Hakan YALMAN |
|
Kurban ve kurbiyet |
Kurban bayramı, ferdin Rabbi’ne yakınlaşması için hayatını ve duygularını tekrar gözden geçirme zamanı. Bu dönemin, yeryüzünde ferdin kendini Rabbi’ne en yakın hissedeceği mekân olan Kâbe’ye yolculukla, hac ile aynı dönemde yaşanıyor olması çok anlamlı. Ancak unutmamak gerekir ki, Âlemlerin Rabbi’ne esas yakınlık mekân yakınlığı olamayacaktır. Çünkü O, mekândan münezzeh bir zattır. Kâinat Sultanı’na yakınlık, duygularda yani hissedişte, dolayısı ile kalpte olacaktır. Bu da, kalpte O’nun sevgisi dışında hiçbir sevgiye yer kalmaması, dolayısı ile her şeyin O’nun nâmına ve O’na ulaştıran bir vesile olarak sevilmesiyle mümkün olur. Bu zor bir imtihandır ve şuur altının girift mekanizmaları içinde pek çok mecâzî mahbuba bağlanmış kalbin bundan kopma duygusunu yaşaması için şeklî uygulamalara ihtiyaç vardır. Evlâttan, yardan ve maldan Allah için geçme sürecinde boğazlanan hayvan, bütün bunlar ve insanın maddeye hasrettiği önemi, ismî olarak algılanan varlığı temsil etmektedir. Bu anlamda esas kurban edilmesi gereken ise, benlik duygusu olmalıdır. Bu, kurban anlamını yaşamak ve Âlemlerin Rabbi’ne yakınlaşmak ve en nihâî noktada bütünleşmek için olmazsa olmaz bir şarttır. Günlük hayat içinde benlik etrafında şekilleniş tanımlar zihni maddî âleme yöneltiyor. Bununla bağlantılı olarak pek çok alanı haksız şekilde sahiplenmiş insanlar, varlığı kendi vehimlerince gasbetmiş oluyorlar. Gasbedilen alanların en başında benlikler geliyor. İnsanların varlık ve hayatı ben-merkezli algılamanın ötesine geçememeleri inançlar ve dinî yaşantıda da kendini gösteriyor ve belirli inançlar belirli zümrelerin malı gibi algılanıyor, zaman zaman bu zümreler tarafından gasp ediliyor. Meselâ solcu ya da sağcı olmak tamamen siyasî tercihler iken ve varlıklar lisanı ile kullarına kendini anlatan Âlemlerin Yaratıcısı’nı tanıyıp tanımama ile hiçbir ilgisi yokken, direkt dinle bağlantılı tercihler şeklinde algılana gelmişlerdir. Solcuların dinden uzak, sağcıların ise dindar oldukları yaygın olarak kabul görmüş bir kanaattir. Oysa Halık-ı Kâinat’ın hitabı olan Kur’ân, sağcı-solcu ya da başka türden ayrım yapmaksızın bütün insanlığa hitap etmektedir. Muhafazakârlığın çoğunlukla ifade edildiği kelime olan sağcılık ve sosyal-demokratlığın çoğunlukla karşılığı olan solculuk tamamen farklı dünya görüşlerini ifade eden kelimelerdir. Oysa din ve dindarlık, bir dünya görüşü değil, insanın varlığı, dünyayı ve kendini tanımlaması ile alâkalı, her insanı ilgilendiren temel bir meseledir. Irk, coğrafya, siyaset gibi hiçbir dünyevî sınıf tanımının ya da taraf oluşturan kimliklerin bir parçası değildir ve olmamalıdır. Bir solcunun dindar olmasına hiçbir engel olmadığı gibi, bir sağcının da dindarlığının kaynağı sağcılığı ya da herhangi bir dünya görüşünün temsilciliği olmamalıdır. Günlük yaşantı, kimliğini solcu olarak belirlemiş kişilerin kendi fıtratlarını doğrulandığı örneklerle doludur. Cem Karaca tekbir sesleriyle uğurlandı. “Dünün rockçıları bu gün dine mi dönüyor?” soruları, dine yönelişin dönmek kelimesi ile ifadesi, aslın ve özün din olduğunun ve dinin kendisinden uzaklaşılan bir konumda bulunduğunun ifadesi. Bu, sosyal hayatın hiçbir sınıflama ve tanımlaması ile bağlantılı olmayan, kişinin benlik ve bedeninden bile daha derinlerdeki alt yapısını oluşturan bir özdür. O yüzden ne tarzda ve hangi dünya görüşü ile yaşıyor olursa olsun, her insanın temel arayışı bu öze dönmek olmalıdır. Dündar’ın makalesinde yer alan şu cümleler de insanların en temel özelliğinin bu alanda yattığı tezini doğrular mahiyette: “Yıllar önce bir mizah dergisinde bir karikatür vardı: Ateizm konferanslarında konuşacak hatip, kuliste diz çökmüş duâ ediyor: ‘Tanrım bağışla ne olur? Bir kere girmiş bulunduk bu yola...’ “Türkiye’de adı Marksisit sol çizgiyle özdeşleşmiş kimi müzisyenlerin çekmecelerinden kutsal kitaplar çıkması, bu karikatürü akla getiriyor.” Yine eski bir makalesinde Can Dündar, Timur Selçuk’un 1970’lerden beri ve dinleyicilerin onun marşlarıyla coşup işçi sloganları attıkları dönemlerde sahneden sonra namaza gittiğini ve bundan dinleyicilerin haberdar olmadığını ifade ediyor. Makalenin sonunda, bu durumun modernizmin din karşısındaki yenilgisiyle açıklanabileceği ifade ediliyor: “Tanrıyla zıtlaşarak bayrağını açan modernite, dindarlığı hep köylülük alâmeti olarak gördü ve aşağıladı.” deniyor. Aslında fertler olarak yaşadığımız temel problem, özümüzün aslımızın sesini dinleyerek değil, ideolojilerin ve doktrinlerin sunduğu hayat kalıpları içinde yaşıyor olmamız. Modernlik ve muhafazakârlık gibi ideolojik doktrinlerin çizdiği dünya tablolarında kimileri dinî kendi malı gibi algılıyor, kimileri de onların diyerek uzak duruyor. Kot pantolonu ve uzun saçları ile camiye giden gencin orada bulunmasından rahatsızlık duyan biri ne kadar yanlışlık içinde ise, siyasî kimliğinden dolayı camiden ve dinden uzak duran kişi de o kadar yanlışlık içindedir. Herkes, hangi siyasî kimliğe ve dünya görüşüne sahip olursa olsun, komplekslerden, şartlanmışlıklardan uzak şekilde gönül huzuru ile dine, yani aslına yönelebilmelidir. Çünkü din umumun ortak malıdır. Bu Kurban Bayramı’nın her birimiz hakkında Rabb-i Kerim’e ve bu vesileyle bütün insanlık olarak birbirimize yakınlaşmanın zemini ve kurbiyet vesilesi olması duâsıyla herkese hayır ve huzur dolu bayramlar diliyorum. 17.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
"Diyanet" hocalara bırakılamayacak kadar önemlidir! |
Maksadımız hocalarımızı üzmek değil, ama şunu kabul etmek lâzım ki; ‘din eğitimi’ ya da ‘halkın İslâm dini noktasında aydınlatılması’ sadece resmî görevli hocalara bırakılabilecek kadar basit değildir. İfade etmek gerekirse bu kıyaslama, “Askerlik, ya da vatan savunması; sadece komutanlara bırakılacak kadar basit değildir” anlamındaki meşhur tesbite dayandırılır. Gerçekten de gerek din işleri, gerek askerlik, gerekse de ekonomi; sadece o sahadaki ‘uzman’lara bırakılabilcek bir şey değildir. O sahada uzman olmasa da, başka bir sahada ‘uzman’ olan başkalarının da ‘fikir’lerinin alınmasında fayda vardır. Nihayetinde “Akıl, akıldan üstündür” denilmiştir. Yine belirtmek lâzım ki, uzman olmadıkları halde en fazla müdahale edilen, görüş belirtilen saha; dinî konulardır. Meselâ, yeri geldiğinde bir ‘şoför’ namaz kılmak için ‘mola’ verilmesini isteyen bir ‘müftü’ye “Namazını sonra kılarsın, kazaya bırakırsın” diyebilir. “Tek parti” döneminde dinî meseleler sürekli geri plana itildiği için; sıkıntılar birikip dağ büyüklüğüne ulaşmış durumda. “Ne dindara, ne de dinsize ilişmeme” olarak değil de, “dindara baskı” şeklinde uygulanan laiklik de problemleri daha da içinden çıkılmaz hâle getirmiş. Garipliğe bakın ki ‘laik’ olduğu ifade edilen yönetimde ‘imam’lar devletten maaş alıyor. Demek ki söz ile uygulama çok farklı... Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Kara, Diyanet İşleri Başkanlığı ve başkanları ile ilgili olarak dikkat çekici değerlendirmelerde bulunmuş. “Diyanet her zaman devlet kurumuydu. Müminlerin değil devletin din işlerine bakar” diyen Kara, bu durumun sıkıntılara sebep olduğuna da işaret etmiş. Prof. Kara, açıklamasında bir ‘haber’e de yer vermiş. Buna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı 15 yıldır, cumhuriyet devrinde hazırlanmış en büyük ve kıymetli hadis külliyatını, “Tecridi Sarih Tercüme ve Şerhi”ni basamıyormuş! “Niçin?” sorusunun cevabı da şöyle: “Resmî bir açıklama yok. Benim duyduğuma göre hadise şu: Dinî konularda kayda değer hiçbir bilgi sahibi olmamasına rağmen bu sahada ahkâm kesip duran sosyal bilimci Prof. İlhan Arsel (yakın zamanda ölen akademisyen) bu kitabı kaynak göstererek yazılar yazıyor. Bunlar Milli Güvenlik Kurulu tarafından Diyanet’e gönderiliyor ve baskı durduruluyor.” (Radikal, 13 Kasım 2010) İşin doğrusu, Diyanet camiâsında yaşananları bilmemize imkân ve ihtiyaç da yok. Ancak bu iddia ciddiye alınmalı ve kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapılmalı. Daha önce yayınlanmış bir hadis külliyatını bastırmamak olabilir mi? Olsa bile buna MGK karar verebilir, etkileyici girişimlerde bulunabilir mi? “Diyanet’in personeli artıyor, bütçe genişliyor. Var bir büyüme ama fonksiyonel mi?” diye soran Prof. İsmail Kara, “Aslında problem Diyanet, başörtüsü, mecburi din dersleri değil; Türkiye’nin, İslâmla olan ilişkisinin 1924’ten beri isteyerek veya uluslarası mecburiyetler karşısında muğlak bırakılmış olmasıdır” tesbitini de yapıyor. Diyanet konusu önümüzdeki günlerde gündemi daha fazla meşgul edecek gibi görünüyor. Etmeli de. Çünkü “Müslüman Türkiye” için din gerçeği gözardı edilebilecek bir konu değil. Diyanet’in personel sayısı artarken, personel kalitesi de daha fazla artmalı. Bu sıkıntıları bildiğini düşündüğümüz yeni başkanın, kalıcı icraatlara imza atması için duâcıyız. 17.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Allahuekber... Allahuekber... Allahuekber |
“Yok olmaya mahkûm olan, hakikî güzel olamaz: Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü: Zevale mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli”
Bediüzzaman Said Nursî
Cenâb-ı Hak insanları ve cinleri kendine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Ne var ki; Âdem Aleyhisselâm’dan beridir, bir çok insan fıtratının aksine davranmış; yer-gök ve bunların içinde bulunan mahlukâtın Hâlık’ı olan Yüce Yaratıcı’yı bırakarak elleri ile yapmış oldukları putlara tapmışlardır. İşlemiş oldukları büyük günaha rağmen, Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz, bu insanları kendi hallerine bırakmamış; onlara doğru yola göstersin diye kendi içlerinden birini seçerek peygamberlikle görevlendirmiştir. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’i (as) Nemrud’un hüküm sürdüğü ve insanların sapıklık içinde putlara taptığı bir zamanda peygamberlikle görevlendirmişti. Putperest kavmi hidayete çağırma yolunda kendine delil olabilmesi ve Rabbinin azamet ve kudretini görüp tahkîkî bir iman sahibi olması için, Hz. İbrahim’e (as) gökyüzüne bakmasını vahyetti. “Böylece, kesin inanç sahibi olsun diye İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığını gösteriyorduk” (En’am 75. âyet) Gecenin karanlığında göğe bakan Hz. İbrahim (as), ışıl ışıl parlayan bir yıldızı görünce, “İşte Rabbim budur” dedi. Yıldız kayıp gidince, kaybolmaya mahkûm olan benim rabbim olamaz anlamında “Lâ uhibbul âfilîn” dedi. Bu sefer gökteki bir başka parlak şey olan “Ay”a baktı. Ay kaybolup giden yıldızdan daha büyüktü. “İşte Rabbim budur” dedi. Ama, Hz. İbrahim’in içindeki bir ses “Bak