03 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

İnayet-i İlâhiye nasıl celbedilir?


A+ | A-

İnayet kelimesi lügat anlamı olarak, ihsan etmek, iyilik yapmak, imdada yetişmek, himaye etmek anlamlarında kullanılmaktadır. İlâhî inayete çok ihtiyaç hissettiğimiz bu günlerde, bu âhir zamanın müthiş tahribatları zamanında inayet-i İlâhiyeyi celp edecek sebepler nelerdir veya inayeti inkıtaa uğratan sebepler nelerdir diye düşünmek gerekecektir.

Kur’ân talebeleri inayet kavramını çok çeşitli şekillerde anlamakta ve hissetmektedir. Meselâ, hiç ummadık bir anda, beklenmedik bir zamandaki fütuhât bir inayet-i İlâhiyedir.

Zor ve kötü şartlarda, düşmanların hücumu zamanında muhafaza olunmak inayet-i İlâhiyedir.

Zahiren çirkin görünen hadiselerin arkasındaki güzellikleri okumak, mânâları kavramak inayet-i İlâhiyedir.

Bediüzzaman, yıllarca hapis ve sürgün hayatı yaşamış, fakat bu yaşadığı şartların hikmetlerini okuduğu ve nazar-ı iman ile baktığı için her anda ve zeminde “Biz inayet altındayız” demiştir.

Aslında şöyle bir çıkarım yapmak mümkündür: Rıza-i İlâhî esas alınarak yapılan her iman ve Kur’ân hizmetindeki himmet ve hamiyet dâvâsında bulunan fertler inayet altındadırlar.

Peygamberlerin karşılaştıkları zorluklar ve bu zorlukların içerisinden olağanüstü bir şekilde kurtulmaları şüphesiz inayet-i İlâhiyedir. Hazret-i Nuh’un gemisi, Hazret-i Yunus’un balığın karnından kurtuluşu, Hazret-i Eyyüp’ün hastalıklardan şifa bulması, Hazret-i Peygamber'in (asm) müşriklerin her türlü öldürme teşebbüslerine karşı muhafaza olunması inayet-i İlâhiyenin tezahürleridir.

Peygamberlerden başka hak dâvâsı uğrunda mücadele eden bütün evliya, aktab ve âlimler de inayet altındadır. Ve hatta avam insanların ihlâsla yapmış olduğu her hizmet, faaliyet beraberinde inayet-i İlâhiyeyi getirir. Demek ki inayetin celbine vesile olan en birinci şart, Allah’ın rızasını tahsil niyetinde olup, hak dâvâda bulunmaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve inayetini celb eden bazı vasıf ve sıfatlar vardır. Müslümanların müslim vasıflarla vasıflanması vaciptir. Ne sebep olursa olsun, müslim vasıflarla mücehhez olmak inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir. Meselâ, bu vasıflardan en önemlisi, sıdktır. Sonra sadakat, metanet, istikamet, basiret, fetanet gibi vasıflar gelir.

Müslüman kelimesi, selâmet kökünden türeyen bir kelâm olup itimadın, güvenin, emniyetin adresi olmaktır. Yani Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir. Nitekim Peygamber Efendimizin (asm) tebliğinde en tesirli vasfı sıdktır. Onu görenler, “Bu yüzde yalan olmaz” ifadesiyle müslimleşmişlerdir. İnsanların düşünce yapılarını, inançlarını, tercihlerini etkileyen şahısların güvenilir olmasına çok ehemmiyet verir. İman ve Kur’ân hizmetinde olanların da en belirgin vasfının sıdk olması zarurîdir ki, inayet-i İlâhiye celp olunabilsin.

Bunlardan başka inayet-i İlâhiyenin celbine vesile olan diğer bir husus da iman ve Kur’ân hizmeti yapan, ulvî bir dâvâda yürüyen insanların dâvâlarını anlatma esnasındaki tavırları, ciddiyetleri, laubalilikten uzak yaşantıları ve en önemlisi ifrat ve tefrit duygu ve hislerden uzak olmalarıdır.

İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinde Bediüzzaman şöyle bir tesbitte bulunur: “Cenâb-ı Hakk’ın ahdi, meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nurânî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır.” Konunun devamında hikmet, inayet ve meşîeti gereği insana türlü türlü istidatlar verildiği, bu istidatların terbiyesini cüz’i ihtiyarın eline verdiği, cüz’i ihtiyarînin yularını da şeriate verdiği tesbitinde bulunur. Dolayısıyla insan olmak, istidat ve kabiliyet cihetiyle bütün mahlûkatın üzerinde bir şeref kazanmayı netice vermiştir. İnsan bu şerefi ancak iman ile takdir edebilir ve insaniyetin kıymetini ancak o zaman anlayabilir. Hem maddî, hem manevî vücutta cilveleri görülen Esmâ-i Hüsnâ’yı iman nuruyla okuyabilir. İşte kâinattaki mahlûkat içerisinde en önemli göreve hâiz insan, vazifesini yapmazsa, yani vahid-i kıyâsî metoduyla hem kendinde hem de seyrettiği âlemde Cenâb-ı Hakk’ın isim, sıfat ve şuunlarını idrak etmezse inayetin kesilmesine sebep olur. Aslında insanın insan mertebesinde iken, hayvanî bir hayat tarzı, inayetin kesildiğine bir işarettir.

Dolayısıyla inayet-i İlâhiyenin celbine sebep, yaratılış hikmetine uygun hareket etmektir. Yaratılış hikmeti ise, öncelikle ubudiyet yapmak, sonra mahlûkatın tesbihatını müşahede, şükretmek ve tefekkür etmektir.

İnayet-i İlâhiye, enaniyetin olduğu alanlarda inkıtaa uğrar. Yani mahviyet ve tevazu sahibi olmak da inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Cenâb-ı Hak kâfirleri, ehl-i dalâleti de nimetlendirmektedir. Oysa inayetin celbine sebep hiçbir vasıf bunlarda yoktur. O halde bunun sebebi nedir? Akla gelen bu sorunun cevabını iki noktada değerlendirmek mümkündür. Birincisi, Allah’ın, Rahman isminin bir gereği olarak, mü’min, kâfir ayırt etmeden, bu dünyada yarattığı mahlûku nimetlendirmek, himayet etmek ve korumak anlamlarında inayet etmektedir. Rahmet sahibi bir zatın fiilleri böyledir. Bir diğer ciheti ise, Cenâb-ı Hakk’ın nimetlendirmesi her zaman inayet anlamında değerlendirilmez. Bazen gazab-ı İlâhînin bir tecellisi olarak da nimetlerini hesapsız arttırır. Gideceği ebedî cehennemde hiçbir hakkının kalmaması için, ahiretine nazaran bu dünyasını cennetleştirebilir. Ayrıca Allah’ın nimetlendirmesi, bazen onların küfrünün artmasına bir vesiledir.

Hâsılı, inayet-i İlâhiyenin celbine bir diğer sebep, her muvaffakiyetin Cenâb-ı Hakk’ın lütfu, ihsanı, bereketi ile olduğuna itikat etmek, bu tarz düşünce ile şirkten kurtulmak, vehimlerden uzak olmak inayet-i İlâhiyenin hem tecelli etmiş halidir, hem celbine sebeptir.

İnayet-i İlâhiyenin celbine sebep kişideki bazı vasıflar ve duygular olduğu gibi, harici âleminde de atacağı bazı adımlar inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir. Meselâ, yapacağı bir işte sebeplere müracaat etmek bir nevî fiilî duâdır. Bu dua, inayet-i İlâhiyenin celbine sebeptir. Bundan başka her faaliyetinde ihlâs düsturlarıyla hareket ve istikameti muhafaza inayet-i İlâhiyenin celbine bir başka sebeptir.

