Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Müsaadenizle... |
Annemin—geçen yıl 27 Nisan’da—vefatı sonrasında, bayram tatillerinde ve kısa süreli yurt dışı seyahatlerinde verdiğimiz küçük aralar dışında, yazıları iki yılı aşkındır aralıksız devam ettiriyoruz. Bu yorucu ve bunaltıcı temponun ardından, izninizle biraz istirahate çekilme ihtiyacındayız. “Referandum öncesi tatil yapılır mı?” diyecekler olabilir. Onlara, bu konudaki değerlendirmelerimizi şimdiye kadarki yazılarda farklı boyutları ve detaylarıyla yaptığımızı; ayrıca hayatımızda gündemin referandumdan ibaret olmadığını; özellikle “küçük daire”lerde asla ihmal edilmemesi gereken çok daha büyük ve önemli vazifelerin bulunduğunu; dolayısıyla referandum tartışmalarına kendimizi çok fazla kaptırmamanın, herşeyden önce ruh sağlığımız, iç huzurumuz ve kardeşliğimiz açısından son derece önemli olduğunu hatırlatmakla iktifa ediyoruz. Yeniden buluşmak dileğiyle, hepinize hayırlı Ramazan’lar. K.G. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Oruç kardeşliği güçlendiriyor |
Salih Bey: “Ramazan orucunun toplum fertleri arasında kaybolmakla yüz yüze gelen barışa ve kardeşliğe katkısı nedir?”
Ramazan-ı Şerif orucunun hikmetlerinden birinin de toplum fertleri arasında yardımlaşmayı gerçekten sağlaması ve topluma barış ve huzur getirmesi olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, çünkü tokun ancak aç kalmakla açın halinden anladığını kaydediyor. Bedîüzzaman Ramazan Risâlesinin Üçüncü Nükte’sinde insanların kazanç ve geçim araçları açısından birbirinden farklı yaratıldığını vurgulayarak, bu çeşitlilik sonucunda kimi insanın fakir, kiminin de zengin kılındığını, her bir durumda ise her sınıf insanın imtihanda bulunduğunu nazara verir. Öyle ki, zengin elindeki Allah vergisi malı doğru ve faydalı yerlere harcayıp harcamadığından ve bu mal ile etrafındaki ihtiyaç sahiplerine yardımcı olup olmadığından sorumludur. Şüphesiz fakir de her şeye rağmen Allah’a isyan etmemekten, hâline râzı olmaktan, sabırlı olmaktan ve her türlü dünya sıkıntısından Allah’a sığınarak, sıkıntısını aşmak için mümkün mertebe çaba sarf etmekten sorumludur. Şüphesiz fakirin böyle çaba sarf etme hakkı ve görevi saklıdır. Fakat bazen olur ki, fakirin dermanı tükenmiş, elindeki avucundaki bitmiştir. Belki de kendi mahallemizdeki, çoğu zaman tanıdığımız, selâmlaştığımız birisi türlü sebeplerle düşmüş ve yardıma muhtaç hâle gelmiştir. İnsanın her hâli bir olmaz! Düşmez kalkmaz bir Allah... Yarın belki bugün zengin geçinen kişi de aynı duruma düşebilir. Hiç kimse yarınını garanti edebilir mi? Kader herkese örgüsünü örmüş, yazgısını yazmıştır. Peygamber Efendimiz’in (asm) ifâdesiyle, “Kalemler kurumuştur.” Fakat halkın yardımseverlik duygularını sû-i istimal eden kötü niyetli kimseler yok mu, dediğinizi duyar gibiyim. Oysa biz kötü örneklerle uğraşmıyoruz. Biz, gerçekten aç olup, gerçek sebeplerle fakr u zarûrete düşmüş, yardım almaya muhtaç bulunan ve hattâ varlığı bile bilinmeyen, kendisini insanlardan gizleyen, Kur’ân’ın, “Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim! Sen onları yüzlerinden tanırsın! Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler” 1 buyurarak övdüğü, fakir oldukları halde insanlar içinde zengin gibi dolaşan ve hallerini bildirmeyen insanların hallerinden anlamayı burada söz konusu etmek istiyoruz. İşte böyle aç, muhtaç, fakat insanlardan bir şey istemeyen, gözü ve gönlü tok fakirleri ve yoksulları bulmalı ve onlara el uzatmalı. Allah’ın emri bu. Cenâb-ı Allah bir çok âyetinde zenginleri böyle fakirlerin yardımına dâvet ediyor. Fakat insan kendisi tok olunca çoğu zaman herkesi tok zannediyor, açın halinden anlamıyor, yokluğu bilmiyor, yoksulluğu bilmiyor. Açlığın ne çekilmez, ne dayanılmaz, ne tahammül edilmez şey olduğunu bilmiyor. İşte zenginler, fukarânın acınacak acı hallerini ve açlıklarını ancak oruç münâsebetiyle aç kalınca tam hissedebiliyorlar. Şöyle on beş-on altı saatten beri aç olmalı ki insan, gözü kararmalı ki açlıktan, başı dönmeli ki, açlığın ne zor şey olduğunu kavrasın, yaşayarak görsün de, kanatlarını yere indirsin. Yoksa, eğer oruç olmazsa, nefsine ve zevkine düşkün çok zenginler, açlığın ve fakirliğin ne kadar elem ve ıztırap verici şey olduğunu bilmedikleri gibi, aç ve yoksul olanların ne kadar şefkate muhtaç olduklarını da anlamıyor. Oysa, insanın hemcinsine karşı duyduğu şefkat, gösterdiği ilgi ve yaptığı yardımlar hakîkî şükrün esasıdır. Elinde varken başkasına yardımcı olmamış bir insan, kendinden aşağılara el uzatmamış, elinden tutmamış, sıkıntılarına omuz vurmamış, açın ve yoksulun haliyle hallenmemiş, hallerini bilmemiş; diliyle şükretmesinin bir kıymeti yok! Allah’ın verdiklerine karşı hakîkî şükür, başkasına vermektir. Esasen başkasına vermek, Allah’ın bize daha çok vermesi için bir duâ niteliği de taşıyor. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Sen başkasına ver ki, Ben de sana vereyim!” 2 Hangi fert olursa olsun, toplumda kendisinden daha fakîrini bulabilir. Ona karşı şefkat etmekle mükelleftir. Eğer Ramazan-ı Şerif orucu vesilesiyle nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat kanalları işlemiyor, zayıf kalıyor. Bu durumda mükellef olduğu yardımı ve ihsanı yapmıyor. Yapsa da, gerçek açlığı görmediğinden, tam yapmıyor, içinden yapmıyor, yaptığında minnetle yapıyor, belki de yaptığını burnundan getiriyor. Oysa açlığı tanıdığı zaman, fakir fukaranın halini anlıyor, elinden geldiğince yardım etmenin mühim bir insanlık görevi olduğunu hissediyor, buna kendini mecbur biliyor, yaptığını içinden, özünden, hâlisâne ve sırf Allah için yapıyor. İşte insan bu ihlâsı Ramazan-ı Şerif’teki oruçla kazanıyor. 3
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 273. 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/1275. 3- Mektûbât, s. 389. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Sakın sakın... |
Bazı işaret taşları vardır. Hayat insanlar ile devam eder. Diğer canlılar da insana hizmet eder. Her işin bir işaret rehberi vardır. Durulması gereken yerler, girilmemesi gereken yerler, çıkmaz sokaklar, tâlî yollar, kapalı yollar, kontrollü geçişler, hız limitleri…. İnsan hayatında buna benzer şeyler yaşanır. İnsandır… Dilinin kemiği yoktur. Ağzına geleni söyleyen nice insanlar vardır. Ne hatır bilir, ne de gönül. Yunus Emre böylesine seslenir: “Döğene elsiz gerek, Söğene dilsiz gerek. Derviş gönülsüz gerek, Sen derviş olamazsın.” diyerek bize asırlar öncesinden dersler verir. Eskiler “Bin düşün bir söyle” demişlerdi. Bediüzzaman Hazretleri bu noktalara işaret eder. Bazı bahislerin başında “Sakın, sakın” ikazında bulunur. “Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin arasındaki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim” der. Ve şair Nabi’ye kulak veriniz: “Sakın terk-i edepten makam-ı Mustafadır bu” der. Kırılan gönüller çabuk tamir edilmez. Tamir edilse bile izleri kalır. İhlâs işte buralarda çokça lâzım insana. Gıybet ve bed muâmeleler ile sürüp giden bir hayatın kime ne tadı kalır? “En büyük düşmanlarımın zulümlerine aldırmadım, bir dostumun attığı sertçe bir gül beni yürekten yaraladı” demişti bir gönül sultanı. Bizim en büyük sıkıntılarımız bunlardır. “Bir göz için çok gözler sevilir” sözünü unuturuz. Artıları ve eksileri nazara almadan bir kalemde dostluğu yok ederiz. Hayatın mizanı bozulur. Aileler birbirine yıllarca küskün kalır. Ne hadis-i şerifler nazara alınır, ne âyet-i kerimelerin ikazına kulak verilir. Kardeşler birbirine hasım olur. Eşlerin huzuru bu yüzden bozulur. İş hayatı alt üst olur. O zaman hep bu ikazlar karşımıza çıkar. Böyle bir hâle muhatap olduğumuzda bizler ”Oruçluyum” der, muhatabı nazara almayız. Dönüşü olmayan yollara girmemeliyiz. Ağzımızdan çıkacak, simamızdan yansıyacak halleri önce akıl ve kalbimize gönderip, sonra dilimiz ve simamız ile başkalarına iletmeliyiz. Dünya ne ki…. Bir nizaya değer neyi var ki? Atalarımız öyle demişti: “Dilim, senden çektiğim zulüm” Zira sırtında yumurta küfesi taşıyan insanlar rast gele hareket edemez. “Sakın, sakın” sözü bir mekanizmadır. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Ramazân ayındaki oruç ve hikmetleri |
