam olmak zorunda olduklarını biliyordu.
Nitekim o da öyle baptı. Milyonlarca akranı gibi yıllar boyu okula devam etti, dershânelere gitti, özel dersler aldı. Üç saatte yüz soru yapmak için üç yılda yüz bin test çözdü.
Bu arada okul, sınıf, sıra, kitap, defter, kalem, kâğıt, silgi, soru, cevap gibi okumayı ve öğrenmeyi tedai ettiren her şeyden ikrah etmiş bir hâlet-i ruhiye içinde imtihana girdi.
Nihayet, sadece boşluk doldurmak için yazdığı fakültelerden birini kazandı.
Fakat dereceye girenlerden sıfır çekenlere kadar bütün akranları gibi o da kazandığına sevinip kaybettiğine üzülmekten ziyade beş şıklı boş tercihler arasında gençliğini heder ettiğine yandı.
Aradan yıllar geçti, hâlâ yanıyor.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hrant Dink |
|
Türkiye AB sürecinde yol aldıkça, demokratikleşme reformlarına bağlı olarak kaybedecek çok şeyi olanların, tam bir gözü dönmüşlük içinde her türlü çılgınlığa tevessül edebilecekleri yolundaki endişelerimizi yıllardır bu köşede dile getiriyoruz.
Bu çerçevede bilhassa “ulusalcı” reflekslerle harekete geçen bazı kesimlerin “yeniden kuvayı milliye” adı altında örgütlendiklerini ve özellikle “azınlıklarla misyonerlere tepki” adına provokasyonlara yöneldiklerini de.
Hrant Dink’i hedef alan menfur suikastın arkaplanında bu tesbitlerle çizilen tablo var.
Ancak bu olayı tek bir faktöre bağlamak zor. Doğru da olmaz. İşin içinde, Dink’in suikast öncesinde dikkat çektiği üzere cumhurbaşkanlığı seçim süreci de olabilir; Ermeni soykırımı iddialarının ABD Kongresinde gündeme gelecek olması da, Irak meselesiyle ilgili gelişmeler de
Dink suikastının, akla gelen ve şimdilik gelmeyen pek çok faktör hesaba katılarak gerçekleştirilmiş, uluslararası nitelikte çok profesyonelce bir tertip ve tezgâh olması, son derece kuvvetli bir ihtimal.
Bu tertibin içe bakan boyutunda, Dink’in özellikle Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olduğuna ilişkin belgeleri yayınlamasından sonra hedef seçildiği vâkıası dikkat çekiyor.
301’den yargılanması, yargı sürecinde ulusalcı kesimler tarafından “hain Ermeni” diye yaftalanıp “linç” girişimlerine maruz bırakılması ve hakkında verilen mahkûmiyet kararının Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulunca onaylanması, bundan sonra oldu.
301’e istinaden ona yöneltilen suçlamalar bahaneydi. Zira o, bazan asıl meramını ifade etmekte zorlansa dahi, soykırım iddialarını bir kan dâvâsı mantığıyla takip eden fanatik Ermeni diasporasının bu tavrını reddeden ve bu yüzden onların dışladığı bir insandı.
Ermeni meselesinin Türkiye’deki Ermeni ve Türk toplumları arasında diyalogla çözülmesini ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geliştirilmesini kararlılıkla savunuyordu.
Hasan Hüseyin Kemal kendisine Bediüzzaman’ın Münâzarat isimli eserinde Ermeniler için söylediklerini aktardığında, hissiyatını “Allah ondan razı olsun” diyerek dile getirmişti (Yeni Asya, 16.10.05). Çünkü bu yaklaşımın çözüme sağlayacağı paha biçilmez katkıyı daha duyar duymaz görmüştü.
301’den yargılanması sürerken yazdığımız bir yazıyı (Yeni Asya, 12.10.05), iki gün sonraki Agos gazetesinde iktibas etmiş; içinde Yeni Asya’nın da bulunduğu geniş bir yelpazeden aldığı desteği ise “Benim için inanılmaz bir servet, mutluluk ve umut verici” olarak nitelemişti (Tempo, 18.10.05).
Bu samimiyet ve kadirşinaslıktır ki, Dink’i, maruz kaldığı alçakça suikast sonrasında, toplumun neredeyse bütün kesimlerinin içtenlikle sahiplendiği bir “dostluk ve kardeşlik simgesi” olarak ortak hafızamıza nakşetti.
Eşinin katli sonrasında ilk tepkisini “Çocuklarımın hakkını bağışla yâ Rabbî” sözüyle dile getiren hanımı Rakel Dink başta olmak üzere ailesinin, Ermeni cemaatinin, bütün Türkiye’nin ve insanlığın başı sağ olsun...
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şükür mü, şikâyet mi? |
|
“Zamanın gidişinden hiç inlememiş, feleğin dönüşünden kaş çatmamıştım. Ancak, bir vakitler yalınayak kalmıştım; pabuç almağa da kudretim yoktu. Gönlüm sıkılarak Kufe Camiine girdim. Orada ayaksız birini görünce, Allah’ın nimetine şükürler eyledim ve pabuçsuzluğa tahammül ettim.
Sofradaki kızarmış tavuk, tok adamın gözünde tere yaprağından daha değersizdir. Kudreti, imkânı olmayan içinse, haşlanmış şalgam kızarmış tavuktur.” (Gülistan, s. 143-144).
Bu güzel hikâyenin üstadı, Gülistan yazarı ünlü Sadi-i Şirazî.
Nasreddin Hocamız merkepten düştüğünde, dostları, tanıdıkları etrafında toplanmış, “Hocam, n’oldu da düştün? Bir yerlerin ağrıyor mu?” diye sormaya başladıklarında, “Merkepten düşen var mı? O gelsin, benim hâlimden ancak o anlar” demiş.
Çevremizde açlıktan, yokluktan kıvranan nice insan vardır ki tok ve varlık içinde olanlar onların hâlini anlamaz. Anlamamakla da kalmaz, hallerine şükretme ihtiyacı da hissetmezler.
Nimetlerin kadrini anlayabilmek, şükrünü yapabilmek için illâ o nimetten mahrum kalmak mı gerekiyor?
Ne yazık ki kendini, hayatı anlayamayan, yaratılış sırrını kavrayamayan insanların gözünde hayat bu.
