Nimetullah AKAY |
|
Kur’ân düşünmeyi emreder |
Muhakemat okumaları - 10 İnsan düşüncesinin cehalete hâkim olmasının güzel bir sonucu olarak İslâm hakikatlerinin güneşi, vehimler ve hayaller bulutlarından kurtulmuş, her yeri aydınlatmaya başlamıştır. Hatta dinsizlik bataklığında kokuşmuş olan ve insanlıklarını kaybetmek üzere olanlar dahi o İslâm aydınlığından faydalanmaya başlamışlardır.Düşünenlerin birbiriyle danışmasının güzel bir sonucu olarak da, varılmak istenen hedefler ve meslekler, kesin deliller üzerine oturmuş ve bütün mükemmelliklere uzanan değişmez hakikatler ile hayatın gerçekleri birbirleriyle kaynaşmışlardır. Bütün bu gelişmelerden sonra, yanlışlar doğruların yerine geçememiş ve fikirleri aldatma imkânını elde edememiştir. Zamanın gelişmeleri bize müjde veriyor ki, “Hak geldi batıl zâil oldu” mânâsındaki İlâhî hakikat başını kaldırmış olup gelecek hakkında da müjdeler vererek, yüksek sesle şunları söylemektedir: Zamana ve insanlığın tabiatlarına kıyamete kadar hâkim olacak olan, yalnız ezelî adaletin tecelli yeri ve ta kendisi olan İslâm hakikatleri olacaktır ki, işte gerçek insanlık ancak bu şekilde ortaya çıkma imkânını bulabilmektedir. Küçük insanlık denilen medeniyetin güzellikleri, büyük insanlık olan İslâm’ın yeryüzüne hakim olmasının başlangıcıdır. Zira görülüyor ki, fikirlerin çarpışmasından düşünce aydınlıkları ortaya çıkmış ve bunun neticesi olarak toprak gibi kesif olan yani ışık geçirmeyen şüphe ve hayaller, İslâm hakikatleri tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Bu durum gösteriyor ki: Hidayet semasının yıldızları olan ‘İslâm hakikatleri’ tamamen ortaya çıkmış, parlamış ve gittikçe parlamaya devam edecektir. “Düşmanların rağmına olarak” İslâm güneşi aydınlığını yeryüzünün her tarafına yaymaktadır. İsterseniz geçmişe dönüp bakalım. Göreceğiz ki, hakikatlerin meydanında, felsefenin gözetim ve denetiminde teslis, yani ‘üç tanrı anlayışı’ içinde Allah’ın birliğine ulaşmak isteyenler safsatalara dayanarak, inançları tevhide dayanan ve mükemmel itikat ve akl-ı selim sahibi olan Müslümanlarla çarpışmışlardır. Elbette hak olan inanış ile teçhiz edilmiş ve delil kılıçlarıyla kuşanmış olan İslâmiyetle çarpışan ve savaşan bu anlayış mağlûp olmaya ve hezimete uğramaya mahkûm olmuştur. Kur’ân hakikatleriyle karşılaştırdığımız zaman göreceğiz ki: Hıristiyanları hurafe ve yanlışlarla havalandırarak dalâlet derelerine atan, aklın yok sayılması, delillere önem verilmemesi ve körü körüne ruhbanların taklit edilmesi anlayışları olmuştur. İslâmiyet ise akla ve delillere önem vermiş, körü körüne ruhbanları taklit etmeyi reddetmiştir. İslâmiyet, daima düşüncelerin gelişmesi nisbetinde hakikatlerini inkişaf ettirmiştir. İslâmiyetin doğrulara dayanması ve deliller ile kuşanmış olması, akıl ve meşverete önem vermesi, devamlı hakikat tahtı üzerinde bulunması ve ezelden ebede kadar birbirine bağlı olan ilimlerin düsturlarıyla uyum içinde ve bağlı olması gibi durumlar daima yüceltmiş ve yanlışlardan uzak tutmuştur. Görülüyor ki, Kur’ân, âyetlerin başlangıç veya sonlarında bulunan ifadelerle insanoğlunu vicdana havale ve aklın istişaresine yönlendiriyor. Kur’ân, muhtelif yerlerde insanlık için akıl ve düşüncenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu şu ifadelerle ortaya koymaktadır: “Bakmazlar mı?” (Gaşiye:17), “Bakınız” (Al-i İmran:137; v.d.), “Onlar hiç düşünmezler mi?” (Nisa: 82, Muhammed: 24), “Hâlâ düşünmez misiniz?” (En’am: 80, Secde: 4), “Düşününüz” (Sebe: 46), “Farkında değiller” (Bakara: 9; v.d.), “Akıllarını kullanırlar” (Bakara: 164; v.d.), “Akıl etmezler” (Bakara: 170; v.d.), “Biliyorlar” (Bakara: 75; v.d.), “Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri” (Haşir: 2). Bütün bu akla dâvet etmelerden sonra bize düşen akıl sahiplerini ibret almaya çağırmaktır. İnsanlık sathilikten uzaklaşmalı, kendisini bekleyen hakikatlerle kucaklaşmalıdır. Ancak İslâm hakikatleri kendisine lâyık bir yakınlaşma gerçeklere ulaşmayı istemektedir. Aklı doğru kullanmanın insan olmanın en önemli gereği olduğunu unutmamalı. Akıl büyük bir nimettir. Bu nimetle insan önce Rabbini tanımalı, O’nun emir ve nehiylerine uygun bir hayat ortaya koymalı, sonra da Kâinat kitabını okumalıdır. İslâm hep doğru olmayı ve doğru yaşamayı istemekte, yalan ve hileye yüz vermemektedir. İslâm hakikatın ta kendisidir. İnsanlık İslâmiyet hakikatlerine uygun bir hayat ortaya koyduğu takdirde huzur bulacaktır. Lâkaytlığı, kendisini umursamamayı İslâmiyet kabul etmez, böyle davranıldığı zaman aydınlığıyla o kişileri aydınlatmaz. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Baki ÇİMİÇ |
|
Hakiki imanlı fazîlet |
