Selim GÜNDÜZALP |
|
Özledim |
Özledim, çok özledim. Bugün Cuma namazında bu özlem bütün vücudumu kapladı, gözyaşı olup çağladı. Küçük bir çocuk, hemen yanı başımda, babasının kucağında oturuyor. Sarılıyor, öpüyor babasını. Kendi kendine konuşuyor. Seccadenin üstünde türlü oyunlar oynuyor. Her şeyden âzâde… Çocukluğuma gitti aklım. İşte tam da böyleydi camilerde rahmetli babacığımla alâkam. Düşündüm o günleri. Özledim. Maziye daldım, gittim… Orhan Camii’ni özledim. Ramazan günlerinde soluduğum o güzel havayı özledim. O günden bu yana yüzlercesi bir bir rahmetli olup gittiler. O mü’min cemaatle omuz omuza kıldığımız namazları özledim. Pencerelerin o geniş alınlıklarının içinde kıldığım namazları özledim. Ve dahi namazlardan sonra, ihtiyarların başımı okşamalarını özledim. Ağa Camii’ni özledim. Geniş olan üst katı ve basık tavanı, bizim için sonsuzluğa açılan bir bahçeydi adeta. Caminin içi ise, hafiften loş bir mekândı hep. Hâlâ öyledir ya… Saflar arasında namaz bitene kadar asla arkasına dönüp bakmayan mü’minler topluluğu vardı. Özledim onları. Top patlasa, dünya yıkılsa, kıyamet kopsa arkalarına dönüp bakmayacak olan o mübarek insanları özledim. Namaza öylesine konsantre olmuşlardı ki, hani “İki gözümün nuru” diyordu ya Hazreti Peygamber (asm) namaz için; onlar bunu düstur edinmiş insanlardı. Fuzuli konuşmayan, başı önde duran, Allah’ı düşünen ve anan, dünyadan ahirete nurdan yollar yapmış olan o fakir ama gönlü zengin mü’minleri, o cemaati özledim. Ağa Camii’nin imamı Halit Hocamı özledim. Bilmem ne hissederdim de ağlardım dinlerken onun o güzel hutbelerini. Hele her Kurban Bayramı’nın sabahında tekrarladığı o meşhur hutbeleri özledim: “Ve kıvrım kıvrım yollardan hacılar o mübarek beldenin yolunu tuttular.” diye başlayan hutbesini cebinden rulo yaptığı küçücük bir kâğıttan çıkarıp okurdu, sonra yine itinayla katlayıp yerine koyardı. Ellerini yüzüne götürür, o kırlaşmış sakallarının üzerine hafiften sürüp, gözleri buğulanmış olarak minberden aşağıya inişini özledim. Halit Hocam benim için bir peygamber modeliydi. Hz. Peygamber (asm) deyince zihnimde beliren bir tek onun siması olurdu. Eminim, o simayı kim görse aynı şeyi düşünürdü. İnandıklarını yaşayanların örnekliği, kalplere böyle tesir ediyor işte. Küçücük bir mumun ışığının bile nerelere ulaştığını düşünün. İnanmış bir insanın hâl ve hareketinin de nasıl yansıyacağını ruhlara, varın, düşünün. Senelerce her yaz tatilinde cami cami dolaşıp durdum. Sevdim o mekânları. Benim için oraları, harikalar diyarıydı. Nasibim Halit Hocamdaymış. Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı okumayı ondan öğrendim. Onun için ayrı bir yeri vardır âlemimde. Hayırla yâd ederim. Karakalpak’taki Vefa Camii’nin imamı Küçük Hafız’ı da özledim. Bıçakçı Emin ağabeyimin babasını. Az emeği yoktur üstümde. Garip bir “Elif ba” okuma usulümüz vardı. Garipti ama severdik bu çetrefilli usulü. Sin’i be’ye = Sub, Ha üssü = ha; Subha, nun üssü = ne, Subhane. Kef’i lam’a = kel, lâ üssü = lâ, he’yi mim’e = hum, mim üssü = me Subhanekâllahumme… Enteresan, değil mi? Gerçi biz ezberlerdik ama yine de hocamızın hatırı için bu kalıplar içinde söylemeye çalışırdık. Kur’an harflerini böyle değişik bir usulle çalıştırırdı bize. Onu da özledim. Dilini de, halini de, kendini de. Biraz yaramazlık yapacak olsam, “Sen misin yine ortalığı karıştıran?” diye, uzunca sopasıyla şöyle başıma hafifçe dokunuşunu da özledim. Güzel insanlar bunlar… Namaz kıldırdıkları camilere yakışan insanlardır hepsi. Zaman zaman giderim oralara. Kokularını ararım. Bir nefes çeker, alırım. Bu hatıraları orada yeniden yaşarım. Özledim yine o mekânları, o güzel insanları. İşte bir Cuma gününde bunları hatırlattı bana babasının kucağındaki o küçük çocuk. Çoktandır özlediğim bir havayı soluttu bana bu namazda, bu Cuma gününde. Özlemişim. Özlemeyi özlemişim. Ağlamayı özlemişim. Gözyaşı olup çağlamayı özlemişim. İlk kıldığım Cuma namazını hatırlarım. Ali Hoca’nın o incecik ve gencecik sesiyle Tozlu Camii’nde verdiği hutbeyi. Özlemişim hutbesini de, Ali Hoca’yı da, sesini de… Kurban bayramının sabahlarında üç kardeş, babamızın yanında bir gölde gibi tin tin edip, el ele camiye gidişlerimizi de özledim. Çok erken saatlerde, karanlıklarda yollara dökülüp, tutardık caminin yolunu ve ardından mezarlık ziyaretleri başlardı. Üşürdü belki içlerimiz o serin saatlerde. Fakat sevincin sıcaklığı, o mübarek bayram gününün neş’esi her şeyi unuttururdu. Sırayla dizilirdik genç yaşta vefat eden şehit amcamızın kabrinin başında. Önce babam okurdu, biz dinlerdik; sonra biz okurduk, onlar dinlerdi. Güzel olurdu dönüşümüz Yorgalar Mezarlığı’nda okuduğumuz Yasinlerden sonra, Mesafeleri içerdik adeta, zıp zıp atlar bitirirdik. Ve sonra o nefis çıtır simit kokuları. Burnumuzda tüterdi. Hele de bayram sabahlarına has biryanın kokusu. Etli biryan kokusu vazgeçilmezdi. Vazgeçilmez yemeğiydi Kurban ve Ramazan bayramlarının. Şimdi