Sadi yalınayak kalıp ayakkabı almaya gücü yetmediğinde, sıkıntı içinde giderken ayaksız birini görüyor ve ayakkabı alamadığı için şikâyetten, sızlanmaktan vazgeçiyor.
Öyleyse insan bazı nimetlere kavuşamadığında ona üzüleceğine, ondan sızlayacağına, ondan çok daha kıymetli, değerli nimetlere kavuştuğunu düşünüp hâline şükretmesini bilmeli. Bu onu mutlu etmeye yeter.
Eline imkân geçtiğinde ihtıyaç sahiplerine dağıtan, bir kaç hurma, biraz arpa ekmeğiyle idare eden, bazan bunları da bulamayarak oruca niyetlenen Allah Resûlünü (asm) bir düşünsek bolluk ve nimetler içinde yüzdüğümüz halde hâlâ, “Niye şuyum yok, buyum yok?” diye sızlanmaların ne kadar anlamsız olduğunu anlarız.
Yokluğundan sızlandığımız şeylere kavuşsak da içimizde bir sıkıntı varsa, huzurumuz kaçsa neye yarar?
Cenâb-ı Hak bize az mı nimetler ihsan eylemiş? İhsan ve ikram ettikleri o kadar çok, o kadar önemli ve büyük ki utancımızdan başımızı yere eğip birşeyler istemeye yüzümüz olmaz. Ne güzel anlatır Üstad: “Acaba bir adam minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün, o nimetleri verene şükretmesin ve desin: ‘Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın? Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.’” (Mektûbat, s. 277.)
Evet, görevimiz şikâyet yerine şükür.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Arzın neresindeyiz? |
|
Fıkra malûmunuz. Nasreddin Hoca’ya, “Arzın merkezi neresidir?” diye sormuşlar. Cevap vermiş Hoca: “Tam durduğum yer…”
Her ne kadar muhatapları buna itiraz etseler de Nasreddin Hoca haklı. Zira burada önemli bir hakikati beyan etmiştir. Düşünün bir kere… Türkiye’de yaşıyorsunuz. Karmaşık ilişkiler ağının her an bir yel gibi üstünden geçtiği bir ülkenin evlâdısınız. Kolay değil, her geçişte hafif ya da ağır sarsıntılar geçirme ihtimali yüksektir. Bunun üstüne, bir de zamanın baş döndürücü anaforu içinde geçim telâşının sardığı bir koşuşturmayı eklediğinizde, kendinizi ve dahi inançlarınızı, değerlerinizi, hayata bakış açınızı çoğu zaman ihmal etme gibi bir yanlışlık içine düşmemeniz mümkün mü?
Bu yüzden, çoğu zaman ben de Hoca’nın salık verdiği düşüncenin uygulanması taraftarıyım. Hayatımı bir pergelle özdeşleştiririm meselâ. Pergelin bir ucunu hayatımın merkezi sayar ve etrafına çizdiğim dairelerin kavislerini gözlemeye çalışırım. Sabit uçla oynar ucun tam bir uyum içinde olup olmadığını değerlendirmeye çalışırım. Daha sonra da merkezden çevreye silsile hâlinde nasıl bir katkı sağlayabileceğimi tasarlamaya çalışırım. Yani, bir nev'î hayal kurarım.
Hayal kurma dediğimiz alıştırma, kişiden kişiye değişebilir. Ama size teklifim, yalnız başınıza kalacağınız nezih bir ortamda akıl ve kalbin zindeliğini, birlikteliğini koruyacak ve gözlerinizi kapatınca sizi rahatlatacak bir fon müziğini tercih etmeniz… Bir deneyin, faydasını göreceksiniz. Neden mi? Efendim, “arzın merkezi olma” meselesinden yola çıkarak, bütün bu alıştırmaları bir nebze de olsa anlatışımın sebebi şu ki; özellikle internetteki forumlarda toplumsal hayata akseden güncel olaylar hakkında yapılan sağlıksız, fevrî ve komplo teorilerine dayalı görüşlerin oldukça fazla olması. Tümü olmasa da, büyük çoğunluğu elle tutulur hiçbir şey vermeyen, malûmu ilâmdan başka bir şey olmayan, yahut özellikle değişimi tepeden inme anlayışta gören yorumlar…
Bütün bu yorumların bence tek ortak yanı var: Kendimizi bilmememiz, keşfetmek için en ufak bir gayretten bile kaçınmamız. Gözlerimizi içten dışa değil de dıştan içe çevirmemiz. Oysa biz nasıl bir anlam taşıyorsak, o derece bir anlam katabiliriz hayata. Bir türlü çözemediğimiz bazı anlamlar, inançlar, bocalamalar varsa içimizde ve bütün bunların bileşkesi anlamsızlık olarak beliriyorsa, aynı şekilde toplumsal hayata da bir anlamsızlık tablosu içinde akseder. Söz gelimi, Bediüzzaman Said Nursî’ye 2. Dünya Savaşı’nı neden merak edip de sormadığını dile getirenlere Bediüzzaman’ın hususî (kişisel-nefsî) daireyi işaret etmiş olması, burada bir anlam ifade eder sanırım. Zira kişinin önce kendisini tam olarak (imanî açıdan) kurtarması gerektiğini ihtar eder ki, bu da bizi “Kendini kurtaramayan, başkasını da kurtaramaz” düşüncesine götürür.