Ramazân ayındaki oruç, İslâmiyetin beş rüknünden birincilerindendir. Hem de İslâmın alâmetleri olan şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır. Biliyoruz ki ezan, selâm, başörtüsü, minâreler ve câmiler de İslâmiyeti âzam mertebede ihtâr ederler. Bunların yanında “sübhânallah, elhamdülillah, mâşâallah, barekâllah” gibi kelimeler, selâmın lâfızları, besmele gibi birçok kavram İslâm işâretlerine yani şeâire dâhildirler. Mezar taşları, medreseler, çeşmelerdeki kitâbeler de bu mâ’nâda birer İslâm nişanıdır. Bunlar bizlere Allah’ı, Kur’ân’ı, İslâmiyet hakîkatlerini hatırlatırlar ve anlatırlar. Aynen bunlar gibi Ramazân’daki oruç da İslâmiyeti âzam mertebede ve alem (sembol, alâmet) hükmünde temsil ediyor. Nerede bir oruçlu insan görülse hemen İslâm ve Müslüman olduğu kolayca anlaşılıyor ve “Oruçluyum” diyen insan İslâmı ihtâr ediyor ve oruç, alâmeti ile şeâirliğini âzamî cihette yapıyor. Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir nimet sofrası sûretinde yaratmıştır ve bütün nimetleri o sofrada “Umulmadık yerlerden” bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, Yüce Allah, yarattıklarını terbiye edip besleme ve onları gözeticilik vasfının mükemmelliği olan kemâl-i rubûbiyetini ve kullarını beslemesi, koruması ve merhamet etmesi cihetiyle rahmâniyetini ve her bir mahlûkta tecelli edip görünen merhamet ediciliği olan rahîmiyetini o vaziyette sofra-i nîmet olarak ifâde ediyor. Özellikle “Umulmadık yerlerden” âyeti sırrınca hem insanların, hem hayvanların, hem de bitkilerin bütün rızıkları “umulmadık yerlerden” veriliyor ve mahlûkat mükemmel olarak besleniyor ve onlara çok güzel bakılıyor ve de merhamet ediliyor. İnsanlar ise, Allah’tan uzaklaşıp nefislerinin arzularına dalarak duyarsız ve umursamaz bir hâl alarak gaflet perdesi altında ve sebepler dairesinde, Allah’ın nimetlerinin ifâde ettiği ma’nâları tam göremiyor ve aldanıyor, ba’zen de nimetlerin sahibini unutuyor. Hâlbuki gafleti parçalamak ve gafletten hakka dönmek esâs vazîfesi iken insan aldanıyor ve unutuyor. Gafleti parçalayan tefekküre yapışamıyor ve gafletten kolay kurtulamıyor. İşte Ramazân-ı şerifteki oruç, ehl-i îmânı, birden muntazam bir ordu hükmüne geçiriyor ve o ordunun komutanından gelen emirlerle hareket eder misüllü komutanını tanıyor ve O'na inkîyât ediyor. Kuvvet, kudret ve hükümranlığının başlangıcı olmayan Sultân-ı Ezelînin ziyâfetine dâvet edilmiş bir sûrette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir kulluk tavrı göstermeleri, o içten ve karşılıksız şefkat edici ve büyük ve haşmetli ve geniş merhamet ediciliğe karşı bol ve geniş ve büyük ve intizamlı bir kullukla ancak mukabele edebiliyor. İşte oruçla kul bu ubûdiyete müşerref oluyor. Bu ulvî kulluğa, kerâmetli şerefe katılmayan insanlar insanlık ismine ve mâ’nâsına lâyık olabilirler mi? Elbette olamazlar. Öyleyse o şerefli ubûdiyete oruçla katılmak insâniyetimizin ve fıtratımızın gereğidir. Oruç insanın nefsindeki rubûbiyeti ve firavunluğu çok şiddetli bir şekilde kırıyor ve nefsi bir nev'î teslîm-i silâha mecbur ediyor. Çünkü nefsin çok şümûllü mâhiyeti vardır. Meselâ; insan nefsi Rabbini tanımak ve emir altına girmek istemiyor. Kendisinin hür ve serbest olduğunu telâkkî ediyor. Hatta kendine vehmî bir Rubûbiyet veriyor. Kendi keyfince, başıboş olmak istiyor. Mükâfatta en önde ve vazîfede en geride durmak istiyor. Hem nefis kendinin ne kadar çabuk, zayıf ve sönmeye ma’rûz olduğunu ve çok çeşitli musîbetlere müptelâ olduğunu, çabuk dağılan ve bozulan et ve kemikten ibâret olduğunu da düşünmüyor. Böylece kendisini lâyemût görüyor. Bunun için de bütün lezzetlere saldırıyor ve sınır tanımak da istemiyor. Bütün hırs ve şiddet ile dünyaya atılıyor. Hubb-u dünya ile onu arzu ediyor. Ahireti düşünmek istemiyor. Sadece dünyadaki fani ve geçici hazır lezzetlere müptelâ oluyor. Böylece zehirli bal hükmünde olan lezzetli ve kendisine menfaatli olan her şeye atılıyor. İşte bu mâhiyetteki nefsi, oruç ibâdeti ve oruçtaki hakîkî açlık teslim alıyor ve nefis böylece hem Rabbini hem de nimetlerin hakîkî sahibi olan Mün’im-i Hakîkî olan Allah’ı tanıyor ve O'nun aciz bir kulu olduğuna inkiyâd ediyor. Böylece oruç ibâdeti hakîkî maksâdına ulaşıyor ve Allah’ın kullarından istediği ubûdiyet böylece tam mâ’nâsına ve gâyesine ulaşmış oluyor. Yirmi Dokuzuncu Mektub’da Ramazân-ı Şerîf’teki orucun hikmetleri kısaca şöyledir: • “Hem Cenâb-ı Hakkın rubûbiyetine” bakar. Oruç Allah’ın Rab isminin tecellisine ve terbiye cihetine bakıyor. Nefis Allah’ın rubûbiyetinden ve terbiyesinden tam hissesini oruçla alıyor. • “Hem insanın hayat-ı içtimâiyesine” bakar. Ramazândaki oruç, insanların sosyal ve cemiyet hayatına, yardımlaşmaya, fakirlerin hâllerini idrâk etmeye ve böylece zenginlerin fakirlere yardım etmesine bakan yönleri cihetiyle sosyal yönü kuvvetli bir ibâdet olarak vazîfesini yapıyor. • “Hem hayât-ı