annem hâlâ her bayram bu yemeği, ilerlemiş yaşına rağmen bu geleneği devam ettirir. Doluşuruz küçük evimize bayram sabahlarında. Hepimiz ayrı yerlerde otursak da. Herkese bir nasip vardır o küçük tepsiden. Malzemesi belki bir önceki kurbandan kalmadır. Bilinmez, nerden bulur, nasıl buluşturur da katarlar bu tadı bu yemeğin içine, anlamak zordur… Özledim. O havayı da o yolları da özledim. Yaşadığım yılları özledim. Özlemeyi özledim. Cumada yine önümde de bir Kâbe resmi durmaz mı? Daldım gittim yine… Kâbe dünya güzeli bir insan oldu adeta gözümde. Hz. İbrahim’in (as), İsmail’in (as), Resulullah’ın (asm), sahabelerin, tâ Hz. Âdem’e kadar ucu uzanan kim bilir kaç peygamberin ayak izi var orada. Havası, ziyası, kokusu var orada. Ruhu sinmiştir mutlaka “Rabbena âtina”ların, mutlaka sinmiştir bir yerlere. Çok özlemişim, hem de çok özlemişim Kâbe’yi. Mezarları var kırkı aşkın peygamberin tavaf edilen o yerlerde. O belde, en değerli hazinelerden daha değerli bir belde… Çok özlemişim… Hem de çok özlemişim Kâbe’yi… Bulutları özlemişim. Bulutların üzerinde uçan kırlangıçların seslerini özlemişim. O kuş seslerini. Birbirine aşkla, muhabbetle bakan, omuz omuza veren, aynı davaya gönül veren insanları özledim. Ah, o küçük çocuk, o cuma namazı, anılar denizine attı beni; kulaçlayıp duruyoruz işte. Bir şeyler bir şeyleri hatıra getirecek de, insan kaybettiğini bulacak, işini gücünü bir kenara bırakıp, kaybettiğini hatırlayacak ve onu özleyecek. Demek ki kaderde, bugün bunlar da varmış. Hele çocukluğumun kahramanları… Biri Hz. İsmail, diğeri Hz. Ali’ydi. Hz. İbrahim’in (as) oğlu, peygamber İsmail. Her biri değişik renklerde olan on sekiz adet sünnet hediyesi o küçük kitaplarda okumuştum ilkin peygamber kıssalarını. Unutamadığım o hayat öykülerini orada okumuştum. Hiç aklımdan çıkmadı. Bir köşesine yazdım, kalbime kazıdım Hz. İsmail’in (as) hayatını. Kesilmeye götürülen bendim İsmail’le birlikte. Bendim onunla. Ve sonunda cennetten gelen koçla beraber, İsmail’le (as) kurtulan bendim. Kaderimiz aynıydı sanki. Ne mücadelelerle, ne zorluklarla geçmişti hayatı. Ve İbrahim Aleyhisselâm. Evet, bir baba ki, evlâdını Allah yoluna kurban etmeye götürüyor. Allah’a olan samimiyetini, ihlâsını, gördüğü rüyanın gereğini gerçekleştirmeye giderek gösteriyor. Tereddütsüz gidiyor, ardından da İsmail. Ve Cenab-ı Hak, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Mabud-u Bi'l-hak, Cennetten bir koç gönderiyor. Bayramlarını bayram ediyor. Kurban Bayramı, işte bunun için, bize büyük bir hatırayı da içinde barındırıyor. Bize eşsiz bir ders veriyor. Ve önemli bir hatırayı da içinde barındırıyordu. Soruyoruz şimdi kendimize yaşlı gözlerle: “Senin bu kurbanda İsmail’in kim? Allah yolunda neyi, hangi duyguyu, Allah’ın istemediği hangi bir kötü huyu ve âdeti terk edeceksin? Bu bayramda Allah’la aranıza giren, Onun hoşlanmadığı hangi huyunu keseceksin?” Soruyoruz nefsimize. Kurban, Allah’a yakınlık demektir. Kurban sorar insana. Kurbanlarda gözü yaşlı manzaralar vardır. Hastaların ve ihtiyarların bayramı camdan seyrettiği anlar vardır. Babaannemin bayram günü, son kurbanın kesilişini yaşlı gözlerde seyredişinden bir iki gün sonraki vefatını… Özlüyorum onu. Babaannemi çok özledim. Genç yaşta ölen dedemin adını taşımış bana. Adımı ne güzel seslenirdi babaannem; onu da özledim… Ne çok hatıraları var insanların… Ne çok anlatacakları var. Ne çok hesabımız var demek ki mahşer günü, bu kadar şeyi bir bir hatırladığımıza göre… Bunların bir de yaşanmışlığını düşünürseniz, dünyada saniye saniye, saat saat, gün gün, ne yaman bir gün olacak o mahşer günü… Değil mi? Onu da düşünüyorum. Özlemlerim arasında, hasretlerim arasında o da yok değil. İmanımın güçlü olduğu anlarda bunu da düşünüyorum ama hoşlanmıyor nefsim, hesaba çekileceği günden. Ve o anlardan kaçıyor hemen. Ve dönüyorum kaldığım yerde dolaşmaya hemen. Bayramlık elbiseler ve en çok da ayakkabılarım, o güzel bayramlık ayakkabılarım alındığında heyecandan uyuyamadığım o gecelerin saatlerini de hatırlıyorum. Dönüp dönüp bakardım ayakkabılarıma. Ah, bir de ayaklarımıza bakabilseydik o kadar. Ellerimize bakabilseydik eldivenlerden önce. Gözlüklerimize baktığımız gözlerimize de baksaydık kadar neler görecektik kim bilir, neler… Özledim, yokluklarla yaşadığımız günlerin zevkini. Varlıklı yaşadığımız günleri, yoklukla yaşadığımız günlerin yıllarına bile değişmem. Yokluk, varlığın en üst seviyesiymiş meğer. Yok olmadan, var olunmuyormuş meğer. Yok olan, yoklukta dolaşan, ancak var olandan o meded umarmış meğer. Var eden, zengin olan, istediği Allah olan ve kendisi yok olan, her şeyin sahibini bulan gerçek zengin olurmuş meğer. Yokluk, içinde varlığın ateşini taşıyormuş da haberimiz yokmuş meğer. Elinde olmayanlara, sadece Allah’tan dileyenlere, Ondan isteyenlere ve Onunla her ihtiyacının karşılandığını bilenlere hayranım. Gerçek zenginler, onlardır. Onların avuçlarında hazineler