İnayetin celbine belki de bütün bu saydıklarımızda beraber önemli bir diğeri sebep de mü’minlerin ittifakı, vifakı, uhuvveti ve muhabbetidir. Çünkü muhabbet ve uhuvvet, inayet-i Rabbaniyeyi celb etmektedir ve Allah’ın rahmeti ittifak hâlinde olanlaradır. Mü’minlerin kendi aralarında ittifakı oluşturamaması, hizmetin sekteye uğraması iman ve Kur’ân hesabına bir cinayet hükmüne geçmektedir.

Bediüzzaman, menfî milliyetçiliği anlattığı 26. Mektub’un Üçüncü Mebhasında bu meseleye şöyle bir misâl verir. Ehl-i imanın birbiriyle uğraşması bir sinekle mücadele edip, arkasını yılanlara dönmek veya pençesini hazırlamış ejderhaya dönmek anlamı yükler. Ufak tefek kusurlarla uğraşıp ittifakı ve ihlâsı bozmak dışarıda hücuma hazır yılanların işini kolaylaştıracaktır. Bu yüzden Bediüzzaman, talebelerine sık sık tesanüd, uhuvvet, ittifak, muavenet dersleri verir.

Netice olarak, her Kur’ân talebesi, inayet-i İlâhiyeye mazhardır. İnayetin artması ve devamı için de sebeplere yapışmak, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını tahsil gayretinde olmak ve inayetin celbine sebep olacak vasıflarla vasıflanmak gerekir. Bunlar yapıldığı takdirde, şu andaki üzücü hadisât tamamen inayet-i İlâhiye ile değişecektir. Allah, her şeye kadirdir, yeter ki bizler o kudretin, inayetin, merhametin celbine vesile olacak hayatlar yaşayalım, düşünce ve hislerle donanalım.

03.07.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Görevler lâyıkıyla yapılırsa…


A+ | A-

Şemdinli’deki Gedikpaşa karakol baskınında 11 askerin şehit edilmesi ile ilgili iddialar hâlâ gündemdeki yerini koruyor. İhmal var mı yok mu? Asker kendi içinde bir soruşturma yürütüyor mu? Bunlar şimdilik belli değil.

O saldırının olduğu günlerde Polis Akademisi öğretim üyesi ve yazar Doç. Dr. Önder Aytaç bir iddia ortaya atmıştı. İddiaya göre Aytaç kendisine ulaşan bir bilgiyi aktarırken, insansız hava istihbarat uçakları Heron’ların saldırıdan günler önce sınıra yaklaşan 200 teröristi tesbit ettiğini, ancak teröristlere askerî müdahale talebinin reddedildiğini söylemişti. Star gazetesinde 21 Haziran’da çıkan haberde Aytaç, Batman’da Heron’lardan sorumlu bir albayın teröristlerin görüntüsünü gördüğünü ve komutanlarına “Bunları şimdi vurmayacağız da ne zaman vuracağız?” diye tepki gösterdiğini anlatmıştı. Albayın öfkeyle kafasını duvara vurduğunu da belirten Aytaç, Heron’ların hafızalarının silinmediğini, son iki haftalık kayıtlara bakılması halinde 150-200 teröristin görüleceğini ifade etmişti.

* * *

Olaydan sonra Gediktepe’ye giden Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’a brifing veren Hakkâri Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya, saldırı gecesi 23.30 sularında ilk görüntülerin alındığını, bu bölgelere topçu atışı ve diğer ağır silâhlarla ateş edildiğini açıklamıştı. Kaya, ateşe karşılık verilmediği için bu görüntülerin çoban, köylü ya da kaçakçı olabileceğinin düşünüldüğünü açıklamıştı.

Bu açıklamalar kimseleri tatmin etmezken, kafaları daha çok karıştırmıştı. Bu kadar çoban bir arada neyi güdüyorlardı? Kaçakçı ise niye yakalanmadı? Ve daha birçok soru hâlâ cevapsız.