şahsiyesine” bakar. Ramazândaki oruç hem de insanın şahsî hayatına bakıyor ve insana sabır, şükür kapılarını ardına kadar açmasına vesîle oluyor. İnsan oruçla nimetlerin hakîkî fiyatını ve sahibini idrâk ediyor, ülfet ve gafletten sıyrılarak nimetlerin Mün’im-i Hakîkînin ihsânı olduğunu anlayan insan kulluk mertebelerinde arş-ı kemâlâta çıkmaya orucunu vesîle yapıyor. • “Hem nefsin terbiyesine” bakar. Oruç en çok insanın nefsine darbe vuruyor. Çünkü nefis ancak açlık tahtında teslîm-i silâh ediyor. Açlık olmasa nefis Rabbini tanımak istemiyor. Açlıkla zaafiyetini ve acziyetini anlayarak kulluğunu ve Allah’a olan ihtiyacını tam hissetmeye başlıyor. Zaten acziyetini ve fakriyatını anlayan insan kulluğa adımını atmış oluyor. İşte oruç nefsi bu cihetten çok iyi terbiye ediyor ve firavunluk tarafını törpülüyor. • “Hem ni’âm-ı İlâhîyenin şükrüne bakar.” Oruç, insanların normal zamanlarda tam idrâk edemediği nimetleri ve Mün’im-i Hakîkîyi idrâk ettirdiği için hakîkî nimet sahibine hakîkî fiyat olan şükre çok keskin bir vesile oluyor. Bu cihetten de Allah’ın nimetlerinin şükrüne bakıyor. Ya Rabbi, oruç emrinden hakîkî olarak nasiplenmeyi, Seni tanımayı ve nimetlerindeki nimet derecelerini fehmetmeyi bizlere ihsân buyur. Âmîn. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Adalet, insanlığın temelidir! |
“İnnellâhe ye’müru bil adli vel ıhsâni ve itâi zil kurbâ ve yenhâ anil fahşâ vel münkeri vel bağy yeızüküm lealleküm tezekkerûn.” 1 Cenâb-ı Hak böyle buyuruyor. Yani, “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; fuhşiyâtı, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" deniyor, Kur’ân-ı Kerimde. Lügatta, hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi; hakka riâyet ve hukuk kurallarının eşitlik ilkesine göre uygulanması mânâsına gelen adalet, şu toplum hayatının bir nizamı olmalı. Çünkü adalet, sadece, karşıdaki kişiye hakkı teslim değil ki. Çerçevesi geniş bunun… Her şeye karşı bir cihette mes’ulüz. Önce, bize vedîa olarak, emanet olarak ihsan edilen vücut hanemize; hanemizdeki lâtifelere; lâtifelerin de maddî ve manevî hukukunda âdil olmak esastır. Onlara haklarını teslim etmek gerekir. Midenin ateşine su, ruhun yangınına “Hû” ile koşmak gibi… Kurdun kuşun, bütün mahlûkatın hukukunu unutmak hiç insafa sığar mı? Kişi, anasına atasına, evlâdına ıyâline, hayattaki bütün cana; hatta gerektiğinde, düşmanına dahi adaletli olacak. İdareci, raiyetine, teb’asına yani, halkına adaletle muamele etmek ve onları görüp gözetmek zorundadır; bundan sorumludur. Hazret-i Ömer (ra): “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, / Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!” 2 diyor, Mehmet Âkif’in manzum diliyle. Âyet-i kerîmede: “Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” 3 buyruluyor. Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’yi fethedince, Kâbe’ye bakan Osman b. Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe’nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek: “Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim” demişti. Yani, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâmın peygamberliğini tanımadığını ima etmişti. Hz. Ali (ra) anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı. Peygamberimiz (asm) içeri girerek iki rekât namaz kıldı, çıkınca Hz. Ali’ye (ra) “Anahtarı eski görevliye vermesini ve ondan özür dilemesini” emretti. Bu olay Osman b. Talha’nın Müslüman olmasına vesile oldu. Adaletin meyvesine orijinal bir örnek! İnsanın, adaletle muâmele etmesi, insanlığın temeli olduğu gibi; adaletin tecellisine yardımcı olması da, bir insanî görevdir. Hiçbir korku, hiçbir endişe buna engel olmamalı. Çünkü emr-i İlâhî var. Cenâb-ı Hak: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun” 4 diyor. Bediüzzaman: “Evet adalet iki şıktır: Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkı vermektir” 5 dedikten sonra: “İkinci kısım menfîdir ki, haksızlıkları terbiye etmektir” tesbitinde bulunuyor. Rabbimiz, kâinattaki bütün harekât ve deveranla; zerreden küreye kadar bütün mahlûkata, adaletle hükmetmekte; ibâdına da, adalet üzre olmalarını emretmektedir. İnsanın eli, insanın dili, insanın fikri fesada meyletmedikçe, mesele yok. Gel gör ki, çoğu zaman hak yerini bulmuyor. Demek, birgün, bulacağı bir yer var! “Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor!”
