Selim GÜNDÜZALP |
|
RAMAZAN SOFRALARI |
Yaşanan her olaydan ince bir ders ve ibretlik bir şey çıkarmak mümkün. Ama kendimizi salınca pelte gibi oluyoruz, kayıp gidiyoruz. Şişenin bir tarafından sızınca ince ince sular, dökülüp gidiyor hayatlar, gidiyor sular... Kapımızı bir misafir, bir yolcu veya bir dost çalsa, nasıl da derlenip toparlanıyoruz hemen, üstümüzdeki kıyafetle çıkmıyoruz onların karşılarına. En düzgün elbiselerimizi bulup giyiyoruz. Onun gibi de, yaşanan her olaya derlenip toparlansak, şöyle bir hikmet gözü ile bakabilsek, en sıradan şeyden bile, kim bilir ne dersler çıkaracağız... Sokağın tam ortasında ve o masmavi gökyüzünde bulunan bir buluttan bile nice dersler çıkaracağız, kim bilir… Çocuklarımızın o badi badi yürüyüşlerini anlayacağız. Hayranlıkla izlediğimiz ve imrendiğimiz onların o yürüyüşlerinin kendi yürüyüşlerimiz olduğunu göreceğiz. Bir akşam iftar sofrasında bir araya gelip, neşeli yüzlerle birbirimize baktığımızı, uzun yıllar hasret kaldığımızı hiç unutmayacağız. Ramazanın bizi, hiç olmazsa bir sofra başında nasıl da toplamaya muktedir olduğunu görüp sevineceğiz. Böyledir işte. Her şeyden bir ders ve ibret alabilsek, o zaman kulağımız daha bir keskinleşecek hikmete, gözümüz daha bir parlak bakacak ibrete. Kıssalardan payımıza düşen hisseleri alacağız. Gönlümüze düşen her şey bir iz bırakacak. İz bırakan şeyler de bizden yarına kalan anılar olacak. Geriden gelenlere aktaracağımız güzel sözler, güzel hatıralar olacak. Ramazana bir de bu yönüyle bakalım. Sofra başında hepimizi toplamaya muktedir olan yanıyla… Öyle değil mi? Yıllardır hasret kalmışız. İnsan bir yerde bir ziyafete çağrıldığında orada sadece yediği yemekle mi mutlu olur sanıyorsunuz? Hiç de değil. O, nasıl olsa her gün yaptığımız bir şey. Ama karşımızdaki insanın hayatımıza kattıkları, bakışı, sözleri, gülüşü, tebessümleri ve anlattıkları nasıl birden havayı değiştirir… Yemek, az ya da çok. Fark etmez. Enikonu iki lokmalık helâl bir rızık. Helâl olsun, yeter. Nasıl demiş Yunus Emre: “Helâl ise sualimdir, Haram ise vebalimdir.” İki lokma helâl rızık. Helâl olmayan sofralar dolusu rızıklara bedel… Nasıl olsa Allah’ın tayin ettiği, takdir ettiği o rızık, bir şekilde gelecek yerini, zamanını bilmesek de. Allah’ın nasip ettiği bir yerden gelecek. Ama helâlini talep etmek bizim elimizde. Gayret bizim elimizde. İrade ve seçmek, bizim elimizde. Rızkımızı haramdan değil de, helâlden istemek, Rabbimizden bunu dilemek elimizde. Evet, dostlarla, sevdiklerimizle, annemizle, babamızla, kardeşlerimizle beraber olmak ne güzel… Helâl lokmaların serildiği sofralarda, özellikle bu Ramazan sofralarında en çok hatırlanması gereken sahnelerden biri de bu olsa gerek. Bazen bir fakirin sofrasına çağrılırsınız da, o sofradaki nimetlerin azlığı sizi hiç üzmez. Helâl lokmalar olduğundan mıdır; ruhumuza bir güzellik, bir sevinç, bir huzur yayılır. Hayatımızın en güzel iftarlarından biri olarak kalır. Zihnimizin bir köşesine kazılır ve yazılır o manzara. İftar sofralarındaki bu zevkli anı unutur olduk. Ramazanın hayatımıza kattığı o kadar çok güzellik var ki, saymakla bitmez. Sanki bu Ramazan sofralarında bir araya gelişimizin basit bir şeymiş gibi algılanmasından, emin olun, korkuyorum, ürküyorum. Çünkü Allah’ın rahmetiyle gönderdiği bu büyük Ramazan hediyesinin içerisinde, bu sofralarda bu sır da gizlidir. Aileler aile olduğunu, Allah’ın karşısında her insan sade bir kul olduğunu bu sofralarda anlar. Birbirlerine samimî bir bağla bağlanıp kenetlenir insanlar. Omuz omuza olmak değil, gönül gönüle olmak bu sofralarda saklı. O bir aylık sofralarda belki de ebedî hayatımızın mayaları da atılıyor. İnsanın terk ettiği, çocukluğundan beri herkesin bir yerlere uçuştuğu, kimi okumak, kimi askerlik, kimi de çalışmak için bir başka şehre göç ettiği o mahzun günlerden sonra, hep beraber tekrar buluştuğu, yüzlerin güldüğü bu sofralar bir basübadelmevtin yaşandığı sofralar oluyor Ramazan’da. Bir araya toparlanamadığımız o günlere inat Ramazan sofraları hepimizi bir araya getiriyor, buluşturuyor. Çeşme başının güzelliği, bir ağaç altında oturmanın güzelliği nasıl başkaysa, sofra başının güzelliği de bir başkadır. Hele de Ramazan sofralarında. Birlikte yaptığımız piknikleri unutmayız. Göl kenarında oturup sohbet ettiğimiz anları tekrar tekrar anlatırız. İmece yaptığımız günleri, birbirimizle dayanıştığımız, acılarımızı, sevgileri paylaştığımız günleri nasıl unutmuyorsak Ramazan’ın iftarlarını da sahurlarını da unutmayız. Kimi çocuklar yarı baygın, yarı uykulu gözlerle annelerinin sırtlarında taşınır bu sofralara nazla, niyazla. Kalkana kadar nice zahmet vardı, ama sofra başına geçildiğinde rahmet kuşatır her yeri. “Değdi” der insan içinden. “Değdi, uyanmaya değdi…” Evet, Ramazan sofraları iftarıyla, sahuruyla bir gökyüzü sofrasıdır adeta. İlâhî bir maidedir. Kur’ân’da da ifade edildiği gibi gökten inen bir sofradır adeta. İnsanoğluna, göklere çıkaracak kudreti kalmayan, maalesef yorgun düşmüş bu asrın insanlarına Allah’ın özel bir lütfudur Ramazan sofraları. Göklerden inen bir bayramdır adeta. Ramazan ayının sonunda hatırlanması gereken en güzel anılardan biri, bu Ramazan sofraları olacak her halde. Hele de iftar vaktine çok az bir zaman kala dillerden dökülen duâlar, geçmiş Ramazanlardan anlatılan, aktarılan