İslam YAŞAR |
|
ÇAYCI EMİN BEY |
İnsan vatansız olmaz, vatan da insansız. Her insan bir yerde doğar. Doğduğu ülke vatanı, şehirse memleketidir. İnsan oraları o hisle sever. Memleketinde yurt yuva kurup ev bark yapar ve hep orada yaşamak ister. İnsanların çoğu bu isteğini gerçekleştirir ve ömrünü vatanında geçirir. Fakat herkes o şansa sahip değildir. İnsan bazen vatanından göçmek zorunda kalır, bazen bir başka ülkeye ilticâ eder, bazen de memleketinden başka bir şehre sürgün edilir. Cemiyet içinde, bu mecburî ve zarurî hayat hâllerinin hiçbirini yaşamayan insan çoktur elbette. İçlerinden herhangi birine mecbur edilenler de az değildir, ama üçünü birden yaşayan insan da vardır. Bazıları tek başına çeker bu zorlukları, bazıları eşi, dostu, akrabası, arkadaşı ile. Bazıları ise ailece, sülâlece, hanedanca, aşiretçe göçe zorlanır, ilticaya mecbur bırakılır, sürgüne mahkûm edilir. Topluca böyle bir azaba duçar olanların pek çoğu göç, iltica veya sürgün sırasında ölür. Sağ kalanların ekseriyeti de kişiliğini, kimliğini, adını, sanını, kabiliyetini, maharetini kaybeder ve sadece nefes alıp vermekten ibaret olan basit bir hayat yaşar. O insanlardan çok azı ise, içindeki vatan sevgisini kaybetmez. Bir gün oraya dönme iştiyakı içinde çalışır çabalar, araştırır inceler. Gurbette, vatanda bile bulamayacağı maharetler, meziyetler kazanır, yeni adlar, farklı sıfatlar alır ve âdeta yeniden doğarak orayı vatan addeder. Çaycı Emin Beyin serencamı da işte böyle bir hâlin tezahürüdür. *** Onun adı Yemen’di. Soyadı kanunu çıkınca Çayır soyadını aldı. İran taraflarında, beylik kurabilecek hususiyetlere sahip olan Küresin aşiretinin ağasıydı. İran Şahının, vatanla bağlarını koparma plânları yaptığını öğrenince Şikaka aşireti beyi Simko lâkaplı İsmail Ağa ile birlikte Şah’a mukavemet etme hazırlıklarına başladılar. Kısa zaman içinde elli bin süvari donattılar. Bunu haber alan Şah, onları sulh görüşmeleri yapmak için saraya dâvet etti. Dâveti kabul eden Yemen Bey ve İsmail Ağa görüşmeye giderken pusuya düşürülürler. Şünu’da çıkan çatışmada İsmail Ağa öldü. Pusudan sağ çıkan Yemen Bey, artık orada yaşamanın mümkün olmadığını anlayınca aşireti ile birlikte Türkiye’ye iltica etti ve Van’ın Zeranis Köyü civarına yerleşti. Maksadı Anadolu’yu vatan edinmek ve milleti için çalışmaktı, fakat olmadı. Aşiretin gücünden korkan hükümet, aileyi dağıtma cihetine gitti ve Şeyh Said isyanını bahane ederek kardeşini Kayseri’ye, Yemen Beyi de Kastamonu’ya sürgün etti. Çok zor şartlar altında Kastamonu’ya gelen ve Nasrullah Camii’nin avlusunda küçük bir çay ocağı işleterek ailesinin geçimini sağlamaya çalışan Yemen Bey, aradan yıllar geçmesine rağmen, içinde kor hâlinde duran vatan hasretinin de tesiriyle Şark ahvâlli insanlara hep farklı bir yakınlık duydu. Bir gün şadırvana su almaya gittiğinde, her hâli ile hürmet telkin eden sarıklı, cübbeli bir zat görünce içindeki hasret hissi hareketlendi. Etrafına şöyle bir göz attıktan sonra ona doğru yaklaştı. “Nerelisin kurban?” diye sordu. O zat, Bediüzzaman Said Nursî idi. “Beni takip ediyorlar. Bana yaklaşma, sana zarar gelmesin” dedi usulca. Sonra doldurduğu ibriğini eline aldı ve ağır adımlarla çarşıya doğru yürüdü. Kendisi de bir sürgün olduğu için Said Nursî’nin hâlinden anlayan Yemen Bey onu takip etti. Karakola girdiğini görünce pek şaşırmadı, ama onun büyük bir âlim olduğunu ve orada ikamet ettiğini öğrenince hayretler içinde kaldı. Said Nursî’nin isteği üzerine yatağını satın aldı. Ardından günlük bir para mukabilinde ona kiraya verdi. O da her gün kirasını almak bahanesi ile onun yanına gelerek hizmetlerini görmeye başladı. Bediüzzaman, birkaç ay sonra karakolun karşısındaki ahşap eve taşınınca yanına gitmek için herhangi bir bahane bulmaya ihtiyaç kalmadı. Günün belli vakitlerinde giderek kendisine tekabül eden hizmetleri yaptı. Bu tanışma ve konuşmalar sırasında Bediüzzaman, adının Yemen olduğunu bildiği halde ona Emin diye hitap etti. Bu hitap onun da hoşuna gitti ve o günden sonra hep Emin ismini kullandı. Nur Talebeleri bu ismi hep çaycı sıfatı ile birlikte telâffuz ettiler. Çaycı Emin Bey, ilk zamanlar tek başına hem çaycılık yapmaya, hem de Üstadına hizmete devam etti. Hep işinden ziyade hizmete öncelik verdiğinden çay ocağında bazı aksamalar oldu ise de o bundan hiç şikâyet etmedi. Bir süre sonra Mehmed Feyzi Efendi de Said Nursî’nin hizmetine girince hizmetleri birlikte yürütmeye karar verdiler. Aralarında yaptıkları vazife taksiminde Çaycı Emin’e; sabahları erkenden gelip sobayı yakma, evi temizleme, çarşıdan erzak alarak yemeği yapma ve o vakitlerde gelen ziyaretçileri karşılama işleri düştü. Yıllardır çay ocağı işletmesinin de tesiriyle eli o işlere yatkın olduğundan bunları yapmakta pek zorluk çekmedi. Sadece onları yapmakla kalmadı. Sair vakitlerde de fırsat buldukça Said Nursî’nin evine gitti, kırlara çıktığı zaman ona yoldaş oldu. O gittiği her yerde Risâle-i Nurların telifi, tashihi, tanzimi, tasnifi, istinsahı gibi işlerle meşgul olduğundan ve sık sık talebelerine mektuplar yazdığından Çaycı Emin ona bu hususlarda da yardımcı oldu. Ekseriyetle onun yanında olduğu için kendisi pek mektup yazmadı. Mehmed Feyzi, Nur Talebelerine mektup yazarken o da çoğu zaman yanında bulunduğu, mektuplarda anlatılan hadiselere şahit olduğu ve ona yardım ettiği için o mektuplarda Üstadının kendisine verdiği Emin ismini kullandı. Said Nursî’nin muhtarlıkla, karakolla, belediye ile ve valilikle olan resmî işlerini onun adına Çaycı Emin takip ettiğinden, zamanının çoğu da onun yanında geçti. Bu vesile ile ‘zehirlendiği zaman tamamlayamadığı günlük evradını cinlerin tamamlaması, Hicaz’da yaşayan Kambur lâkaplı kutb-u azama seslenmesi, sarhoşların ıslâh olması, kaybolan bazı risâle parçalarının bulunması’ gibi onun yaşadığı pek çok harikulâde hâle, kerametvârî hadiseye ve uhrevî ahvâle bizzat şahit oldu. Bediüzzaman’a yakın olmanın, hassaten yanında bulunmanın ve hizmetini görmenin mânevî hazzı kadar resmî, maddî ve zahirî zorlukları da vardı. Çaycı Emin Bey, o hazla birlikte zahirî zorlukları, zecrî tedbirleri ve resmî meşakkatleri de yaşadı. Şarktan sürgün edilmesi ve Said Nursî’nin hemşehrisi olması hasebiyle Kastamonu’da yıllarca takip edildi, defalarca karakola çağırılıp sorguya çekildi, nezarete atılıp ağır işkencelere maruz bırakıldı. Resmî makamların ona eziyet etmekten maksatları, korkutarak Bediüzzaman’dan uzaklaşmasını sağlamaktı. Lâkin o yapılanlara pek aldırmadı. Üstadı uğrunda sıkıntıya maruz bırakıldıkça sadakati arttı. “On dokuz gün mütemadiyen tehdit ve tazyikle ifademizi aldılar. Evim arandığında iki Kur’ân-ı Kerim’den başka bir şey çıkmamıştır. 