Hllah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyurdu ki: “Fakat Allah, size îmânı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi.”1 Cebrâil Aleyhisselâm, Peygamber Efendimize (asm) insan sûretinde gelerek; “Îmânın ne olduğunu bana bildir” dedi. Peygamber Efendimiz de; “Allahü Teâlâ’ya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allah’dan olduğuna inanmaktır” buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi.2 Îmân, bir intisâbdır. İnsanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. Böylece insan değer kazanıyor ve nûr-u îmân ile âlâ-yı illiyyîne çıkarak, Cennete lâyık bir kıymet alıyor. “Îmân hem nûrdur, hem kuvvettir. Evet, hakîkî îmânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve îmânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyîkâtından kurtulabilir.”3 Hatta “Cesaretin dahi menbâı îmândır” der Bedîüzzamân. “Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz”4 hakîkati de îmânın ne kadar mükemmel bir nûr ve bir kuvvet olduğunu gösteriyor. Ayrıca İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde ise şöyle bir îmân târîfi vardır: “Îmân; Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilkâ’ ettiği bir nûrdur” denilmiştir. Öyleyse, îmân, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsân edilen bir nûr ve bir şuâ’dır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır.5 Fazîlet ise; değer, meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derecedir. İnsanı bu yüksek dereceye çıkaran en tesirli muharrik ise îmân ve İslâmiyettir. Fazîlet, güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu ve erdem olarak da ta’rîf edilir. Îmân ve İslâmiyet insanı en yüce mertebeye müsâbaka ve teklif ile çıkarır ve de insan bu müsâbaka ile îmânlı fâzîlete kavuşur. Teklif, saadet içindir. Teklifin mâhiyeti ise şöyledir: “Cenâb-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, rûh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenâhî tohumları sulamak ve neşvünemâlandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, rûhlardaki o tohumlar neşvünemâ bulamazdı. Evet, nev-î beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, rûhun mânen terakkîsini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişâf ve terakkîsini telkih eden, ya’nî aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilhâm eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı.”6 İnsanda teklif, sonsuz ve nihayetsiz olan rûh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenâhî tohumları büyütüp geliştirmektedir. Teklif olmasaydı rûhlardaki elmas kabiliyetler ve isti’dâdlar büyüyüp gelişemezdi. “İşte, nev-î insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsâbaka ile hakîkî îmânlı fazîlettir. Fazîleti kaldırmak, mâhiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, rûhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, îmânlı fazîlet, medâr-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdâd da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek fazîletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i fazîletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevâzu ile hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.”7 Evet, imânlı fazîlet ya’nî îmân ile fazîletlenen mü’min; ne tahakküm eder, ne de tahakküme boyun eğer. Ne zulmeder ne de zulme razı olur. Ne ezer ve ne de ezilir. Çünkü o mü’min îmânından aldığı yüksek şecâat ile vakârını gösterir ve haksızlıklara karşı duruşunu net olarak ortaya koyar. Böylece fazîletli mü’min, îmânın ona verdiği şecâat ile “Hukûk-u dînîye ve dünyevîyesi için canını fedâ eder, meşrû olmayan şeylere karışmaz.” 8 Fazîletli mü’min, tahakküm ve tagallüb etmenin fazîletsizlik olduğunu bilir ve öyle alçak silâhlara asla tevessül etmez. Fazîletli mü’min, fazîletli îmânının gereği ile şöyle davranır ve Bedîüzzamân gibi der ki: “Râbıta-i îmân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdâdı altına girmeye o adamın izzet ve şehâmet-i îmâniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i îmâniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek îmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet.”9 Bedîüzzamân tekebbür edenlere ve fazîletli îmândan mahrum olanlara karşı da nasıl davranmamız gerektiğini şöyle ifâde ediyor: “Suâl: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların fazîletlerinin esiriyiz. “Cevab: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevâzu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”10 Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i îmâniyenin tezâhürü ise şu ifâdelerle ne kadar mükemmel îzâh edilmiştir. “Yanî tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlûmları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.” 11 Fazîletli mü’min bu fazîletini îmândan alır. Îmân, o mü’minin hayatına hayat verir ve tesir eder. Böylece fazîletli îmân ile insan kâinatın sultanı ve Allah’ın sevgili bir kulu olur. Çünkü “Îman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazîfe-i asliyesi, îmân ve duâdır.” 12
Dipnotlar: 1- Hucurât Sûresi: 7. 2- Hadîs-i Cibrîl-Müslim. 3- Sözler,2004, s: 500. 4- Sözler,2004, s: 37. 5- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 74. 6- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 355. 7- Lem’alar, 2006, s: 288. 8- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 46. 9- Münâzarât. 2007, s: 145. 10- Münâzarât, 2007, s: 146. 11- Hutbe-i Şâmiye, 1996, s: 40, 41. 12- Sözler, 2004, s: 502. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Berzaha duâ nakleden mânevî radyo |
Katre rumuzlu okuyucumuz: “Duâlarımız ölenlerimize ulaşıyor mu? Nasıl ulaşıyor? Cuma günleri ölü insanın ruhunun evine geldiği ve ailesinin onun ruhuna okuduğu âyetleri işittiği ve haberdar olduğuna dair söylentiler dolaşıyor. Bu konuda sahih rivayetler var mıdır?”