hatıralar, her biri bir güzellik katar bu sofralara. Pidenin kokusu, salatanın kokusu, hatta suyun kokusu, karabiberin kokusu, önemsemediğimiz en küçük bir nimetin bile kokusu bu sofralarda anlaşılır. Nimetin nimet olduğunu, her nimetin ondan, Allah’tan olduğunu bu vakitlerde çok daha iyi anlar insan. Sofra başları, bir ibadet dersidir adeta. Allah’a imanın tazelendiği anlardır iftar sofraları. Sofra başında olduğumuz anlar bir başkadır. O süzülmüş benizlerle birbirimize baktığımız, küçük çocukların bile neş’eler saçtığı bu sofralar, bizim için daha yemeğe başlanmadan önce doyulmuş ve doyurulmuş anılar olarak kazınacaktır kalbimizin bir köşesine, hafızamızın en aziz bir yanına. Ramazanı, bu mübarek ayı ve içindeki sayısız nimetleri gönderen Rabbimize hamd olsun, sonsuza kadar şükürler olsun. Bakın, en önemli bir nimet, hava almak nimetidir. Hava almak nimeti, her nimetin üstünde ve kıymetlidir. Bir düşünün, her insan için bu kadar bol, bu kadar kolay niçin yaratıldığını bu nimetin ve Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahim oluşunun hikmetini. Bu nimeti etrafımızda nasıl dolaştırdığını, biz nereye gidersek gidelim, hiç peşimizden eksik bırakmadığını, hemen, derhal anlayacağız. Ramazan’ın bir dönem bu nimetlerin, inciler gibi bir araya getirilişini ve sonunda da bayramla taçlandırılışını görebiliriz. Dilimiz, gönlümüz, gözümüz, ruhumuz, kalbimiz, her bir hücremiz ve zerremiz, Rabbimize karşı şükürle dolsun. Şükrünü yapamadığı anlardan, gafletle geçen günlerden özürde, beyanda bulunsun, Rabbimizin affına ve mağfiretine bu sofralarda nail olalım İnşallah. Öyle sofralar ki, kimisinde çeşit çeşit, sayılamayacak kadar bir zenginlik vardır, kimisinde de bir bardak su, biraz zeytin, biraz hurma vardır, ama her birinde Allah’ın rızası vardır, rızasını kazanmaktaki mutluluk vardır. Riyadan, gösterişten uzak olan sofralarda sadece insanlar değil, melekler de vardır seyir için. Mü’minlerin halini, yüzünü, sararan benzini, oruçla yüceleşen, arıklaşan halini seyir için gelen melekler vardır. O uçuk denizlerden etrafa dalga dalga dağılan misler gibi kokular vardır. Oruçlunun ağız kokusu bile Cenâb-ı Hakk’ın yanında en güzel kokulardan daha güzel olunca nasıl bir sevinçle içi dolar insanın. Sevincin de, neş’enin de kokusu vardır. Sadece pidenin, yemeğin değil, lezzetin de, o ulvî zevkin de bir kokusu vardır, hatta niyetin de. Kalpten yayılan o sağlam inancın ve sevincin de bir kokusu vardır. İnanmak kalbin amelidir. Düşünmek aklın amelidir. Hissetmek ve bütün o ulvî zevkleri kendinde toplayıp almak ruhun amelidir. Kalp bir kumandan gibi “Allahuekber” deyince huzurda durmak, o sofralarda mümkün. Ramazan sofraları, bu kokuyu alacak ve alabilecek ince ruhların buluştuğu yerlerdir. Bir ay boyunca törpülene törpülene incelir ruhlarımız. Bedenimiz de öyle. Duygularımız da öyle. İncelen ruhlar, hakikatleri üzerinde gösterebilecek kadar şeffaflaşır. Tozu alınmış aynalar nasıl gösterirse güneşi, ışıkları ruhumuz, Rabbimizden gelen ilhamı, feyizleri, tecellileri öylece gösterir işte. Yeni bir medeniyet hamlesi olacaksa eğer, bu sofralardan başlayacaktır. Birbirini seven, birbirini anlayan ve güvenen insanlar bir araya gelince, bu sofralarda gönül gönüle olunca dalga dalga yayılacaktır bu beraberlik; sokaklara da taşacaktır, iş yerlerine de, hayatın her bir karesine, her bir yanına ve anına. Omuz omuza verecektir bu kahraman insanlar. Hizmette de beraber olacaklardır İnşallah. Demek ki, Ramazan sofralarında bir araya gelememek, bize çok, ama çok pahalıya mâl oluyor. Çok şeyleri kaybettiriyor. Çok büyük nimetleri kaçırıyoruz. Ramazan sofralarıyla bu güzelliği tekrar yaşamayı ve gelecek Ramazanlarda bunu daha şuurlu bir şekilde hayata geçirmeyi diliyoruz Rabbimizden. Gaye yemek değil. Oruçtan da gaye aç kalmak değil. Yemek, içmek, oruç tutmak belki de hepsi Allah emrettiği için yapmak güzel. Yemek, O emrettiği için, yememek yine O emrettiği içindir bu sofralarda. Bu sofra başlarında, bu emri hatırlamak da ayrı bir güzelliktir. Sevgili kardeşlerim, sizler bu yazımızı okurken bizler de İnşallah Medine’deki Ramazan sofralarında olacağız İnşallah. Size ‘Allahaısmarladık’ demeden önce, oradan duâlar edeceğimizi de bildirmek istiyoruz. Hakkınızı helâl edin. On beş günlük Medine – umre programı için mübarek beldelerde olacağız İnşallah. Medine sofralarında dünyanın her yerinden gelen mü’min kardeşlerimizle o mübarek mescitte, bir milyona yaklaşan o mübarek topluluğun, o bayramı kutlayan, iftar saatini bekleyen gözü yaşlı insanlarla beraber olacağız. İftar saatinde ayağa kalkmış, ellerini göklere doğru uzatmış, boynu bükük, gözünden damla damla, boncuk boncuk yaşlar dökülen, esmeri, beyazı, siyahıyla, o kardeşlerimizle beraber olacağız. Onların ne dediğini bilemesek de hissediyoruz. Onun için her birinin duâlarına ‘âmin’ diyeceğiz. Onlar ne istiyorsa, biz de Rabbimizden isteyeceğiz İnşallah… Hem kendimiz için, hem sizler için. Çünkü onlar biliyorum Ravza-i Mutahhara’ya, o Yeşil Kubbe’ye bakıp Allah’ın rızasının haricinde bir şey istemezler. Kalpleri safidir. Çok daha fazlasını düşünmüş, gönül dolusu, taşan duygularla orada dururlar. Onun içindir ki, gözleri yaşlıdırlar. Belki bir daha gelemeyeceklerine, belki bu son ziyaretlerine gereken ihtimamı göstermek için Rablerinden en güzel dilek ve