gizlidir. Onların dua ve dileklerinde ebedî hayatın hazineleri gizlidir. Evet, neler özlememişim ki… Saymaya kalksam, bitiremeyeceğim herhalde. Gözü yaşlı nineler vardı. Bayram dönüşü, camlarda bizi bekleyen, selâmımızı bekleyen, el sallayışımızı seyreden nineler vardı. Karakamışlı teyze, Raife abla, Mü’mine Hanım teyze, Kıymet abla ve daha niceleri… Pamuk ninelerdi bunlar, pamuk. Güzel yaşadıkları için güzel ihtiyarlayan insanlardı bunlar. Özledim hepsini. Öyle bir evimiz, öyle bir sokağımız var ki, çok şanslıyım. Üç tane giriş yeri var sokağımızın evimize çıkan. Her yolu denerim. Bazen kıble istikametinden, bazen güney tarafından, bazen batı tarafından. Sokağımızın her tarafından evimize yol bulurum. Bulmaca gibidir; her yol bizim eve çıkar. Bu sokaklarda sıra sıra evlerde tanıdığım insanlar ve yüzler var. Her yolda dostlar var. Her yerde, her yolda dostlar var, anılar var, özlemler var. Bayram sabahları, bayram öncesi günler ve arefeler işte böyle, özlemle dolu… Kâbe’yi özledim. Umreyi ve Haccı özledik. Ve Resulullah’ı (asm) özledim. Mekke hatırlanır da, Medine unutulur mu hiç? Orayı da özledik. Resulullah’ı (asm) özledim. “Lekad câeküm…” diye başlayan âyeti de özledim. Resullullah’ın (asm) kabr-i şerifi üstündeki bu güzel âyeti ve bizim üzerimize şefkat kanatlarını geren bu âyetin mânâsını özledim. “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe Suresi, 128) Ve bu âyetin manasını bize ders veren Üstadımı da özledim. Ve On Birinci Lem’a’yı da özledim. Evet, özlemlerimizi alt ata, yan yana koysak bitmeyecek, bitiremeyeceğiz. Sizi kendi özlemlerinizle bir an olsun baş başa bırakmak için “Allahaısmarladık” diyoruz. Arefeniz, Kurban bayramınız şimdiden mübarek olsun diyoruz. 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Arefe ve bayram |
Kurban Bayramı arefesinin arefesindeyiz. Nasip olursa, yarın sabah namazının farzından sonra başlayıp bayramın dördüncü günü ikindisine kadar devam edecek olan teşrik tekbirleriyle bayram atmosferini teneffüs etmeye başlayacağız. Bunun yanında Üstadın arefe günlerine mahsus “bin İhlâs-ı Şerif” okuma tavsiyesi var. Onu da okuyabilirsek, kabir sonrasındaki ebedî hayat hazırlıklarımızda, dağarcığımızı biraz daha doldurmuş oluruz. Bu bayrama özel hususiyetlerden biri, kurban kesecek olanlar için, uygun fiyata havyan bulma ve kestirme telâşı. Fiyat meselesinde durum mâlûm. Kurbanın da en pahalı olduğu ülkeyiz. Son yıllarda, insanî yardım amaçlı kurulan vakıf ve derneklerin organize ettiği “yurt dışında kurban kestirme” kampanyalarına yönelişin giderek artmasında bunun da büyük rolü var. Çünkü bu kampanyalarda ilân edilen fiyatlar, kesimlerin yapıldığı ülkeye göre en az iki kat yüksek olduğu halde, bizdekilerin yine altında. Dışarıda, Türkiye’deki fiyatların beşte birine kurban kestirmenin mümkün olduğu ülkeler bile mevcut. Çünkü oralarda hayvancılık çok gelişmiş, maliyetler ve dolayısıyla fiyatlar düşük. Kesilen hayvanların etleri ise, bizdeki vakıf ve derneklerin kurban organizasyonlarında olduğu gibi fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine veriliyor. İçeride veya dışarıda kurbanlarını böyle kestirip etini bağışlama eğiliminin yaygınlaşmasında etkili olan bir diğer sebep de, bayram gününü “kasaplık”la geçirmek istemeyenlerin çoğalması. Bir başkası, kesim ve parçalama işini profesyonel kasapların yaptığı besici yerlerindeki sıra bekleme ve izdiham sıkıntısının giderek artması. Tabiî, bunların yanında, kurbanını bizzat kesip, yüzüp, parçalayıp taksim etmekten vazgeçmeyen epeyce insan hâlâ mevcut. Bayram günü orasını burasını yaralayıp hastanelere koşan acemi kasaplar, hayvanlara inanılmaz eziyetler yapan şefkat yoksunları, otoyol kenarlarını açık hava kesimhanelerine dönüştürüp temizliğe de riayet etmeyen görgüsüzler, bunların içinden çıkıyor. Ve bunlar, evinin bahçesinde veya uygun mekânlarda bütün insanî, dinî, hijyenik kurallara uyarak kurban ibadetini yerini getirenlerin yanında azınlıkta kalsalar da, oluşturdukları nahoş manzaralar birilerine malzeme veriyor. Dileğimiz, böyle tabloların artık son bulması. Kurban bahsinde yıllar boyu gergin tartışmalara konu olan “derilerin kime verileceği” konusu son dönemde neredeyse hiç konuşulmuyor. Gerilimin kaynağında THK’nın “Sadece ben toplarım, başkası toplayamaz” tavrı yatıyordu. Bu tavrın en azından görünüşte nihayet terk edilmesi ve ilâveten, vakıf ve dernek gibi gönüllü teşekküllerin deri dışında farklı gelir kaynaklarına da sahip hale gelmeleri deri kavgasını bitirdi. Darısı, diğer alanlardaki akıl, vicdan, hukuk, çağ dışı bilumum dayatmaların başına, diyelim. Bu bayramda, ona adını veren kurban ibadetinin yanında bir de hac farizasının ifası var. Bu maksatla dünyanın her yerinden milyonlarca mü’min yine mukaddes topraklarda bulunuyor. O mübarek beldelerden semaya yükselen tekbir ve telbiye sadâları, dünyanın diğer coğrafyalarındaki Müslümanların hafî ve cehrî tekbirleriyle birleşerek, uçsuz bucaksız kâinatta maddî cisim itibarıyla bir noktacık mesafesinde olan yerkürenin Kur’ân’da neden semalara denk bir ağırlıkla nitelendiğinin sırrını tekrar ifşa ediyor. Çünkü bayram günlerinde bir buçuk milyar Müslümanın tekbirleri birleşip, adeta tek bir ağız haline gelen yerkürenin lisanıyla bütün kâinata tevhid hakikatini bir kez daha ilân ediyor. Yeryüzünden Arşa yükselen “Allahu ekber” nidaları sema katlarında yankılanarak dalga dalga kâinatın en ücra köşelerine kadar yayılıyor. Rabbimizin, Kendisine yaklaşmamız için hac ve kurban gibi özel vesilelerle yüklü olarak biz kullarına ikram ettiği Kurban Bayramını, bu anlamda âzamî istifadeyle idrak edelim inşaallah. 