Kabirde hayat vardır. Ölenlerimiz yaşıyorlar. Yalnızca cisim gömleğinden soyulmuşlardır. Ruhları hayattadır, bakidirler, hissederler, duyarlar, görürler, üzülürler ve sevinirler. Onlara gönderdiklerimiz ve bağışladıklarımız takdim edilir, onların feyizleri bize getirilir. Biz hissetmesek de. Onlar bizden uzakta değildirler. Sadece perde ötesindedirler. Biz onları görmüyoruz diye sakın onları unutmayalım. Kabir ziyareti sünnettir. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) önceleri hurafelere mesnet teşkil etmesin diye kabir ziyaretini yasaklamışsa da, daha sonra, ölülere dua edilmesi ve ölümden ibret alınması hikmetlerine binaen bu yasağı kaldırmış ve kabir ziyaretini teşvik etmiştir. Bizzat kendisi de kabir ziyaretlerinde bulunmuştur. Muhterem annesinin kabrini ziyaret ettiği, duâ ettiği ve hislenerek gözyaşları döktüğü çok vaki olmuştur. İbni Ebî Melike diyor ki: “Hz. Âişe’yi (ra) mezarlıktan dönerken gördüm. “Nereden geliyorsun?” diye sorduğumda Hz. Aişe (ra): “Kardeşim Abdurrahman’ın kabrini ziyaretten dönüyorum” dedi. “Resulullah (asm) mezar ziyaretini menetmedi mi?” diye sordum. Mü’minlerin annesi (ra): “Evet!” dedi, “Fakat sonradan bu yasağı kaldırdı.” Kabir ziyaretinin belli başlı bir zamanı yoktur. Mezarlıklar her zaman ziyaret edilebilir ve oradaki ölmüş ehl-i imana dualar gönderilebilir. Cuma ve Arefe günleri ölülere duâ okumanın daha faziletli olduğuna dair rivayetler vardır. Fakat mutlaka her Cuma günü eve gelir ve bizim okuduğumuzu ancak Cuma günleri alır tarzında bir sınırlandırma ve sınıflandırma yoktur. Resulullah’ın (asm) beyanına göre, kabir ziyaretinde mühim maksatlar vardır. Ebû Zerr’in (ra) rivayetinde Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Mezarları ziyaret et ki, âhireti hatırlayasın! Ölüleri yıka! Çünkü düşmüş bedenle uğraşmak insana öğüttür. Cenaze namazını kıl ki, kalbine hüzün getirsin. Hüzünlü insanlar Allah’ın himayesindedir.”1 Kur’ân’da “geçmiş insanlar” için yapılan dua örneği vardır: “Onlardan sonra gelenler: ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla!...’ derler.”2 Yine bir hadis-i şerifte Resulullah (asm), “İnsanoğlu öldüğünde ameli kesilir. Ancak üç şey müstesna: Sadaka-i cariye (akan, kesilmeyen sadaka), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlât (bırakırsa amel defteri kapanmaz; bu hayır ve duanın sevabı gelmeye devam eder.)” 3 Buraya kadar aldığımız âyet ve hadislerin ışığında diyebiliriz ki, ölenlerimize duâlarımız ulaşır, üstelik ölenlerimize duâ etmek sünnettir. Bu ameli, Kur’ân da teşvik eder. Bedîüzzaman (ra), ölenlerimize duâ meselesini, akla bir kapı açarak şöyle îzah eder: Ağzımızdan çıkan kelimelerin her biri, nasıl ki havanın her bir zerresince teksir edilir ve zerreden zerreye anında ulaştırılır. Meselâ radyo vasıtasıyla bir ezan okunsa bütün dünya aynı sesi, aynı ses tonuyla işitir. Ve, elinizdeki lambanın mukabiline binlerce ayna tutsanız, her bir aynaya tam bir ışık, tam bir nur eksiksiz, tecezzîsiz, bölünmeden girer. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın, dünyamızda insanlar arası ilişkilerde “maddî havaya” verdiği vazifeyi, ölenlerimiz ile aramızdaki irtibatı sağlamak üzere manevî âlemde “manevî havaya” da vermiş olması gayet mâkuldür. Ve dualarımızın, ölenlerimizin tamamına bağışladığımızda, hepsine eksiksiz, bölünmeden götürülüp takdim olunması, aklen dahi kabul edilebilir bir gerçektir. 4 Anlaşılıyor ki berzaha duâ nakleden manevî radyo yayındadır ve biz duâ ettikçe yayında kalacaktır. Öyleyse kabirlerde yakınlarımıza dua ederken, diğer ehl-i imanı da dualarımızın kapsamına almalı; hiçbir ehl-i imanı duâlarımızdan nasipsiz bırakmamalıyız. Yakınlarımızın ölümü durumunda onlara duâ göndermek, onlara gönderebileceğimiz en iyi hediyelerdendir. Onlar dualarımızdan hissedar oluyorlar ve istifade ediyorlar. Ölenlerimize göndereceğimiz birer Fatiha’mız varsa, bunu kırkıncı veya elli ikinci gecelerin inhisarından ve tekelinden kurtarmalıyız. Dilimiz döndüğü kadar her zaman onlara duâ yapmamız, en makbul olanıdır.
Dipnotlar: 1- İbni Ebi’d-Dünyâ. 2- Haşir Sûresi: 10. 3- Tirmizî, Nesaî, Ebu Davud. 4- Şuâlar, Yeni Asya Neş., s. 589. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Güneş’in çıkardığı sesler |