19 gün polisin hakkımızda yaptığı çok ince tahkikat neticesinde bir iki ziyaretçi ve bir hizmetçisinden başka alâkadar şahısların bulunmamadığı, böyle bir cemiyetin olmadığına en büyük delildir.” Kendisinin, Denizli Mahkemesi’ne verdiği dilekçede bu şekilde de ifade ettiği gibi 1943 yılının Ramazan ayında, Said Nursî ile birlikte evlerine baskın yapılan, suç isnat edilecek hiçbir şey bulunmamasına rağmen cebren karakola götürülüp nezarete atılan ve on dokuz gün ağır işkenceler altında sorguya çekilen Nurcuların arasında Çaycı Emin de vardı. Diğer Nur Talebeleri ile birlikte o da kara yolu ile Ankara’ya oradan da trenle Isparta’ya sevk edildi. Isparta Hapishanesi’nde bir ay kadar tutulduktan sonra muhakeme edilmek üzere Denizli’ye gönderildi. Hapishane şartları zaten ağırdı. Bazı hapishane görevlileri Şark sürgünü olduğunu öğrenince ona daha fazla eziyet etmeye çalıştılar. Kendisine ve kardeşlerine reva görülen kötü muameleler arada bir ağalık damarını kabartsa da, kadere teslimiyetin tesellisi ile o hislerini yendi ve zamanını ibadetle, hizmetle geçirmeye çalıştı. Denizli Mahkemesi’nin beraat kararı vermesi üzerine hapishaneden tahliye edilen Emin Bey tekrar sürgün yeri olan Kastamonu’ya döndü. Artık orayı sürgün yeri değil, ikinci vatanı ve aslî hizmet mahalli olarak kabul ettiğinden Nur hizmetlerine hız verdi. Bu yüzden, 1948 yılında başlayan tevkifat furyasından da nasibini aldı ve bazı arkadaşları ile birlikte Afyon Mahkemesi’ne sevk edildi. Orada yapılan sembolik sorgulama faslından sonra da tutuklandı. Mevsim kış olduğu için Afyon Hapishanesi’nde bütün Nur Talebeleri gibi o da çok zorluk çekti. Normal şartlarda bir insanın tahammül edemeyeceği eziyetlere ancak ibadet sürûru, hizmet şevki ve diğer mahkûmlara iman, Kur’ân hakikatlerini anlatma gayreti ile mukavemet edebildi. 1950 yılında iktidara gelen Menderes’in çıkardığı af kanunu en çok Emin Beye yaradı. O umumî af sayesinde hem Afyon Hapishanesi’nden tahliye edildi, hem de sürgün cezası kaldırıldığı için memleketine dönme imkânı buldu. Yıllardır o aşiretine, aşireti de ona hasretti. Ailesi ile birlikte Van’a döndüğü zaman aşiret mensupları onu büyük şenliklerle karşıladılar, kurbanlar kestiler, günlerce süren ziyafetler verdiler. Emin Bey artık sadece bir kabile reisi, aşiret ağası değildi. İnsanların, tehlikede olan imanlarını kurtarmaya çalışan bir Nur Talebesi idi. Şark insanı her zaman bir şeyhe intisap etmeye meyyal olduğundan, aşiret mensupları da Nurcu sıfatını öğrenince ona bir mânevî mürşid nazarı ile baktılar ve eksikinden daha çok sevip saydılar. Çaycı Emin Bey, onların kendisine atfettikleri sıfatlara ve gösterdikleri aşırı hürmetkâr tavırlara fazla müdahale etmemekle birlikte Nur Talebesi vasfını hassasiyetle korumaya çalıştı. Nurcuların Çaycı Emin Bey hitaplarını, aşiret mensuplarının mutantan Yemen Bey taltiflerine tercih etti. Bu hissin tesiriyle köyüne döndüğü zaman yaptığı ilk işlerden biri Nur dersleri başlatmak oldu. Aşiretinin ileri gelenlerini ve okumuş yazmış gençlerini toplayarak Risâle-i Nur’dan bahisler okudu. Bunun yanı sıra Van’daki ve çevre illerdeki Nur hizmetlerine müzahir olmayı da ihmal etmedi. Haftanın muayyen günlerinde Van’a giderek derslere iştirak etti. Dönerken oradaki müdebbirlerin bazılarını alıp köyüne götürdü, mükellef ziyafetler verdi ve hem onların biraz dinlenmelerine vesile oldu, hem de köylüleri ile kaynaşmalarını sağladı. Bir hayli meşakkatli geçen sürgün ve hapishane yıllarında yakalandığı bazı hastalıklar, memleketine döndükten sonra da artarak devam ettiği için sık sık Üstadının ziyaretine gidemeyince, arada bir yazdığı hususî mektuplarla hasretini dindirmeye çalıştı. Said Nursî’den aldığı müsbet hareket dersi onun vefatından sonra da Emin Beyin hayatını yönlendirmeye devam etti. Nur Talebeleri ihtilâlcilerin mezalimlerine maruz kaldıkça Yemen Bey damarı kabardı ise de artık o Çaycı Emin Beydi. Her seferinde “Ah Üstadım sen bizim elimizi kolumuzu bağladın” diyerek ona duyduğu teslimiyetle kabaran hislerini teskin etmeye çalıştı. 1967 senesinde Van’da tertip edilen Bediüzzaman Mevlidi’nin akabinde vuku bulan tevkifât sırasında da oradaydı. İstanbul’da geçirdiği ağır ameliyat yüzünden yerinden kalkamayacak durumda olduğu hâlde çocuklarının yardımı ile hapishaneye gelip maznunları ziyaret etti. “Artık bu kudsi hizmet size emanet. Ben gidiyorum” dedi vedalaşırken. Hapishanedeki Nur Talebeleri onun, rahatsızlığından dolayı köyüne gidip bir süre orada kalacağını kastettiğini zannetmişlerdi. Lâkin onun, o veda ifadesi ile ahirete gideceğini ihsas ettiğini, ancak birkaç saat sonra Van Ulu Camii minarelerinden okunan salânın ardından adı söylenince anladılar. Çünkü Çaycı Emin Bey 18 Ağıstos 1967 tarihinde, köye dönerken şarampole yuvarlanan arabası alev almış, o da içinde yanarak vefat etmişti. Cenazesi binlerce insanın iştirakiyle Ulu Cami’de kılınan namazı müteakip Van Kabristanı’na defnedildi. Peygamberimizin (asm) “Yaralanarak, taunla, yıkık altında kalarak, yırtıcı hayvanların yemesiyle, suda boğulmakla, ateşte yanmakla, karın sancısıyla, zâtülcenb hastalığıyla ölmek şehitliktir” hadis-i şerifini bilenler, zahiren feci bir akıbet gibi görünen o hadiseye rahmet nazarı ile baktılar ve onun isminin önüne bir sıfat daha eklediler:
Şehid, Çaycı Emin Bey. 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Demokrasi ve devrimler |
Bürokratik iktidarın siyasete karşı sergilediği derin güvensizliğin en önemli sebeplerinden biri, oylarıyla siyaseti şekillendiren halkla ilgili olarak duyduğu derin kaygılar. Yani, asıl güvenmediği, halk. Kendisini elit sayan kadrolar, çeşitli sebep ve gerekçelerle halka güvenmiyor, halkın tercihlerini benimseyemiyor. “Dağdaki cahil çobanın oyu ile profesörün oyu eşit mi?” sözünde ifadesini bulan yaklaşım, bu sebeplerin en belirgin olanını açığa vuruyor. Bu anlayışa göre, cahil, bilinçsiz ve yoksul halkın oy kullanırken yaptığı tercih de yanlış olur. Ve seçtiği yanlış kişiler, yanlış işler yaparlar. Dahası, aynı halk, hiçbir zaman elitleri ve onların destek verdiği siyasî kadroları tercih etmez. 27 Mayıs Anayasasının, seçilmiş kişi ve kadrolardan oluşan Meclis ve hükümet üzerinde tesis ettiği bürokratik denetim ve vesayet buna dayanıyor. Maksat, “yanlış”ları frenleyip düzeltmek. Neye göre yanlış? Elitlerin ideolojisine göre. İhtilâl ve müdahalelerin hep “Atatürk ilke ve inkılâpları elden gidiyor” iddiasıyla yapılması, bu ideolojinin kaynağı olan adresi ortaya koyuyor. Geçtiğimiz günlerde Yargıtay Başkanının “Adalet devletin temelidir” prensibini dahi bunlara dayandırıp, “Bu ilkeleri koruyup kollamak yargının en önemli görevidir” demesi, bu olguyu yargıya bakan boyutuyla yine gözler önüne seriyor. Devleti ve ideolojisini koruyup kollamayı, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan adaleti tecellî ettirme görevinin önüne geçiren bir anlayış, bu beyanlarda bir defa daha kendisini gösteriyor. Özellikle 28 Şubat döneminde yargı cenahından yoğunlaşarak sâdır olan ideolojik tavır ve kararlar da, hukuk devleti ve adalet adına son derece düşündürücü ve endişe verici tezahürler olarak bu durumun somut örneklerini veriyor. Aslında bu konu, demokrasimizin en derin ve temel ikilemlerinin başında geliyor. Demokrasi gelişip halkın görüş ve tercihleri ağırlık kazandıkça, ilke ve inkılâplar dayatması zaafa düşüyor. Zorlanıp iyice sıkıştıkları noktada da, demokrasiyi rafa kaldıran ihtilâller devreye sokuluyor. Aslında “Demokrasi mi, ilke ve inkılâplar mı?” ikilemini aşmanın yolunu, Said Nursî 1946’da devrin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta “İnkılâp kusurlarını birkaç adama yükleyip o ağırlıktan kurtulun, din ve milletle barışın” mealindeki tavsiyesi ile ortaya koymuştu. Bu tavsiyeyi siyaset diline aktaran isim ise, DP hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes oldu. İnkılâpların halka mal olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif edilip, mal olanlarla devam edilmesi, olmayanlarda ısrar edilmemesi ve onlardan vazgeçilmesi gerektiğini söyledi Menderes. Hazin âkıbetinin asıl sebebi belki de buydu. Fanatik Kemalistlerin tabularına dokunduğu için onlarca affı imkânsız bir “cürüm” işlemiş ve cezasını önce iktidardan devrilip, sonra darağacına çekilerek ödemek durumunda bırakılmıştı. Oysa söylediği şey gayet demokratik, mâkul ve gerçekçiydi; halen de uygulanmayı bekliyor. Şimdiki iktidar ise, bu ikilemi Menderes’in ifade ettiği formülle çözmeye çalışmak yerine, ilke ve inkılâpları toplumun ortak paydası haline getirmeyi hedef ittihaz ettiğini defalarca ilân etti. Bunu yaparken, aksini ispatlayan tarihî kayıt, bilgi ve belgelerin rağmına, devrimlerin TBMM ve milletin onayı ile uygulamaya konulduğunu dahi iddia edebildi. Böyle olunca, safını dayatmacıların yanı olarak belirlemiş durumuna düştü, ama ilginç bir şekilde onlara da yaranamadı. Buna karşılık, belli bir kitlenin hassasiyetlerini aşındırarak, ilke ve inkılâp dayatmacılığının, aslında çoktan bitmesi icab eden ömrünü uzattı. Oysa Türkiye’nin ihtiyacı, ilk olarak Bediüzzaman’ın gündeme getirdiği ve ardından Menderes’in seslendirdiği formülü hayata geçirmek: En önemli inkılâp olan cumhuriyete sahip çıkmak, laikliği din hürriyetinin teminatı haline getirip dine yönelik bütün baskı ve engelleri kaldırmak, bid’aları tasfiye ve şeairi ihya etmek gibi. 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Terör örgütünün eylemsizlik kararı |
PKK’nın eylemsizlik dönemi ilân ettiğini açıklaması ve bunun sürmesi için bazı şartlar ileri sürmesi çeşitli çevrelerde farklı tepkilere sebep oldu. Kimi çevreler devletin de buna karşılık vermesi gerektiğini, bunun barış sürecinin ilk adımı olacağı söylendi. BDP ise daha ileri gidip PKK’ya Başbakan Erdoğan’ın cevap vermesi gerektiğini söyleme cüretinde bulundu. Cumhurbaşkanı Gül ise, “Devlet teröristlerle pazarlık etmez” dedi. Son zamanlarda sivillere yönelik saldırılar yerine, askerimiz ve polisimize yönelik hain saldırılara yönelen PKK’nın bu tavrı uluslar arası kamuoyunda “terörist” safından çıkıp “özgürlük savaşçısı” konumuna gelme çabası olarak yorumlanmıştı. Şimdi ateşkes de aynı politikanın bir parçası olarak görülüyor. PKK’nın amacının ne olduğu, daha doğrusu bu örgütün kendi başına bir politika geliştirip geliştiremeyeceği tartışmalı bir konudur. Ancak ortada bir gerçek var; terör örgütünün elinden Kürt sorunu kozunu alabilmek için, açılımın temel özgürlüklere -ve bu çerçevede demokratik katılıma- yönelik adımlarının hızla ve yaygın bir şekilde atılması gerekmektedir. Habur yol kazasıyla fiilen kesildiği çoğu uzmanca kabul edilen demokratik açılımın, bu kez doğru aşamalarla yürütülmesi gerekmektedir. Bunda da ilk adımın terör örgütünün silâhlı militanlarının sınır dışına çıkarılması, bütün militanların listesini içeren ve suçlarına göre erken tahliyeden, yargılanmaksızın salıvermeye kadar hangi tür bir aftan yararlanacaklarını belirleyen af düzenlemelerinin yapılması, bu aşamadan sonra silâhsızlanmanın üçüncü devletlerin hakemliğinde gerçekleştirilmesi Kuzey İrlanda’daki IRA örneğinde başarıyla uygulanan çözüm aşamalarıdır. Ancak bu aşamalardan sonra, af kapsamında yer alan militanların ülkeye girişine izin verilebilir. Bütün bu adımların atılabilmesi için, devletin resmen muhatap almadığı terör örgütüyle bir