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yanlışları terk etme vakti |
Geçen yıllara nisbetle sakin bir bayram öncesi yaşıyoruz. Kısaca hatırlamak gerekirse, özellikle 28 Şubat süreci (1997) sonrasında Kurban Bayramı öncesi büyük bir korku havası yayılır, ‘deri’ kavgası başlatılırdı. Hiç hakları olmadığı halde birileri, vatandaşın kestiği kurbanların ‘deri’sine göz koyar, onları bir bakıma gasbeder ve bu yanlışlar hemen her yıl devam ederdi. Nasip olursa Salı günü idrak edeceğimiz bu yılki Kurban Bayramı öncesi böyle bir hava yok. ‘Deri’ kavgaları geride kalmış görünüyor. ‘Deri gasbı’ gibi apaçık bir yanlışa o gün de itiraz etmiştik, tekrarlanması halinde bugün de itiraz ederiz. Tabiî ki bu yanlışların devam etmesinde medyanın da büyük bir rolü vardı. Öyle bir yayın yapılırdı ki, duyan herkes THK’nın ‘doğuştan deri gasbetme hakkı’ olduğunu düşünebilirdi. Kurban Bayramı sona erince de “THK’ya şu kadar deri bağışlandı” diye övünülürdü. Yani hem gasbedilir, hem de “bağışlandı” diye millet ikinci defa yanıltılırdı. O günlerde de ifade edilmişti, yine tekrarlayalım: Milletin kestiği kurbanın derisine el koymak başlı başına bir yanlıştı. Elbette bu yanlış tamamıyla bitmiş değil, ama şartların değişmesiyle birlikte ‘zorla el koyma’ sona erdi. Türkiye’yi idare edenler; yapılan bu yanlışların neye mal olduğunu hiç düşündü mü? Apaçık bir yanlışta yıllarca ısrar edildi. Peki ne oldu? Devlet ile millet arasındaki bağ çözüldü, uçurum açıldı. Zorla derilerine el konulanlar duâ etmedi. Bu yanlışlar geçmişte kalmakla birlikte, açtığı yaralar hâlâ devam ediyor. Belki de 10 yıl sonra, o günlerde yaşananlar anlatıldığında kimse inanmak istemeyecek. Nasıl ki ‘tek parti’ devrinde yaşananlar anlatılınca kimse inanmak istemiyor... Bakınız, bir yanlıştan geri adım atılması Türkiye’yi rahatlattı. O halde, bugün için devam ettirilen yanlışları da masaya yatırmak ve bir an önce sona erdirmek gerekir. Şimdiye kadar hiç kimse yanlıştan geri adım attı diye kınanmamıştır ve kınanmadı. Hâlâ devam eden yanlışların bir kısmını hatırlamaya ne dersiniz? En başta başörtüsü yasağı ‘kamusal alan’da ve başka pek çoy yerde devam ettiriliyor. “İlköğretimde başörtüsü olur mu, olmaz mı?”yı tartışıyoruz. Bazı kişileri özel kanunlarla koruyoruz. Yakın tarihi doğru anlatmıyoruz. Okullarda ‘mescid’ açılması tekliflerini tartışma gündemine bile almak istemiyoruz. Öğrencisinden memuruna kadar, hayatın her sahasında; insanları inançlarından dolayı ‘fiş’liyoruz. Annesinin başı örtülü diye başarılı oldukları halde bazı öğrencileri bazı okullara almıyoruz. Bazı anneleri, yine sırf başı örtülü diye askerlik yapan oğlunun yemin törenine almıyoruz. Bayramları kutluyoruz, ama burada da başörtülülere açık ya da gizli ‘yasak’ koyuyoruz vs. Israr edilen yanlışların listesini uzatmaya gerek var mı? Bu yanlışların tamamını ve benzerlerini bugün sona erdirmek mümkün. Peki, bu yanlışlar sona erdirilse kim ne kaybeder? Türkiye ‘geri’ye mi gider? Elbette ‘irtica hortlar’ diyenler olabilir, ama bu tesbit Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmez. Çünkü bu ve benzeri yasaklar olmayan ülkelerde ‘irtica’ değil, ilim, irfan ve kaynaşma yaşanıyor. Hatada ısrar ve inad etmeye hiç gerek yok. Yanlışları terk etme vakti çoktan geldi vesselâm. 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Türkiye, 110 ülke arasında 80. sırada (2) |
“Legatum Institute”nın “2010 Refah Listesi”ne göre, Türkiye’nin alt sıralarda olduğu bir başka kategori ise kişisel ve ulusal güvenlik. Türkiye’nin 83’üncü sırada yer aldığı bu kriter, devlet desteğiyle işlenen siyasî suçlar, iç savaş, toplulukların karşı karşıya olduğu sorunlar, gece korkmadan sokağa çıkabilme gibi alt kriterlerle ölçülüyor. Gerçek şu ki ekonominin bozulması, gelir dağılımı dengesizliği, derinleşen ahlâkî erozyon ve sosyal adaletsizlik, toplumun her fırsatta etnik, ideolojik ve siyasî farklılıklarla kamplaşma ve kutuplaşmaya sürüklenmesiyle birbirini tetikliyor. Son sekiz yılda, sözde muhafazakâr bir iktidar olduğu halde, ekonomik çöküntü ve yoksulluklarla birlikte ahlâkî tahribat at başı bozuldu. Evvela küresel krizin kaynağı ABD’de ekonomi ancak yüzde iki buçuk küçülmesine, birçok ülkede yüzde beş dolayında kalmasına karşı, Çin, Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerde ise büyüme rakamları devam etti. Türkiye’de ise vâhim küçülme, “krizin teğet geçtiği” şeklinde propaganda edildi. Ekonominin durumunu, hep 5.7 küçülmenin olduğu 2001 kriziyle kıyaslayan Başbakan ve bakanları, televizyonlarda, ekonomik göstergelerin krizin etkilerinin geçtiğinin söyleyip “pembe tablolar” çizdiler. Buna mukabil TÜİK, İkinci Dünya Savaşından bu yana görülmeyen 13.8 varan resmî küçülme raporunu açıkladı…