Evet, bu çok basit; ama bir o kadar da faydalı alıştırmaları yapmakta elbette fayda var. Bu bağlamda, “Arzın merkezi benim” diyen Hoca’ya kulak verdiğimiz gibi, bir keşişin vasiyet niteliğindeki şu sözlerine de kulak vermekte fayda var: “Genç bir insanken, dünyayı değiştirmek istemiştim. Ne var ki, dünyayı değiştirmenin çok zor olduğunu gördüm; bu yüzden milletimi değiştirmeye çalıştım. Milletimi değiştiremeyeceğimi anladığımda, yaşadığım şehre göz diktim. Ancak yaşlı bir adam olarak şehrimi değiştiremedim; o zaman ailemi değiştirmeye karar verdim… Şimdi yaşlı bir insan olarak, tek değiştirebileceğim şeyin kendim olduğunun farkına vardım ve birden anladım ki, eğer uzun süre önce kendimi değiştirseydim, ailemi etkileyebilirdim. Ben ve ailem şehri etkilerdik. Şehrin etkisi milleti değiştirirdi. Ve ben dünyayı değiştirebilirdim gerçekten…”
Bir iç yolculuğun gelişerek değişme ve değişerek gelişme denilen olgusunu yaşarken, “arzın neresinde durduğumuzun idrakinde olmak” dileğiyle…
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Matematik ve sonsuzluk… |
|
Sayılar, çizgiler âlemidir matematik… Varlık âlemini ifade edebilmek için “0” başlangıç noktasını var kabul edersiniz ve sistemi onun üzerine bina edersiniz. Matematikte var olduğunu kabul ettiğiniz farazî çizgiler ve rakamlardan oluşan türlü çeşit formülle yaradılış âlemini sınırlandırmaya, yorumlamaya çalışırsınız… Çizgi ve rakamları yaradılış âleminde, ağaç ya da kuş kadar müşahhas bir netlikte gösteremezsiniz. Ama ne çare ağaçları, kuşları, nehirleri yorumlamanız için ihtiyacınız vardır çizgilere ve rakamlara…
Hesaplar, türlü çeşit problemler, onların sonuçları, çok bilinmeyenli denklemler ve çözümleri, tek bir doğru neticenin varlığı ve doğruya kısa, sağlam yoldan ulaşmanın en akıllıca yol olduğunu öğreten bir sürü teknikten oluşur matematik…
Matematik, tüm fen bilimlerinin mayasıdır. Belki de bu yüzden mi Aristo, Atina’da kurduğu akademinin kapısına “Matematik bilmeyen bu kapıdan giremez” levhasını asmıştır?
Mücerret kavramlar dünyası olan matematikte ilginç konulardan bir tanesi de sonsuzluktur… Sayılarla, çizgilerle ifade edilemeyen bir kavramdır sonsuzluk… İnanan bir matematikçinin nazarında sonsuzluk kavramı bir yönüyle ölümün ve ölüm sonrasının da matematiksel ifadesidir aynı zamanda…
Varlık âlemini tanımlamak için matematikte “0” kavramını nasıl kabul etmek zorundaysanız, “sonsuzluk” kavramını da kabul etmek zorundasınız…
Sonsuzu anlayabilmek için, “0”ın sırrını da çözmek gerek…
Hayatın sırrına vakıf olmak için ölümün ne demek istediğine kulak vermek gerek…
Ölümün sırrını çözüp de, çözemeyenlere yardım için kaleme alınan şu satırlara kulak verelim:
“Ey nefis! Başta Habîbullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme; merdâne kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak, ne ister.”
(Bediüzzaman Said Nursî,
Sözler, s. 156)
Görüşmek üzere babacığım!
Yaklaşık bir yıldır, ağzından duâsı eksik olmayan seyirciden öte gidemediğim muhteşem bir film bitti geçtiğimiz günlerde. Yoksa başka bir âlemde başlamak üzere bitti mi deseydim? Teşhiste geç kalınmış bir hastalığın cerrahi müdahale, ışın ve kemoterapi tedavilerine rağmen safha safha yayılışını, doktorların kılavuzluğunda film karelerini takip eder gibi âcizane seyrettik ve neticede onu sonsuzluğa uğurladık.
Babamı, aynı zamanda en iyi sohbet arkadaşımı, o gece hastahanede baş ucunda kaç kere okuduğumu hatırlamadığım Yasinler, Tahmidiyeler refakatinde, aynı zamanda bir mü’minin hayat hikâyesinin ana fikri mahiyetinde olan “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Onun kulu ve resûlüdür…” cümlesiyle uğurladık…
Gönlünden eksilmeyen bir muhabbetle, en basit olayı bile neticede imanî hakikatlere bağlayarak anlatması, risâlelerden örneklendirmesi, yaşadığı hatıraları sık sık yâd etmesi, çok sevdiği gazetesini kaybolur diye köşe bucak saklaması, hoşuna giden bir lâtife yaptığında ya da yapıldığındaki o güzel gülüşü, hastalığının en ağır devrelerinde bile her haliyle Eyüp Peygamber sabrıyla şikâyet yerine rızayı tercih etmesi, kulaklıkla da olsa Risâle-i Nur derslerini dinlemesi, göz işaretiyle de olsa namazını eda etmesi ne güzel, ne ibretli sahnelerdi…
Şimdi o, çok sevdiği dostlarının da uğurlama merasimine katılarak defnettiği serin serviler altındaki Eyüp Sultan Kabristanında, sevgili anneciğinin kucağında, haşir sabahını beklemekte…
Kulaklarımda sesin, gözümün önünde hayalin capcanlı… Tıpkı kapı önünde her zaman vedalaştığımız gibi değil mi babacığım?
“Allah’a emanet ol Yasemin!”
“Görüşmek üzere babacığım!”
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
1428. Hicrî yıla tebrikler |
|
Âlem-i İslâm’ın yeni hicrî yılını tebrik eder, 1428 yılının âlem-i İslâm için hayırlı inkişaflar ve tecellîler yılı olmasını Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak’tan niyaz ederim.
Bundan 1428 yıl önce gerçekleşen hicret, Peygamber Efendimiz’in (asm) Müslümanlarla birlikte Allah’ın emriyle Mekke’den Medine’ye göç etmesi demektir. Hicretle gelinen Medine, Müslümanların eliyle, kısa sürede her dinden insanların kaynaştığı, İslâmiyet’in de kendisini ifade imkânı bulduğu bir medeniyet şehri oluvermiştir.
Allah Resûlünün, doğum yeri olan Mekke’den Allah’ın emriyle Medine’ye hicret etmesi Allah emrinin ifasından başka bir şey değildir. İslâmiyet için şandır, şereftir, genişliktir. Müşriklerin on yılı aşkın inatlarına karşı bir alternatif çözümdür. İslâmiyet’in tebliği ve inkişafı için Allah’ın bir yardımı ve inayetidir. Allah’ın tevfîk ve hidayetinin tecellîsidir. Allah’ın, elçisini (asm) ve elçisinin ashabını korumasıdır.
Tek mesele, Allah’ın adının ve dinînin yeryüzünde yayılmasıdır. Allah’ın vahyinin insanlara iletilmesidir. Tevhid dâvâsının tüm dünyaya tebliğ edilmesidir. Bu yüce dâvânın tebliği için bütün yeryüzünü dolaşmak bile ucuz düşer.