tür müzakerelerde bulunması kaçınılmazdır. Zamanın İngiltere Başbakanı Major’a “IRA ile görüşüyor musunuz?” diye sorulduğunda “Teröristlerle görüşmeyi midem kaldırmaz” cevabını vermişti. Halbuki aynı tarihte istihbarat birimlerinin örgütle müzakere ve pazarlık halinde olduğu sonradan anlaşıldı. Türkiye’de de buna benzer bir sürecin işlemesi -hatta işliyor olması-kaçınılmaz ve tabiîdir. Eğer inisiyatif devlet tarafından ele alınıp, gerekli adımlar bir an önce atılmazsa, süreci terör örgütünün yönetmesi ve işine geldiğinde ateşkes ilân edip, işine geldiğinde terörü tırmandırıp, toplumdaki korku ve panik havasını güçlendirmesi kolay olacaktır. Terör örgütünün öne sürdüğü şartların ciddiye alınmayacağını biliyoruz. Ama devletin meşrû Kürt örgütleri ve toplum önderleriyle görüşerek, akamete uğramasıyla özellikle doğu ve güneydoğuda büyük hayal kırıklığına yol açan açılımın yeniden ve doğru adımlarla başlatılması şarttır. Bir yandan istihbarat ve operasyon zafiyetlerinin görüntüleri her olayda internete ve ekranlara düşerken, öbür taraftan ateşkesle inisiyatifi örgüte bırakmak, devletimizi zafiyet içinde gösterme riski taşımaktadır. Bu arada istihbarat birimlerinin tamamen teröre odaklanarak, planlanan bütün kirli tezgâhları ortaya çıkarması ve kirli elleri de teşhir etmesi, belli yerlerde tezgâhlanan kışkırtmaların faillerini ve bağlantılarını da açıklaması şarttır. Bugün ülkemize yönelik en büyük tehlike dışarıdan değil, bu etnik terörden gelmektedir. Öyleyse MİT dahil bütün istihbarî birimlerin bu işe odaklanması, yeni kurulan Müsteşarlığın istihbarat toplama, paylaşıp, operasyon planlama konularında etkin ve yetkin olarak kullanılması hemen sağlanılmalıdır. Artık anneler askere gönderdikleri çocuklarının hayatı için PKK’nın ateşkeslerine değil, devletin gücüne ve kararlılığına güvenebilmelidir. Kirli destek kanalları kesilen örgütün çözülmesi için çok büyük mücadeleye gerek kalmamıştır. Ama siyasî iradenin bu konuda kararlı olması lâzımdır. Bunun için de hükümetin referandum sonrası bütün siyasî riskleri göze alıp, demokratik açılımı hızla sonuçlandırmasını bekliyoruz. 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Müslüman kemikleri üzerine “Hoşgörü Müzesi!” |
İşgal altındaki Filistin topraklarında olup biteni öğrenebilmek için, Arap medyasının yanı sıra, zaman zaman İsrail gazetelerini de takip etmekteyim. Tercih ettiğim gazete ise, İsrail’in en itibarlı gazetelerinden biri olan “Haaretz”dir. Filistinlilerin haklarına duyarlı olan bu gazetede yayınlanan makaleler ilgimi çeker; özellikle de Gideon Levy ve Amira Hass’ın makaleleri. Bu yüzden fırsat buldukça Haaretz okurum. Haaretz; 18.10.2010 tarihinde “Kudüs Mamilla Mezarlığı Özel Raporu” adı altında altı bölümden oluşan bir araştırma dosyası yayınladı. 6 muhabirin hazırladığı bu dosyada, İsrail’in Müslüman mezarlığında yapmış olduğu illegal kazılar hakkındaki bilinmeyenler, fotoğraflarla gözler önüne serilmiş. Konu bütün Müslümanları ilgilendirdiği için üşenmeden dosyanın tamamını okudum. İsrail’in Müslüman mezarlığı üzerinde “Hoşgörü Müzesi” kurma planlarının olduğunu, ilk defa, geçen yıl Kuveyt’te görüştüğüm Ürdün eski Evkaf Bakanlarından Râif Necm’den duymuştum. Ancak projenin teferruatını bilmiyordum doğrusu. Haaretz’de yayınlanan dosya sayesinde konu hakkında epeyce bilgi edindim. Ve bu bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum. Şu sıralar alt yapı çalışmaları yapılan “Center for Human Dignity- Museum of Tolerance Jerussalem” (İnsanlık Haysiyet Merkezi- Kudüs Hoşgörü Müzesi) adlı proje, Los Angeles de bulunan “Simon Wiesenthal Merkezi”nin girişimleriyle 2004 yılında başlatılmış. “Los Angeles Museum of Tolerance” (Hoşgörü Müzesi) olarak da bilinen Simon Wiesentel Merkezi, Amerikanın en nüfûzlu hahamlarından olan Marvin Hier tarafından 1993 yılında kurulmuş. Yılda 350 bin kişinin ziyaret ettiği müzede, Avrupada Yahudilere karşı yapılmış olan soykırım (Holocaust) ve Siyonizm Tarihi üzerine dersler veriliyor. Ayrıca; Merkez, Siyonizm ile ilgili olan projelere ve siyonist siyasilere de finans sağlıyor. Meselâ, 1993- 2003 yılları arasında iki dönem Kudüs Belediye Başkanlığı da yapmış olan İsrail’in eski başkanlarından Ehud Olmert’in 2003 Nisan ayında yapmış olduğu Nev York ve Paris ziyaretleri için 5.765 dolar yardımda bulunmuş. Böylece; “Mamilla Mezarlığı Özel Raporu”, mâlî yolsuzluklara adı karışan Ehud Olmert’in dış bağlantılarını da ortaya çıkarmış oluyor. Haaretz, George W. Bush’a yakınlığıyla bilinen Marvin Hier’e Kudüs’te yapılması planlanan “Hoşgörü Müzesi” hakkında sorular sormuş. New York’taki İkiz kulelerin yakınında bulunan ‘Ground Zero’ olarak tanınan mevkîde yapılması planlanan İslâm Merkezine şiddetle karşı çıkmakta olan Marvin Heir, iş kendi projesine gelince, birden hoşgörüperest olmuş! Ve, “Kudüs Hoşgörü Müzesi” fikrinin nasıl geliştiğini şöyle anlatmış: “Bu projeyi Kudüs’te yapmak benim fikrim değildi. 1993 yılında, Kudüs Belediye Başkanı Teddy Kollek Los Angeles deki “Hoşgörü Müzesini” ziyaret etmişti. Ben o sıra Washington’da bulunuyordum. Kendisini âcil olarak aramam için not bırakmış. Hemen aradım. Bana, “Bu merkezi Kudüs’ün merkezinde yapmalısın. Holocaust kısmı kalsın; çünkü bizim “Yad Vashem” (Soykırım Müzesi) var. Ancak geri kalanını yapabilirsin. Bunu Kudüs’te yapmalıyız” dedi. Kudüs’e geldim. Bana bir çok yer gösterdikten sonra “Bu yerler çok küçük; daha büyük yer lâzım. Sen bir daha gel, bu iş üzerinde çalışalım” dedi. Bir dahaki sefere geldiğimde seçimleri kaybetmişti. Ancak bizzat kendisi beni belediye seçimlerini kazanan Ehud Olmert’e götürüp “Ehud, bu projeyi ben yapacaktım. Ancak benim dönemimde olmadı. Şimdi senin bu projenin yapıldığını görmen lâzım” dedi. Ben bir siyonistim. Teddy Kollek teklif etti; ben de kabul ettim. Birgün gelecek bu projeyi yapacağım” İsrail’deki İslâmî Hareket; özellikle de, hareketin Râid Salah önderliğindeki kuzey kolu, büyük bir siyonist proje olan “Kudüs Hoşgörü Müzesi” projesine