“Araştırmacılara göre aslında güneşin de kendi müziği var. Sheffield Üniversitesi araştırmacıları ilk defa, güneşin dış atmosferindeki manyetik alan tarafından yaratılan esrarengiz melodileri kaydetmeyi başardılar. Bu alan, aynı enstrümanlar gibi titreşiyor ve ses çıkarıyor.“ (Bu haber 22.06.2010 tarihli Taraf’ta yayımlanmıştı.) Haberde geçen “manyetik alan tarafından yaratılan esrarengiz melodiler” ifadesi üzerinde durmak gerekirse “yaratmak” Cenâb-ı Allah’a mahsustur. O’ndan başka hiçbir şey ve hiç kimse bir şey yaratamaz. Kur’ân nuruyla bakamayan gözler ve akıllar sıkça “yaratmak” ifadesini kullanıyorlar. İşin garibi, şirk kokan bu ifadeyi bazı safdil iman ehlinin de kullandığını görüyoruz. Bu hususta dikkatli olmamız gerekiyor. Haberde, güneşin müziğinden ve esrarengiz melodiler çıkardığından söz edilmiş. Biz duymasak da, her varlığın çıkardığı bir ses olduğu, yani kendine has bir lisanı, bir tesbihâtı bulunduğu gerçektir. Bununla ilgili âyet-i kerimede: “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, onu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız” 1 buyuruluyor. Güneş’in manyetik alanıyla esrarengiz melodiler çıkardığını iddiâ eden araştırmacılara Risâle-i Nur şu cevabı veriyor: “…o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.” 2 Evet, suların şırıltılarında ahenkli bir ses var, rüzgârın uğultusunda ahenkli bir ses var, yaprakların hışırtısında, kuşların cıvıltısında, kısacası âlemin her bir parçasında gelişigüzel değil de mânâlı ve huzur verici sesler var. Bütün bitkiler, meyveler, zerreler, küreler kendi lisanlarıyla Hâlık’ımızı tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ederek vahdâniyetine şahadet ediyorlar. Bu hareketleri görecek göz, işitecek kulak, idrak edecek akıl gerekir. O da ancak imanla mümkün olur, mü’min feraseti ile anlaşılır. Yoksa felsefenin ruhsuz bedeni ile bunların mânâsını ve mahiyetini anlamak mümkün değildir
Dipnotlar: 1- İsrâ Sûresi: 44. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 508. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Dünya bir imtihan meydanıdır |
Yeni Asya her Ramazan ayında olduğu gibi bu Ramazanda da okuyucularına güzel fırsatlar sunmaktadır. Başta abone olan herkese cep boy “Kur’ân-ı Kerim”ve “Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesi”, sonra her Cuma bir kitapçık vermektedir. Kitapçıklar “Cep İlmihali”, “Namaz Rehberi” ve “Peygamberimizin Dilinden Dualar” adlarını taşımaktadır. Bunların her biri elimizden düşüremeyeceğimiz ve birbirinden değerli eserlerdir. Gazetemizin Ramazan ilâvesini de günlük hediyelerden saymamız gerekir. Aynen “Elif” ilâvesi gibi. Aslına bakılırsa ikisi de birer kültür hazinesi hükmünde. Kütüphaneme baktığımda Yeni Asya’nın hediye verdiği kitapların önemli bir yer tuttuğunu görüyorum. İsimlerini saymak bile uzun zaman alır. Kısaca Yeni Asya kültür hizmeti vermeye devam ediyor. Maksat vatan sathını bir mektep yapmaktır. Bunları düşünürken geçmişe dönük bir nefis muhasebesi yapmak geldi aklımdan. Recep, Şaban derken mübarek Ramazan ayına geldik. Günler ne de çabuk geçti? Geçen Ramazan ayından bu Ramazana kimler yetişti, kimler yetişemedi? Bir yıl içerisinde aramızdan nice dostlar ve akrabalar ayrıldı. Onlar nereye gittiler acaba? Gelecek Ramazana kimler kalacak, kimler gidecek? Bazen kabristanlara gidiyoruz, bir tabutun arkasına düşüp. Orada biraz ölümü hatırlıyoruz, dünyanın fani olduğunu düşünüyoruz. Kabristanda yatanlara bakıyoruz. Onlar da bir zamanlar bizim gibi dünyanın arkasından koşup duruyorlardı. Bazıları çocuklarına “rızık” kazandıklarını söylüyorlardı. Belki ahiret işlerini (ibadetleri) ertelemişlerdi, uzun kış gecelerine veya emekli sonrasına. Dünya işlerini bitireceklerini zannediyorlardı. Ama dünya hayatı bitmiş, dünya işleri daha bitmemişti. Şimdi çocuklarına kimler “rızık” veriyor acaba? Nereden bilecekti ki, “rızık getirici olmayıp rızık tüketici” olduğunu. Sonra… Merhumu defnedip dönüyoruz. Oradaki düşüncelerimizi belki de kabristanda bırakarak. Kaldığımız yerden yeniden koşuşturmaya başlıyoruz, bütün hızımızla. Hâlbuki ölüm bizim için en büyük nasihatti. Bahar ve yaz meşgaleleri bizi alıp bir yerlere götürüyor. Nereye mi? Gelin birlikte düşünmeye çalışalım. Geceler kısa, gündüzler sıcak. Neşeli kış derslerini arıyoruz belki de. Ama bu arada Şuhur-u Selâse (Üç Aylar) devam ediyor. Mübarek gecelerin biri geliyor, biri gidiyor. Mânevî ticaretin yoğun olduğu bir mevsimi yaşıyoruz. Bu günleri ve geceleri fırsatlara dönüştürebiliyor muyuz? Zaman çok değerli, yerini başka şeyler doldurmuyor. Giden zamanı geri getiremediğimize göre, elimizdekini iyi değerlendirmemiz gerekmez mi? Güzel haberler okuyoruz. Bir araya gelen gençlerimizin okuma programları yaptıklarını duyuyoruz. “Cennet gençleri” de bir araya gelip aynı tarzda okuma programları yapamaz mı? Bir araya gelemeyenler, iman ilimlerini kendi nefsine dinlettirebilirler. Gayret edilse daima bir-iki hakikî kardeş bulunur her halde. Burada Bediüzzaman’dan bir müjde hatırlayalım: “Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakk’ın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemîleriniz çoktur. “Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: ‘Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.’” 1 Demek ki, güzel sözleri dinleyenler yalnızca insanlar değilmiş. Allah’ın şuur sahibi nice varlıkları bunları dinlemek için adeta can atmaktadırlar. Tefekkür dolu iman sohbetleri yeryüzünün manevî süsüdür, şerefidir. Böyle imanî sohbetler dünyaya mahsus olsa gerek ki, gök ehli yeri kıskanıp gıpta etmektedirler. İman ilimleri, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaçtır. Bir defa anladım, yeter diyemez. Risâle-i Nurlar çoğunlukla İnşaallah o cümledendir. Merhum Zübeyir Ağabeyin dediği gibi demek geliyor içimden: “Şimdi oku, kabirde okuyamazsın!” Dünya bir imtihan salonudur. Sınırlı süre içinde önümüze konulan soruları cevaplandırmak zorundayız. Allah bizi dünya imtihanını kazananlardan eylesin. (Âmin)