Hicret müşrikler için çaresizlikten ibaret kalmıştır. Nitekim hicret esnasında Peygamberimizin (asm) saklandığı mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örülmüş olması ve iki güvercinin mağaranın ağzında yuva kurmuş olması mağaranın ağzına kadar iz süren müşrikleri şaşkına çevirmiştir. İçlerinden azılı müşriklerden Ümeyye b. Halef arkadaşlarına bağırır: “Hâlâ burada ne duruyorsunuz? Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz? Ben bu ağın, Muhammed doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaatindeyim” demekten kendini alamaz.
Müşrikler mağaradan uzaklaşırlar.
Mağarada üç gün üç gece kalan Peygamberimiz (asm), Hazret-i Ebû Bekir’le (ra) birlikte mağaradan ayrılır ve Medine’ye doğru yola koyulurlar.
O kutlu ânı Hazret-i Ebû Bekir (ra) şöyle anlatıyor: “Güneş ortadan geçtikten sonra hareket ettik. Bizim arkamıza Süraka ibn-i Malik düşmüştü. Süraka bizi takip ediyordu. Biz bu sırada düz ve sert bir arazi üzerinde bulunuyorduk. Ben korktum. “Ya Resûlallah! Yakalanıyoruz!” dedim. Resûlullah (asm): “Lâ tahzen. İnnallahe meanâ” (Korkma. Allah bizimle beraberdir) buyurdu.1 Birden Süraka’nın atı tökezledi, karnına kadar yere saplandı. Süraka: “Benim aleyhimde bedduâ ettiniz. Yalvarıyorum; bana duâ edin. Peşinizi bırakacağım. Peşinize düşenleri de geri çevireceğim” diye inledi. Bunun üzerine Resûlullah (asm) ona duâ etti. O da kurtuldu. Sonra Süraka geri döndü ve kimi gördüyse: “Bu tarafları ben aradım” dedi ve geri çevirdi.2
Süraka’yı dinliyoruz: “Atıma bindim ve dörtnala sürdüm. Resûlullah (asm) ile arkadaşına (ra) yaklaştım. Fakat atım sürçtü ve ben de atımdan düştüm. Hemen toparlanıp kalktım. Atıma bindim. Atımı yine dörtnala sürdüm. Resûlullah (asm) ile arkadaşına (ra) yaklaştım. Öyle ki, Resûlullah’ın (asm) bir şeyler okuduğunu işittim. Fakat arkasına dönüp bakmıyordu. Ebû Bekir (ra) ise çok bakınıyordu. Birden atımın ayakları kum içine saplandı. Dizlerine kadar batmıştı. Attan düştüm. Sonra kalkıp hayvanı kalkmaya zorladım. At kalkmaya çalışıyordu, fakat ayağını kumdan çıkaramıyordu. Hayvan kalkıp durunca da, iki ayağının saplandığı yerden göğe doğru ateş dumanı gibi bir duman yükseldi ve dağıldı. Artık ben Muhammed ile arkadaşına ‘El-eman! Bana eman verin! Peşinizi bırakacağım!’ diye haykırdım.”3
Hicret, mucize ve İlâhî yardımlarla dolu olduğu gibi, hicret sonrası Medine dönemi de yüksek ve mucizevî gelişmelere sahne olmuştur. Şüphesiz sıkıntılar çekilmiştir. Fakat Allah’ın adının yüceltilmesi için dünya dolusu sıkıntı da çekilse ucuz düşeceği açıktır. Nihayet İslâmiyet, kâmil bir din olarak nüzul sürecini hicretten sonra tamamlamıştır.
Medine döneminde İslâmiyet’in evrensel biçimiyle gelişmesi ve yayılması, hicretin ne muazzam bir büyümeyi ve açılımı netice verdiğini gösteriyor. Hicretten on sene sonra ise Mekke bir sevgi ve af şehri haline dönüştürülmüş, Mekke’deki müşrikler İslâmiyet’le şereflenmiştir.
Böylece İslâmiyet, hicretle kazandığı açılımı, başlangıçtaki düşmanlarını da kendi rengine boyayarak ve kendine dost yaparak kemale ermiştir.
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi, 9/40. 2- Müslim, Zühd, 19. 3- Buhârî, 10/1555.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Yenilenmenin yerliliği |
|
Hayat, bir toz bulutu değil, bir sağanak hali. Bazen güneş açar, bazen fırtına boğar, bazen rüzgâr pusu kurar meltemsi havalara. Bazen su donar, içindeki camit hal, çatlağa konar ve parçalar, koruyucu maddeleri ve bağlayıcı kapları.
Hayat, sürekli yenilenen yeni bir haldir. Son anın algı kesiti, beklenti çizgisi hep farklıdır. Bazen kendi içinde büyüyen bir değerler hiyerarşisi şeklinde amaçla tutarlıdır, bazen de kendi başına her şeye heveslenen ve yatayda çeşitliliği arttırırken hedefinden sapan ve fikirlerinin karmaşasında boğulandır.
İkilemler, tercih için insana verilmiş bir şansken, iradenin fonksiyonel olamaması halinde, her etki alanı ona yeni bir rota çizdirerek kendi ekseninden ayırır, yorgun düşürür, belki de bedbinleştirir.
Tercihlerimiz bir irade beyanı, kabullerimiz bir şuur heyecanı, tepkilerimiz ise bir yanlışı çözme heyelanı olmalı. Fay hatlarımız, kesişmeyen çizgilerin ve buluşmayan noktaların kırılma ekseni için gerekli olan sonuçlardır.
Yenilenme, bir ruhun diriliş idrakidir. Kendini her defasında bulma ihtiyacıdır. Muhakemenin hikmetle yoğrulmuş bilgi dağarcığına yeni hedefler ilave etme azmidir. Ana hedefi besleyen bu ilavelerin, her defasında yeni argümanlarla ilgi çekici ve estetikle duygunun yardımseverliğine konuk olacak bir aydınlanma ihtiyacının ortaya çıkmasıdır.
Hedeflerin canlanışı ve isteklerin kararlılığı, yeni insanları ve yeni hayatı doğru okumayla paraleldir. Yeni hal; bir realite. Bunu anlamak ve ona göre strateji geliştirmekse bir zorunluluk. İçinde bulunduğumuz yer kürenin sakinleri ile anlaşmanın ve doğru sonuçlara paydaş etkisi ile gitmenin başka yolu yok.