engel olmak için 2008 yılında defalarca İsrail Yüksek Mahkemesine başvurmuşlar. Ama bu çabalar netice vermemiş. Çünkü, projeyi üstlenenler de, aynı mahkemeye gidip, çalışmalarının illegal olmadığına dair deliller sunmuşlar. Müslüman mezarlığın bir kısmının 40 yıldır oto park olarak kullanıldığını, bir kısmı üzerine ise, İndependence Park, Experimenter School ve Agron Caddesi yapıldığını delil olarak sunmuşlar. Bunun üzerine, Yüksek Mahkeme kazı çalışmalarının “Eski Eserler Müdürlüğü” gözetiminde yapılmasına izin vermiş. Projenin alt yapı çalışmaları Kudüs Belediyesine ait Moriah inşaat şirketi tarafından büyük bir gizlilik içinde yürütülmekte. Özellikle de 2008-2009 yılları arasında yapılan çalışmalar medyadan tamamen saklanmış. Kazı çalışmalarının yapıldığı alanın etrafı 6 metre yüksekliğinde bir metal çitle çevrilmiş. Üstüne “Rahatsız edici kalıntıların izâlesi” diye levha asılan bu alana görevlilerden başka kimse giremiyor. Giriş çıkışlar kameralarla izleniyor. Yahudilerden oluşan 40- 70 kişilik işçi gurupları, (Kudüs’teki inşaatlarda Filistinliler de çalıştırıldığı halde, bu çalışmada izin verilmemiş) sekizer saatlik 3 vardiye halinde yaz-kış demeden çalışıyorlar. Sağnak yağmur veya kar yağdığında ise, çalışma alanı üzerine plastik çatır geçirilerek çalışmaya durmadan devam ediliyor. İşçilerin her hareketi kontrol altında. Birbirleriyle konuşmalarına dahi izin verilmiyor. Yiyecek- içecek gibi dışarıdan birşeye ihtiyaç duyarlarsa şayet, kendileri için ısmarlama yapılıyor. İşçilere verilen ücret ise, normal inşaat veya kazı çalışmalarına ödenenden iki kat daha fazla. İşçilerden, yapılan iş hakkında en yakınlarına dahi bilgi vermeyeceklerine dair imza alınmış. Ve, yapmakta oldukları işin çok hayırlı bir iş (!) olduğunu telkin etmeyi de ihmal etmemişler. Haaretz’in işçilerden elde ettiği bilgilere göre, şu ana kadar 1500 mezar yıkılmış. Zaman aşımına uğramış olan mezarlardaki kemiklerin bazıları el değdirilemez haldeymiş. Dokununca ufalanıyormuş. Bazıları ise sağlamlığını koruyormuş. Ancak, kemiklere kazma isabet edince, onlar da kırılıyormuş. İşçilerin verdiği bilgilere göre, mezar düzleme işinin bir an önce bitirilmesi için kendilerine emir verilmiş. Bu yüzden, gereken itina gösterilemiyormuş. Bazen de, ufalanmış kemiklerin üstüne dahi basma durumunda kalıyorlarmış. Hatta, projeye işrâf eden Telaviv Üniversitesi Arkeologlarından Alon Shavit’in iddia ettiği gibi, çıkarılan her cesetin kendine has kutuya konma imkânı olmayabiliyormuş. Bazen bir kutuya birden fazla ölüye ait kemikler de konuyormuş. “Allah’ın Güvencesinde” manâsına gelen “Me’menallah” veya “Mamaallah” da denilen 1200 yıllık mezarlık, 160 ila 200 dönümlük bir arazi üzerine kurulu. Burada, Müslümanlara ait binlerce mezar bulunuyor. Haçlıların Kudüs’ü ele geçirdiklerinde (1099) 70 bin Müslüman katlettikleri tarihî bir vâkıa. Bir de, o tarihten İsrail işgaline kadar olan zaman diliminde vefat edenleri düşünürsek, mezarlığın her adımında birden fazla cesedin olması lâzım. Mucîruddin el- Hanbeli “el-Ünsü’l Celîl bit- Târihi’l Kudsi ve’l Halîl” adlı kitabında, Ubâde b. Samit, Ebu Ebiyy b. Ümmü Haram binti Milhan, Ebu Umâme b. Aclân bazı sahâbelerin Kudüs’e yerleştiklerini rivâyet ediyor. Bu tarihî kaynağa dayanarak, adı geçen sahabelerin Me’menallah da gömülü olduğu söyleniyor. Bundan başka, bazı Memlüklü sultanları ve şehzâdelerinin, Osmanlı devlet adamlarının da aynı mezarlıkta kabirleri bulunuyor. 1948’de tam 500 köyü yerle bir ederek “Filistinlileri tarih sahnesinden silme projesi”ne başlayan İsrail, zulümde dur durak bilmiyor. Kanlı elleri ölülere kadar ulaştı maalesef. İsrailli bir arkeolog olan Gideon Sulimani İsrail zihniyetini şöyle özetliyor: “Bunun arkelojik bir çalışma olduğunu söylüyorlar. Oysa bu bir Müslüman mazisini silme işidir. Hakikatte ise: Yahudilerin Araplara karşı olmasıdır.” Ne diyelim? “Zalimler için yaşasın Cehennem!”
Not: http://www.israeli-occupation.org/2010-06-13/mamilla-cemetery-desecration-round-two/ (Haaretz’in hazırladığı dosya yukarıdaki adreste de yayınlanmış. Burada Me’menallah mezarlığında yapılan kazıları ve çıkarılan kemiklerin fotolarını göreceksiniz)http://www.mamillacampaign.org/ (Bu sayfada, mezarlıkta yakınları gömülü olan 60 Kudüslünün hazırlamış oldukları bir dilekçe var. Türkçe dahil çeşitli dillerde hazırlanmış olan dilekçe BM İnsan Hakları Komisyonuna verilecek. Dilekçeyi şu ana kadar 10 bin kişi imzalamış. Okuyucularımdan bu dilekçeyi imzalamalarını rica ediyorum. 18.08.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Haydi, bana Cenneti anlat! |
Geçen Perşembeydi. Her zaman bizi esprileriyle şen kahkahalara boğan kardeşim Talha’nın ağzından bu sefer acı bir kelâm döküldü: “Anneannem vefat etmiş.” Şaka yapıyorsun, dedim ona. Evet, evet her zamanki şakalarından biriydi. Yine bizi kandırmaya çalışıyordu. Aklınca bizimle eğleniyor, korku dolu bakışlarımızı görüyor, içten içe gülüyordu. “Böyle bir şeyin şakası olur mu?” diye söylendi hüzünle. Olmazdı tabiî. Ama inanmak gelmiyordu içimden bu söze. Dakikalarca kasavet yüklü bu haberi teyit etmek için konuştum durdum. Sonra yavaş yavaş kabullendim. Bizzat yakınlarımızın başına gelince fark ediyorduk “ölüm” kavramını. Bir adım daha yaklaşan Azrail meleğini hissediyorduk derinden derine. Soluğumuz kesiliyordu; tıknefes kalakalıyorduk cesedin üzerine kapatılan tahtaları tek tek sayarken. Ruhumuzdan canhıraş bir bağırtı yükseliyordu hicran yüklü gerçek karşısında. Toprak atılıyordu anneannemin üzerine. Her şey bir film kesitini andırıyordu. Ve o gittikçe görünmez oluyordu… İnançsız yahut ahirete imanı olmayan insanlar nasıl dayanabiliyor ölüm karşısında diye düşündüm toprağa bakarken. Günlük yaşantılarına kolayca nasıl devam edebiliyor bu insanlar? En önemlisi ise çıldırmadan nasıl yaşayabiliyorlardı? İslâm’dan, imandan ve nurlardan aldığımız güçle ayakta durabiliyorduk bizler… Ya onlar? * Kalp hüzünlenir, göz yaşarır. Hem de nasıl… Anneannemin vefatı sadece bizleri