temennide bulunurlar. O boynu bükük, elleri göklere uzanan, duâlara duran, o mübarek beldedeki insanların duâlarına ‘âmin’ diyeceğiz. Kendi gönül evimizde de bir taht kurulması için ‘âmin’ diyeceğiz. O büyük manevî sofralara, önce gönüllerini serenlerin, biz de Allah’ın izniyle yanlarına oturacağız. Bir halının üstündeki toz zerresi gibi sessizce... Bakışlarımızla anlaşacağız, sevgiyle kucaklaşacağız. O Hicaz akşamlarında o duâlarla İnşallah gözyaşlarıyla buluşacağız, ‘âmin’ diyeceğiz. Onların duâlarına gönülden katılıp ‘âmin’ diyeceğiz. Sizlerden de o saatler için birlikte olduğunuz o sofralardan duâlar göndermenizi Rabbimizden niyaz ediyoruz. Bizler sizleri unutmayacağız. Ümit ediyoruz ki, sizler de duâlarınızda bizleri unutmazsınız. Bir sevgili kardeşim, Ramazanın son günlerinde, İstanbul’da bir akrabasını ziyaret ediyor. Ev sahibi, tanınmış bir medya kuruluşunda yıllardır çalışmaktadır. Yakın akrabalarını, ağabeylerini, kardeşlerini, dedelerini bir sofranın başında hepsini bir arada görünce ne demiş biliyor musunuz? “İşte” demiş, “Sağ olun, Ramazan’ın geldiğini anladık, çok şükür.” Ne kadar güzel bir itiraftır bu. Rabbim her gününüzün, her gecenizin Ramazan’dan sonra da böyle güzel sofralar başında geçmesini, bu duâlarınızın kabulünü nasip etsin… Ramazan’daki sofralar, ölümlü bir insanı ölümsüz kılar. *** Bu sofralardan yansıyan bir kıssa: “Kadın aklı” Vaktiyle bir derviş, bir Ramazan akşamı bir iftara dâvetliydi. Derviş, yatsıya yakın evine döndü ve karısından mümkünse kendisi için sofra hazırlamasını istedi. Karısı: “Sen dâvette değil miydin? Ne yemeği?” deyince, derviş: “Sorma!” dedi. “Çok yersem, arkamdan ‘İyi bir derviş değilmiş.’ diye konuşmalarından korktum. Pek bir şey yiyemedim.” Bunun üzerine karısı: “Tamam” dedi. “Sen şu akşam namazını kıl da, ben o arada sofrayı hazırlayayım.” Derviş: “Ama” dedi, “Ben akşam namazını orada kılmıştım.” Karısı: “Sen arkandan kötü konuşurlar diye pek yemek yiyemediğine göre, arkamdan iyi konuşsunlar diye de namazını uzatmışsındır. Hadi, akşam namazını bir daha kılıver de, o arada ben de sofrayı hazır edeyim.” Rivayet edilir ki, hanımının bu ikazından sonra dervişin aklı başına geldi, riya derdinden kurtulup halis bir derviş oldu. *** Ramazan sofralarına riya değil, ihlâs yakışır. Bu sofralarda insan da Ramazanlaşır. Ramazan, bu sofralarda mü’minleri kendine benzetir, kendine yaklaştırır. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hak feda edilmez |
Yaşar Kılınç: “Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez.” sözünü açıklar mısınız? Bu ne demektir?”
Hak, Cenâb-ı Allah’ın esmasındandır. Allah Teâlâ’nın zatı hak, varlığı hak, birliği hak, isimleri ve sıfatları hak, vahyi, kelâmı, kitabı halis hak ve hakikattir. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyeti haktır ve gerçektir; Varlığı Kendi’nden ve zorunludur; Zatı hakikî mevcuttur. Cenâb-ı Hak hakkı emreder, hakkı ister, haktan razı olur, haksızlığı yasaklar. Hakkı inkâr etmek küfürdür, zulümdür, zulmettir, dalâlettir, vahamettir, hasarettir. Hakkın zıttı batıldır. Allah’ın indirdikleri, kitapları, peygamberleri, haberleri ve bildirdikleri haktır ve gerçektir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “İşte Hak olan Rabb’iniz Allah budur! Hakk’ın dışında ancak dalâlet vardır! O halde (dalâlete) nasıl döndürülüyorsunuz?” 1 Hakkın hatırı yüksektir. Çünkü hak Allah’tandır. Hak olmayanın ise hiç kıymet-i harbiyesi yoktur. Ne Allah nazarında, ne kul nazarında! Ne mü'min nazarında, ne kâfir nazarında! Hak buz gibi doğruluktur, çelik gibi gerçekliktir, sarsılmayan dürüstlüktür. İnsanlar ise çoğu zaman hakkı olduğu gibi değil; orasını burasını eğip bükerek, kendi yanlışlarına doğru yontarak, sulandırarak, içini batıl unsurlarla doldurarak kabul ederler. Eskiden insanlığın başı peygamberlerin getirdiği haberleri hak saymayıp, kendi batıl inançlarını hak kabul etmek ve bunda taassup göstermek gibi bir tehlike ile belâdaydı. Şimdilerde ahir zaman ümmeti hakka karşı batılda taassup göstermiyor ve eskiye nazaran daha dürüstçe hakkı kabul edebiliyor. Fakat günümüzde de nifak arttı, yalancılık arttı, münafıklık ayyuka çıktı, batıla hak süsü verme hainliği gelişti; böylece hakkın ölçüsü ve şirazesi kaçtı. Herkes elindekini hak kılıfıyla satıyor. Çünkü batıla açıktan talep yok. Batıl, işini hakkın gölgesinde ve hakkın üniformasıyla yürütüyor. Tamah ve hırs yolunda dini rüşvet verip dünyayı kazanma hastalığının yegâne çaresinin nefsini itham etmek ve daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, bir münâzarada kendi sözüne taraftar olup, haklı çıktığına sevinmenin ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olmanın insafsızlık olduğunu kaydediyor. Bediüzzaman bunun fayda değil, zarar getireceğini, çünkü böylece bilmediği bir şeyi de öğrenmeyeceğini, gurur ihtimali de bulunduğunu; hakkın hasmının elinden çıkması durumunda ise, bunun zararsız olduğunu, bilmediği bir meseleyi öğrenip faydalandığını, nefsin gururdan da kurtulduğunu ifade ediyor. Bediüzzaman’a göre insaflı hakperest hakkın hatırı için nefsin hatırını kırar ve hasmının elinde hakkı görse rıza ile kabul edip taraftar çıkar. Bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat ve ehl-i ilim kendilerine rehber almaları gerekir. Çünkü ihlâs böyle kazanılacaktır, uhrevî vazifelerde böyle muvaffak olacaklardır. Ve rahmet-i İlâhiyenin yardımı böyle gelir.2 31 Mart’tan sonra sevk edildiği divan-ı harpte müdafaasına, “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.” 