Hepimiz bu dünya gemisinin özel misafirleriyiz. Limandan ayrılalı epey oldu. Ya da yeni doğduk. Kara parçasından, sahilden uzaklaşma anını, anne rahminden kopuş anına benzetirsek, açıldığımız hayat denizi bizi varmak üzere yola çıktığımız yeni bir sahile ve limana doğru götürmektedir.
Bu geminin kılavuz kaptanı, koordinatları bilmeden yol alamaz. Gemi, aynı hedefe giden yolcular için anlamlıdır. Yanlış bilet doğru sonuca götürmeyeceği gibi, yanlış bindiğimiz her gemi, bizi kendi yoluna götürür. Bir anlamda kendimizden ve hedefimizden farkında olmadan uzaklaşırız.
Görünürde biz de diğer yolcular gibiyiz. Ancak doğru yerde ve hedefte olmadığımız gerçeği, ya sonradan ya da birazdan fark edildiğinde, deniz ortasında yapayalnız kalabiliriz.
Bilmem hiç böylesi yapayalnız anlar yaşadınız mı?
Bu durumda güvertedeki ne yapsın? Makinistin ne suçu var? Her geminin bizim için kalkmadığını düşünememenin faturasını ödemesi gereken biziz.
Peki bizim için deniz ortasında gemiden gemiye transfer mümkün mü?
Yoksa başlangıç noktasına geri dönüp, ya da varacağımız ilk durak/liman da inip, kendi yol hattımıza mı girmeliyiz?
Ya da bindiğimiz gemide diğer yolcular gibi davranıp, onların varacağı yeri merak ederek onlara katılıp hedefimizden vazgeçmeli miyiz?
Herşey mümkün. Yanlışlarımıza bulacağımız yorumlar kadar, mutlu olmadığımızı en iyi bilen de biziz. Kendimizi yaşama ve iç kaynaklarımızı doğru kullanmada açık tanımlılık ve doğru ifade ile netleşmek, bizim tatmin katsayımızı arttırır. Mutluluk penceresi açar.
Kılavuzsuz gemi, pusulasız kaptan ve rehbersiz öğrenci; yaptıklarına yorum getirmekle ve ömrünü bir kör “ben”e kurban etmekle sıradanlığın savunma mekanizmalarında rotasını bulmakta zorlanabilir.
Zor anın ilacı, isteklerinin pozitif etkilerdir. Bu anlamda, iç isteklerin dua gücü; yeteneklerinin yerlilik ve yenilik kulvarında zihnini inşa edebilir. Görüş mesafesini ufka dikerken sonucu hayal etmenin ruh lezzeti ile yaşama kıvamını tatlandırabilir.
Huzur tadında yenilenebilir. “Fark oluşturan doğru sonuçlar” verecek yenilenmelerle gelişebilir.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Hizmetin sigortası şahs-ı manevîdir |
|
Din-i mübîne hizmeti vazife bilen tarikat ve cemaatleri yıpratma kampanyalarında, öteden beri ifsat komitelerinin en etkili taktik ve tuzakları, o cemaat içinde temayüz etmiş, ön plâna çıkmış kişilerin bazı hata ve kusurlarını teşhir etmek ve ondan sonraki safhada da bu gibi şahısları hedef tahtasına oturtarak atışlara geçmek şeklinde oluyor.
Esas maksatları cemaatlerin hizmetlerine set çekmek, onları etkisiz hale getirmek olan, bulunduğu ekolde isim yapmış kişilerin şahsında cemaatin tümünü zan altında bulundurarak saf dışı etmeyi plânlayan bu kesimler çoğu zaman da emellerine kavuşuyorlar.
Yakın tarihte İsmail Ağa cemaatine ve Cübbeli Ahmet Hoca diye anılan şahsa yönelik, bilinen odakların yaptığı propaganda ve yayınları ibretle seyrettik. Uzun bir süre önce de “Aczimendi”lerin lideri diye bilinen Müslüm Gündüz ile ilgili teşhir ve yayınları da ibretle hatırlıyoruz hepimiz.
Çok daha uzun yıllar önce, aynı taktiklerin bizzat Bediüzzaman’a da uygulanmaya çalışılmış olduğunu görüyoruz. Aynı ifsat komiteleri, Bediüzzaman’ın şahsında Nur hareketini akim bırakıp, hizmetlerine set çekmek için, Bediüzzaman’a akla gelmedik yalan ve iftiralarda bulunmuşlardı.
Din düşmanlarının bu kurnazca taktiklerini çok iyi tahlil eden Bediüzzaman ise, onların bu şeytanî plânlarını, “Zaman cemaat zamanıdır, bâkî hakikatlar, fani şahıslar üzerine bina edilemez” diyerek oldukça enteresan ve dikkat çekici bir metodla bozmuştur.
Bediüzzaman’ın kendi ikrarıyla fanî şahsını ulvî dâvâsından ayırıp, ayrı bir yere koyması; akılları sıra Bediüzzaman’ı çürütmekle, eserlerini ve müntesiplerini de çürütüp hizmetlerine mani olacaklarını zanneden malûm çevrelerin şaşkınlığını, Bediüzzaman’ın ise gerçek bir dâvâ sahibi olduğunu gözler önüne sermişti.
Bediüzzaman, din düşmanlarının bütün plânlarını bu şekilde boşa çıkardıktan sonra kendi talebelerine de aynı mesajı vererek, yani Nur hizmetinde şahısların değil, şahs-ı manevînin önemli olduğunu, insanların görüş ve düşüncelerinden ziyade kitabî ifade ve tesbitlerin daha tesirli olduğunu, kişilerin görüşlerinin yerine prensip ve şûrâya dayanan düstur ve kararların daha geçerli olduğunu beyan ederek Nur hizmetinin etkililiğini ve kalıcılığını temin etmiştir.
“Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyeti kuru çubuğunda aranılmaz”, “Ben de bir ders arkadaşınızım”, “Ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum”... Bu meyanda Bediüzzaman’ın bir çok tavsiye ve mesajları vardır. Bu ve benzeri beyanlar Bediüzzaman’ın önemli bir şiârı olan mahviyet ve tevazunun ifadesi olmakla beraber, kudsî Nur hizmetinin sâlim ve uzun ömürlü olması için okuyuculara bu nev’î mesaj ve prensiplerin verildiğinde şüphe yoktur.