değil küçük kuzenlerimi de yıkıp geçti. Sürekli ağlıyor; korkarak bize sarılıyorlardı. Onları teselli etmeye başladım. “Anneannem şimdi cennette tatlım! Bizim ağlamamıza, üzülmemize gerek yok; o şimdi çok rahat. Onun için yapmamız gereken dua etmek, Kur’ân okumak.” Çocuklar başlarını sallıyor, biraz zaman geçince tekrar üzülüp, ağlamaya başlıyorlardı. Bir dakikaaa, dedim kendi kendime. Şimdi, bu çocuklar cennetin ne olduğunu biliyor mu? “Beyza, Şerife Nur! Siz cenneti biliyor musunuz?” Biri 9 diğeri 8 yaşındaki çocuklardan “cık” sesi yükseldi. Düşünün bir, biz onları cennet fikriyle avuttuğumuzu zannederken, aslında hiçbir şey yapamıyorduk! Yarım yamalak bir şeyler anlatıyor, sonra da sağlıklı düşünmelerini, hareket etmelerini istiyorduk. En şaşırtıcı olan ise mütedeyyin birer aile çocuğu olmaları idi; yani bir yerlerde yanlış yaptığımız kesindi. Gözlerinin içine bakarak anlatmaya başladım: “İçlerinden ırmaklar akan, dünyadan kat be kat büyük yemyeşil bir bahçe düşünün. Her türlü meyve ağaçları, bitkiler, hayvanlar var. Kuşlar şakıyor, kediler miyavlıyor. İstediğin mevsimi dilediğin zaman yaşadığın elvan elvan lezzetlerle dolu bir âlem… Elmayı ağaçtan kopardığın an yerine yenisi geliyor; aklından çikolata, dondurma, şeftali geçiyor, bir melek ânında sana bunları uzatıyor. Hiçbir sıkıntı ve telâşın, kargaşanın, kavganın olmadığı bir yer. Sonsuz, uçsuz bucaksız bir hayat… Herkes mutlu, huzurlu ve memnun.” “Peki, orada anneannemle görüşebilir miyiz?” diye merakla soruyor Beyza. “İstediğimiz an annemiz, babamız, anneannemiz ve sevdiklerimizle görüşebilir; onlarla dünyada neler yaşadığımıza dair sohbet edebiliriz. Meselâ bugün burada konuştuklarımızı, cennette hatırlayacağız ve mutlulukla yâd edeceğiz.” Çocukların ağlamaktan kanlanmış gözlerinde umut ve güven pırıltıları parlamaya başladı. Ben envai çeşit tasvir ve betimlerle hayal dünyalarına ulaşmaya çalıştım; onlar ilginç sorularla bana yeni tanımlar, düşünceler, sorular kazandırdılar. Sohbetimizi bitirip diğer insanların arasına karıştık. Çok geçmedi, Beyza yanıma geldi. “Saliha Abla, haydi, bana Cenneti anlat!” Biz yine, yeni ve yeniden, cennet bahçelerinin büyülü atmosferinde sonsuz, huzurlu ve eksantrik bir yolculuğa çıktık. * Bu yazı vesilesiyle sizlerden gökyüzü bakışlı merhume anneannem Meryem Esen’in ruhuna bir Fatiha-i şerif göndermenizi istirham ederim. * Kur’ân-ı Kerim’in indirildiği bu mübarek ayın hürmetine daha duyarlı, hassas, yardımsever ve hoşgörülüyle çepeçevre kuşatılmış bir çeşm-i dile sahip olmamız duasıyla… * Geçen hafta, Alak Sûresinin ilk üç âyetinde “Oku!” emri verildiğine dair yanlış beyanatta bulunmuşum. Doğrusu sûrenin 1. ve 3. âyetlerinde bu emrin yer aldığıdır. 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Gündüzün semâ lâmbası |
Şiddet-i zuhurundan ve sonsuz büyüklüğünden gizlenmiş ve dünyevî/maddî gözümüzle görmemiz imkânsız hâle gelmiş olan Cenâb-ı Hak, akıl ve basiret gözümüzle Kendisini görmemiz, bilmemiz, tanımamız ve iman etmemiz için yarattığı varlıkları delil olarak gözlerimizin önüne sermektedir. “Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip olan ve ilmi her şeyi kuşatan Allah’ın takdiridir.” (Yasin Sûresi âyet: 38) Her sabah dağların ufkundan altın bir tepsi gibi doğan ve yine dağların veya denizlerin ufkunda batıp kaybolup giden güneşten, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde çokça bahseder. Onu, kendi varlık ve birliğine delil olarak gösterir. Güneşi ve Ay’ı insanın emrinde hizmetkâr kıldığını söyler. Allah’ın bize ihsan ettiği nimetleri saymaya kalksak, sayamayacağımız kadar çok olduğunu ferman eder. Sonra da neden bu nimetlere karşı şükretmediğimizi sorarak, aklımızı ve vicdanımızı hesaba çeker. Şükretmemeyi büyük bir nankörlük ve ahiretteki neticesinin acıklı bir azap olduğunu haber verir. “Görmediniz mi: Allah yedi göğü birbiriyle âhenk içinde yaratmıştır. Ayı orada bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır.” (Nuh Sûresi âyet:15-16) Güneşi bâzen bir kandile, bâzen döner bir lambaya benzeten Allah (cc), ibret ve tefekkür nazarıyla ona bakmamızı ve ders almamızı istemektedir. Bu meseleye öyle önem vermektedir ki, onun üzerine yemin etmekte ve bir sûreye isim olarak vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’in doksan birinci sûresinin adı Şems Sûresidir. Şems, güneş demektir. “Yemin olsun güneşe ve aydınlığına.” (Şems Sûresi âyet:1) Güneş, dünyamıza ortalama yüz kırk dokuz buçuk milyon kilometre uzaklıkta ve gezegenleriyle birlikte Samanyolu galaksisine bağlı olarak dönüp durmaktadır. Sistemiyle birlikte dönüşünü iki yüz milyon yılda bir tamamlamaktadır. Spiral bir galaksi olan Samanyolunda, güneşimiz gibi yaklaşık iki yüz milyar güneş vardır. Kâinatın tamamında da yaklaşık yüz milyar galaksi olduğu tahmin edilmektedir. Sürekli hareket hâlinde olan bütün galaksiler gibi, Samanyolu da hareket etmekte ve ona bağlı olan güneş sistemi de bir geçtiği yerden bir daha geçmemektedir. Uçsuz bucaksız ve gittikçe genişleyen kâinat, bütün galaksilere ve görmediğimiz âlemlere ev sahipliği yapmaktadır. Güneş, dünyamızdan bir milyon üç yüz bin defa daha büyüktür. Yüzeyinde altı bin, merkezinde ise on yedi milyon derece sıcaklık olduğu hesaplanmaktadır. Her saniye 564 milyon ton hidrojen atomu, 560 milyon ton helyum atomuna dönüşerek, 4 milyon ton madde ısı ve ışık olarak uzaya dağılmaktadır. Bu ısı ve ışığın iki milyarda biri ancak dünyamıza gelmekte ve zararlı olan ışınları atmosferin ozon tabakasında süzülerek, yeryüzündeki canlılara zarar veremeyecek bir düzeye getirilmektedir. Her şey çok ince bir plân ve matematiksel hesaplarla ayarlandığı görülüyor. Eğer, dünyamız güneşe biraz daha yakın veya uzak olsaydı, ya yanar ya da donardık. O zaman yeryüzünde hayat olmazdı. Dünyanın sür'ati de biraz fazla veya az olsaydı, bütün hesaplar alt üst olur, üstündeki her şeyi fezaya fırlatırdı. “Güneş ve Ay şaşmaz bir hesap üzerine hareket eder” (Rahman Suresi âyet: 5) ferman eden Yüce