göreceksin Ay da kaybolup gidecek” diyordu. Hakikaten de, gece yavaş yavaş elbisesini toplayınca Ay da koybolmuştu. Karanlık gecede göğü aydınlatan muazzam bir lamba olan Ay’ın kaybolması üzerine, Hz. İbrahim (as) “Rabbim beni hidayete erdirmese idi, şüphesiz ki yolunu kaybetmiş sapık kavimden olacaktım” dedi. (En’am 77. âyet) Bu arada yavaş yavaş gün ağarmaya başlamıştı. O da ne! Gökyüzünde bir başka varlık belirmişti. Ah ne kadar da güzeldi! Kızıl rengi göz kamaştırıyordu. Güneş denilen bu varlık bütün ihtişamıyla gökteki yerini almıştı. Güneş’in büyüklüğünden çok etkilenen Hz. İbrahim (as) “İşte bu! Bu hepsinden büyük; benim Rabbim budur” dedi. Ama güneşte yıldız gibi, ay gibi Hz. İbrahim’i (as) aldatmıştı. Gündüz nöbetini geceye devretmek üzere çekilmeye başlayınca, Güneş yavaş yavaş Batıya doğru süzülmüş ve gurupta kaybolmuştu. Bu manzarayı gören Hz. İbrahim (as), “Olamaz! Kaybolmaya mahkûm olan benim Rabbim olamaz! Ey halkım! Haberiniz olsun ki ben sizin (Alah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanif olarak yalnız hakka eğilip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Yaratıcıya çevirdim. Ben (Allah’a) şirk koşanlardan değilim” dedi. (Enâm 78- 79) Hz. İbrahim’in (as) yüzünü Mahbûb-u Bâki’ye çevirme hadisesini Üstad Bediüzzaman gayet vecîz olan şu sözlerle tasvir ediyor: “Bir matlub ki, gurubda gaybubet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın. “Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki fâniyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim?.. “Bir ma’bud ki, zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona ilticâ etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur?” (Sözler, 17. Söz’ün ikinci makamı) ***** Bugün Kurban Bayramın’ın ikinci günü. Nefsin bağlandığı şeyler olan mal, evlâd, mevkî ve daha nice mecâzi mahbublara sırt dönüp Mekke-i Mükereme’ye gelen yaklaşık 4 milyon insan, Mahbûb-u Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın emri üzerine “Hac” vazifelerini yerine getiriyorlar. “İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.” (Hacc 27-28) Dünyevî elbiseleri çıkarıp takva elbisesine bürünen ırkları, dilleri ve renkleri farklı olan yüzbinlerce insan, bıkıp usanmadan “Lebbeyk Allâhmümme Lebbeyk. Lebbeyke lâşerîke Leke lebbeyk. İnnelhamde ve’n-ni’mete Leke vel mülk. Lâ şerîke Lek” diyerek yeri göğü çınlatıyorlar. Onların bu haline melekler dahi gıpta ediyorlar. Çünkü, Hadis-i Şerifte bildirildiği üzere, Cenâb-ı Hak, mahşer gününü anımsatan Arafat günü bu insanlarla gurur duyduğunu ve onları günahlardan arındırdığını meleklerine bildirmiştir. Allahuekber... Allahuekber... Allahuekber. Yıllarca mecâzi aşklar peşinde koşup onlara hizmet etmekten bîtab düşen, sonunda Allah’ın yol göstermesi ile Mahbûb-u Hakikiyi bulan bir insan için, Onun sevgisine ve affına nâil olmaktan başka büyük bir nimet olabilir mi? İşte bu yüzden, hacca gidemeyen yüz milyonlarca mü’min, nâil oldukları bu büyük nimet için hacı kardeşlerine gıpta edip, “Mebrûk, elfi elfi mebrûk, Ya Hüccâc-ı Beytü’l-Atîk! Haccen mebrûren, zemben mağfûren!” diyerek onları binlerce defa tebrik ediyorlar. Not: Muhterem okuyucularımın mübârek Kurban Bayramlarını tebrik ediyor, şu mübârek günlerde salih duâlarını bekliyoruz. 17.11.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Süleyman KÖSMENE |
|
Komşumuza karşı sorumluyuz |
Hayrunnisâ Hanım: “Komşuluk ilişkileri nasıl olmalıdır? Komşular arası dengeyi nasıl gözetmeliyiz? Komşularımıza karşı görevlerimiz nelerdir?”