3 diyerek başlayan ve hakkı ve hakikati şiddetli cümlelerle savunan Bediüzzaman Hazretleri, herkesin idam hükmünü giydiği bu mahkemeden berat alarak çıkıyor. İman hizmetinde kardeşlerine ve ders arkadaşlarına, “Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatasız zannetmek hatadır” diyen ve “Hatamı gördüğünüz vakit, serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hatta başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim” diyen Bedîüzzaman Hazretleri, sözlerini, “Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz” diye sürdürüyor. Bediüzzaman hakkın hatırı söz konusu olunca, nefs-i emmareyi değil, hakkı ve hakikati baş göz üstünde kabul edeceğini ifade ediyor.4 Bediüzzaman hakikatin hiçbir zaman değişmeyeceğini, hakikatin hak olduğunu “el-Hakku ya’lu vela yu’la aleyh” (Hak daima üstündür. Hakka galip olunmaz.) 5 hadisiyle ifade ediyor ve hakikat zannedilen hayalin ömrünün kısa olduğunu bildiriyor.6 Doğudaki aşiret reisleriyle görüşmesinde kendi sözünün de hüsn-ü zan ile kabul edilmesine karşı çıkan ve hak karşısında kendisi hakkında bile buz gibi sözler sarf eden Bediüzzaman, “Çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz” diyor. Bediüzzaman, “Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin?” diye soranlara da, “Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.”7 diye devam ediyor. Bediüzzaman Hazretleri dinî cemaatlerin ilay-ı kelimetullahı hedef-i maksat ettikçe, hiçbir garaza vasıta olmayacaklarını, hakkın hatırı ile amel edeceklerini ve ancak bu anlayışla muvaffak olacaklarını bildiriyor.8
Dipnotlar:
1- Yûnus Sûresi, 10/32., 2- Lem’alar, s. 162., 3- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 43., 4- Barla Lâhikası, s. 97 (Mektup: 131)., 5- Keşfü’l-Hafa, 1: 127, Hadis No: 362., 6- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 51., 7- Münâzarât, s. 49., 8- Hutbe-i Şamiye, s. 104. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Tahkikî imanın hakkal-yakîn mertebesi |
Hakkal-yakîn iman; bizzat yaşayarak ve hemhâl olarak bütün duygularla özümsenen, bütün duyu, duygulardan sonra kalbî sezgilere dayanan, tahkiki imânın en üst mertebesidir. Özümseyerek ve bizzat tecrübe ederek, içine girerek veya yaşayarak oluşur. Yâni, yaşama derecesinde, pratiğe geçirme seviyesinde çok parlak ve keskin inançtır. Hakkalyakîn iman mertebesini; denizi haritadan öğrenmek veya gözle görmek değil; bizzat suyu avuçlayarak ve içine dalarak yüzmek ve suyun özelliklerini öğrenerek, onunla hemhâl olmaya benzetebiliriz. Bir mânâda bilgi, bulgu, sezgi, belgeyle elde edilenler yaşayarak elde edilir. Bu mertebenin vasıtaları duyular, akıl, kalb, vicdan ile sâir his ve lâtifelerdir. İlk iki metodun verileri de buna basamak olur. Böylece, yakîn/kesin bilgi dereceleriyle temelleşen imân esasları; sâir his ve lâtifelerle de benimsenip özümsenir; İslâm şartları ve sâir ibâdetlerle takviye edilir. Kâmil imân olarak da tâbir edilen hakkal-yakîn; tahkiki imânın en yüksek seviyesidir. Diğer mertebelerinden de süzülerek, zihnen bütün merhalelerden geçerek kuvvetli bir şekilde bütün duygu, his ve lâtifelere yerleşir.1 Hakkalyakîn iman; kâinattan süzülen ruhu, duygu, düşünce ve şuuru ondan yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Tabiat bir işlev yapar, ama bunu şuursuz olarak yapar. İnsan ise, şuurunu sonsuz derecede geliştirebilir! Kur’ân’dan aldığı mârifetle, dâimî huzuru elde eder. O zaman, her şey mârifet (Allah’ın isim ve sıfatlarını bildiren) bir ayna olur.2 İradesini kullanarak, gayret gösteren herkes, imanın hakkalyakîn mertebesine ulaşabilir. Tahkiki imânı elde eden; akıl, ilim, fikir, kalb, vicdan gibi bütün duygularıyla iman esasları üzerinde yoğunlaşır, müthiş bir enerji alış verişinde bulunur ve büyük bir güç elde eder. Ve kendisinin olduğu küçük kâinatı, bu iman şuuruyla büyütür ve büyük insan olan kâinatla entegre olur. “Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikide pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakin mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidi imân bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur. “Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakin derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. “Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.” 3
Dipnotlar: 1- Hizmet Rehberi, s. 54. 2- Mektûbât, s. 54. 3- Emirdağ Lâhikası, s. 91. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sinekler, yahut küçücük kuşlar (1) |