KIRIK EKONOMİDEN KIRILGAN TOPLUMA… Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin tesbitiyle, savaş yıllarını hatırlatan ekonomik daralma, rekor işsizlik ve sanayi üretiminin durma noktasına gelmesiyle ihracatta büyük düşüş oldu. İthalat 100 milyar doları aştı, cari açığın üstünde borçlanma yapıldı. Memur, işçi ve emekli gibi ücretli kesime yapılan yüzde 1-4’lük zamlar, piyasaların durgunluğuyla düşen enflasyon karşısında bile komik kaldı. Ekonomiden sorumlu eski Bakan, “AKP hükûmeti, ekonomide dünyanın en başarısız hükûmeti” dedi. Maliye eski Bakanı bile, yine bildik üslubuyla “Kriz her halde Başbakan’ı teğet geçti” diye istihza etti. Ve ekonomi büyürken(!) yüzbinlerce fabrika ve işyeri kapandı, işsizlik arttı. Resmî rakamlara göre yüzde 11-13, ama gizli işsizlikle birlikte hesaplandığında gerçekte yüzde 20’leri aşan işsizlikle işsizler ordusuna milyonlar eklendi. İlk defa düşük faizli dış borç, yüksek faizli iç borç ile ödendi. Zamlar âdeta otomatiğe bindirildi. Tarımla birlikte hayvancılık çöktü; et ve canlı hayvan ithalatına rağmen fiyatlar komşu Bulgaristan’a göre en az üç kat yükseldi. Bakan çiftçilere “Gözünüzü toprak doyursun” diye çıkıştı. Domuz, kesimlik hayvanlar arasına alındı. Bu arada kredide ürküten artışın, yeni bir krize sebebiyet vermesinden korkuluyor. Dışarıda bir yılda kazanamadığını Türkiye’de bir gecede kazandıran yabancı “sıcak para”nın paradan para kazanma süreci sürüyor. Gelinen vetirede, ellerindeki parayı yüksek faizle tüketiciye satan bankaların tüketici kredileri ve kredi kartları tutarının son bir haftada bir milyar 102,5 milyon lira artarak, 159 milyar 151,6 milyon liraya çıkmasını yorumlayan Merkez Bankası Başkanı, özellikle Eylül’de yüzde 300 artışla yılın ilk dokuz ayında 32.5 milyar dolara ulaşan cari açık açısından birtakım finansal istikrarla ilgili risklerin ortaya çıkabileceği” endişesini dile getiriyor. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı, kredi artışındaki riske dikkat çekiyor. Türkiye’de birçok reformun yapılması gerektiğini belirtip, reformların yavaşladığından, 100 maddelik bir paketin Meclis’ten en az 3-4 yılda geçeceğinden “çok büyük yazık” diye yakınıyor.
SOSYAL PATLAMAYA HAZIR! Gerçek şu ki, uluslararası sermaye, kitlelere sadece bir pazar ve tüketim aracı nazarıyla bakıyor, pazarını palazlandırıyor. Ve bu kısırdöngüde “popüler kültür” perdesinde, televole ve piyasa kültürü enjekte ediliyor. Toplum topyekûn bir cendere ve cadı kazanının içine atılıyor. Neticede mevcut ekonomik politikalarla yoksulluk ve açlık sınırında milyonlarca insana karşılık, sürekli şiddet, sefâhet, eğlence kültürü enjektesiyle, mânevî terbiyeden yoksun kompleksli kitleler türüyor… Uyuşturucu, içki, sigara, sanal kumar ilkokul seviyesine kadar inmiş. Madden ve mânen çöküntüye uğratan, halkın umudunu sömüren şans-bahis ve talih oyunları, toto-loto, kumar, bizzat devlet eliyle oynatılmaya devam ediliyor. Büyük boşluk ve derin dejenerasyonlara sebebiyet verdiren müstehcen sahnelerle dolu diziler, pervâsız internet siteleri, sinsice toplumu ve gençliği kıskaca alıyor. Gençler ve çocuklar göz göre göre fitne ateşinin içine itiliyor; zararlı maddeler bağımlılığına, kötü alışkanlıklara, çete ve mafya örgütlenmelerine itiyor; suç oranları gittikçe kabarıyor. En ufak bir kıvılcım, toplumsal kavga ve yangına yol açıyor. Ve bu vartada insanın kanını donduran hunhar vahşet olayları sıradanlaşmış… Bu arenada, birbirinden kopuk kalabalıklardan oluşan metropoller, sılasız yabanî insanlar ve parçalanmış felç hayatlar, bağları koparılmış âileler ortaya çıkıyor. Bunun sonucu, mahkemelerde raflara sığmayan daâvâ dosyaları hep öteleniyor. Yargıtay Başkanı, sadece Yargıtay’da bir milyonu aşkın dosyanın biriktiğinden şikâyetçi. Son sekiz yılın suçlu sayısı, 30 yılın biriken suçlu sayısının iki katına ulaşmış; 100 bini aşan hükümlü ve tutuklu, cezaevleri kapasitenin çok üstünde, ağzına kadar dolup taşmış, yer kalmamış. Çözüm olarak hükümlünün ayağına “elektronik bilezik” takılması düşünülüyor! Kısacası, Türkiye, yalnız artan cari açık ve sıcak parada değil, emniyet, asâyiş, sosyal adalet ve ahlâkta da toplum patlamaya hazır. Türkiye’nin 110 ülke arasında 80 sırada yer almasının anlamı bu… 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
“Dil”ine sahip olmak ya da çirkin polemikler |