Komşularla ilgili hak ve hukûka riâyet etmek dinimizin önde gelen emirlerinden. Hem Kur’ân’da, hem de hadis-i şeriflerde bu konuda bir hayli teşvik, tavsiye ve uyarı buluruz. Hiç şüphesiz komşularımızla huy, karakter, mîzaç, anlayış, kavrayış, görgü, görenek, dindarlık ve sair hususlarda aynı çizgide buluşmayabiliriz. Bilhassa günümüz şehir hayatında farklı düzeyde, farklı inanç yapısında, farklı kültür, görgü ve alışkanlıklara ve farklı ekonomik yapıya sahip komşularla bir araya gelmek mümkün olabiliyor. Fakat unutmayalım: Her komşumuz insandır, hepsinin de-–Bediüzzaman’ın ifadesiyle—bâtın-ı kalbi âyine–i Sameddir,1 öyleyse biz istersek, hangi çeşit insana komşu olursak olalım, iletişim ve iyilik imkânı muhakkak buluruz. Ve bulmalıyız. Hangi durumda olursa olsun, zaten dinî referanslarımızda tavsiye edilen gönül zenginliğini her zaman yaşamak ve komşumuzla iyi geçinmek, komşumuzla asgarî ortak yönlerimizde birleşmek, onu kusurları için hor görmemek ve onun hakkını gözetmek bize düşüyor. Dînimizin bu inceliğini yaşayışımızla göstermek, karşı taraf hangi kültürden gelmiş olursa olsun, onun da bize iyi davranmasını ve bizi sevmesini sağlayacaktır. Şüphesiz komşuluk sadece yemek götürmekten veya kurban eti götürmekten ibaret kalmamalı. Genel çerçevede komşularımıza iyi davranmak ve onları kötülüklerimizden emîn kılmak bize komşuluk sevabı kazandırması açısından yeterli olur. Eğer fazladan bir iyilik yapmak için tercih yapmamız söz konusu olursa; “yakınlık-uzaklık” veya “akrabâlık-uzak akrabâlık” tarzında yaptığımız bir sıralama Kur’ân’a da uygun olur. Konu ile ilgili âyet ve hadisleri inceleyelim: * Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. Ve hiçbir şeyi Ona ortak koşmayın. Anne ve babaya iyilik edin. Akrabaya, yetimlere, fakîrlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, eliniz ve emriniz altında bulunan kimselere iyilik edin. Muhakkak Allah kibirli olanı ve böbürleneni sevmez.”2 * Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Evden önce komşu, yoldan önce arkadaş, yolculuktan önce azık gelir.”3 * Cabir (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: “Üç çeşit komşu vardır: Bunlardan birinin bir hakkı vardır. Bu, komşulardan en az hak sahibi olanıdır. Diğerinin iki hakkı vardır. Diğerinin de üç hakkı vardır. Bir hakkı olan komşu: Müşrik komşudur. Bunda yalnız komşuluk hakkı vardır. İki hakkı olan komşu: Müslüman komşudur. Bunda hem İslâm’ın hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır. Üç hakkı olan komşu: akraba olan Müslüman komşudur. Bunda hem İslâm’ın hakkı, hem akrabalık hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır.”4 * Ukbe bin Âmir (ra) bildirmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Allah huzurunda ilk dâvâlaşacak olan, birbirlerinin hakkını gözetmeyen iki komşudur.”5 * İbn-i Amr (ra) haber verdi: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Allah katında arkadaşın hayırlısı arkadaşına en hayırlı olandır. Komşunun hayırlısı da, komşusuna en hayırlı olandır.”6 * Abdurrahman ibn-i Ebî Kurad (ra) bildiriyor: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ben Allah ve Resulünün sizi sevmesini istiyorum. Bunun için; 1-Size emânet edilene riâyet edin. 2-Konuştuğunuz zaman doğruyu söyleyin. 3-Komşularınıza iyilik edin, iyi davranın.”7 * İbn-i Mes’ûd (ra) bildirmiştir: Allah Resulü (asm) buyurdu ki: “Komşun seni iyi bilirse, bil ki sen iyisin. Komşun seni kötü bilirse, bil ki sen kötüsün.”8 * İbn-i Ömer (ra) bildiriyor: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Nice komşular vardır ki, Kıyamet gününde komşusunun yakasına yapışacak ve şöyle diyecektir: “Ya Rabbi, bu benim yüzüme kapısını kapadı ve iyiliğini benden esirgedi.”9 * Talk bin Ali (ra) haber vermiştir: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Komşusu şerrinden emin olmayan kişi, gerçek mü’min değildir.”10 * Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Komşusu uğrunda öldürülen şehittir.”11