* * *

İşte Önder Aytaç hem kendi açıklamalarına hem de sonrasında askerler tarafından yapılan açıklamalara dikkat çekiyor. Aytaç, aradan geçen süre içerisinde ne verdiği bilgilerin tekzip edildiğini ne de kendisinin savcılığa bilgi için çağrıldığını söylerken, “hayret”ini ifade ediyor.

Aytaç bu sözlerini Anadolu Fikir Platformunun bu haftaki konuğu olduğu toplantıda söyledi. Terörün ulusal ve uluslar arası boyutunu ve çözüm tekliflerini anlattığı toplantıda Aytaç’ın üzerinde durduğu konu terörün 2-3 aylık acemi eğitimi almış askerlerle çözülemeyeceğiydi… Bunları söylerken de çarpıcı ifadeler kullandı. Profesyonel şekilde yetişen uzman erbaşların büyük bir bölümünün orduevlerinde görev yapmasının çarpıklığına dikkat çektı. DYP-SHP koalisyon hükümeti döneminde terörle mücadele eden özel harekâtçıların önce sayısının azaltılmasının sonra ellerinden ağır silâhlarının alınmasına dikkat çekerken, yeniden ona dönüşün sinyallerinin geldiğini bilgisini aktardı.

Aytaç bunları söylerken sık sık konuşmasında terörün yok edilmesi, ya da kurutulması için profesyonel orduya geçilmesinin gerektiğini tekrarladı ve gelişmiş ülkelerden örnek verdi. Gelişmiş ülkelerde iç güvenliği polisin sağladığını, askerin sadece dış güçlere karşı ülkeyi koruduğunu söyledi. Türkiye’nin de bu sisteme geçmesi gerektiğinin altını birkaç kez çizen Aytaç’ın şu sözünü de buraya kaydetmek lâzım: “Az gelişmiş ülkelerde asker ön plandadır…”

* * *

25 yılı aşkın bir süredir Türkiye’nin belâsı olan terörü yok etmek için bugünlerde Doğu ve Güneydoğu illerinden sağduyu sesleri yükseliyor. Sivil toplum kuruluşları PKK’nın silâh bırakması gerektiğini artık yüksek sesle söylüyor.

Güneydoğu’daki terörün bitmesi için askerî tedbirlerin yeterli olmadığı artık görüldü. Terörün çözülmesi, akan gözyaşlarının dinmesi için sosyal, kültürel, ekonomik, manevî meseleler gibi birçok konunun çözülmesi gerekiyor. Bunun için de herkesin elinden ne geliyorsa ortaya koyması gerekli. Bölge insanının ne istediğine kulak vermek gerekiyor.

Çözüm tekliflerinden birisini de Önder Aytaç böyle dile getirdi. Deneyimli bu sese kulak vermek gerekmez mi? Kim ne biliyorsa, kim ne çözüm öneriyorsa ortaya koymalı. Siyaset çözüm üretemiyorsa, sivil toplum örgütlerinin, bu konuda deneyimli olanların seslerini gür çıkarmaları gerekiyor.

Terörle mücadelenin demokrasi içinde, insan hak ve hürriyetlerine riayet edilerek halledilmesinde herkes hemfikir. Aytaç bunu şöyle dile getiriyor, “İnadına demokrasi… Herkese saygılı ve kucaklayıcı olunmalı. Herkes görevini lâyıkıyla yapsa, bulunduğu yerde sıkı dursa meseleler çözülür…” Yerinde bir tesbit değil mi?

Sonuç olarak gelinen noktayı özetlemek gerekirse… Profesyonel ordu için—şimdi de olduğu gibi—zaman zaman girişimler yapılmış, ama hep sonuçsuz kalmıştır. Son açıklamalara bakılırsa yine bir “netlik” yok. Türkiye terör belâsından kurtulması ve artık şehitlerin gelmemesi için bir an önce profesyonel orduya geçilmeli. Geçilmezse de sonuçlarını görüyor. Ya teröristler çoban sanılıp vurulmuyor, ya köylüler terörist sanılıp vuruluyor…

03.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İsrail’le “gizli görüşme”!