Dipnot: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, s. 419. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Bu kampanya ile kaç bin kişiye şifa dağıtabiliriz? |
“Ruh-beden ilişkisi, inancın tedavideki rolü, Kur’ân’ın şifa yönü” tıbbın vazgeçilmez mevzuları arasına girdi. Araştırmalar, insanın bağışıklık (immün) sisteminin güçlenmesinde kimyevî ve maddî ilâçların yanında manevî, olumlu telkinler, hastalığa bakış açısı ve hayat görüşünün de önemli yer tuttuğunu ortaya koydu. Bir insanın mânevî telkin ve tevekküle yakınlığı ölçüsünde bağışıklık sistemi güçlenmekte, hastalıklara dayanıklılığı da artmaktadır. Düşüncelerimiz, ruhî ve kalbî hayatımız ve duygularımız ne kadar mâneviyâttan beslenirse, bedenimiz de o derecede sağlıklıdır. Çünkü, bedene olumlu sinyaller gönderilir. Böylece grip ve soğuk algınlığı dahil hastalıklara karşı daha sağlam dururuz. Tersi bir durum söz konusu olduğunda hastalığa daha yatkın hâle geliriz. Bizi derin yaralayan hadiseler yaşadığımızda, aşırı yorulduğumuzda direncimiz zayıflar ve daha kolay hastalanırız. Aile içinde veya işyerindeki bazı olumsuzluklar ne kadar çoksa, tansiyonumuz, yatağa düşme ihtimalimiz de o nispette artar. Depresyona girdiğimizde veya ruhen bitkin ve yorgun olduğumuzda hastalık da mukadder olur. 1 Modern tıbbın ulaşmaya çalıştığı nihaî noktayı, Kur’ân-ı Kerim, halletmiş ve en son hedefi çizmiştir. Bu tıbbî gerçeği dile getiren âyetlerden birkaçı şöyle: “O Kur’ân, inananlar için bir hidayet ve şifâdır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. Onlara uzak bir yerden sesleniliyor da anlamıyorlar.” 2, “Biz Kur’ân’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını arttırır.” 3 Kur’ân’ın şifa ile maddî hastalıklara, strese; rahmet ile manevî sıkıntılara karşı bir çare olduğunun vurgulandığı açık. Kur’ân ruh/duygu, kalp, his ve lâtifeleri muhteşem bir besin kaynağı olarak tedavi eder, bedenin de sağlıklı kalmasını temin eder. Kudsî bir tiryak olan îmânın şifâ vermesiyle yaralardan kurtulunabilir. İmân ilâcının tesiri ise, farzları yerine getirme oranındadır. Sefâhet, hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrûa, o tiryâkın/ilâcın tesirini men eder. 4 Doktorların, hastalıklarımız için söylediği olumlu sözler, telkinler; akademik ünvanlarının yüksekliği ve uzmanlıklarının derinliği derecesinde etkili olmaz mı? Kur’ân, Şâfi-i Hakikî ve Rahim-i mutlak olan Allah’ın kelâmıdır. Elbette, onun yaydığı İlâhî enerji, maddî-manevî hastalıklarımıza şifa ve rahmet olur. Öte yandan, Kur’ân-ı Hakîmin, hadisin hükmüyle herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. 5 Kur’ân’ın üç yüz bin altı yüz yirmi (300620) harfi var. 6 Ve herbir harf, binlerce şifa ve rahmet enerjisi yayar. Rahmet, mağfiret, zikir ayı olan Ramazan-ı Şerif arefesindeyiz. Gazetemiz herkese Kur’ân-ı Kerim ve onun muhteşem tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Mu’cizat-ı Kur’ân’iye veriyor. Başkalarını da abone yaparak, hediye ettiğiniz Kur’ân’ı kaç kişinin okuyacağını, okuduğu âyetlerin ve harflerin kaç bin kişiye şifa kaynağı olacağını ve kazanacağınız sevapları en gelişmiş bilgisayarlar bile hesap edemez! Zira, vesile olduklarınızın sevabı kadar aynısı size de yazılıyor. Bir Yeni Asya abonesi ile bu kazançlı ticareti elde edebilirsiniz…
Dipnotlar: 1. Henry Dreher (1995). The Immune Power Personality, Reprinted by Arrangement with Dutton Signet, A Division of Penguin Books USA, Inc. Çeviren: Dr. Selim Aydın.; 2. Kur’ân, Fussilet, 44.; 3. a.g.e., İsra, 82.; 4. Lem’alar, s. 400.; 5. Mektubat, s. 390-391; 6. Sözler, 24. Söz, 9. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Ramazan için geri sayım |
Bugünü de dahil edersek, Ramazan’a dokuz günden az bir zaman kaldı. Allah ömür verirse, haftaya Salı gecesi ilk teravihi kılıp ilk sahura kalkacak ve Çarşamba günü de Ramazan-ı Şerifin ilk orucunu tutacağız inşaallah. Cenab-ı Hak hayırlısıyla, sağlık, afiyet ve huzur içinde erişmeyi cümlemize nasip eylesin. *** Kampanya hazırlıkları Bunun gazetemiz açısından anlamı, aylardır hazırlıkları devam eden Ramazan kampanyamız için geri sayımın artık iyice hızlandığı. Bu hazırlıklarla ilgili olarak Abone ve Dağıtım Servisimizin verdiği bilgilere göre son durum: Cep boy Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere, Ramazan’da vereceğimiz hediyelerin bir kısmı mahallerdeki tanıtım ve abone çalışmaları için geçen hafta temsilcilerimize gönderildi. Bu kitaplar yeni abone olanlara peşin verilerek, gazete abonelikleri başlatılacak. Mevcut abonelerimizin kitapları da Ramazan ayından önce temsilcilerimize ulaştırılacak. Temsilcilerimiz bu süre içinde ek taleplerini, yani yeni yaptıkları abone sayılarını servisimize bildirirlerse Ramazan hediyelerini eksiksiz olarak göndermiş olacağız. Ayrıca Ramazan ayı boyunca her Cuma vereceğimiz kitapçıklardan fazla almak isteyen bölge temsilcilerimizin taleplerini de bekliyoruz. Nümune kitapçıklar bütün temsilcilerimize en geç 7 Ağustos’ta gönderilecek. Kitapların isimlerini ve gazeteyle birlikte verilecekleri tarihleri bir kez daha hatırlatalım: 1. kitap Cep İlmihali: 13 Ağustos. 