Dipnotlar:
1- Nahl Sûresi, 90. 2- Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, 97. 3- Nisa Sûresi, 58. 4- Nisa Sûresi, 135. 5- Said Nursî, Sözler (yt), 82. 6- A.g.e., 54. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Hoşgeldin, safâ geldin efendim Şehr-i Ramazan |
Unutulmuş bir gelenek yeniden canlanıyor! Enderun usûlü Teravih namazı… Konu gazetemizde de geniş şekilde yer aldı. Değerli müzik adamı, şair Memduh Cumhur Bey’in anlattığına göre, bu yıl Ramazan ayında İstanbul Sultanahmet Camii’nde Enderun usûlü teravih namazı kılınacak. Memduh Bey’i geçtiğimiz yıllarda televizyon ve radyodaki programlarıma konuk olarak almıştım. Gerçek bir müzik adamı ve aydınıdır. Şairliği ile ve özellikle hicivleri ile de çok iyi bilinir. Memduh Bey’in gazetelere verdiği bilgiye göre, “Teravih-i Enderun ve Cumhur Müezzinliği geleneği 80 sene öncesinin Ramazanlarında İstanbul’un bütün cami ve konaklarında uygulanmaktaymış. Bu usûlün özelliği, teravih namazının her dört rekâtının, Türk Musıkîsinin farklı makamlarında kılınması ve bu makamlardaki ilâhilerle de süslenmesi imiş. Bu namaz kılınırken baş müezzin makamlar arasında geçişi salâvat çekerek yapar. Daha sonra imam efendi bu makamdan 4 rekâtı kıldırır, aynı makamdan ilâhî okunur tekrar baş müezzin diğer makamdan salâvat getirerek imam efendinin o makamdan namazı kıldırmasını sağlardı. Teravih kılınırken en çok Hicaz, Segâh, İsfahan, Uşşak ve Acemaşiran makamları kullanılırken vitir namazı segâh makamında kılınırdı.” Teravih namazının 20 rekât olduğu ve Ramazan vesilesiyle teravih namazı kılmaya gelen bir cemaatin ve çocukların olduğunu düşünürsek aralarda okunan ilâhiler ve farklı makam zenginliği bütün cemaat için ilgi çekici olacaktır. Gerçi zaman zaman böyle kıldığımız teravihlerde cemaatin bir kısmının tepki verdiğini de söylemek lâzım. Bu şekilde namaz kılmayı pek hoş karşılamayan veya şaşıranlar da olacaktır. Osmanlının son dönemine kadar bilhassa İstanbul’daki camilerde uygulanan bu usûlde, meselâ teravihe geç kalan bir kimse, imam efendinin kıldırdığı namazın makamından o anda kaçıncı rekâtın kılındığını anlayıp cemaate tabi olabildiğini okumuştum. 80 yıl öncesinin cami müezzin, imam ve cemaatinin müzik ve makam bilgisinin seviyesini gösteren olaya bakar mısınız? Bu uygulama zaman içinde ne yazık ki unutulmuş ve çok dar bir çerçevede yapılagelmiştir. Meselâ benim bildiğim kadarıyla değerli kasidehan ve ses san'atçısı dostum Mehmet Kemiksiz ile müezzin ve cami görevlilerinden oluşan ekibi, bu ve benzeri cami musıkîsi kültürünü yaşatmaya çalışıyorlar. İnşallah bu gelenek Sultanahmet’ten başlayarak diğer camilerimize de yayılır. Ramazanlarda Beyazıt, Sultanahmet, Süleymaniye, Eyüp Sultan gibi büyük ve özel camilerde cemaatle, güzel sesli müezzin ve imamlarla birlikte namaz kılmanın hazzını yaşamak lâzım.
Teravih namazının süsü çocuklar… Ramazan denince akla nasıl ilk teravih namazı gelirse, teravih denince de aklıma çocuklar gelir. Biz de çocukken teravihlere gider, cemaat kalabalığının arasında kendimize yer bulur, ancak ne hikmetse haşarılık yapmaktan, camide koşturmaktan namaz kılmayı başaramazdık. Bakıyorum da değişen bir şey yok. Yine teravihlerde onlarca çocuk. Pek çoğu da yaramazlık peşinde. Cami cemaati ise bu konuda gerçekten hoş görülü ve sevecen. Ancak arada bir çocuklara kızan hatta onları camiden kovan kişiler de çıkıyor. İşte bu çok üzücü. Çocuklara camiyi, namazı sevdirmeye çalışacakken, kızmak, çıkışmak, camiden kovmak hiç doğru değil. Tebrik etmek, hediye vermek ve ayaklarını alıştırıp teşvik etmek varken böyle davranmak bir Müslümana yakışmıyor elbette. Çocukken bizler sanki çok mu uslu dururduk namazda? Hiç mi arkadaşlarımızla yaramazlık yapmadık, koşturup haylazlık etmedik? Rahmet ayında, o yavrularımıza biz de biraz olsun sevgimizi esirgemeyelim dilerseniz. Ne dersiniz?