A+ | A-

AKP iktidarında Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri, bütün söylemlerin aksine hep sürdü. “One minute” çıkışının akabinde olduğu gibi, dokuz vatandaşın katledildiği, yirmiye yakının yaralandığı ve yüzlerce vatandaşın gözaltına alınıp işkenceye tabi tutulduğu son Mavi Marmara yardım gemisi hunhar saldırısı sonrasında da, kamuoyu önünde İsrail’e veryansın edildi, şiddetle kınandı, ancak hiçbir gereği yerine getirilmedi.

İsrail’in korsanlığı, haydutluğu ve devlet terörü yaptığı söylendi; lâkin göstermelik bir iki maç ve kurtarma tatbikatı ertelenmesinin dışında bir şey yapılmadı.

En son Bakanlar Kurulu’nda, “İsrail hükûmetinin özür dilemesi, tazminat ödemesi, BM’nin kuracağı uluslar arası komisyonu kabul edip fâillerini yargılaması ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması”nda İsrail’in tavrının beklendiği duyuruldu. Buna göre ilişkilerin gözden geçirileceği belirtildi.

Ankara’nın bu “beklentileri”, Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumundan rahatsız olan ve Ankara’nın Telaviv’le ilişkileri sürdürmesini telkin eden Obama’ya bizzat Başbakan Erdoğan tarafından iletildi. Dahası Erdoğan, 7 Temmuz’da İsrail Başbakanı Netanyahu’yla görüşmesine atıfta bulunarak, İsrail’in bu beklentilere cevabının beklendiğini dile getirdi.

Ne var ki bir taraftan halka karşı miting meydanlarında, medyada, kameraların önünde İsrail’e meydan okunup rest çekilmesine mukabil, alttan alta İsrail’le dolaylı ya da doğrudan ilişkiler sürmekte. Askerî, ekonomik, siyasî işbirliği, anlaşma ve ihâlelerin iptali ya da askıya alması bir yana, daha da tahkim edildiği ortaya çıkmakta…

“GÖRÜŞME TALEBİ” KİMDEN GELDİ?

Evvela, hâlâ “anlık istihbarat”taki işlevi özellikle PKK’nın Şemdinli saldırısı sonrası yoğun bir biçimde tartışılan “insansız casus uçağı” Heronlar başta olmak üzere İsrail’le 60’a varan savunma sanayii, enerji, ticarî işbirliklerinin hiçbirinin iptal edilmediği, Millî Savunma Bakanı ve ilgili bakanlarca açıkça deklâre edildi. İsrail’le anlaşmaların askıya alınmasının sözkonusu olmadığını açıkladılar. Peşinden Başbakan’ın İsrail “krizi”ni ve BM’deki İran oylamasını izâh etmek üzere, partisinin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’le Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı AKP’li Murat Mercan başkanlığında ABD’ye gönderdiği heyet, Washington’daki temaslarında Yahudi lobisi ile bir araya geldi. AKP hükûmetinin kapalı kapılar arkasında İsrail’le görüşmeleri bununla da kalmadı.

Baştan beri peşinen “özür dilemeyeceğini” ilân edip Türkiye’yi suçlayan ve kendi içinde göstermelik bir komisyon kuran İsrail yönetimiyle, gizli temasları devam ettirdi. İsrail Başbakanlık Bürosu, “Netanyahu’nun, son birkaç hafta Türkler ile temaslar için bir takım girişimler yapıldığı” demecini duyurdu.

En son Dışişleri Bakanı Davutoğlu, İsrail Endüstri ve Ticaret Bakanı Benjamin Ben-Eliezer ile Brüksel’de bir otelin süitinde görüştü. Önce inkâr edilen, ancak ortaya çıkmasıyla itiraf edilen gizli görüşme, İsrail’de sert tepki görüp ciddî eleştirilerle hükûmet krizine yol açarken, AKP hükûmeti ve parti sözcüleri savunuyor…

Davutoğlu Meclis’te, “Ben-Eliezer’le Ticaret Bakanı olarak değil, İsrail Başbakanı Netanyahu’yu temsilen görüştük” diyor. Dışişleri Bakanlığı, görüşme talebinin İsrail tarafından geldiği”yle geçiştiriyor. Buna karşılık İsrail basını, “Türk yetkililerinin, gayri resmî görüşme talebiyle doğrudan Ben-Eliezer’e başvurdukları”nı yazıyor.