DUÂ Ey Halîm-i Kerîm! Beni hilmine ve keremine mazhar kıl! Huyumu yumuşak, gönlümü cömert eyle! Öfkelendiğimde hilmi ve rıfkı, elimi uzattığımda tevazuu ve mahviyeti bana mihmandar kıl! Beni arkadaşlarıma dost, komşularıma refik, akrabama rahim, insanlara raûf eyle! Bizi cehennem azabından koru! Âmin. Dipnotlar: 1- Sözler, s. 584 2- Nisâ Sûresi, 4/36 3- Câmiü’s-Sağîr, 2/1926 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/1939 5- Câmiü’s-Sağîr, 2/1521 6- Câmiü’s-Sağîr, 2/2091 7- Câmiü’s-Sağîr, 2/1458 8- Câmiü’s-Sağîr, 1/198 9- Câmiü’s-Sağîr, 3/3047 10-Câmiü’s-Sağîr, 3/3302 11- Câmiü’s-Sağîr, 3/2792 17.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İnsanların akıllarının alacağı tarzda konuşmak |
Sözü güzel söyleme, tesirli konuşma, etkili hitap ve yazma sanatına belâğat denir. Yâni, bir sözün nerede, kime, nasıl, hangi dozda söylenmesi gerekiyorsa öyle ifâde etmektir. Bir çocukla, halktan birisiyle, üniversite talebesiyle, fikir adamlarıyla konuşurken seçilen kelime ve ifâdelerin onların anlayacağı tarzda olması; düğün merasimlerinde sevinç, neşe; cenâzelerde ibret ve nasihatlere yönelik hitabelerin yapılması belâğatın gereğidir. Meâni; sözün, muhatabın durumunun dikkate alınarak yerinde kullanılmasıdır. Çocuğun ve halkın seviyesine inip nasihat etmek; kültürü yüksek seviyeli insanlara göre hitap etmek, kalb ehline uygun söz söylemek; akıl ve mantık ilmine önem verenlere delil/belge sunarak konuşmak meâninin gereğidir. Belâğat bir aşçılık sanatı ise; meâniyi, bebeklere hazmedebilecekleri anne sütü, çocuklara hafif yemekler, yetişkinlere ise etli yemeklerin verilmesine benzetebiliriz. Askerlere “lütfen” gibi nezaket hitapları yerine, ciddiyet, heybet taşıyan kelimelerle hitap edilir. Eğer söz beliğ olursa; zihin/dimağ da ona göre harekete geçer ve sonuç verimli olur. Aksi durumda da netice o nisbette verimsizdir. Yazımıza, bir fıkrayla bayram neş’esi katalım: Bir zamanlar, Edirne valisinin oğlu, her nasılsa çeribaşının kızına âşık olur. Vali biricik oğlunun hatırını kırmak istemez. Çeribaşıya nâzik bir adam gönderir: “Efendim! Vali paşa hazretleri, arz-ı ihtiram eylediler. Mahdûm-u âlileri efendiye nümûne-i ismet kerimeniz hanımefendiyi arzu buyururlar. Bu hususta muvafakatinizi rica ile bendenizi hak-i pâyinize irsal eylediler. Ne emir ve irade buyurursunuz?” Çingene ömründe böyle sözler işitmemiş. Ama, valinin bir şey istediğini anlar. Ricacıyı kendisine gönderdiğine göre, ondan iltica mânâsı çıkarır. Çelebinin kibar davranışlarını da, alttan aldığı anlamında yorar. Çeribaşılık damarı kabarır; sert ve haşin bir ifâde ile: “Ben öyle vali, mali tanımam! Haydi yıkıl karşımdan!” der ve adamı kovar. Haber valiyi de, oğlunu da üzer. Bir çâre düşünürken, deli başı huzûra çıkıp, çeribaşına gitmek için izin ister. Silâhını kuşanıp atına biner; yola çıkar. Çeribaşının kapısına gelince bir nârâ atar. Çeribaşı neye uğradığını anlayamadan dışarı çıkar. Delibaşı silâhını çıkarır: “Bre mel’un çingene! Koca bir vali kızını oğluna istesin de vermeyesin, ha! Verecek misin, yoksa şimdi şuracıkta boyunu yere mi devireyim!” Tabancayı da doğrultunca çingene titremeye başlar: “Aman ağa! Canım da, kızım da beye kurban olsun! Kızı al götür!” “İyi de daha önce ne halt ettin de bunu söylemeyip; beni buralara kadar yordun?” “Aman ağam! Sizin gibi yolu-yordamı, edep ve erkânıyla isteyen olmadı ki?” NOT: Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, ülkemiz, İslâm âlemi (özellikle vahşet ve sel felâketine maruz kalan Irak, Pakistan ve sair ülkelerdeki Müslümanlar) için hayırlara, insanlığın kurtuluş ile hidayetine vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. 17.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bayramlık yazılar (3) |
Pekçok okuyucumuzun özellikle son günlerde göndermiş olduğu mesajlarda şu talepler yer alıyor: "Diğer üç beyazlardan tuz ve un hakkında da araştırma yapmanız ve elde ettiğiniz bilgileri bizimle paylaşmanız mümkün mü? Temel gıda maddelerinden et, yağ, peynir, süt, süt ürünleri, yumurta, un, kuru üzüm, kayısı gibi yiyeceklerimize dair çok farklı, hatta bir kısmı ürkütücü gelen söylentiler var. Bu ve benzeri gıdda maddeleri hakkında bize doğru ve güvenilir bilgileri sunabilir misiniz?"