Bir de onun şu ifadelerine kulak verelim isterseniz: “Üstadınız layuhitî değil; onu hatasız zannetmek hatadır... Biliniz kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hatta başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için, başka hatırlara bakılmaz...”
Hiç şüphesiz Bediüzzaman böyle söylemekle kendisinde veya Risâle-i Nur’da bir hata, bir kusur aramamız için değil; Nur talebelerinin tahkik ehli olmasını istediği için bu çeşit ifadelerde bulunmuştur.
Bu meyanda Bediüzzaman, Münâzarât adlı eserinde de; “Çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için, tamamını kabul etmeyiniz; (...) her sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz (...) Mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana gönderiniz...” demiştir.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, bu ve benzeri mesajlarla Nur okuyucularının tahkik ehli ve araştırıcı olmalarını, muhakeme etmeyi prensip edinmelerini ısrarla tavsiye etmiştir. Böyle bir hizmet metodu sayesinde de kalıcı ve etkili bir sonuç elde edilmiştir.
İşte yapılan bunca sinsi plânlara, yıldırma girişimlerine ve taarruzlara rağmen Nur hareketinin durmadan, duraksamadan yoluna devam etmesindeki sır budur. Şahıs yoktur, şahs-ı manevî vardır. Fert yoktur, kitaba dayalı prensipler ve şûrâ vardır.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Karanlık mihraklar |
|
Hrant Dink cinayeti, hemen ertesinde bazılarının yaptığı tespitte olduğu gibi, Türkiye’ye karşı bir operasyonun start noktası veya yeni bir aşamasıdır. Zira cinayetin Türkiye veya Türklere veya bu topraklara zararından başka hiçbir faydası yoktur. Elbette hunharca bir cinayettir. Eğer birileri bunu kin veya nefret dürtülerinin sonucu olarak işlemişlerse yanlış bir adres seçmişlerdir. Ermeni tezlerine destek veren odakları cezalandırmak istedilerse Hrant Dink kesinlikle yanlış bir adrestir. Zaten Ermeni tezlerine yönelik cevap fiili değil ilmi olmalı ve tarihi verilere dayanmalıdır.
Bu meselenin siyasi ve aktüel boyutuyla elbetteki siyasiler ilgilenecektir. Tarihi boyutuyla da ilim adamlarının ve akademisyenlerin ilgilenmesi gerekir. Bununla birlikte ne yazık ki bu meselelerle ancak bıçak kemiğe dayandığında ilgilenilmektedir. Karşı hamleleri karşılamak için mükessef ve sistematik çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmaların müspet veya menfi sonuçlarına da varsa katlanmak icap eder. Elbetteki bu anlamda Hrant Dink cinayeti bulanık suda avlanmaktan başka bir maksada hizmet edemez. Dink, birçok söylemine veya yaklaşımına katılamasak bile yine de o Ermeniler arasındaki nisbeten ılımlı seslerden birisiydi. Hatta Ermeni tezleri noktasında görüşleri Ermeni olmayan birçok isimden de daha ılımlıydı. Bu açıdan neresinden bakılırsa bakılsın bu cinayet siyasi açıdan yanlış bir cinayettir ve başta Türkiye ve çıkarlarına zarar vermektedir.
Öyleyse bu cinayet Türkiye’yi seven mihrakların işi olamaz. Nitekim tepkiler de bu doğrultuda olmuştur. Sağdan ve soldan neredeyse bütün kalemler koro halinde cinayeti telin ettiler. Behiç Kılıç gibi yazarlar bile ‘Hrant Dink’i öldürerek kim kazandı?’ sorusunu sordular. Türkiye’nin kaybettiği bir gerçek. Burns gibiler Dink cinayetiyle Ermeni tasarıları arasında bir bağlantı kurulamayacağını söyleseler de şimdiden Amerika’daki radikal Ermeniler ikisi arasında münasebet kurdular bile. Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA) Ermeni tasarısının yasalaşması için Dink’in cinayetini malzeme olarak kullanacaklarının ipucunu verdi bile. Edip Başer, Kerkük meselesi ve Kuzey Irak harekâtının gündemde olduğu bir sırada böyle bir cinayetin işlenmesinin bu operasyonları gölgeleyebileceğini ve Türkiye’yi zor durumda bırakmaya aday olduğunu söylemiştir. Yunan Dışişleri Bakanı Bakoyanni de bu cinayetin AB-Türkiye münasebetlerine olumsuz şekilde etki edeceğini vurgulamıştır. Neresinden bakarsanız bakın Türkiye’yi cendereye alan ve manevra kabiliyetini körelten bir cinayetle karşı karşıyadır. Bu itibarla, bu cinayet ancak Türkiye düşmanlarının bir eseri olabilir.
***
Bu itibarla, bu cinayetin failleri Türkiye karşıtları arasında aranmalıdır. Bunlar arasında kimi yeminli Ermeni mihrakları var. Tarihi kin sunağı haline getirmiş bazı Ermeni çevreler aleyhteki ortamı tetiklemek için burnu yapmış olabilirler. İkinci kademede ise, onlara destek veren ve onlar üzerinden Türkiye’nin hızını kesmeye çalışan kimi Batılılar (ABD-İsrail ekseni) hatta başkaları da olabilir. Üçüncü ihtimal de içimizdeki ahmak suretindeki hainlerdir. Katiller olsa olsa bu eksende aranmalıdır.
Cinayetten de önemli olan bir unsur manipülasyan boyutudur. Dolayısıyla cinayet ancak istenilen manipülatif ortam sağlanırsa amacına ulaşmış sayılacaktır. Aksi taktirde bir can yanmasıyla kalır ve siyasi ve sosyal amacı akim kalır. Bundan dolayı, Dink cinayeti kadar ve ondan da önemli olan cinayetin çekileceği veya kazanacağı mecradır. Bu konuda bayta basının uyanık ve dikkatli olması gerekiyor. Sözgelimi, Danıştay cinayeti faili yakalandığından dolayı istenilen malzemeyi temin edememiş ve fitne, beşiğinde söndürülmüştür. Bilindiği gibi Danıştay saldırısından sonra atıldığı ileri sürülen slogan ve araçta bırakılan gazetenin kimliği tartışma konusu olmuştu. Kimileri saldırganın olay sırasında tekbir getirdiğini söylemişlerdi. Kimileri de bunun yakıştırma mahsülü olduğunu söylemişlerdi. Dink cinayetinden sonra da kimi gazetelerde bu konuda farklı ifadeler yer almıştır. Vatan gazetesine göre saldırgan ‘gayri müslimi vurdum’ demiş. Sabah ve diğer gazetelere göre de ‘Ermeni’yi öldürdüm’ demiş. İki ifadenin çağrışımları veya çağrıştırdıkları çok farklı. ‘Gayri Müslimi öldürdüm’ ifadesi saldırganla ilgili olarak dini bir saiki akla getirir, ‘Ermeni’yi öldürdüm’ de ise milliyetçi bir ton vardır. Dink’in dini bir saikle öldürülmesi ihtimali neredeyse sıfır bir ihtimaldir. Zira bu manipülatif olarak kullanılamaz. Manipülatif boyut için milliyetçi bir imge/imaj kullanılmalıdır.