Siyasetteki üslup gittikçe bozuluyor. Siyasetçiler birbirine demediğini bırakmıyor. Partilerin grup toplantılarının yapıldığı Salı günleri Meclis’e gittiğimizde artık parti başkanlarının memleketin sorunları konusunda ne yapacaklarını anlatmak yerine birbirilerine ağza alınmayacak sözler söylediklerine şahit oluyoruz. Gazeteciler artık, “bakalım bu hafta hangi polemik olacak?” diye bir gruptan diğer gruba geçiyorlar. Görüldüğü kadarıyla, milletin tepkisini çeken siyasetteki üslup tarzı çirkinleştikçe, çirkinleşiyor. Bu haftanın polemik ya da kavga konusu “dil” üzerinden yapıldı. Bu polemiklerde sarf edilen sözlere bir bakalım. “Dilini koparırız”, “Sen kasap mısın?”, “Fitne saçan diline sahip ol”, “Çapsız ve gözü dönmüş muhalefet…” Bu sözler böyle devam edip gidiyor. Aslına bakılırsa, siyasetçileri de bu polemikler rahatsız olduklarını zaman zaman dile getirseler de yeni polemik konusu üretmekten de geri durmuyorlar. Bir yandan üslupsuzluktan bahsedip, peşinden akla hayale gelmeyecek ağır suçlamalar içine giriyorlar. Ondan sonra da karşı taraftan cevap gelince milletin tasvip etmediği üslupsuz tartışmalar ardı ardına geliyor. Elbette “Dilinizi kopartırız” demek siyaset açısından son derece yanlış bir üslup. Bunu söyleyen önce bunun bir “deyim” olduğunu söylese de, sonrasındaki cevaplardan, “Başbakan bunu hak etmişti” diye kendini savunabiliyor. Bu sözlerin karşısında cevap verirken söylenen sözler de o kadar yanlış olabiliyor. Bir taraftan, milletvekillerine ve teşkilatlarına, “Tahriklere gelmeyin. Bu dile, bu üsluba aldırış etmeyin” derken, bir taraftan yeni polemik oluşturacak sözler sarf etmek bu üslupsuzluğun devam etmesine sebep oluyor. Seçimlere 7-8 ay kalmışken bu üslupsuzluğun daha da sertleşeceği muhakkak. Ancak artık buna son verilmesi, yapıcı bir üslup kullanılması milletin arzusu. Çünkü, bu üslup milletin de üslubunu bozmasına, kutuplaşmalara yol açıyor. Artık siyasetteki “dilin” normale dönmesi milletin arzusu… *** BADEM GÖZLÜ… Kendi içindeki krizi “sav”dığı gözlenen CHP’de bu sefer de DSP ile Ecevit’i paylaşamama tartışması başladı. Rahşan Ecevit’in CHP’de “Ecevit’i anma programı”na katılması karşısında DSP’liler, “Sağlığında Ecevit’i yok etmek isteyenler öldükten sonra ona yalandan sahip çıkarak şimdi ondan nemalanmak istemektedirler. Onun için dökülen timsah gözyaşları ve sahte anmalar, Türk halkını yanıltamayacaktır” diye tepki gösterdiler. Ecevit hayattayken CHP ile kavgalarını hatırlamayan yoktur. Rahşan Ecevit, DSP’de istediği olmayınca ayrılmış, daha sonra DSP’nin amblemi ve ismini çağrıştıran bir parti kurmuştu. Bu partinin başına önce Hulki Cevizoğlu’nu getirmiş, peşinden de genel başkanlığa kendisi geçmişti. Sonrasında da o partiyi de kapattı. Şimdi ise Kılıçdaroğlu ile yanyana pozlar veriyor. Bülent Ecevit hayatta olsa eşinin bu duruşunu tasvip eder miydi bilemeyiz ama ölmeden önce kavgalı olduğu parti, şimdi eşini ağırlıyor. Eşi de orada görünmekten hayli mutlu görünüyor. Bütün bu gelişmeler, “Kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur” atasözünü hatırımıza geldi. Ne güzelde söylenmiş bir söz… Tam da bu duruma uyuyor. *** EN HAKİKİSİ… Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’ye genel başkan olduktan sonra eylem ve söylemleriyle dikkat çekiyor. Çoğu zaman söylediğinin tersini yapıyorsa da, ortaya attığı “yeni CHP” sözü ile partiyi farklı bir yapıya oturtmaya çalışıyor. Kendisinin o göreve gelmesinde büyük “emeği” olduğu söylenen Önder Sav’ı parti yönetiminden uzaklaştırması da bunun göstergesi olarak gösteriliyor. Daha önce partiye küsmüş eski partilileri partiye katmak için çaba gösterirken partisinde üç ayrı grup oluşmuş durumda, Sav’cılar, Baykal’cılar ve ve Kılıçdaroğlu’cular. Meclis’te milletvekilleriyle düzenlediği toplantıda da bu ayrım günyüzüne iyice çıktı. Genel Başkanlık görevinden ayrılmak zorunda kalan Baykal, Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP” sözlerini alaya alıyor. Baykal katıldığı bir televizyon programda, “Bir zamanlar Hakiki Koç vardı bir de Öz Hakiki Koç çıktı. Böyle yaklaşımlar işin cılkını çıkarır” sözleri hem program yapımcılarını, hem de televizyon başındakileri güldürdü… Sahi, CHP’yi temsil eden en hakikî grup hangisi? * * * MESAJ NEYDİ? Kılıçdaroğlu, grup toplantısındaki konuşmasını boynunda yemeni ile yaptı. Yemeniyi bir partili bayanın verdiğini sonradan öğrendik. Bu yemeniyi çıkartmadan da konuşmasını tamamladı. Kılıçdaroğlu’nun bu yemeniyi takarken ne mesaj vermek istediği tam da anlaşılamadı. Bir kesim başörtüsüne “türban” diyerek karşı çıkarken, “Annemizin örtüsü öyle değil. Bu siyasî simgedir” diyorlar. Acaba Kılıçdaroğlu da “bizim istediğimiz başörtüsü işte bu” ya da “başörtüsünü böyle omuzlarınızın üzerine atarak kullanın” demek istiyor olabilir mi? 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Tevriye ve Arefe günlerine doğru |
Salih Bey: “Tevriye günü ve Arefe günü hakkında bir bilgi verir misiniz? O günlere mahsus ibadet var mı? Hayırlı bayramlar.”