Bir yabancının gözüyle Teravih namazı… II. Abdülhamit zamanında İstanbul’da bulunan İngiliz seyyah H. G. Dwight, 1913 yılında Londra’da basılan kitabında, Osmanlı’daki Ramazanı anlatır. Teravih namazı için ise şunları yazmış: “Bu ayda Ayasofya Camiinde sıra sıra namaz kılanlar görmeye değer bir manzara verir. Yüksek bir platformda bağdaş kurmuş oturan bir müezzin ruhunun derinliklerinden gelen bir sesle Kur’ân'dan mukabeleler okur. Ara sıra tutkulu bir “Allah” nidası fırlar ya da ayaktaki binlerce kişiden derin bir “amin” sesi yankılanır. O kalabalık cemaat başlarını öne eğer, elleri dizleri üzerinde eğilir ve doğrulurlar. Kubbede yankılanan pes perdeden uzun uzun bir gök gürültüsüyle alınlarını yere değdirirler. Kutsal bilgelik tapınağı bundan daha etkileyici bir saygı ve inanç gösterisine pek az tanıklık etmiş olmalıdır.. ” 19.08.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
H.İbrahim CAN |
|
Azerbaycan cephesinde yeni bir şey yok! |
Bir yörenin kayda değer bir özelliği ve güzelliği yoksa “Havası ve suyu çok güzel” derler. Hem yörenin insanını üzmemek, hem de nezaket göstermek için güzel ve her yer için uygulanabilecek bir formüldür. Benzer bir duyguyu bir devlet adamı başka bir ülkeye gidip de, somut niteliği olmayan bir dizi anlaşma imzalandığında hissediyoruz. Çoğu zaman zaten süregelen protokoller yenilenir. İki ülkenin teknik adamları arasında yapılan ortak çalışma sonuçları hazırlanır. Sonra bir devlet adamının ziyaret etmesi beklenir. Cumhurbaşkanı Gül’ün Azerbaycan ziyaretinde de iki ülke arasında Ermeni açılımıyla başlamış olan soğukluğun halen giderilemediği, yalnızca doğal gaz konusunda uzlaşmanın sağlandığı, Yukarı Karabağ sorununda somut bir adımın atılamadığı bir dönemde yapılan bu ziyarette stratejik işbirliği anlaşması imzalandı. Çok büyük bir öneme haiz olmamasına karşın, sembolik açıdan önemli olan vizelerin kaldırılmasına Azeri tarafı yaklaşmadı. Geriye enerji alanındaki işbirliği çabalarının pekiştirilmesi kaldı. Bilindiği üzere iki ülke arasında Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı ile Bakü-Tiflis-Erzurum doğal gaz boru hattı projeleri sürüyor. Halen süren bir başka ortak proje de Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı. Bunlarda yeni bir gelişme yok. Cumhurbaşkanı Gül, Yukarı Karabağ sorununun “Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü” çerçevesinde çözülmesi yaklaşımı da işgal altındaki toprakların bir kısmının iade edilmesini temel alan görüşmeler açısından, bir çıkmazı temsil ediyor. Toprak bütünlüğünün korunmasını esas almak, hiç taviz vermemek anlamına gelmektedir. Halen fiilen Ermeni işgali altında bulunan bölgelerin tamamının bu ülke tarafından iade edileceğini düşünmek gerçekçilikle pek bağdaşmayacaktır. Görünen odur ki; bu Azerbaycan gezisi bir tür dostlukların tazelenmesi amacına yöneliktir. Bu dostluğun güçlendirilmesi ve Ermenistan soğukluğunun giderilmesi için, daha doğrusu Ermeni açılımının açılmadan kapandığına Azerileri bir kez daha ikna etmek için yararlı bir gezi oldu. Bu arada merak ediyoruz; protokoller ne olacak? Protokoller öncesi döneme döndüğümüze göre, bu belgelerin TBMM’de halen onay bekliyor halde tutulmasının kime yararı vardır? Azerbaycan’la ilişkilerde asıl işbirliğinin arttırılması gereken alan enerji. Amerikan şirketlerinin cirit attığı ülkede, Türk şirketlerinin bu alanda daha faal olmasının şartlarının hazırlanması gerekiyor. Rusya ve Amerika’nın Azerbaycan’ın enerji kaynakları konusunda kıyasıya yarıştığı bir dönemde, bu konudaki işbirliğini arttıracak çabalar çok yararlı olacaktır. Sözün kısası; Azerbaycan’ın “Havası ve suyu çok güzeldir.” Umarız bu güzelliğe Yukarı Karabağ sorununun çözülmesine yönelik daha somut adımlarla, enerji alanında yeni dev projelerin imzalanması eşlik eder. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bayat bir “proje” |