Henüz telif edildiği 1930'lu yılların ortalarında okuyan herkesi hayret ve taaccüp içinde bırakan Yirmi Sekizinci Lem'a'daki "sinek bahsi", uzun yıllar boyunca Osmanlıca orijinal haliyle arşivlerde itina ile muhafaza edildi. Bir maslahata binâen, haklı bir gerekçeye istinaden Lâtinceye çevrilerek basılması tehir edildi. İlk baskılar, 1990'lı yılların başlarında gerçekleştirildi. Yeni okuyanlar, bir daha, bir daha okuma ihtiyacını duydu. Eserde anlatılanlar, inanılır gibi değildi. İlk anda anlamakta ve hele kabullenmekte insan o derece zorlanıyor ki... Zira, sineklerin pis mahlûk ve mikrop taşıyıcı değil, aksine temiz ve mikrop emici olduğu anlatılıyordu. Ayrıca, kesretle yaratılmalarının, çok hikmetli ve insanlar için çok faydalı olduğu ifade ediliyordu. Bu ise, ilim âleminde ilk kez görülüyor, bilhassa dinî muhtevalı bir kitabın satırlarında, sayfalarında ilk kez arz–ı endâm ediyordu. Şüphesiz, sineklerin birer tabip, birer sıhhıye memuru olduğunu kabullenip hazmetmek, kolay şey değildi. Şayet, bu eser ilk telif edildiği yıllarda, hatta bundan meselâ elli sene evvel basılıp Lâtince yayınlansaydı, belki de çoğu ilim çevrelerinden ve ilâç firmalarından olmak üzere, büyük tenkitlere, şiddetli hücumlara hedef olacak ve "Böyle safsata şeyleri okumayın" diye aleyhte müthiş propagandalar yapılacaktı. İşte, bu ve benzeri maslahatlara binâen, kitapçık, telifinden ancak 50–60 yıl sonra neşriyat sahasında görünmeye başladı. Evet, kolayca tahmin ettiğiniz gibi, "Latif Nükteler"den, nâm–ı diğer "Sinek Risâlesi"nden söz ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî'nin telifatı olan bu eser, günümüzde müstakilen basıldığı gibi, Yeni Asya Neşriyat'ta çıkan Lem'alar isimli eserin 28. Lem'a kısmına da dercedilmiş durumda. * * * Bu Lem'anın ve söz konusu Nüktenin baş kısımlarındaki ifadelerden de anlıyoruz ki, "sinek bahsi" 1935 senesi güzünde kaleme alınmış. O tarihte Üstad Bediüzzaman, 115 talebesiyle birlikte, dışarıdaki yakınlarıyla görüşmekten ve konuşmaktan dahi menedilmiş olduğu Eskişehir hapishanesinde yatmaktadır. Karşısında ders vereceği kimseler, kardeşlerim dediği talebeleridir. Bu talebelerinden ve koğuş arkadaşlarından biri de, Ispartalı Süleyman Rüşdü Çakın'dı. İşte, "sinek bahsi"nin ve bu Nüktedeki dersin ilk muhatabı da, bu sadâkatlı ve sâfi kalpli talebesi oldu. Bediüzzaman, yıkanan çamaşırları asmak isteyen koğuş arkadaşı bu talebesine, çamaşır ipi üstünde muntazaman dizilmiş olan sinekleri gösteriyor ve "Rüşdü, bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser" diyor. Sâf kalpli Rüşdü ise, âdeta "Ne münasebet" der gibi, gayet ciddî ve kendinden emin şekilde şu mukabelede bulunuyor: "Bu ip bize lâzımdır. Sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun." İşte bu lâtife münasebetiyle, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan konu açıldığı bir seher vaktinde talebelerine ders veren Üstad Bediüzzaman, bu bahsi bir "lâtif nükte" olarak telif ederek Lem'âlar isimli eserinde derc ediyor. Şu güz mevsiminde, o lâtif nükteyi fihrist kısmıyla birlikte yeniden okumaya ne dersiniz...
(Devamı var)
Tarihin yorumu 6 Eylül 1980
Darbe gerekçesi Konya Mitingi
Kimin tertip ve organize ettiği bir türlü netleşmeyen Konya'daki "Kudüs Mitingi", fikir ve siyaset âleminde şok etkisi yaparak büyük dalgalanmalara yol açtı. (6 Eylül 1980) 12 Eylül günü darbe yapan cunta liderleri bile, bu mitingi harekâtın gerekçelerinden biri olarak gördüklerini anlattılar. Mitingin konuşmacısı MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan'dı. Organizatörü ise, aynı partiden belediye başkanı olan Mehmet Keçeciler diye biliniyordu. Ancak, bilâhare konuya dair açıklamalar yapan Keçeciler, söz konusu mitingin belediye tarafından değil, parti tarafından tertiplendiğini söylüyordu. Erbakan ise, bu söylemi yalanlıyor ve belediye tarafından bütün partilere açık bir miting organizasyonunun yapıldığını iddia ediyordu. İstiklâl Marşının bazı gruplar tarafında yuhalanması ve miting esnasında yapılan konuşmalardan ziyade, sıklıkla atılan sloganlar, asılan afiş ve pankartlar ile beklenmedik bazı şiddet olayları dikkati çekti. Tekel binası ile içki satan yerlerin taşlı–sopalı saldırıya uğraması, zayıf kalan emniyet kuvvetlerince önlenemedi. Atılan ve yazılan sloganlar ile kentin muhtelif noktalarına asılan afişlerde ise, bilhassa şu sözler dikkati çekiyordu:
"Konya faşistlere mezar olacak!" "Dinsiz devlet yıkılacak elbet!" “Yaşasın İslâm devleti hakkımız!” “Ya şeriat, ya ölüm!” “Tek halife, tek devlet!" “Cihadımız devletimizi kuruncaya dek!” “Şeriat İslâm’dır, anayasa Kur’ân’dır!”, “Şeriat hakkımız, söke söke alırız!” “Komutan Erbakan, akıncı asker!” 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Kendimizi ve ehlimizi, ‘şer’rimizden korumak |
Tamam, pozitif bir insan olalım da, insandaki negatif potansiyeli de gözardı etmeyelim. Hatta negatif potansiyel, daha çok tahrip edicidir. İnsanın ‘şer’li bir yüzü potansiyel olarak her zaman vardır. Hatta bu yüz terbiye edilmezse, insan, kendi hayatına bile kastedebilmektedir. Evet, insanlar hakkında güzel düşünelim; ama insanın tehlikeli yüzünü de unutmayalım. İnsanın olduğu her yerde, kaide, ‘hüsn-ü zan, adem-i itimat’tır. ‘Nefislerinize zulmetmeyiniz’ ikazı, içerideki nefs-i emmareye karşı sürekli tetikte olmayı ifade ediyor. Yani insan, kendi ‘şer’rinden, kendini, yakınlarını ve sair mahlûkatı korumalıdır. İnsan bu; düşüşe de; yükselişe de kabiliyetli. Ama yakışan yükselmektir. Kendi şerrinden kendini, eşini, çocuklarını ve dostlarını sakınan bir insan, nefsini terbiye etmiştir. Böyle bir insan basit meseleleri problem etmez. İşte ibretlik bir örnek: “Hazret-i Safiye, çok güzel yemek pişirirdi. Yine bir gün pişirdiği yemeği, Hz. Peygamber Aişe validemizin yanında iken ona gönderdi. Hz. Aişe, kadınlık refleksiyle (kıskanmakla) kabı aldığı gibi yere attı. Kap parçalandı. Hz. Peygamber hiçbir şey söylemeden parçaları topladı. Bir başka