Evimize, günümüze, gönlümüze yeni misafirler geliyor: Tevriye Günü, Arefe Günü, Kurban Bayramı günü ve geceleri… Beraberlerinde rahmetin binler feyiz ve bereketini getiriyorlar. Dileyen herkese affı, mağfireti, lütfu, ikrâmı, Rızâ-i Bâri’yi ve Cennet’i getiriyorlar. Bu günlerde Arafat bundan dolayı gözyaşlarına boğuluyor ve milyonlarca Allahü ekber seslerine mazhar oluyor. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Bu günlerde âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misâl ağızlarındaki havada temessül ediyor.”1 Tevriye günü Zilhicce’nin 8. günü, yani bugündür. Arefe’den bir gün önceki gündür. Malûm; Zilhicce’nin 9. günü Arefe; 10. günü ise Kurban Bayramıdır. Rivayete göre, Tevriye gününde duaları arşa çıkan Hazret-i Âdem (as) ile Hazret-i Havva validemiz, Arefe gününde Arafat’ta buluştular. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Tevriye günü oruç tutan ve günah bir söz söylemeyen Müslüman cennete girer.” Tevriye günü oruç tutmanın sevabı büyüktür. Bu günde geçmiş günahlarına tövbe ve istiğfar eden, bütün ehl-i iman için af ve bağışlanma isteyen, ibadetlerin ve duâların kabulünü dileyen ve ümidini kesmeyen mü’minlerin duaları makbul olur. Arefe günü ise, günlerin en hayırlılarındandır. Arefe günü hakkında Peygamber Efendimiz’in (asm) hadislerinden bazılarını buraya alalım: * “Günlerin en faziletlisi Arefe günüdür. Faziletçe Cumaya benzer. Duâların en faziletlisi Arefe günü yapılan duâdır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz, Lâilahe illallahu vahdehü lâ şerike lehu. (Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun şeriki yoktur.) sözüdür.”2 * “Allah, hiçbir günde, Arefe günündeki kadar bir kulu ateşten çok azad etmez. Allah bu günde mahlûkata rahmetiyle yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar eder ve: ‘Bunlar ne istiyorlar?’ der.”3 Ramazan Bayramı gecesi, Tevriye gecesi, Arefe gecesi ve Kurban Bayramı gecesi duâların reddedilmeyeceği müjdelenen gecelerdendir. Arefe günü yapmamız tavsiye edilen ibadetler şunlardır: 1- Teşrik tekbirleri getirmek. Arefe günü sabah namazından itibaren her farz namazın ardından teşrik tekbirleri getirilir. Bu vaciptir. (Teşrik tekbirlerine Kurban Bayramının dördüncü gününe kadar devam edilir.) Unutulursa hatırlandığı an kaza edilir. 2- Oruç tutmak. Esasen Zilhicce ayının ilk dokuz günü oruç tutmak sünnet olmakla beraber, özellikle Tevriye günü ve arkasından Arefe günü tutulan orucun sevabı zirveye yükseliyor. Peygamber Efendimiz’e (asm) Arefe günü tutulan orucun fazileti sorulduğunda şöyle buyurdu: “Geçmiş bir yılın ve gelecek bir yılın günahlarına kefâret olur.”4 3- Arefe günü ve gecesini ibadetle geçirmek ve günahlardan uzak kalmak. 4- Arefe günü çok duâ ve istiğfar etmek. 5- Arefe günü bin ihlâs-ı şerif okumak. Arefe günü bin ihlâs-ı şerif okuyarak duâ edenin duasının kabul olacağı ve günahlarının bağışlanacağı müjdelenmiştir. Arefe günü bin İhlâs-ı Şerif okumayı önemle tavsiye eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun bir gün öncesinden (Tevriye günü) beş yüz, Arefe günü de beş yüz olarak da okunabileceğini hatırlatıyor..5
DUÂ Ey Mü’min-i Rahîm! Geçip giden günümüzü ve gecemizi katında makbul günlerden ve gecelerden kıl! Günümüzün ve gecemizin hesabını zor kılma! Günümüzde ve gecemizde bizi isyandan, şirkten, hatadan, haramdan, günahtan koru! Günümüzün ve gecemizin kadru kıymetini göster! Kurbanımızı katında makbul kurban, bayramımızı katında makbul bayram, haccımızı katında makbul hac kıl! Tevriye, Arefe ve Bayram gün ve gecelerinin nurunu, feyzini, rahmetini, bereketini, makbuliyetini bütün ehl-i imana tevzî buyur! Âmin!
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 131. 2- Muvatta, Hacc 246. 3- Müslim, Hacc 436. 4- Müslim, Sıyâm 196, 197. 5- Şuâlar, s. 266. 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Yarın Arefe! |
Hatırlarsanız, Ramazan Bayramından bir gün önce yazdığımız yazının başlığı “Bugün Arefe değil!“ idi. O yazıyı okuyan bir çok dostumuz, inceliği anladıklarını söylediler. Hatta bazı arkadaşlarımız da, “Doğru söylemişsiniz yahu, bu karıştırılan bir şeydi“ diye, hissiyâtlarını dile getirdiler. O yazıya teşbihen de bu başlığı kullandık. Gerçi bunu yarın, yani tam gerçek Arefe gününde “Bugün Arefe!“ diye yazacaktık, ama o güne has birkaç ibadet ve zikri şimdiden hatırlatmak için, yazıyı bugünden yazıyoruz. Olur ya, o ibadetleri unutan veya yapmak isteyen biri, “Yahu, keşke dünden hatırlatsaydınız” diyebilirler. Evet, İslâmın şartlarından; bütün Müslümanların yerine getirmeye muktedir olamadığı, en sonuncusu ve en zoru hac ibadetidir. Niye öyledir? Bir defa hac hem mal, hem de bedenen yapılan özel bir ibadettir. Şeâir-i İslâmiyenin birincilerinden olan; Kelime-i Şahadet, namaz ve oruç bedenen yapıldığından, her mükellef Müslüman bunları ifa edip, yerine getirebilir. Sadece mal ile yapılan zekât da, malûm, varlıklı olanlarca verilebiliyor. Ama hac ise, hem mal ile, hem de bedenen ifa edilebilen bir ibadettir. Tabiî, hacca gitmenin maddî şartlarını temin edemeyen Müslümanlara, bu farzı yerine getirmediğinden dolayı, bir mes’uliyet de yüklenmiyor. İşte onun için böyle zor bir ibadettir hac. Ondandır ki, Peygamber (asm) “Hac meşakkattir“ buyurmuştur. Ve bu haccın özü, esas rüknü de yine onun (asm) dilinden “Hac arafattır” şeklinde ifadesini buluyor. İşte böyle büyük bir ibadetin yapıldığı güne, yani Müslümanların hacı olmak için çıktığı ve vakfeye durduğu Arafat Dağı'ndan (tepesinden) dolayı, o güne “Arefe” denmiştir. Tabiî, “bilişmek, tanışmak” mânâsına da gelen bu kelimenin, Hz. Âdem ile Havva anamızın, cennetten indirildikten sonra dünyada buluştukları ilk mekân olmasından dolayı da böyle ifade