Terörün tırmandırıldığı sath-ı mâilde terör örgütünün “Ramazan” vesilesiyle duyurduğu “eylemsizlik” kararının kısa süreli ve şartlı olması, akıbetine dair endişeler vermekte. Zira ülke içinde ve dışında, başta Kandil olmak üzere özellikle Kuzey Irak’taki kamplarda silâhlarıyla teröre hazır beklemekte olan terörist grupların, daha önce olduğu gibi güvenlik güçlerinin terör operasyonlarını bahane ederek “savunma” paravanında eylemlere devam etmezse bile, referandumdan sonra terör olaylarının yeniden avdet edeceği anlaşılmakta. Koşulan “son tarih” 20 Eylül’den önce PKK’nın İmralı’dan aldığı tâlimatla ilân ettiği “tek taraflı ateşkes” yine “bazı özerk terörist gruplar”ca “tek taraflı” bozulmazsa bile, “eylemsizlik şartları”nın ağırlığı, referandum sürecinde iktidarın elini güçlendirmek amacıyla açıklanan bu son manevranın da “terörün tasfiyesi”nde öncekiler gibi bir netice vermeyeceği görülmekte… Diğer yandan Marksist-Leninist terör örgütü dini istismar etmekte; terör grubu sempatizanı “önder imamlar” benzerî maskelerle ırkî tefrikayı dine dayandırma taktiğine bir yenisi eklenmekte. Geniş muhâfazakâr kesimlerde “kabul görme” şaşırtması yapılmakta… Doğrusu, terörü bırakmanın “şartı” olmaz. Demokratikleşmenin “ön şartı” olmaz. Demokratikleşme, hak ve özgürlükler, şartsız istenir. Öcalan’dan Karayılan’a ve Demirtaş’a kadar terör örgütü ve BDP sözcülerinin ileri sürdükleri “şartlar”da demokrasi ve özgürlükler değil, öncelikle terörist başının “muhatap” alınması ve “yol haritası”na göre “özerklik”le Türkiye’nin bölgesel ve etnik ayrışmaya tabi tutulması gelmekte…
ÖZERKLİĞİN AKIBETİ… Bu maksatla, 30 bin insanın katlinden sorumlu terörist başı ve PKK, “Kürtlerin temsilcisi” haline getirilip “Kürt sorunu”nun kilidi olarak sunulmakta. “Özerklik” paravanında Türkiye’yi ırkî ve bölgesel taksim üzerine parçalama siyasî stratejisi, dayatılmakta. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Baydemir’in “özerk Kürdistan’ ve “özerk Doğu Karadeniz” gibi Türkiye’nin eyâletlere bölünmesi olarak orta attığı, Demokratik Toplum Kongresi’nin “özerk Kürdistan” olarak bildirdiği ve BDP eşbaşkanı Demirtaş’ın “ademî merkeziyet” olarak dile getirdiği, “temel eylemsizlik şartı”nın hedefi bu… PKK’nın eylemsizlik kararının süresiz olması ve Kürt sorununun çözümü için ortaya atılan ve “sivil yol” olarak propaganda edilen “diyalog şartı”nda “özerkliğin” öne sürülmesi, daha baştan işi yokuşa sürmekte. BDP eşbaşkanı Demirtaş’ın, “Terör örgütünün silâhlarını bir kampa bırakmasından önce hükûmetin atacağı adımları görmek gerekir” demesinin, “BM’nin devreye girip” meselenin uluslar arası alana çekilmesinin anlamı bu. Hatta “Cumhurbaşkanı Gül’ün “Devlet gerekeni yapar” dediği, “İrlanda türü temas konusu” da bu anlama geliyor… Aslında terör örgütünün beş haftalık “geçici eylemsizlik” kararı için ileri sürdüğü “özerklik” şartı, gelişmiş çağdaş demokratik yöntemlerde modası geçmiş milletleri bölüp parçalayan neticesiz bayat bir proje. En açık iki son örneği ile Çekoslovakya ve Yugoslavya’da görüldü. Hangi isim altında olursa olsun özerkliğin uygulandığı ülkeler bölündü. Özerk bölgeler ayrı ayrı devletlere parçalandı… Bunun içindir ki, Bediüzzaman’ın bundan 90 yıl önce Osmanlı Ahrar Fırkasının aktif kurucularından Prens Sabahaddin’in “adem-i merkeziyet fikri”ne karşı verdiği cevap, geçen süre içinde daha da haklılık kazanmakta. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, 183-184)
“ŞARTLAR”IN ARKA PLÂNI… İthal “adem-i merkeziyet”in “muhtariyetle -özerklikle” kalmayacağını birdenbire kuvve-i merkez kaç kuvvetine inkılâp edeceğini; milleti birbirine bağlayan bağları ve yolları kesip koparan ırklar ve mezhepler arasındaki şiddetli ayırımcılıkla, ihtilâfların tahrikiyle milleti ayıracağına birbirinden koparıp dağıtacağına dikkat çeker. Bağımsızlık” perdesinde başına buyruk “tavâif-i mülûk” dediği devletçiklere bölüp parçalayacağını ikaz eder. Ülkenin ayrı ayrı meclislerle ve bayraklarla “eyâlet sistemi”ne geçmesinin hâricî ifsad şebekelerinin kavmiyetçi-ırkçı işbirlikçilerle ecnebinin parmak karıştırmasına zemin hazırlayacağını haber verir. Bunun yerine, “üsûl-ü merkeziye” dediği demokratik ve vatandaşlık mensubiyet râbıtasının birlik ve beraberlikle hak ve hürriyetlerin geliştirilmesini, “serbesti-i inkişâf” dediği maddî ve mânevî gelişme ve kalkınma özgürlüğünün topyekûn milletle beraber sağlanmasını ders verir. Milletin umumî ortak geleceği millî menfaatinin, “hasene-i uzma” dediği demokrasi ve hürriyetin büyük maslahat, iyilik ve hayrının “ittihad-ı millî” ve “muhabbet-i millî” dediği millî birlik ve sevgide olduğunu izâh eder.. . Her kavmin bekâsının sebebi olan millî örf, âdet ve geleneklerinin, konuşma dilinin, edebiyatının, fikir ve kültürüne ait kabiliyetlerinin bu bütünlük içinde ancak temin edilebileceğini belirtir… Aksi halde, “adem-i merkeziyet”le başlayan “muhtariyet-özerklik” düşüncesinin ve “bağımsızlık”la devam eden plânın, idârî hüviyette kalmayacağını, Birinci Dünya Savaşında görüldüğü gibi ecnebilerin parmak karıştırmalarıyla tefrikayla iftirak fitnesine sürükleyeceğini uyarır… Terör örgütünün “eylemsizlik kararı”nın arka plânındaki “şartlar”a bu adeseden bakıldığında işin içyüzü ortaya çıkıyor… 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Futbolcular ve memurlar |