Elcevap: Öncelikle, ilginize mukabil teşekkürlerimi arz ederim. Ancak, bu gidişle işi gücü bırakıp gazete bünyesinde bir "Temel Gıda Bilgi Bankası" kurmamız gerekecek galiba. Sağlıklı beslenme ve şifalı bitkilere dair yazılarımızı aralıklı şekilde sürdürmek niyetindeyiz. Bu da, ancak tecrübelere ve uzman görüşlerine dayanak olur. Zira, gazete yazarlığı, aktüalite ağırlıklı olmalı. Aksi halde, yapılan işin rengi de, mahiyeti değişmiş olur. Yani, herşey kararında, kıvamında ve usûlü dairesinde yapılmalı. Bu hatırlatmadan sonra diğer soru–cevaplara geçiyoruz. * * * Çayla birlikte şeker yerine kuru üzüm kullanma bahtiyarlığına erişen bir kardeşimizin mesajı şöyle: "Latif Ağabey, "Tahşidatınız üzere şekeri bıraktım, çok şükür. Alışma aşamasında olduğum için, çayı sarı kuru üzüm ile içmeye başladım. Ama, marketten aldığım üzümün içindekiler kısmına bakıca çok şaşırdım. İçindekiler kısmında, bitkisel sıvı yağ ve kükürt kullanıldığı yazıyor! Zaten ismine de 'Ağartılmış kuru üzüm' diye yazmışlar. Dikkatli bakınca bunları fark edebildim. Şimdi, fıtrî diye üzümü seçtik; ama, bunların da şeker gibi zararları olmasından endişe ediyoruz. Kükürt ve sıvı yağ, üzümde niçin kullanılır ki? Bu konuda da bilgi istiyoruz. Zübeyir"
Cevap: Bu kardeşimizin istediği bilgileri, yine konu uzmanı arkadaşımız Yüksek Ziraat Mühendisi Rafet Kalyoncu Beyden istedik. Talebimiz üzerine, sağolsun şu bilgileri gönderdiler:
Değerli Latif Bey, Güzel hizmetlerinizden dolayı asıl ben size teşekkür ederim. Kuru üzümde kükürt ve bitkisel yağ kullanımına gelince... Çekirdeksiz beyaz üzümler ya doğal olarak, ya da bandırma yapılarak kurutulmakta. Bandırma sıvısı olarak, potasyum karbonat ile zeytinyağı karışımı kullanılmaktadır. Bandırma işleminden amaç, üzüm tanesi üzerindeki mumsu tabakanın uzaklaştırılıp, kabukta bir miktar çatlama sağlayarak meyvedeki suyun kaybını ve dolayısıyla kurumayı hızlandırmaktır. Kükürtleme ise daha iyi bir renk kazandırmak içindir. Piyasada doğal olarak kurutulmuş ürünler bulunmaktadır. Şahsen benim tercihim Tariş ürünleridir. Tariş'in "Dilber Özel Tip" markalı ürünü kükürtsüz ve bandırma yapılmamış tamamen doğal olarak kurutulmuştur. (Bkz: http://www.tarisuzum.com.tr) Araştırılırsa piyasada kaliteli başka özel firma ürünleri de vardır. Konu kükürtlemeden açılmışken, izninizle diğer meyvelerden de bahsetmek istiyorum. Malümunuz, gıda sanayiinde birçok meyvenin kurutulması ve renklendirilmesinde kükürt kullanılmaktadır. Başta kayısı olmak üzere, çekirdeksiz üzüm gibi meyvelerin kurutulmasında; muz ve ayrıca limon, mandalina ve portakal gibi yeşil olarak hasat edilen narenciye ürünlerinin sarartılmasıda geniş çapta toz kükürt kullanılmaktadır. Kayısıda yaygın olarak kükürtleme yapılmasının amacı rengin sarartılması yanında meyve kabuğunda küçük çatlaklar oluşturarak kurumanın daha iyi ve hızlı yapılmasını sağlamak ve ayrıca meyvede mevcut bazı bitki zararlılarının yumurta ve larvalarının gelişimini önleyerek raf ömrünü uzatmaktır. Kükürtleme odalarında toz halinde kullanılacak kükürt miktarı yönetmeliklerde sınırlandırılmıştır. Mesela 1 ton kayısının kurutulmasında azami 2 kg. dır.. Fakat uygulamada bunun kontrolünün pek de mümkün olamadığını pazarda gördüğümüz adeta parlak sarıya boyanmış narenciyeler ile kuruyemişçideki cam gibi parlayan kayısılardan anlamaktayız. Bu tür meyvelerdeki kükürt bakiyesinin insan organizması üzerindeki olumsuz etkilerinin ne olacağını uzmanlarına bırakarak, elden geldiğince kükürtsüz mahsülleri tercih etmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Mesela, kükürtsüz kayısı için "gün kurusu" tabir edilen koyu renkli kayısıyı tüketmek gibi.. İthal muzlarda kükürtleme yapılmamış ürün bulmak neredeyse imkânsız. Ancak bazı yerli muzlarda en azından aşırı kükürtleme yapılmamış ürün bulmak mümkün: Yeşil veya yeşilimsi kabuk renginde olan muzlar ya kükürtlenmemiştir ya da az miktarda kükürtlenmiştir. Gönül arzu eder ki yönetmeliklerde tayin edilen sınırlar üzerinde kükürtleme yapılmış olan ürünler, pazara çıkmadan önce toptancı hallerinde sorumlu kurumlarca nümune alınıp gerekli analizler yapıldıktan sonra pazara sürülebilsin. (Devamı var)