“İÇE YÖNELİK TAKTİK AMAÇLI POLİTİKA”

Keza AKP Grup Başkanvekili Kılıç, “böyle bir görüşmeyi”, “Türkiye’nin bölgesel dinamiklerle iyi niyete dayalı işbirliği imkânlarını korumak gayesi”yle peşinen onaylıyor.

Aslında Bakanlık sözcüsü Özügergin’in, açık açık “İsrail’le ilişkilerin vardığı nokta bizim de istediğimiz bir nokta değil; görüşmede, son zamanlarda özellikle Gazze’ye yardım konvoyuna saldırıdan sonra Türk-İsrail ilişkilerinin önümüzdeki dönemde düzelmesinin ele alındığı” ifâdesi, bu süreçte bir takım görüşmelerin olduğunu ortaya çıkarıyor. Tesbit şu ki muhtevasına dair “teknik bazı gerekler” dışında hiçbir bilgi verilmeyen “gizli görüşme”, Obama’nın Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini iyileştirmesi telkinine göre yapılmış. “Gizli görüşme”yi “olağan” karşılayan İsrail gazetelerinden Haaretz’ın, “zaten iki ülke arasında perde gerisindeki temasların bir parçası olarak Orta Doğudaki iki müttefik aktörün görüşmesi” yorumu, Jerusalem Post’un “İsrailli-Türk bağlarını onarmak amacıyla gerçekleşen gizli görüşme” nitelemesi, bunun ifâdesi…

Neticede, bir yandan ilişkileri gözden geçirmek için Telaviv’in tavrı beklenirken, diğer yandan el altından İsrail’le görüşmelerin yapılması, muhalefetin “Türkiye’nin millî duruşunu zedeliyorlar; saman altından su yürütülüyor” değerlendirmesine, “hükûmetin bu hususta da omurgasız davrandığı” ve “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” tepkisine hak verdiriyor.

Ve İsrail’e karşı “sert kınamalar”ın iç siyasete yönelik taktik amaçlı ikiyüzlü politikadan öteye geçmediği, bir defa daha anlaşılıyor…

Ayıp değil mi?

03.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

“Doğru İslâm”ı anlatmak


A+ | A-

Avrupa’da resmen tanınan ilk İslâm üniversitesi olan “Retterdam İslâm Üniversitesi”nin tanıtımıyla ilgili olarak İstanbul Topkapı’daki Eresin Otel’de düzenlenen toplantıda yapılan konuşmalarla, “Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” sadece Avrupa’ya değil, bütün dünyaya göstermek gerektiği bir defa daha ilân edildi.

Rotterdam İslâm Üniversitesi (IUR) 1997’de Hollanda’da kurulmuş bir ilim yuvası. İslâmî ilimlerin akademik seviyede okutulmasını hedefleyen bu üniversite, 2001 yılında Hollanda Yüksek Eğitim Kanunları çerçevesinde resmî olarak tanınmak üzere başvuru çalışmaları yapmaya karar vermiş ve 2003 yılında ilk başvurusunu yapmış. Neticede 20 Mayıs 2010 tarihinde (4042 sayılı kararıyla) IUR hakkında bir akademik değerlendirme paneli düzenlenmiş ve bu üniversitenin ‘akredite’ edilmesine karar verilmiş. Bu kararla Rotterdam İslâm Ünivresitesi, Hollanda Yüksek Eğitim Kanununa göre diğer resmî Hollanda üniversiteleri gibi bütün hak ve yükümlülükleri olan bir kurum hâline gelmiş oluyor.