Genel bir tesbit olan bu yazının Türkiye’deki özel-tüzel kişiliklerle, kurum ve kuruluşlarla, siyasetçilerle ve referandumla uzaktan yakından alâkası yoktur. Memur, yüce devletün hizmetinde aylıkla çalışan, haşmetlü büyüklerinin taht-ı emrinde vazife ifa eden zat-ı muhterem olarak müsemma olsa da, kadim bir meslek olan memurluk; halk içinde, yan gelip yatma mesleği olarak muteberdir. Futbolculuk dahi, modern zamanların gladyatörlüğüdür. Çağımızın köleleri olan futbolcular, memurların aksine, “yan gel yat Osman!” mantığının tamamen dışında; koşmak, zıplamak, hoplamak, amuda kalkmak, kafa atmak, tekme sallamak, karpuzu havada yakalamak gibi büyük kabiliyet isteyen ameliyelerle nam salmışlar, şan kazanmışlardır. Futbolcuların ‘transfer’ olarak adlandırılan bir piyasada “alınır satılır” olmaları, zamanla bir kişilik özelliği ve hayat tarzı olur. Satma, satışa getirme, yan çizme olarak ortaya çıkan bu özellikler; yetiştiği yere sırtını dönme, hocasını tanımama, ‘u dönüşü’ yapma, gömlek/forma değiştirme gibi değişik formlarla tezahür eder. Yirmi iki çıplak, bir yuvarlak, üç salak, binlerce ahmak bilmecesindeki yirmi iki çıplağa tekabül eden futbolcular; iki yakası bir araya gelmeyen adam, yamalı, yırtık donlu, gariban… gibi lâkaplarla anılan memurlardan bir çok yönüyle ayrılır. Memur işini bilir, futbolcu sözleşmesini. Memur amirini tanır, futbolcu menajerini. Memur “peki karıcığım” diyerek evde; futbolcu, “peki başkanım” diyerek sözleşme masasında son sözü söyler. Memur, ‘bugün git yarın gel’cidir. Yetenekleri yaptığı iş ile sınırlıdır. Futbolcu girişimcidir, pazarlamacıdır; iyi reklâmcıdır. Tribünlere oynamasını, aldatmasını, büyülemesini iyi bilir; tiyatrocudur. Hafif bir tekme karşısında kendini öyle bir yere atar, öyle bir feryat eder ki, onun Çanakkale Savaşları’nda hain bir İngiliz kurşununa hedef olduğunu sanırsınız. Memur müşfiktir! yemez yedirir. Bu fani dünyada bir dikili ağacı yoktur; havuzlu villaları ya kooperatif işidir ya da toto-loto gibi ikramiyelerle alınmıştır. Olmadı, kayınpeder mirasıdır. Dürüst adamdır vesselam… Memur, değişimden korkar, statükocudur, sahip olduğu iki kuruşluk koltuğun hep altında kalmasını ister. Birilerinin koltuğuyla oynama ihtimali onu çok korkutur. Bu korkuyla koltuğuna öyle yapışır ki, kafasını kaldırıp etrafına bakamaz, etrafında olup bitenleri göremez. Herkes aya giderken o yaya kalır. Futbolcu değişimcidir, değişime açıktır. Sık sık gömlek değiştirir, hedefleri için bundan sakınmaz. Pragmatistlik onun için bir hayat tarzıdır. Kazanamıyoruz, çok vergi veriyoruz edebiyatını bol bol yaparken havuzlu lüks villalarda oturmaktan, lüks arabalara binmekten geri durmaz. Futbolcunun dikili ağacı öylesine çoktur ki, bazen karalar yetmez, yatırımlar denizde devam eder, okyanusları aşar. Memur garanticidir, kurumuna göbekten bağlıdır. Amirim, aslan müdürüm, canım efendim gibi lâkırdılar en sevdiklerindendir. Memurluk literatüründe, “Memleketi ben mi kurtaracam, amaaan boş ver, bu memleket adam olmaz, sen işini bilirsin, ayın bugün kaçı, zam var mı zam, gibi klişeleşmiş ifadeler oldukça popülerdir. “Şikâyet” onların göbek adıdır. Futbolcunun göbekten bağlı olduğu tek şey paradır. Parayı elde etmek için sürekli kendini yenilemek hatta kendini aşmak gerekir. “Golümü atarım paramı alırım, garanti para isterim” temel felsefeleridir. “El var hoca, bal gibi penaltı, yavaş gir, çenen değil ayakların konuşsun, hocam bi gözlük alalım sana, gibi lâkırdılar, siz duymasanız da, saha içinde bestsellerdir. Memur karamsar, bedbin, bezgin ve yasakçıdır. Bu hal fikrine ve zikrine de yansımıştır. “Olmaz, zor iş, mümkünatı yok” gibi olmazlarını “hayır” ile güçlendirir. Futbolcu kazandığı ölçüde iyimser ve nikbindir. “Evet” sevdikleri bir tarzı yansıtır. Futbolcular ve memurlar… Ortak özellikleri; hep alırlar, almasını severler, vermekten hoşlanmazlar. ‘Hepçi’dirler. Hep bana, hep bana… Nerde görseniz tanırsınız. Bu günlerde farklı yerlerde karşılaşırsanız, şaşırmayasınız; golü de yemeyesiniz. 19.08.2010 E-Posta: [email protected] |