kap alarak Hz. Safiye’ye gönderdi.” Siret Ansiklopedisi, II/124 Nezaket timsali Hazret-i Peygamberin (asm) hoşgörü dersi, önce aile bireylerinde kendini göstermiştir. O, bir söz, bir davranış sergilemeden önce ne gibi tesirler uyandırabileceğini inceden inceye hesap etmiş, öyle sergilemiştir. Oysa günümüzde, babanın çok hesap edilmemiş bir cümlesi, annenin beklenmedik yanlış bir tepkisi, bir dost ihaneti sebebiyle hayatına kasteden evlât, eş, arkadaş sayısı hiç de az değildir. Bütün yıkımlar insanın ‘şer’li yüzünün ihmalidir. ‘Adem-i itimat’, yani kontrolsüz güven, çekilen sıkıntıların temelidir. Cenâb-ı Hak, insanın bu şerli yüzünün ön plana çıkmaması için, ebeveynleri baskın bir duygu olan şefkatle donatmıştır. Ebeveyn olarak atılabilecek pek çok yanlış adımı, şefkat duygusu frenlemektedir. Ama insanın bu ‘şer’ li yüzü öyle yakıcıdır ki, o kutsî örtü olan şefkati bile yırtabilmekte ve yavrusuna her türlü maddî ve manevî zararı verebilmektedir. Onun için şefkati olmayanın, büyüklüğü de olmaz. İnsan, ‘şer’ potansiyelini eğitmelidir. İnsana, önce insan olduğu için saygı duyulmalıdır. Hak ve hukukunu gözeterek; kadınlık, erkeklik, çocukluk, ergenlik reflekslerini dikkate alarak, Peygamberimizin (asm) eşlerine, çocuklar(ına)a, gençlere yaklaşımlarını örnek alarak, insaflıca konuşmak ve nefsin kusur ve hataları karşısında, itiraf edip, özür ve af dilemek, insana yakışandır ve büyüklüktür. İnsanın samimî, nezaketli ve hoşgörülü olması; kendi hatası durumunda da özür dileyip, af dilemesi, problemleri bir bir ortadan kaldıracaktır. Zaten böyle bir insan da affa müstehaktır. Şerre olan meyli kesen de, tövbe-istiğfardır. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Bayramda kalpler birleşiyor |
Allah kısmet ederse, önümüzdeki Perşembe günü Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yüklediği misyonla ‘kalbleri ittihat ettiren’ zaman dilimlerinden birini daha idrak edeceğiz. Bediüzzaman bunu “Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir sûrette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor” şeklinde özetliyor. İdrak edeceğimiz Ramazan Bayramının da bu mânâları bize yaşatması ve insanlığın çok ihtiyacı olan huzur, barış ve kardeşliğe vesile olmasını diliyoruz. Cenâb-ı Allah sıcak ve uzun günlerde bir sabır imtihanı verilerek tutulan oruçlarımızın yanı sıra yaptığımız bütün taat ve ibadetlerimizi kabule karin eylesin. ««« Bediüzzaman Türkiye yollarında Geçen hafta da duyurduğumuz gibi Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ı projesinde hazırlıklar tamamlanmak üzere. Uzun süreli kalış ve kısa süreli duraklama olarak iki farklı programın uygulanacağı tır gezisinde, her bölge için görev alacak bölge koordinatörleri belirlendi. Bu projenin ana hedeflerinden birini, 2010 yılının Diyanetçe Kur’ân Yılı olarak ilân edilmesi ve eğitim-öğretim yılının başlaması dolayısıyla, Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve maarifle alâkalı görüşlerinin geniş kesimlere aktarılması teşkil ediyor. Bu amaçla gezi sırasında onbinlerce adet Bediüzzaman Kimdir, Aydınlar Konuşuyor, Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli konulu broşürler dağıtılacak. 30 merkezde geceleme yapacak olan tır, 18 mahalde uzun süreli, 12 mahalde de kısa süreli program gerçekleştirecek. Bu proje için belirlenen ana sloganımız ise: Bediüzzaman Türkiye yollarında. 17 Eylül tarihinde Edirne’de Selimiye Camii önünde Cuma namazı sonrası başlayıp 30 günlük süre içerisinde Türkiye’yi boydan boya dolaşarak 17 Ekim’de İstanbul’da bitmesi planlanan gezi, gün gün gazetemiz, internet sitelerimiz aracığılıyla sizlere duyurulacak. Konuyla ilgili haber ve röportajlar sıcağı sıcağına yayınlanacak. Ulusal ve yerel basının projeyi takibi ve haber yapmaları sağlanacak. Gezi, bir belgeselle taçlandırılacak. ««« www.bediuzzamanhizmettir.org hizmetinizde Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ı sanal âleme taşındı. Yeni Asya Medya Grubun organize ettiği, Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ı ile ilgili her türlü bilgiyi www.bediuzzamanhizmettir.org adresli sitede bulabileceksiniz. Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ının gideceği güzergâh, illerdeki kalkış ve varış saatleri, illerde yapılacak faaliyetler, tır’ın yola çıkma amacı ve merak ettiğiniz her şey bu sitede yer alıyor. Ayrıca Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ı ile ilgili soru ve önerilerinizi www.bediuzzamanhizmettir.org aracılığı ile iletebilirsiniz. ««« Tatil biterken Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında, özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Turistik gezi ya da sıla-ı rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder. Yayıncılar açısından bakıldığında bu hareketlilik, genellikle gazete tirajlarına da olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından da en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu, ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamaz ve gazetesiyle buluşamaz. Eylül ayına girdiğimiz, boğucu sıcakların yerini serin havalara terk etmeye başladığı şu günlerde, yaz rehavetinin de yerini daha fazla çalışma, gayret ve özellikle yayınlarımız için bir canlanmaya bırakacağını umuyoruz. Tatille birlikte gazete ve kitap satışlarında yaşanan düşüşlerin kısa zamanda telâfi edilerek, müessesemiz açısından, artan maliyetler ve sabit giderler karşısında kendisini iyiden iyiye hissetiren ekonomik sıkıntıların en kısa zamanda aşılması en büyük dileğimiz. Ramazan Bayramınızı kutluyor, sağlık ve sıhhat dolu günler diliyoruz. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Bir kısım dindar medya dinsizliğe zemin hazırlıyor |