Bu, hem sevindirici hem de çok önemli olan bir karardır. Çünkü bu kararla bir ‘ilk’ yaşanmış ve Avrupa Birliği ülkelerinde ilk defa adında “İslâm” olan bir üniversite resmen tanınmış, AB ülkelerinden ve dünyadan öğrenci kabul edebilir hâle gelmiş.

Düzenlenen toplantıda üniversite ile ilgili açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve 2003 yılından bu yana üniversitenin rektörlüğünü yürüten Prof. Dr. Ahmet Akgündüz; tanınma sürecinin çok çetin, zahmetli ve sabır isteyen bir süreç olduğuna dikkat çektiler. Prof. Dr. Akgündüz, “Hollanda’da kurulan ilk Katolik üniversitesi ancak 50 yılda tanınmış. Bize de bunu hatırlatıp, ‘Ancak 30 yılda tanınırsınız’ diyorlardı. Ama biz azmettik, meselemizi en iyi şekilde anlattık ve şeffaf olduk. Hollandalı yöneticilere İslâmın radikallikten uzak gerçek yüzünü gösterdik ve kısa sayılabilecek bir sürede akredite olduk. Bundan sonra da bütün Avrupa’ya ve dünyaya ‘doğru İslâm’ı ve ‘İslâma lâyık doğruluğu’ anlatmaya devam edeceğiz” şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Akgündüz’ün dikkat çektiği önemli bir nokta daha var. Rotterdam İslâm Üniversitesi, Hollanda devleti nezdinde bir anlamda ‘fetva makamı’ gibi görülüyormuş. Hollandalı yöneticiler (meselâ, —yanlış not almadıysam— Hollanda Yargıtay Başsavcısı) Müslümanlarla ilgili hukukî bir durum olduğunda üniversiteden rapor ya da görüş istiyor ve ona göre karar veriyormuş. Bu hadise de bizdeki yöneticiler ile Avrupa’daki yöneticilerin farkını ortaya koyuyor. Onlar ikna olduklarında ne ‘irtica’dan, ne de ‘gericilik’ten korkmuyor, çekinmeden “İslâm Üniversitesi”nden de görüş alıp gereğini yapıyor.

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş da, Rotterdam İslâm Üniversitesi’nin akredite olmasını değerlendirirken, “Bu tanınma, Türkiye’nin AB yolundaki zincirlerinin kırılması anlamına da gelir. İnşâallah bundan sonda diğer engeller de kalkar” dedi ki, haksız sayılmaz.

Bu tanınmayla Türkiye’den de öğrenci kabul edecek olan Rotterdam İslâm Üniversitesi’nin başta Avrupa olmak üzere bütün dünyaya örnek olmasını ve “doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” göstermesini ümit ediyoruz. Üniversite şimdiye kadar ‘tanınma’ için çalıştı, bundan sonra da ‘İslâmı en iyi şekilde temsil’ için çalışmak durumunda. Emeği geçenleri tebrik ederken, başka ülkelerde de böyle ilim yuvaları açılmasını temenni ediyoruz.

03.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Vizede son durum


A+ | A-

Almanya ile yaşadığımız vize macerasını 25 Mayıs’ta çıkan “Vize skandalı” başlıklı yazımızda anlatmıştık. Sonrasında epeyce gelişmeler oldu ve bir neticeye ulaştık.

Bu yazıda da o süreci ve sonucu anlatalım.

Önceki yazımızı Cumhurbaşkanlığına, Dışişleri Bakanlığına, AB’den Sorumlu Devlet Bakanlığına, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu’na ve AB Genel Sekreterliğine ilettik. Sadece Dışişleri “ses” verdi:

“Devletler hukuku uyarınca, bir devlet egemenliği altındaki topraklara hangi yabancıların, hangi koşullarda girebileceğine karar verme yetkisine sahiptir. Bu bağlamda vize başvurularının ne şekilde karşılanacağına ilişkin esasları belirlemek de tamamen ilgili ülkenin egemenlik yetkisindedir. Bir devletin bu konudaki kararına diğer bir devletin müdahalesi mümkün bulunmamaktadır. Bu çerçevede, bilgi edinme başvurusuna konu dilekçeniz hakkında Bakanlığımızca yapılabilecek herhangi bir işlem bulunmadığını üzülerek bildirmek durumundayız. Diğer taraftan, dilekçenizde belirtilen hususlara ilişkin ilgili ülke makamları nezdinde gerekirse bir avukat vasıtasıyla hukukî yollara başvurmanız mümkündür.”