***
Velhasıl yine birileri emelleri için Hrant Dink’i kurban ettiler. Olan fiziki anlamda Dink gibilere, siyasi anlamda da Türikye’ye olmaktadır. Tek teselli kaynağımız: Kanadalı Ermenilerin de temenni ettikleri gibi onu Türk-Emeni ilişkilerinine kurban edenlerin rağmına ölümünün iki topluluk arasında kalıcı bir köprü oluşturmasıdır. Cinayet mahallindeki sloganlar bu umutları artırmıştır. Şerden ancak bu şekilde bir hayır çıkabilir. Bu cinayetle birlikte yurtta 2007 sıcağı şimdiden başladı bile.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Son günlerdeki tartışmaların odağında Irak, dolayısıyla Kerkük’te yaşanan gelişmeler geliyor. Irak gün geçtikçe tehlikeli bir noktaya doğru gidiyor. Bölünmenin eşiğinde… Kerkük bir ateş topu gibi. Irak Türkmen Cephesi Başkanı Dr. Sadettin Ergeç, bütün dünyayı Kerkük’teki tehlikeyi görmeleri çağrısında bulunuyor.
Hükümetin Kerkük konusunda kararlı tavır alır görüntüsü, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki sert çıkışı, muhalefetin askerî müdahale için Meclis’ten çıkacak yetki kararına destek vereceğini açıklaması ile gözler Kerkük’e çevrildi.
Türkiye Irak yetkililerinden ve ABD yönetiminden terör örgütü ile ilgili eylem yapılmasını beklerken, Mahmur Mülteci Kampına yapılan operasyon Türkiye’nin gözünü boyama, eleştirileri azaltma ya da göstermelik bir operasyon olduğunu gösteriyor.
2006’nın Ocak ayında Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’nin söylediği “Kerkük’ün Kürdistan kimliğini ispat etmemiz gerekir. Kerkük’ü, mutabakat sağlandıktan sonra Kürdistan’a katmak istiyoruz. Türkmen ve Araplara anlatmamız gerekir ki, çıkarları Kürtlerle yaşamaktan geçiyor. O zaman mutabakat halinde Kerkük’ü Kürdistan’a katabiliriz” sözlerinin üzerinden bir sene geçtikten sonra Türkiye’nin son günlerdeki çıkışları neyin göstergesi?
Kerkük’ün demografik yapısı değiştirilirken sesini çıkarmayan Türkiye ne oldu da son günlerde “sert açıklamalar” yapmaya başladı? Türkiye’de yapılacak seçimler öncesi Başbakan Erdoğan, “Kerkük fatihi” mi olmak istiyor? İşte her şey bu soruların cevaplarında saklı…
***
Peki, Kerkük neden bu kadar önemli? Irak’ın 115 milyar varillik petrol rezervlerinin yüzde 40’ı Kerkük’teki yataklarda bulunuyor. İşte bütün kavga bundan… Şehir, “Özerk Kürt Yönetimi”nin sınırları içersinde yer almıyor. Ancak Kuzey Irak yönetimi, “Kerkük’ün tarihî bir Kürt kenti olduğunu” savunarak bölgeyi sınırlarına dahil etmeye çalışıyor. Bu kapsamda Irak Anayasası’na eklenen 140. madde, Kerkük’te bir referandum yapılmasını öngörülüyor. 2007 sonunda yapılması plânlanan referandumda şehrin, merkezî Irak hükümetine mi yoksa Kuzey Irak yani Kürt yönetimine mi bağlanıp bağlanmaması oylanacak.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgale başlayana kadar nüfusu 860 bin olan Kerkük’ün, 2005 yılında nüfusunun 1 milyon 600 bine ulaştığı tahmin ediliyor. Bir Osmanlı vilayeti olan Kerkük, 1926’da İngiltere ile yapılan anlaşmayla Irak’a devredildi. Yakın zamana kadar Türkmenler, en büyük gruptu ve mal varlıkları, Osmanlı tapularıyla belirtilmişti. Ancak bu tapular, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra yakılarak yok edildi.
Türkiye Kerkük’te referandumun “Nüfus yapısı Kürtlerin lehine değiştirildi” diye ertelenmesini isterken, ABD de tam tersi açıklama yapıyor: “Plân neyse işleyecek” Yani “Referandum bu sene sonuna kadar yapılacak” deniliyor. Başbakan “Kerkük’te oldu bittiye kayıtsız kalamayız, müdahale ederiz” derken Meclis’te görüştüğü ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Nicholas Burns, “Kerkük’te kararı Iraklılar verir” demişti.
TBMM’nin önümüzdeki Salı günü yapacağı “gizli görüşme”de Kerkük’teki gelişmeler ile Türkiye’nin sınır ötesi operasyonu konusunun ele alınması bekleniyor. Bu görüşmede oluşacak görüşler ışığında Türkiye izleyeceği politikaları belirleyecek.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 6 Şubat’ta ABD’ye giderek, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a “Irak Anayasası’nın 140. maddesi uygulanır ve ulusal uzlaşı olmadan referandum yapılırsa tüm dengeler alt-üst olur” mesajı vereceği konuşuluyor.