Dindar dinsizliğe nasıl zemin hazırlayabilir ki? Üst başlığın yeterince ve doğru anlaşılması için, Bediüzzaman Hazretlerinin 1940’lı yılların başında talebelerine gönderdiği mektubu Kastamonu Lâhikası sayfa 34- 35’ten (Almanya baskısı) mutlaka okumanız gerekiyor. Kastamonu’daki talebelerinden Emin ile Feyzi’nin suallerine verdiği cevapta “Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddî alâkadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır; ya aklını dağıtır, manevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur, ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebi olur” diyorlar. Bu mektup fevkalâde merakaver ve mantıkî üslûpla cevabı genişletiyor. Çok çarpıcı bir paragrafını birlikte okuyalım: “Evet, harici siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.” Kanaatimizce bütün zamanları kapsayan bu mektubun günümüzdeki yansıması çok ilginçtir. Perişan halimizle, viraneye dönmüş evlerimizle ve mantıkla alâkası kalmamış zihnî meşguliyetlerimizle öyle örtüşüyor ki… Bundan 20-30 sene önce dindarların ikramlarla arası iyi değildi. Dijital medya bu denli yaygınlaşmamıştı. Nisbeten mübarek zamanların ruhları dindarlarca incitilmiyordu. Semadaki rahmet bulutlarını tedai ettirircesine şehirlerimizde yer yer rahmete açılan mekânlar vardı. Günahlardan korunmuş ve sekinet isteyenleri bağrına basacak mekânlar. Dindarların askerî darbelerin arkasına sığınmış nifak tuzaklarını, toplumu ifsad projelerini ve millî olan herşeyi tahrip stratejisini zamanında görememeleri bugünkü dehşetli neticeyi ortaya koydu. Yani Allah’ı, ahireti güzel ahlâkı mükemmel insan olan Efendimizin sünnetini dindarlar konuşmaktan çocuklarına ders vermekten ve çevreleriyle bu çerçevede bir işbirliğine gitmekten maalesef koptular. Kendilerini hiç ilgilendirmeyen, fayda veya zarara neden olmayan global hadiselerle zihin ve kalplerini dolduran dindarlarımızda Allah'ı tefekküre, güzel ahlâkı derlemeye ve birinci derecede kendisini ilgilendiren ailesiyle ilgilenmeye maalesef dindar medyanın borazanlığını yaptığı boş işler engel oluyor. Batı felsefesinin Kemalizmin yardımıyla yerle bir ettiği gelenek, millî kültür ve temel ahlâkın yerine koyacağımız bilgileri prensipleri ve telkinleri artık ‘dinsiz felsefe' ekranlardan yüzümüze haykırıyor. Henüz kelimeleri tam telâffuz edemeyen bebeklerden kabre iyice yaklaşmış büyüklerimize kadar ailenin odaklandığı ekranlar ve ekranların idare ettiği hane ve sokaklarda elbetteki dini bütün insanlar yetişmeyecek. Bilâkis sefahate kapılmış, zihni çöp sepetine dönmüş medeniyetin davranışlarından uzaklaşmış yalnızca nefsini düşünen ve aile mefhumunu anlamaktan çok uzak yetişen nesiller dindarlıktan ziyade dinsizliğe yakın değiller mi? Kendi siyasî çıkarını din, millî menfaat ve dâvâ yerine koymuş politikacıların rüşvetleriyle çalışan ekranların bu ülkeye verdiği büyük zararı ancak hipnotize olmamış beyinler anlayabilirler. Ülkeyi futbol arenasına çeviren bu dehşetli tutum ve davranış millî aileyle birlikte ülkemizi çöküntüye sürüklüyor kanaatindeyiz. Vitrinlere konulmuş içi boş bazı dinî figür ve hareketlerle millet Allah’a imandan, ahiretini düşünmekten ve peygamberini tanımaktan öyle uzaklaştırılıyor ki dindarların elleriyle bu denli zarar verilişine belki ilk defa şahid oluyoruz. Dindarların ilâhî bir ikazı beklemeksizin silkinmeleri gerekmiyor mu? Hakikî vazifelerine dönüp, ‘dünyevîleşme belâsından’ kurtulmaları gerekiyor. Ensemizde bizi takip eden ecele yakalanmadan rotayı düzeltmek gerekiyor. Daha doğrusu, bazı dindarlar artık hakikî dindar olmaya yönelmeli ve dinsizlik ve sefahatle ciddî bir mücadeleye girişmelidirler. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Yitip giden umutlar |
Çarşaf, çarşaf ilânlar... TV kanallarında ikna seansları... Boy boy reklâmlar... Kafeteryalar, restorantlar, kapalı-açık yüzme havuzları, fitness center, sqash salonu, sauna, Türk hamamı, amfitiyatrolar... Kişi sayısına ve manzarasına göre değişen oda fiyatları. Tatil köyü ya da beş yıldızlı otel tanıtımından bahsetmiyoruz. Bahse konu olan vakıf üniversiteleri. Kayıtlar başladı ya… Kıyasıya bir rekabet içinde öğrenci kapma yarışındalar. Yasa gereği kâr gayesi güdemezler. Ama ücretler astronomik. Hak yemeyelim. Sadece vakıf üniversiteleri değil, ana okulundan itibaren eğitimin her basamağı ticarileşmiş, iştah kabartan büyük bir pazara dönüşmüş. Özel okullar, dershaneler, özel öğretmenler velilerin ceplerini boşaltmak için sıraya dizilmişler. Ana babalar dünden razı. Yeter ki çocuklar... Kaliteli eğitim veren bir okula kapağı atabilsin. Tek çıkış yolu görünüyor. Öyle sanılıyor. Sonrası... Her yüz yüksek tahsillinin 30’u işsiz. Sarf edilen paraya mı yanarsın, boşa geçen zamana mı? Ya yitip giden umutlar, hayaller... Bu yarayı deşmeyelim. Üniversitelere dönelim. Üniversiteler sadece meslek edindirmezler, esas itibariyle bilim üretilen mekânlardır. Bunun için; Elverişli fizikî ortamların yanı sıra kaynak da