Allah (cc), her şeyi bir plân, program, bir hesap ve kitap üzerine yarattığını haber vermektedir. İnsan vücudundaki matematiksel dengeden, topyekûn kâinattaki kusursuz sistemlere kadar bütün varlıklar bunun böyle olduğuna şahitlik etmektedir. Bâki olan Allah (cc), her şeyin üzerine fânilik damgası vurduğunu söylemektedir. “Yeryüzündeki herkes fânidir. Bâki olan, yalnız celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtıdır.” (Rahman Sûresi âyet: 26-27) Her şey gibi güneş de fânidir. Âlemde yaratılan bir kısım yıldızların kırmızı dev haline gelip patlayıp parçalanarak ölmesi gibi, orta büyüklükte bir yıldız olan Güneş de bir gün ölecek ve yeryüzündeki hayat sona erecektir. “Güneş dürülüp toplandığı zaman” (Tekvir Sûresi-1) âyeti bu hakikate işaret eder. Bediüzzaman Hazretleri bu mânâyı şöyle îzah eder: “Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esir ve semâ perdelerini açıp, Güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta misal bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak... Elbette o memur, bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hatta hiçbir sebeb-i azil bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, Güneş yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyayı emr-i Rabbanî ile geriye alıp, Güneşin başına sarıp ‘Haydi yerde işin kalmadı’ der. ‘Cehenneme git, sana ibadet edip, senin gibi bir memur-u musahharı sadâkatsizlikle tahkir edenleri yak’ der.” (Sözler, s. 193 ) Beş milyar yıl daha fıtrî ömrü olduğu hesaplanan Güneşin, hâricî bir maraz ve sebeple söndürülebileceği hakikatini görüp, asıl kendi eceline hazır olması gereken insan, Güneşe bir de bu gözle bakması daha doğru olmaz mı? 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
TRT’nin Ramazan ayı programları |
Ramazan aylarında radyo ve sonrasında TV’lerden yapılan yayınlarla yarım asırdır alâkadarız. Tabiî “Alâkadarız” derken, dinleme ve seyretme alâkadarlığından bahsediyoruz ve bu yayınların da o günden bugüne hiç kesintisiz devam ettiğini de zannetmeyelim. M. Kemal ve İnönü’lü CHP’nin baskıcı yıllarında, dinî hiçbir değere atıf yapılmadığı gibi, mübarek Ramazanlarda bu aya has yayınlar da yapılmıyordu. Ne zaman ki, Demokratlar iş başına gelmiş, o zaman milletin hissiyâtına tercüman olarak radyolardan (o yıllarda Türkiye’de TV yoktu) en azından Kur’ân yayını ile de olsa, Ramazan programları yapılır olmuştu. Rahmetli Menderes’in son yıllarında, babamla birlikte radyodan dinlediğimiz Kur’ân yayınlarını hatırlıyorum. Ne kadar sevinirdi babam ve rahmetli annem. 1960 ihtilâl-i hainanesi yapıldıktan sonraki Ramazanlarda, dinî programlar “şak” diye birden kesilmişti. Artık ipler, haksız yere din ve millet düşmanlarının eline geçmişti. Daha doğrusu milletin hakkını gasbetmişlerdi. Helâl reylerle gelen iktidarı alaşağı ederek bu hakkı çalmışlardı yani. O yıllarda da, yine hatırlarım, babam hem Arap memleketlerinin radyolarını bulur oradan Kur’ân dinlerdik, hem de burnundan soluyarak ihtilâlcilere, İnönü’ye, CHP’ye veryansın ederdi ”Mendeburlar, bizim radyolarımızdan kaldırdılar Kur’ân okutmayı” diye. 1965’ten sonra Demokrat misyonun takipçisi AP hükümetleri iş başına geldikten sonra, yine radyodan Ramazanlarda program yapılmaya başlanmıştı. Gençliğimizin ilk yıllarında TV yayını sadece Ankara’da başlamıştı. (Zannedersem 1968 yılıydı) Ama o zaman daha TV’de Ramazan yayınları yoktu, sadece radyodan yayın vardı. Tabiî 1971 ihtilâli de, bu yayınlara sekte vurmuştu. Daha sonra AP’nin başını çektiği 1975 yılında işbaşına gelen MC hükümetleri zamanında, yine Ramazan programları başladı. Bir de “moral kuşağı” ismiyle idi zannedersem, dinî yayınlar artık radyo ve TV’lerden verilmeye başlanmıştı. 1980 senesindeki AP azınlık hükümeti iktidarında bu yayınlar zirveye çıkmıştı. O zamanlar dinî yayınlar müdürlüğünü de, annem tarafından hemşehrim olan Asaf Demirbaş yürütüyordu. Hatta o günlerde rahmetli Mustafa Özsoy Ağabey ile onu TRT’de ziyaret etmiş, kendisine Küçük Sözler ve İhlâs Risâlesi hediye ederek biraz sohbet etmiştik. Ama, o zatın yaptığı programlar da, klâsik ve insanların intibahına pek faydası olmayan şeylerdi. Uzun müddet TRT’deki bu Demirbaş sultası devam ettikten sonra, 2000’li yılların ortalarına doğru, bir Ramazan ayında TRT’nin ilk iftar programını seyrederken şaşırmıştık, mest olmuştuk. Senai Demirci kardeşimizin o yumuşak ve kulaklara hoş gelen sesiyle yaptığı ve “asrın idrakine söyletilen bir İslâmiyetin” anlatıldığı programı karşımızda görünce ne kadar sevindiğimizi hiç unutamıyorum. Değişik bir program, değişik yüzler, değişik ilâhiler v.s. Herkesin sevip kucakladığı ve ihlâsla o işi yerine getiren kimseler vardı programda. Hele bir de, dünyanın gözbebeği güzel İstanbul’umuzun ortasındaki boğazda, bir gemiden programın yapılması daha da bir güzellik katmıştı. Yayının sonunda program yapımcısının ismini okuduk: Adem Özkan. Ve sevincimiz daha da çoğaldı. Yakından tanıdığımız kibar bir beyefendi olan Adem kardeşimize böyle bir program yapımcılığı çok yakışmıştı. Sahur programında da yine Adem Özkan’ın imzasını görmüştük. Adem Özkan, klâsik anlayışı kaldırmış, bu asrın anlayışına uygun bir İslâmiyeti anlatmaya başlamıştı programlarında. Ve herkes tarafından çok sevilmiş, takdir edilmiş, sonraki yıllarda da bazı TV’ler tarafından taklit edilmişti. Tabiî, fitne-fesat şebekesi boş durmuyor, hemen ilk andan itibaren Adem Özkan’ın aleyhinde; yalan, iftira gibi şeylerle karşı atağa geçiyor, hakkında ipe sapa gelmez bir sürü saçmalıklar yapıyorlardı. Ama TRT’nin o zamanki genel müdürü olan zat bunlara aldırmadığı gibi, Adem Bey’i takdir de ediyordu. O seneki Ramazanın sonuna doğru, bu minvaldeki güzel programların sene boyunca da yapılması için, çok istekte bulunuluyordu Adem Bey’den. Çalışkan ve işinin ehli olan Adem Özkan, Ramazan dışında da, özellikle mübarek gecelerde mevlid yayınları için Türkiye içi ve dünyanın bir çok yerinden aynı anda canlı yayın da yapıyordu (Kâbe dahil buna). İyi hatırlarım, bir zaman bir canlı yayındaki mevlid programında birkaç provaktör ajanın yaptığı densizlik yüzünden mevlidler canlı yayından verilmez, banttan verilir olmuştu. İşte, bu vehmi de ortadan kaldırarak, mevlid yayınlarına da canlılık getiren Adem Özkan’ı bu seneki iftar ve sahur programlarında, “program yapımcısı” olarak göremedik. “Acaba, geçen dönemdeki TRT genel müdürlerine tesir edemeyenler, değişik bir taktik uygulayarak, kendisinin hüsn-ü niyetini bildiğimiz ve tanıdığımız genel müdür İbrahim Şahin Beye, birtakım yalan ve iftira ile tesir ederek Adem Özkan’a el mi çektirdiler yoksa?” dedik. Evet, bu merakımıza cevap verilirse memnun olacağız! Sahi, TRT’nin bu seneki Ramazan programında Adem Özkan niye yok? 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Şantajlı şartlı “ateşkes”! |