Kerkük’te yaşanan kriz konusunda Birleşmiş Milletler de bir rapor hazırlamış ve tehlikeye dikkat çekmişti. Raporda, Kerkük’teki Türkmen ve Arap topluluklarının, Kuzey Irak’taki silahlı Kürt Peşmergelerince baskı altında tutulmasının, şehri patlamaya hazır hale getirdiği belirtilmişti. Bunun için Türkiye BM nezdinde de görüşmeler yapıp, Kerkük konusunda aktif rol oynamasını sağlaması gerekir. Bu şartlarda referandumun yapılmayacağı da dünyaya gerekçeleri ile “efelenmeden” anlatılması gerekiyor.
Gelinen noktada, Türkiye, “Kerkük bütün Iraklılarındır” tezinin sıklıkla ifade etmeli. Türkiye’nin sınır ötesi müdahale güç kullanma yerine hem Irak hem de ABD ile diyalog kapılarını zorlaması Türkiye’nin maceraya sürüklenmemesini önleyebilir.
***
Karanlık cinayet ve demokrasiye darbe
Türkiye çok önemli dış meselelerle karşı karşıya bulunduğu bir ortamda karanlık bir cinayete daha sahne oldu. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink’in ölümü üzerine çok şeyler yazılıyor, söyleniyor da…
Bu cinayet ifade özgürlüğüne, düşünce hürriyetine, insan haklarına ve demokrasiye karşı işlenmiş çok ağır bir darbedir. Umarız olay kısa zamanda çözülür, Türkiye’nin pekte iç açıcı olmayan “ifade özgürlüğü karnesi” daha fazla geriye gitmez, demokrasimiz daha fazla yara almaz.
Şimdi sağduyu ile hareket etme zamanı…
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tehlikeli tuzak |
|
İstanbul’da yayınlanan Agos gazetesinin yazarı Hrant Dink’in katledilmesi, daha önce işlenen benzer cinayetleri de hatırlattı. Dink’i katledenler en başta Türkiye’nin huzuruna kurşun sıkmış oldu. Görünüşteki katili ya da katilleri kim olursa olsun, asıl katiller; Türkiye’nin rahatını ve huzurunu istemeyen ‘ifsat şebekeleri’dir. Bu ifsat şebekeleri içeride ya da dışarıda da olabilir; ama ortak hedefleri Türkiye’yi kaosa sürüklemektir.
Cinayetin duyulmasıyla birlikte yapılan ilk açıklamalar, ‘doğru teşhis’ yapıldığını gösterdi. İnşallah ilerleyen günlerde iş başka yönlere çekilip, cinayetin hedefi saptırılmaz. Çünkü geçmiş kanlı cinayetlerde, hiç ilgisi olmayan kitleler suçlanmış ve zan altında bırakılmak istenmişti.
Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı Dink’i katleden ‘katil’ler belki bulunacak, ama cinayet gerçekten aydınlatılabilecek mi? Böyle bir soru, benzer şekilde işlenen cinayetler sonrası katillerin yakalanamaması, yakalansalar bile cinayetin çözülememiş olması sebebiyle akla geliyor. Tabiî cinayetin aydınlatılması önemli bir konu, mutlaka aydınlatılmalı; ama asıl üzerinde durulması gereken bu cinayetle neyin hedeflendiğidir.
Cinayet akşamı NTV’ye konuşan gazeteci Aydın Engin, (aynı zamanda Dink’in yakın arkadaşı ve Agos’un yazarı) “Dink, iyi seçilmiş bir hedefti” anlamında bir tesbitte bulundu ki, bu cinayetle ‘bir’ değil, ‘beş-on kuş’ vurulmak istendiğini akla getiriyor. Geçmiş yıllarda işlenen benzer sarsıcı siyasî cinayetlerin asıl hedefi belki de ‘iç politika’yı etkilemekti. Bu defa ‘isfat şebekeleri’ hedefi büyütmüş olmalı. Çünkü Dink’in katli, sadece ‘iç politikayı etkilemek’le sınırlı kalmaz, Türkiye’yi dış dünya nezdinde de sıkıntıya sokabilir. Yakın zamanda ‘Ermeni katliâmı’ iddiasının ABD gündemine geleceği de hatırlanırsa, cinayetle nelerin hedeflendiği biraz daha iyi anlaşılabilir.
Cinayeti değerlendiren ‘uzman’ların ortak görüşü, bunun sıradan bir cinayet olmadığı yönünde. Türkiye’deki demokratikleşme adımları ve AB yolunu tıkamanın hedeflendiğini söyleyenler ekseriyette. Meselâ, bir kaç gün önce Türkiye gündemine gelen/getirilen EMASYA protokolu konusu vardı. Çeşitli çevrelerce tartışılmaya başlayan ve belki de değiştirilmesi gündeme gelebilecek bu konu, muhtemeldir ki ‘rafa’ kaldırılacak. Yine muhtemeldir ki, “AB konusu unutulmasın, reformlar devam etsin” şeklindeki çağrılar en azından ertelenecek ve Türkiye zaman kaybetmiş olacak.
Oysa, bu ve benzeri çirkin cinayetlerin asıl hedefi de tam bu noktadır. Bu cinayetlerle, Türkiye’nin önüne taş koyup tuzak kuranlar, uluslar arası imajımıza da zarar veriyor.
Hrant Dink’in arkadaşı Aydın Engin’in yine NTV’de dile getirdiği (Hrant Dink Özel Dosyası, 19 Ocak 2007, saat: 21.00) bir iddia da dikkat çekiciydi. Buna göre, Dink, yakın zamanda ‘bir yetkili’ tarafından makamına çağrılmış ve özetle, “Böyle haberlere devam ederseniz, başınıza bir haller gelebilir” anlamında sözlerle ‘ikaz’ edilmiş. (Bu iddia, 20 Ocak 2007 tarihli Radikal’de de yer aldı.)
Cinayetin ilk günü ve akşamında ortaya konulan yorumlar, Türkiye’nin bu oyuna gelmeyeceği ve hazırlanan ‘tuzağa’ düşmeyeceğini düşündürüyor. Yerli ya da yabancı katil ya da katillerin maksadı Türkiye’yi tuzağa düşürmek olduğuna göre, bu planı boşa çıkarmalıyız. Elbirliği ile katil ya da katillerin yakalanması, cinayetin aydınlatılması ve tekrarlarının yaşanmaması sağlanmalıdır.
Hepimize görev düşüyor. Bunun farkında olarak ‘sağduyulu’ hareket etmeliyiz. Dink’in katledilmesini lânetliyor, ailesi ve yakınlarına sabırlar diliyoruz.
21.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|