gerekir. Daha önemlisi sistem ve zihniyettir. Bilim özgür iklimde yetişir. Eleştiri, hoşgörü, serbest tartışma gıdasıdır. Kalıplaşmış düşünceler, tabular, bağnazlık, önyargılar soldurur. Dedikodu, entrika, kıskançlık, kapris öldürür. Riyakârlıktan ve yalakalıktan hazzetmez. Tembellik en büyük düşmanıdır. Çalışmak esastır. Liyakat ilâcıdır. Adil bir ödüllendirme ve cezalandırma sistemi şarttır. Kimse akademik ünvanına güvenerek yan gelip yatma imtiyazına sahip olmamalıdır. Mesaisini araştırmalarına ve öğrencilerine hasretmeli, derslere bizzat girmelidir. Alt üst ilişkisinde yapıcı, saygılı, verici olmalı, araştırma görevlilerini köle gibi kullanmamalıdır. Araştırma görevlilerinin atanmasında inanç, ideoloji ve torpil asla rol oynamamalı, hakedenler seçilmelidir. Bilimsel amaçlı yurtdışı çalışmaları desteklenmeli, ancak turistik seyahate dönüşmesi engellenmelidir. Bütün öğretim üyelerinin yıllık faaliyetlerini gösteren raporlar titiz ve objektif bir şekilde saygınlığı herkesçe kabul edilen bir birim tarafından değerlendirilmeli, çalışmaları yetersiz görülenlerin iş akdi yenilenmemelidir. İşte bu şartlar mevcutsa üniversiteler bilim yuvaları olabilir. Bizdekiler mi? Resmî, özel sayıları 160’ı aşmış. Değerlendirmek bize düşmez. Yalnız aklımıza takılan bir iki soruyu sorabiliriz. Meselâ... Üniversitelerimizden dünya klasmanında sıralamaya giren var mı? Bilim ve teknolojiye katkıları nedir? Uluslar arası itibara sahip bilim dergilerinde Türk bilim insanlarının makaleleri ne ölçüde yer alabiliyor? Ses getiren araştırmalar yapılabiliyor mu? Uzatmayalım Cevaplar tatmin etmiyorsa oturup düşünmeliyiz. Yanlışımız, noksanımız nerede? Sorun para ise, her türlü fedakârlığa katlanalım, icap ederse boğazımızdan keselim kaynak ayıralım. Esasında kamu harcamalarında israfın diz boyu olduğu, yılda 50 milyar TL faiz ödendiği, silâhlanmaya milyarların akıtıldığı dikkate alındığında paranın sorun olmaması gerekir. Biraz tasarruf kâfi. Zihniyetse ... Değiştirelim. İnançlarla uğraşmayalım. Artık üniversitelerimiz başörtüsü yasaklarıyla anılmasın. Bireyin hak ve özgürlüklerine saygı duyalım. Şekilcilikten ve ön yargıdan vazgeçelim. Zor, ama başarmalıyız Başka çare yok. Tarih şahittir ki; Bilim üretemeyen toplumlar ikinci sınıf olmaya mahkûmdur. Sanayileşme trenini kaçırdık, bari bilim yarışında yaya kalmayalım. Şatafatlı binalarla, sosyal tesislerle göz boyamayalım. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Öfkemizi yutalım |
Yılların tecrübeleri sonucu formüle edilmiş ‘özlü sözler’e ne kadar muhtaç olduğumuz bu günlerden biraz daha iyi anlaşılıyor. Bilhassa siyasetçiler ‘öfke’ ile kalkıp, ‘zarar’la oturmayı tercih ediyorlar. Siyasetçilerin meydanlarda yaptıkları konuşmalarda birbirlerini ağır bir dille suçlaması, tabana doğru indikçe daha üzücü neticeler doğuruyor. Yıllık izin ve sıla-i rahim için bulunduğumuz Karadeniz’de tansiyonun yükseldiğine de şahit olduk. İzne ayrılırken bıraktığımız hava daha sakindi. İzin dönüşünde fark ettik ki, geçen süre zarfından adeta ‘öfke patlaması’ yaşanmış. Siyasetçiler, ‘öfke’nin baldan daha ‘tatlı’ olduğunu ispat etmek istercesine üslûplarını sertleştirme yarışında... Oysa, ‘öfke’nin hem şahsî hayatımızda; hem de cemiyet hayatında bize ve ülkemize büyük bedeller ödettiğini hatırlamak gerek. Darbeciler bile, siyasetçilerin ‘öfke’sini kendi çirkin emellerine alet etmediler mi? Siyaset, tabiatı gereği ‘tenkid’ etmeye elverişli bir meslek. Fakat bu durum, ölçüsüz olmayı gerektirmez. Eleştirirken de insaf ölçülerini unutmamak şart. Adalet ve hakkaniyetiyle uzun süre dünyaya hükmeden Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna harç koyan Şeyh Edebali, Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi’nin verdiği öğütler, bugün de siyasetçilerin kulaklarına ‘küpe’ yapması gereken sözler olarak önümüzde duruyor. 1326 yılında vefat eden Şeyh Edebali’nin, damadı Osman Gazi’ye söylediği rivayet edilen şu sözlere bakalım: ‘’Ey oğul! Artık beysin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana. Ey oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!” Aslında bu ifadeler, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) ‘öfke’ ile ilgili ikazlarının farklı bir ifadesi olarak da görülebilir. Rivayetlere göre, zaman zaman kapıldığı öfkelerle pişman olacağı şeyler yapan bir adam Efendimizden (asm) yardım isteyince şöyle buyurmuş: “Öfkeni yen, öfkene uyma, sana yeter!” Bir defasında da Peygamberimizin (asm) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bir kulun sırf Allah rızasını talep etmek için yuttuğu bir öfke yudumundan Allah katında sevap bakımından daha büyük bir yudum yoktur.” ‘Öfke’ konusunda bu derece ciddî ikazlara muhatap olduğumuz halde niçin hâlâ bu ‘(zehirli) bal’ı tercih ediyoruz? Siyasetçilerin yayılmasına sebep olduğu ‘öfke’den; —maalesef— bazı okuyucularımızın etkilendiği de akla geliyor. İmzasız ya da ‘sanal imza’lı bazı e-posta mesajları dışında, yakinen tanıdığımız bazı okuyucularımızın zaman zaman bir ‘hiç’ uğruna ‘öfke balı’na sarıldıkları anlaşılıyor. ‘Öfke musîbeti’ne karşı Nebevî ikazları kulaklarımıza küpe etmeli ve bu mübarek Ramazan ayının son günlerinde çokça duâ etmeliyiz: Allah’ım, bizi ‘öfke balı’ndan uzak tut! O zehirli ‘bal’ı yememize mani ol. Amin. 06.09.2010 E-Posta: [email protected] |