Tarihin yorumu 17 Kasım 1922
Demokrasi, elde oyuncak gibi
Demokrasi denemesinin ikincisi olarak kabul edilen Serbest Cumhuriyet Fırkası, tam da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kuruluş (17 Kasım 1924) yıldönümü olan 17 Kasım (1930) günü kapatıldı. Böylelikle, demokrasi denilen beşeriyet erdemi, elde bir oyuncak haline çevrilmiş oldu. TCF, iktidardaki CHF'ye rağmen kurulmuştu. Bir yılını bile dolduramadan kapatılan bu parti kapatılmakla da kalmadı, kurucularının hemen tamamı ya öldürüldü, ya da siyaseten devre dışı bırakıldı. Serbest Fırkası denemesinde ise, bir derece yeşeren demokrasi ümitlerini tamamen söndürmek ve Halk Partisi diktasının ömrünü uzattırmak maksadıyla hareket edildi. Gizli de olsa, muhalif kimselerin deşifre edilmesinde ve onlarla mücadele edilmesinde, SCF, tamamiyle iktidardaki CHF'nin plân ve tertibi ile kurulup kapattırıldı. 17.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Bayram hediyesi |
Dar kapıdan içeri girdiğim vakit, odadaki yanık portakal kabuğu kokusu doldu genzime. Uyku mahmurluğundan yavaşça sıyrıldım. Tahtası çürümüş pencerenin önüne yerleşip babamı bekle-meye koyuldum. Başımı semaya kaldırınca gördüm ki, bir parça kara bulut gökyüzünde sinsice ilerliyor, şehri nefti bir leke kaplıyordu. Yağmur gelecekti az sonra. Yine borular patlayacak, evleri sular basacak, bütün ümitlerimiz, sevinçlerimiz sel ile kaçıp gidecekti. Yağmur yağmasın, diye duâ etmeye başladım. Birkaç dakika boyunca huzursuzca mırıldanırken, kısık sokak lambasının ışığı altında beliren babamı gördüm. Kocaman bir çuvalı sırtlamış yorgun adımlarla yürüyordu. Ara sıra soluklanıyor, elinin tersiyle alnını siliyordu. Yüzündeki çizgiler geceye rağmen seçilebiliyordu. Asık suratı, hiç gülmeyen gözleri ve bir noktaya sabit bakışları git gide yaklaştı. Hemen pencereden ayrılıp, kapıya koştum. En tatlı gülümseyişimle babama bakarak: “Hoş geldin babacığım.” dedim. Nasırlı elleriyle okşadı saçlarımı. Sonra incitmekten korkarcasına çekti ellerini. Annemi sorarken, bir yandan sırtındaki çuvalı koyacak müsait bir yer arıyordu. “Bunlar da nedir?” diye annem merakla sordu başörtüsünü düzeltirken. “İkinci el, temiz kıyafetler. Belediyeden verdiler. Uygun olanları alacağız, kalanları yarın götürüp geri vereceğim.” Alelacele yere bir örtü serdim; kardeşimle beraber çuvalı boşaltmaya başladık heyecanla. Çiçek motifli elbiseler, birkaç kere giyilip atılmış tertemiz kazaklar, etekler, pantolonlar yığıldı tepeleme. Birini çok beğendim, hemen üstüme geçirdim, aynanın karşısına geçip bana yakışıp yakışmadığına baktım. İçime sinmişti doğrusu. Yarınki bayram kıyafetim hazırdı. Herkes giyeceklerini seçtikten sonra aynı çuvala doldurdum geri kalanları. Bayram sabahına ulaşmayı sabırsızlıkla beklerken bir bir yataklarımıza yolladı annem bizi. Ümitliydik; bizim için yeni elbiselerle yeni bir zamana merhaba diyorduk. *** Yaşlı kadın bir yandan anlatıyor bir yandan gözyaşlarını siliyor. Elindeki hediye paketine bakıp derin bir ‘ah’ çekiyor. Niçin bu kadar müteessir olduğunu soruyorum. “Bak bu hediyenin içinde gençlerin en çok tercih ettiği markadan alınmış pahalı bir gömlek var. Torunuma almıştım; ama o beğenmemiş, üstelik böylesi iğrenç bir zevke sahip olduğum için annesine kızdıktan sonra gömleği yere fırlatıp bilgisayarınla oynamaya devam etmiş.” “Boş ver teyze. Zamane çocukları işte…” diyerek avutmaya çalışıyorum onu. “Ben kirlenen hatıralarıma üzülüyorum kızım.” dedi. “Hatıralarıma…” 17.11.2010 E-Posta: [email protected] |