2. kitap Namaz Rehberi: 20 Ağustos. 3. kitap Peygamberimizden Dualar: 27 Ağustos. Taleplerin zamanında karşılanabilmesi için, her kitabın verileceği Cuma’dan önceki Çarşamba günü mesai bitimine kadar bildirilmesi gerekiyor İrtibat için telefonlarımız: 0(212) 655 88 59'dan dahilî 219-220 0(212) 630 48 35 (0532) 267 27 72 ve (0535) 941 80 46 *** Tanıtım materyalleri 35x50 ebadında hazırlanan afişler temsilcilerimize gönderilecek. Ayrıca bazı televizyon ve radyolarda reklamlar yayınlanarak kampanyamız Türkiye geneline duyurulacak. Televizyon kanalları: Kanal 7, TV 5, Mehtap, Kanal B, Kanal Urfa, Hilal TV. Radyolar: Bizim Radyo, Radyo 7, Seyir FM, Radyo 15. Reklamlarımız kampanya boyunca sürekli yayınlanacak. *** Ramazan sayfası Ramazan sayfamız sizlerden gelen çalışmalarla şekilleniyor. Sayfa muhtevasına ilişkin detaylı bilgiyi haftaya sunacağız inşaallah. *** Önemli bir uyarı Tahlil köşesindeki son yazılarda ifade edildiği gibi, fahrî yazarlar Yeni Asya’nın çok önemli bir farkı ve zenginliği. Hasbî çalışmalarıyla gazete muhtevasına çok değerli katkılar sağlayan bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz. Ancak bu vesileyle bir hususa da dikkat çekmekte fayda görüyoruz: Son zamanlarda, sayıca az da olsa, gönderilen bazı yazıların, daha önce başka internet sitelerinde farklı imzalarla çıkmış yazılardan “kes-yapıştır” yöntemiyle hazırlandığı yönünde tesbitlerimiz var. Daha ziyade “amatör” gençler tarafından ve iyiniyetle kullanıldığını düşündüğümüz bu yöntemin birçok bakımdan yanlış ve mahzurlu olduğunu hatırlatmak isteriz. Bir defa, emek verilmiş bir çalışmayı sahibinden izinsiz ve habersiz olarak alıp kendi eseriymiş gibi sunmak, herşeyden önce dürüstlük prensibiyle bağdaşmıyor. Böyle yapılarak kul hakkına da girilmiş olunuyor ki, bunun hem vicdanî, hem hukukî sorumlulukları var. İlâveten, farkına varılmayıp yayınlanmış olması halinde, bu sorumluluğa gazeteyi de ortak etme vebali söz konusu. Onun için, bu tarz şeylere tevessül edilmemesini özellikle rica ediyoruz. Ve gönderdikleri çalışmalardan herhangi biriyle ilgili olarak bu yönde tesbitlerde bulunduğumuz imzaların, bundan böyle bize iletecekleri yazıların hiçbirini yayınlamayacağımızı duyuruyoruz. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Darbeciler korunmasın ve korumasın! |
Ülkemizin darbelerden ve darbeci anlayıştan neler çektiğini hepimiz biliyoruz. Darbe yaparak Türkiye’yi ‘uçurumun kenarından kurtardığını’ iddia edenler bile, zaman geçince yaptıkları işin yanlış olduğunu ‘timsah gözyaşları içinde de olsa’ itiraf etmek durumunda kalıyorlar. Bu itirafçıların bazıları da 12 Eylül darbesine imza atan generaller oldu. “Netekim paşa” bile yakın zamanlarda “Darbe iyi değil, ama...” demek durumunda kaldı. Darbecilerin yaptığı en büyük hatalardan biri de kendisinden sonra gelecek kuşaklara ‘istediğin zaman darbe yap’ mesajları vermeleridir. Bunu belki sözle ifade etmiyorlar, ama yaptıkları icraatlar ve darbeyi savunma şekli bunu hatırlatıyor. Geçmiş ihtilallerden edindikleri tecrübelerle ‘profesyonel bir darbe’ yapan 12 Eylül liderleri, 12 Eylül’e gelişte kendi kabahatleri yokmuş gibi her saat başı siyasetçileri kötülemeyi marifet bilirlerdi. 12 Eylül darbesine imza atanların siyasetçiler için kullandığı en hafif hakaret, onların “tencereyi pislettiği” şeklindeki benzetmeydi! Şunu da ifade etmek lâzım ki, 12 Eylül’e geliş sürecinde elbette bazı siyasetçilerin de kabahati olmuştur. Ama eğri ile doğruyu ayırmadan bütün siyasetçileri töhmet altında bırakmak ancak darbecilerin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. “Profesyonel darbe” 12 Eylül’ün üzerinden bunca yıl geçti ve şu sorunun ikna edici bir cevabı verilemedi: “11 Eylül günü akan kan, nasıl oldu da 12 Eylül’de bıçak keser gibi durdu?” Bu soru, darbeden hemen sonra da dile getirildi, ama darbeciler bu soruların sorulmasından bile memnun kalmadılar. Onlara göre ülke uçuruma yuvarlanıyordu ve onlar lütfedip Türkiye’yi kurtardılar! Tek yanlı anlatımla milletin aklını çelmeye çalıştılar, ama yalanların uzun süre hüküm sürmesi mümkün olmadığı için bu yalanların da foyası meydana çıktı. Sonraki yıllarda bizzat darbeciler, “İhtilâl olgunlaşsın diye bekledik” demek durumunda kaldı! Aradan yıllar geçti ve şimdi ‘modern darbe gayretleri’ ile karşı karşıyayız. Mahkemelere konu olan ‘plan’ları yok sayabilir miyiz? Milletin vicdanını en çok yaralayan konu da, ‘tescilli darbeciler’in bir şekilde koruma ve kollama altına alınmasıdır. Güya ‘milleti ve devleti korumak için’ darbe yaptığını iddia edenlere sesleniyoruz: Darbe yaparak ülke korunmaz. Bu ‘yalan’ı bir yana bırakın! Elindeki gücü millet menfaati olan işlerde kullanması gereken Türkiye idarecilerine de sesleniyoruz: Artık ‘tescilli darbeciler’i korumaktan vazgeçin! “Darbe suçu” yürürlükteki kanunlara göre en ağır suçlardan biridir. O halde ‘darbe planları’ yapanlar hâlâ niçin korunur? Türkiye, ‘darbeci zihniyet’ten kurtulmadıkça gerçek anlamda hür ve demokrat olamaz. Bu zihniyetten kurtulmanın ilk adımı da darbecileri korumaktan vazgeçmekle mümkün. Sivil siyaset gerçek anlamda bir sivil anayasa ile ilk olarak bu adımı atmalı. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Sihirli anahtar |