Ağustos başında BDP’den sonra Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) ‘özerk Kürdistan”ı gündeme getirmesinin ardından, PKK’nın önce Kandil Dağından terörist elebaşı Karayılan’ın seslendirdiği ve “Öcalan’ın onayı”ndan geçen 38 günlük ateşkes ilânı, beraberinde bir dizi tartışmayı getirdi… “PKK’dan eylemlere Ramazan arası” olarak bildirilen “ateşkes”in terörün şiddetinin arttığı ve şehidlerin peşpeşe geldiği sırada alınması, elbette kısa süre için de olsa sevindirici. Ne var ki, İmralı’dan terör örgütüne ulaştırılan ve ortaya konular şartlar, bu kararın da öncekiler gibi geçici olmasının yanı sıra “siyasî” ve “gözboyama”dan ibâret olduğu peşinen anlaşılmakta. Amacın terörü siyasallaştırarak son demde açıkça gündeme getirilen “adem-i merkeziyet”le Türkiye’nin federatif sistemle Öcalan’ın “yol haritası”ndaki özerk eyâletlere bölünüp “özerk Kürdistan” projesine Ankara’nın zorlanması olduğu açığa çıkmakta… Nitekim, daha baştan dört madde olarak belirlenen “barış plânı”nda, cezaevinde bulunan “700 BDP’li yönetici ve üye” diye tanıtılan terör örgütü sempatizanının yargısız, kayıtsız-şartsız serbest bırakılması, birinci şart olarak koşulmakta. Keza Öcalan’ın, ayrı parlamentosundan, ayrı yönetiminden ayrı bayrağına, maliyeden sağlığa, eğitimden spora ve din işlerine kadar ayrılık tekliflerinin ön şartsız müzâkere edilmesi; ayrıca “barış süreci’ne aktif katılma koşulları” olarak nitelenen bir diğer şartla Öcalan’ın mutlaka muhatap alınması sıralanmakta. Buna makyaj olarak da bir “demokratik talep” olan seçim barajının düşürülmesi eklenmekte…
MAKSAD, DEŞİFRE OLUYOR Belli ki referandum sürecinde “Ramazan vesilesi”yle toplumdan gelen yoğun baskılar ve “çağrılar” sonucu sıkışan PKK’nin 13 Ağustos’ta başlattığı ve 20 Eylül’e kadar süreceği bildirdiği “ateşkes”in de arka plânında tehdit ve şantaj var. Şimdiye kadar olduğu gibi, terör örgütü bunu da ayrışma ve tefrika için bir “aşama” olarak istimal ediyor. Ankara’nın kabul etmesi imkânsız kısa süreli şartları ileri sürme işgüzârlığıyla bu vâziyet ortaya çıkmakta… Terörün bütün dehşetiyle devam ettiği süreçte, “TSK operasyonlarını, PKK da eylemlerini durdursun” çağrısıyla, terörle, terörle mücadeleyi karşılıklı kefelere koyup “çözüm için karşılıklı çatışmasızlık önşartı” olarak sunulması, terörü ve terör örgütünü meşrulaştırmanın ötesinde bir işe yaramamakta. Akabinde gelen “istekler”, kışkırtmakta ve gerginliği ve güvensizliği daha da derinleştirmekte… 1 Haziran’da “Terör artacak, büyük şehirlerde orta ölçekli isyanlar olacak!” tâlimatıyla karakol ve askerî birlik baskınlarıyla Hakkâri ve Şemdinli’nin Mersin’e, İnegöl ve Dörtyol’a uzanan ülke sathında bombalı, molotoflu çatışmalı eylemlere varan provokasyonlar ve tahriklerden sonra, gelen “ateşkes ilânı”nın, Marksist kökenli terör örgütünün “Ramazanda kan dökülmesin” ya da, “dinî günlerde kan dökmüyoruz” propagandasıyla uzaktan yakından bir alâkasının olmadığı gerçeği su yüzüne çıkmakta… Esasen PKK’nın gizli sivil yapılanması” olarak bilinen Kürdistan Topluluklar Birliği/Türkiye Meclisi (KCK/TM) operasyonunda tutuklanan Demokratik Toplum Kongresi Genel Başkanı Yardımcısı Yüksel Genç’in, ortaya attığı, BDP eşbaşkanı Demirtaş ve milletvekillerince tekrarlanan “özerklik”in terör ve iç çatışmanın çözümü olarak sunulması, “kısa süreli geçici ateşkes”in maksadını deşifre etmekte…
TEFRİKAYI ALEVLENDİRMEK… Ve bu durum, bir diğer gerçeği ortaya çıkarmakta. Daha önce bizzat eski DTP lideri Türk’ün, “PKK’yı silâh bırakmaya ve durdurmaya tek başına gücümüz yetmez” ifâdesiyle itiraf edilen ve her fırsatta konunun asıl muhatabının İmralı’da olduğu, siyasî parti olarak kendilerinin bu konuda belirleyici bir irâde ortaya koyamayacaklarını sözcülerince dile getirilen DTP-BDP’nin, aslında devre dışı olduğu bir defa daha tebârüz etmekte. İrâdesini terör örgütünün ve terörist başının uhdesinde olduğu ikrar edilmekte. Özetle, terör örgütü bu manevrayla, aynı oyunu bir defa daha oynamakta. Bundandır ki, “demokratik çözüm” ve “barış için” söylemiyle açıkladığı, “artık silâh yerine diyalog ve müzâkere ile çözümün önünün açılması” olarak lanse ettiği “ateşkes”i beş hafta ile sınırlı tutmakta. Bir türlü terörü bırakmamakta; sürekli bir tehdid ve şantaj aracı olarak kullanmakta. Böylece “ateşkes” ve “eylemlere ara vermek” duyuruları, hâricî odakların palazlandırdığı, ecnebilerin parmak karıştırmasıyla körüklenen terörün, etnik ve bölgesel tefrika ve fitnesini azdıran “özerklik” için istismar edilmekte. “Kan akmaya devam eder” şantajıyla aralanan ve “özerklik” isteğiyle ilerletilen tefrika belâsı, “şartlı ateşkes”le dayatılmakta… Neticede şimdiye kadar 17 kez “ateşkes” ve “eylemsizlik kararı” alan terör örgütü, bölünme ve parçalanmayı netice veren bu son “ateşkes”le iftirak fitnesi ateşine odun atmakta. Topyekûn ülke ve bütün vatandaşlar için demokratikleşmeyi, hak ve hürriyetleri talep edeceği yerde, bütün dünyanın önünde gayr-ı kabil şartları koşarak, ütopik “özerklik” isteği “demokrasi” ve “özgürlükler”deki samimiyetsizliği sırıtmakta… Samimiyse, neden 30 bin insanın katlinden sonra silâhı ve terörü bırakmıyor? 18.08.2010 E-Posta: [email protected] |