Sonraki günlerde, Almanya’daki okurlarımızla da istişarelerimizi sürdürürken, İstanbul Başkonsolosu Brita Wagener’in, Beyoğlu’nda bir sergi açılışı ve basın toplantısına katılacağı bilgisini aldık. Arkadaşımız Elif Nur Kurtoğlu, toplantıda bizim vize meselesini Wagener’e sordu ve ondan, “konuyu bizzat inceleme sözü” aldı.

Bu diyalog 9 Haziran’da Yeni Asya’da haber olarak da çıktı. İki gün sonra gelen bir telefonla Başkonsolosluğa davet edildik ve mutabık kaldığımız 15 Haziran Salı günü davete icabet ettik.

Faruk Çakır’la birlikte gittiğimiz Başkonsolosluk binasında Konsolos Joachim Hecker’le görüşmemiz yaklaşık bir saat sürdü. Durumu anlattık, bilgi verdik. O da uygulamayı ve kuralları anlattı. Vize başvurumuzu olumlu cevap için beklettiklerini, ama Almanya’dan gönderilecek yeni bir davet mektubu istediklerini ifade etti.

Aslında Köln toplantısı için de davet mektubu iki defa gönderilmişti. Ama nedense bunlar geçerli sayılmadı. Anlaşılan, Başkonsolos Wagener’in sorumuza cevabında geçen “Vize konusunda bazı yeni kararlar aldık, ama...” ifadesinden çıkardığımız “vize işlemlerini sıkılaştırma” mânâsı bizim başvuruya bu şekilde yansımış ve anlayamadığımız bir sebepten kaynaklanan tereddüt, böyle bir gecikmenin yaşanmasına yol açmıştı.

Neticede, vize yetişmediğinden katılamadığımız 22 Mayıs’taki Köln toplantısını geride bırakıp, Ekim sonlarında düşünülen Münih toplantısı için oradan gönderilecek yeni bir davet mektubuyla süreci sonuçlandırma noktasında mutabık kalarak ve Hecker’e, günlük ve haftalık gazetelerimizden muhtelif örneklerle, AB Sürecinde Değişen Türkiye, Din ve Siyaset, Ordu ve Demokrasi isimli kitaplarımızı takdim ederek ayrıldık.

Sonra Münih’teki okurlarımızın davet mektubu gönderildi ve peşinden, bir buçuk ayı aşkındır Başkonsoloslukta bekleyen pasaportumuz, uzun dönemli vize verilmiş olarak bize iade edildi.

Gelinen noktada, ilgileri için Sn. Wagener’le Sn. Hecker’e, Başkonsolosluk Basın, Protokol ve Halkla İlişkiler Bölümünden Sn. Lüsyen Keklik’e ve vize alabilmemiz için canla başla uğraşan Sezai Mumcu ile Sabahaddin Ünal başta olmak üzere Almanya’daki okurlarımıza teşekkür ediyoruz.

Tabiî, böyle sıkıntılı bir süreçten sonra da olsa bizim vize almamız, vize probleminin genelde devam ediyor olduğu gerçeğini gözardı etmemize yol açmamalı. Son dönemde basında sıklaşan haberlere de yansıdığı üzere, vize sıkıntısı artarak sürüyor ve bu durum, insanlarımızın zaten hayli tavsamış olan AB sürecinden daha da soğuması gibi bir sonucu da beraberinde getiriyor.

Temennîmiz, yine bugünlerde seslendirilmeye başlanan “vize kolaylığı ve muafiyeti” haberlerinin en kısa zamanda uygulamaya yansıtılması.

03.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.