Geçen hafta; Düşük kurun ekonomiye verdiği zararlardan söz ettik. Ve sorduk: “Öyleyse neden bu ısrar?” Şimdi cevaplıyoruz. Sanayici... İhracatçı... Ekonomistler... Hatta hükümet... Herkes şikâyetçi. Buna rağmen, düşük kur sevdasından bir türlü vazgeçilemiyor. Çünkü düşük kur... Sihirli anahtar. Sanal cennetlerin kapısını açıyor. Ekonomide pembe tablonun oluşmasının baş mimarı. Ekonomik verileri parlatıyor, göz kamaştırıyor. Gerçekleri örtüyor. Enflasyonu düşürüyor. Millî geliri arttırıyor. Carî açığı kapatıyor. Borsayı coşturuyor. Dış kredi maliyetini aşağıya çekiyor. En önemlisi, halk bol ve ucuz mal bulabiliyor. Nasıl mı? Sırasıyla anlatalım. Enflasyon... 25 yıl ekonominin üzerine kâbus gibi çöken, halkı ezen enflasyon canavarı, çift haneli rakamlardan tek haneli rakamlara hapsedildi. Güzel. Gayet memnuniyet verici bir tablo gibi görünüyor. Bu mahkûmiyette düşük kur anahtar rol oynuyor. Şöyle somut bir örnekle izaha çalışalım. 1 Dolar = 1,5 TL olduğunu varsayalım. Yine varsayalım ki, ABD’de bir kalemin satış fiyatı 1 Dolar olsun. Bir iş adamı bu kalemi ithal etmek isterse 1,5 TL karşılığında 1 Dolar ödeyecek. Diğer maliyet unsurlarını ve kârı bir an için ihmal edersek, bu kalem ülkemizde 1,5 TL’den satılacak. Dolar ucuzlar da… 1 Dolar = 1 TL olursa... Kalemin fiyatı 1 TL’ye inecek. Enflasyon da böylece düşecek! Millî gelir... Dolarla ifade edilir. Dolar ucuzladıkça durduk yerde üretim artışı olmadan millî gelir büyür! Ne sihirdir ne keramet, düşük kurdadır marifet. Meselâ; Millî gelir 900 milyar TL ise; 1 Dolar = 1,5 TL’ye göre dolar cinsinden millî gelir 600 milyardır. Dolar 1 TL’ye eşitlenirse; Millî gelir 900 milyar dolara fırlar. Bir kalemde 300 milyar dolarlık bir artış. “Millî geliri şu kadar arttırdık” diye övünmek gayet normal algılanırken… Realitede… Cebine giren çıkan bir şey olmadığından, vatandaş da şaşkınlıkla dinler. Carî açık... Türkiye döviz gideri gelirinden fazla olan ülke... Yabancının kesesinden yiyor! Bunun için düşük kur şart. Tabiî, yanında yüksek faiz de olmalı… Aksi halde, sıcak para akışı aksar, iktidar koltuğu sallanır. Hiçbir hükümet bunu göze alamaz. Borsa... Düşük kur-yüksek faizin tahrik ettiği sıcak paranın bir kısmı borsaya yönelince, esasen sığ olan borsa hareketlenir, endeks rekor kırar, bazıları bunu ekonominin iyiye gittiğinin işareti sanır. Dış kredi maliyetleri... Dış kredi kullananlar, kurların düşük seyretmesinden dolayı kazançlarını katlarlar. Halka gelince... Her çeşit ithal malı ucuza satın alır. Bütün bunlar “Düşük kurda ısrar” sebebini açıklamaya yetiyor. Yetkililer kıllarını kıpırdatmıyor. Kılıf da hazır. Hükümet; “Kur ayarlamasından Merkez Bankası sorumludur” diyerek işin içinden sıyrılıyor. Merkez Bankası da; “Dalgalı kur rejiminde döviz fiyatları serbest piyasa şartlarında oluşur” gerekçesiyle topu taca atıyor. Oysa ortada serbest piyasa şartları filan yoktur. Kurun fiyatını; enflasyon, dış ticaret, borçlanma ve faiz gibi faktörler belirler. Diğer ülkelere göre... En yüksek faizi verirseniz... Elbette para size gelir. Gelen bu para da piyasada bolluk oluşturacağından döviz fiyatını düşürür. Bu kadar basit. Küresel dünyada şartlar eşitse, serbest piyasadan bahsedilebilir. O yüzden, kimse “serbest piyasa” bahanesini ileri sürmesin. Neticede; ne kadar bağırsak da, çağırsak da tatlı rüyadan uyanmamak için düşük kurla bir süre daha yaşamak zorundayız. Varsın yerli üretim, ihracat, tarım, hayvancılık darbe yesin, işsizlik can yaksın, yabancılar sırtımızdan zenginleşsin... Yeter ki... Ekonomi işlesin! 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“E-muhtıra” muamması… (2) |