edildiği söyleniyor. İşte, yarın idrak edeceğimiz o Arefe günü ile alâkalı, Peygamberimizin (asm) pek çok hadis-i şerif ve tahşidatı, emirleri vardır. Bunlardan en mühimi de o gün tutulan oruçtur. O orucun, geçmiş ve gelecek yılların günahlarına kefaret olacağını söylemektedir Resûlullah (asm). Aslında Zilhicce’nin ilk dokuz günü oruç tutmak çok faziletlidir de, bu dokuz gün orucu tutamayanların, Arefe günü oruç tutması da makbuldür. Arefe günü sabah namazının farzından sonra başlayıp, Kurban Bayramının dördüncü gününün ikindi namazı farzından sonra da söylenip bitecek olan teşrik tekbirleri de vardır. Bu tekbirler de “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lâ ilâhe İllâllahü Vallâhü Ekber, Allahu Ekber ve Lillâhi’l-Hamd” şeklinde söylenir ve farzdan sonra “Allahumme ente’s-selâmu…“ demeden önce söylenir. Ayrıca, Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin de bir virdi olan bin İhlâs-ı Şerif okuma ibadeti vardır ki, Üstad bunu şöyle ifade ediyor: “Aziz, mübarek kardeşlerim! Pek çok selâm... Bizim memlekette eskide Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefe’de dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî herbirinizle görüşmüyorum, fakat ben, ekser vakitler, duâ içinde herbirinizle bazen ismiyle sohbet ederim.” (Şuâlar s. 266) Evet, bir çok fazileti içinde bulunduran ve dünyanın en büyük (kudsî ve semâvî) kongresinin yapıldığı, adeta kefenlerine bürünmüş gibi orada toplanan insanların en makbul duâlarına iştirak etmek için bugünü faziletli amellerle geçirelim. Hz. Peygamber’in (asm), ‘ideal bir evrensel insan hakları beyannâmesi’ hükmünde olan Veda Hutbesini de irad ettiği o Arafat Meydanına gitmek nasib olmayanların da gitmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz eder, bugünlerde yaptığınız ibadetlerin, Arafat meydanında yapılanlar gibi sevapdâr olmasını dilerim. Şimdiden, iki büyük bayramımızdan biri olan Kurban Bayramınızı da tebrik ederim. 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
BATILI KADINI CEZBEDEN HAKİKAT! |
Kadına uygulanan şiddet, sadece geri kalmış doğu ülkelerinde değil, gelişmiş ülkelerin de içinde bulunduğu bütün dünyada yaşanan küresel bir gerçektir. Üstelik araştırmalar, kadına yönelik şiddetin sadece yoksul ve eğitimsiz ailelerde değil, eğitimli ve zengin ailelerde de görüldüğünü ortaya çıkarmıştır. Sadece bir fark vardır: Eğitimli ve zengin aileler şiddetin varlığını saklama konusunda daha başarılıdırlar (!)
Gelişmiş Batı ülkelerindeki vahim tablo! BM (Birleşmiş Milletler), WHO (Dünya Sağlık Örgütü), hükümetler ve hükümet dışı örgütlerin istatistikleri durumun vehametini göstermektedir: Avrupa Konseyi’nin çalışma raporuna göre, Avrupa’nın her ülkesinde kadınlara yönelik şiddet görülüyor. Kadın cinayet kurbanlarının yaklaşık % 70’i erkek arkadaşları tarafından öldürülmüştür. (WHO, 2002).
Kanada Aileye yönelik şiddetin maliyeti, tıbbî bakım ve verim kaybı dahil yılda 1.6 milyar dolardır. (UNICEF, 2000).
ABD Her 15 saniyede bir kadın, eşi ya da erkek arkadaşı tarafından dövülmektedir. (BM, 2000) Göçmen statüsünde görünen ve genelde evlerde hizmetçilik yapan yabancı uyruklu kadınlara uygulanan şiddet yaygındır.
İngiltere Haftada yaklaşık 2 kadın, eşi ya da erkek arkadaşı tarafından öldürülüyor.
İsveç Avrupa’nın kadın hakları alanında en gelişmiş ülkelerinden biri sayılan İsveç’te WHO raporlarına göre son 10 yılın en yüksek şiddet olayları yaşanmakta. Kadına Yönelik Şiddet oranında yüzde 20 artış söz konusu.
Belçika Belçika’da kadınların % 50’sinden fazlası aile içi şiddete maruz kalıyor. Bunun % 30’una partnerleri tarafından şiddet uygulanıyor. İspanya Her beş günde bir kadının erkek partneri tarafından öldürüldüğü İspanya’da hükümet, “Şiddete Karşı Duyarlılık Planı” hazırladı. (WHO, 2006)
Danimarka Danimarka’da kadınların yüzde 25’i fiziksel şiddeti başlıca boşanma sebebi olarak gösteriyor. Her yıl 64.000 kadın şiddete maruz kalmakta, bunların yüzde 60’ı şiddeti kendi evlerinde yaşamaktadır. Danimarka’daki en eski kadın sığınma evi olan Dannerhuset, her yıl 1.000’in üstünde kadına yardım etmekte.
Fransa: Şiddet kurbanlarının yüzde 95’i kadın. (Heise,1992). Konu ile ilgili ilk kez 2006’da hazırlanan raporda, “Her 10 kadından yaklaşık birinin şiddete maruz kaldığı, bunun da insan hakları konusundaki en büyük skandallardan biri olduğu” belirtiliyor. Raporda, kurbanların, sessizliği bozmaya cesaret ettikten sonra, ekonomik misillemeye maruz kaldıkları vurgulanarak, “Devlet şiddeti yeteri kadar ciddiye almadıkça ve toplum bunu gerçek bir kazanç olarak gördükçe şiddet sona ermeyecektir” deniliyor. (Kaynak: www. akoder.org)
Uzun lâfın kısası… Şiddet, insanın yaradılışına yerleştirilmiş sınır konulmayan üç duygudan bir tanesi. Kontrol edilemediğinde önce uygulayan kişiye, sonra muhatabına zarar veriyor. Aile içinde başlıyor, ülkeler arası dairelere kadar yayılıyor… Doğusu, Batısı, beyazı siyahı yok, küresel bir problem. Ülke olarak son iki yüz yıldır, hemen her problemimizde “Medeniyet orada, problemlerimizin çözümü orada” diye adres gösterilse de Avrupa’da da şiddet, hele kadına yönelik şiddet içler acısı. İnsana “Kelin merhemi olsa başına sürer” dedirtecek cinsten! Çözüm ise şüphesiz insanî bütün değerlerin doruk noktada mezcedildiği İslâmiyette. Bediüzzaman Hazretleri, İslâmiyeti “İnsaniyet-i Kübra” olarak tanımlıyor. Son günlerde sayıları hızla artan İslâmiyete giren Batılı kadınları cezbeden de dinimizin bu yönü olsa gerek! Kızlarını diri diri toprağa gömenler, o cazibedar hakikatler sayesinde, karıncayı bile bilerek incitmez hâle geldiler. Hz. Ömer’in (ra) İslâm’dan önceki ve sonraki hâli bu hakikate şahit değil midir? 14.11.2010 E-Posta: [email protected] |