Gerçek şu ki “e-muhtıra” üzerindeki belirsizlikler durdukça istifhamların ardı arkası kesilmeyecek… Özellikle Dolmabahçe görüşmesine dair açıklık getirilmedikçe sorular üşüşecek… “27 Nisan e-muhtırası için AKP iktidarının devam etmesi amacıyla hazırlandı; Büyükanıt ile Erdoğan bu meselede işbirliği yaptı” iddialarına tutarlı bir cevap verilmediği sürece konu gündemden düşmeyecek. Gelinen vasatta, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın mahallî ara seçimde Burdur’un Yusufça beldesinde söylediği, “Bu hükûmetin ve bu partinin başında, birisi öksürdüğü zaman arkasına bakmadan kaçan, aksırdığı zaman şapkasını alıp giden birisi yok; başımıza çok şey geldi, ama dimdik duruyoruz!” sözlerine karşı, 28 Şubat sürecinin aktif isimlerinden emekli koramiral Atilla Kıyat’ın, “Öksürdüler biz ise dimdik duruyoruz’ derlerse ben de ‘Öksürene ne yaptın?’ diye sorarım; öksürenle yaşam boyu sırdaş-kanka oldunuz” sözleri, dikkat çekici. Kıyat’ın “Tek başına e-muhtıra’yı veren Genelkurmay Başkanıydı ve buradaki en önemli konu bu e-muhtırayı TSK da beğenmemiştir. Hiçbir TSK komutanı bu muhtıra verildi diye komutanıyla gurur duymamıştır. Eğer siz birisini Genelkurmay Başkanı olarak ‘Onu Cumhurbaşkanı görmek istemiyorum’ derseniz ve sonra bu kişi Cumhurbaşkanı olursa sizin ertesi gün istifanızı vermeniz, o makamdan ayrılmanız gerekir. İşte TSK’nın itibarını zayıflatma konusunda başkaları başarılı olamıyor, ama maalesef bizim içimizdeki olaylar TSK’yı böyle yıpratıyor” cümlesi, e-muhtıranın amacı hakkındaki istifhamları arttırıyor. (Star Tv, Ruhat Mengi, “Her Açıdan” programı, 15.11.2009; gazeteler, 16.11.2009)
DARBELER VE MUHTIRALAR Ancak asıl muamma şu: AKP iktidarı döneminde düşünülmüş, henüz “plânlanma” safhasındaki darbe teşebbüsleri soruşturuluyor; lâkin “e-muhtıra” teğet geçiliyor. Meşrû hükûmetleri silâh zoruyla deviren, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i kapatıp demokrasiyi inkıtaa uğratan, yüzbinlerce vatandaşı gözaltına atıp işkence eden kanlı darbeler ve muhtıralar soruşturulmuyor. 12 Eylül döneminde idam sehpasına gidenlerin “mektupları”nı gözyaşları içinde okuyan Başbakan ve hükûmeti, asıl darbeyi ve darbecileri hesâba çekmiyor. 15. madde kaldırılıyor, ama “zamanaşımı” kaydı duruyor. Yine “demokrasiye balans ayarı vermek” için tankları sokaklarda yürüten, millet irâdesini gasbedip devleti felç eden, yüksek yargıyı, gazetecileri, iş adamlarını, bürokrasiyi karargâhta toplayıp dakikalarca ayakta alkışlatan, yüzbinlerce vatandaşı fişleyip mağdur eden 28 Şubat “postmodern darbe” dayatıcılarının ifâdesine başvurulmuyor. Erdoğan’ın da tek Müslüman Başbakan olarak “cesâret ödülü” aldığı Amerikan Yahudi lobisinden, “laikliğe hizmetlerinden dolayı” İbranice ilâhiler eşliğinde ekmek-şarabın dağıtıldığı merâsimde “madalya” alan, “başarılı-iyi yolda” bulduğu AKP hükûmetinin “vizyonu”nu öven emekli Orgeneral Çevik Bir’le tankları Sincan sokaklarında yürüten emekli Tümgeneral Erol Özkasnak başta olmak üzere 28 Şubat süreci başaktörlerinden hiçbiri yargılanmıyor. Ve “27 Nisan e-muhtırası”nı ve bizzat kaleme alanı sorguya çekmiyor. Yazana “üstün hizmet madalyası” takıp milyarlık zırhlı arabayla ödüllendiriyor. Özetle “E-muhtıra” bir “öksürük”se, öksürenle kapalı kapılar arkasında “sırdaş” olma hali ve “e-muhtıra” muamması devam ediyor… Peki neden? 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Kur’ân cebe sığar mı? |
Yine bir seyahat rüzgârı bizi Bursa’dan, İstanbul’a savurdu. Ve Peygamberimiz (asm) medhine mazhar olmuş şehre her gelişimizde mümkün oldukça, onun dâvâsının bu asırdaki müdafii olan Risâle-i Nurların matbuattaki lisanı olan Yeni Asya gazetemizin binasına gelir, onun hizmet erleri kardeşlerimizle hem-hal oluruz. Bu haller tekrar edip, biraraya geldiğimizde karşılıklı sohbetler ve görüş alış verişinde bulunur, maziye de nurlu birer hatıra bırakırız. Geçtiğimiz hafta sonunda yaptığımız böyle bir ziyarette arkadaşlarımız, Ramazan ayında gazetemiz ile birlikte hediye olarak verilecek olan; Cep boy Kur’ân-ı Kerim ve Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesi kampanyasından bahsedip, bize onları gösterdiler. Reklâmlarında gördüğümüz bu muhteşem hediye setini bizzat görünce daha bir sevindik. Ne güzel bir “Kur’ân ayı Ramazan” hediyesiydi onlar. Kur’ân ve onun mu’cizeliğini âleme ilân ve isbat eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yazdığı Mu’cizat-ı Kur’ân Risâlesi ile ikili bir hediye... Hep arzu etmişimdir, küçük ve yazısı kolay okunabilecek şekilde bir Kur’ân’ımın olmasını. Gerçi Mısır’da bulunduğum sırada, kendisine Arapça küçük bir risâle hediye ettiğim taksi şoförünün mukabilinde bana hediye ettiği küçük bir Kur’ânım vardı, ama okumada biraz zorlanıyordum. Fakat gazetemizin hediye edeceği Kur’ân’ı okumak çok kolaydı. Özellikle de seyahatlere gittiğimizde, takip ettiğimiz hatimlerimizi okumak artık çok kolaylaşacak! Yanımızda artık, cüz taşımayacak veya “Acaba nerede kalmıştık, yerimiz neresiydi?” demeyeceğiz. Kalplerimize sığan Kur’ân, artık ceplerimize de sığıyor çok şükür. Beraberimizde rahatlıkla taşıyıp, yanımızda götüreceğimiz bir Kur’ân’ımız var artık. Manevî değeri yüksek, maddî değeri ise hediye edilmesi daha münasip olan bu küçük Kur’ân, tekraren söylediğimiz gibi, gayesi vatan sathını bir mektep yapmak olan Yeni Asya Gazetesi tarafından sizlere en güzel bir Ramazan hediyesi olarak takdim edilecek. Bu hediyelerden kendimiz alıp, istifade ettiğimiz gibi; yakınlarımızı, dostlarımızı da böyle bir kampanyadan haberdar edip, onların da bu nurların feyzinden istifade etmelerini sağlamalıyız. 02.08.2010 E-Posta: [email protected] |