27 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Bin düşün bir boşanma!


A+ | A-

Ayşegül Hanım: “Öyle her şeyde boşanmayı gündeme getirmek fazilet midir? Yoksa sabretmek ve bazı badireleri birlikte aşmaya çalışmak mı fazilettir? Karı kocanın boşanmasının olumsuzluğu hakkında Üstad ne gibi tavsiyelerde bulunuyor?”

Cenâb-ı Hak, Cennet ehlinin, Cennette eşleriyle birlikte ebedî mutluluğa mazhar olacaklarını müjdeler. Bu müjde Kur’ân’da şöyle yer alır: “O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler. Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir. Onlara Rabb-i Rahîm’den selâm da vardır.”1

Dünyanın dikenli bağlarında acı günde, tatlı günde birlikte yaşayan, birlikte ağlayan, birlikte gülen, hayatın ve imtihanın bir gereği olarak yer yer kendilerini alıkoyamadıkları sürtüşmeleri ve tartışmaları bertaraf etmesini de başaran karı kocanın ebedî âhiret hayatında ebedî zevkleri ve ebedî güzellikleri birlikte paylaşmaları elbette müstesnâ bir ihsân-ı İlâhîdir. Bu ihsan-ı İlâhî’yi dünyadaki sabırlarının bir sonucu olarak hak ettikleri de söylenebilir. Çünkü sırf âile yuvalarının selâmeti ve huzuru için birlikte dünyanın acılı imbiklerinden süzülmüşler, birlikte ıztıraplı eleklerden geçmişler; hep ama hep birlikte sabretmişler, Allah’a birlikte dayanmışlar, Allah’tan birlikte ümit ışığı beklemişler.

Öyle her sıkıntıda, her acıda, her olumsuzlukta yekdiğerini terk edip dünyevî keyfinin peşine takılıp gitmek yok elbet. Sırf dünya mutluluğu için mi yaratılmışsın ki, her konuda dünyevî kaygıları birinci plâna alıyorsun? Cenâb-ı Hak bazen eşlerden birisine hastalık verir, sabır ister; diğerine eşine buna rağmen sadakat, bağlılık ve hizmet tarzında bir görev yükler ve yine sabır ister. Bazen karı-kocayı birlikte fakirlik imtihanına tâbi tutar, bazen zenginlik sınavından geçirir. Bütün bu imtihanların sonucu uhrevîdir. Netice âhirette alınacaktır. Âkıbet verme hakkı âhiretindir. Çünkü âhiret dünya tabanına oturmuş bir ebediyet şehridir. Cenâb-ı Hakk’ın; “Allah sabredenlerle berâberdir” 2, “Sabredenlere müjdele” 3, “Allah sabredenleri sever” 4 beyanlarının ve taahhütlerinin elbette çok müstesnâ bir anlamı olmalıdır! Elbette bu taahhütler—hâşâ—karşılıksız verilmiş İlâhî taahhütler değildir!

Boşanmak fazîlet midir? Gelin bu sorunun cevabını Peygamberlerin hayatlarında arayalım. Hazret-i Nûh Aleyhisselâm kendisine inanmayan müşrik karısına tahammül etmiş, boşanmamıştı. Hazret-i Lût Aleyhisselâm Sodom ahlâksızları ile birlikte hareket eden hâin karısına tahammül etmiş, boşanmamıştı. Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm yıllarca hasta yattığı günlerde; muhtereme hanımı Rahmet kendisine sabretmiş, eksiksiz hizmet etmiş; bırakıp gitmemişti… Örnekler arttırılabilir.

Şüphesiz karı ile koca aynı fıtratta, aynı karakterde, aynı yapıda ve aynı yaratılışta değillerdir. Şüphesiz boşanmak haram da değildir. Fakat boşanmak fazîlet de değildir. Boşanmakla ulaşılması düşünülen hayır ve fazîlete, sabırla pekâlâ ulaşılabilir; ileriye de geçilebilir. Boşanmakla ulaşılması düşünülen huzur ve mutluluğa da, sabırla pekâlâ ulaşılabilir; ileriye de geçilebilir. Çünkü söz gelişi, boşanmakla hayâlî bir selâmete mi ermek istiyoruz; oysa sabrın sonu zaten selâmettir! Söz gelişi boşanmakla bir murada mı ermek istiyoruz; sabreden kişi zaten muradına ermeye namzet kişi demektir. Bu Kur’ân’ın beyan ve taahhüdüdür. O halde soralım kendimize: Boşanmak mı fazîlettir? Sabır mı? Boşanmak mı hayırlıdır? Sabır mı?

Boşanmadan dolayı ortada kalan ve iyi yetişme fırsatı bulamayan çocuğun çektiği mânevî acı ve ıztırap, karı kocanın boşanmakla hedeflediği dünyevî saadeti âhiret noktasından sıfırlar, yer, yıkar, bitirir, mahveder; dünyayı da, âhireti de zehir eder, azaba çevirir! Çocuğa mı yazık, sabırsızlık yüzünden ket vurdukları ve engel oldukları kendi ebedî saadetlerine mi yazık? Hangisine ağlanmalı? Bu acı sona kendilerinden başka kim ağlar?

Oysa birbirlerinin titizliklerine, hassasiyetlerine, varsa çekilmez alışkanlıklarına, dayanılmaz ve taşınmaz düşkünlüklerine ve tutkularına sabretmeleri ne kadar mutluluk vericiydi! Bir bilselerdi! Bir bilselerdi!

Birlikteliğin devamlılığında elbette hayır ve fazîlet vardır. Bundandır ki, karı ve koca evlenirken birbirlerinin dindârlıklarına değer vermelidirler. Birbirlerinde dindarlık aramalıdırlar. Sünnet olan budur! Çünkü dindar insan daha geçimlidir, daha sabırlıdır, âhiretin bitmeyen, fânî olmayan ve lezzette üstüne olmayan ebedî nimetlerine daha müştâktır! Bilir ki, saadetin yolu sabırdan geçmektedir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri karı ile koca arasındaki ebedî bağı güçlendirecek formülü çizerken ayrılığa ve boşanmaya yer vermez. Bırakıp gitmeye satır açmaz. Terk etmeye izin vermez. Bilâkis Bedîüzzaman, sâlihâ ve dindar zevcenin, kocası tarafından taklit edilesi bir kadın olduğunu; kocanın, ancak bu taklitle ebediyet arkadaşını kaybetmeyeceğini hatırlatır. Üstad Hazretlerine göre kadın da dindar kocasını ebediyen kaybetmemek için dindar olmalıdır. Böylece kadın hem dünya saadetini, hem de âhiret saadetini elde edebilecektir. Bedîüzzaman’ın dilinde ayrılık yoktur, gayrılık yoktur; birliktelik ve saadet vardır.5

O halde, eğer fazîlet arıyorsak bu, boşanmada değil; sabırdadır! Eğer saadet arıyorsak bu boşanmada değil; sabırdadır! Eğer ebediyet arıyorsak bu boşanmada değil; sabırdadır. Bilhassa dindar eşimizi eften püften sebepler yüzünden, bizim de benzerlerini taşıdığımız hatâlar ve kusurlar yüzünden dışlamak, itham etmek, kırmak, incitmek vebâldir, günahtır, sorumluluk vericidir.

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi: 55-58.

2- Bakara Sûresi: 153, 249.

3- Bakara Sûresi: 155.

4- Âli İmrân Sûresi: 146.

5- Lem’alar, s. 203.

27.06.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

ŞEFKAT KAHRAMANLARI -22


A+ | A-

Hatice Saadet Tola (1924 – 8 Aralık 1992)

Bu haftaki misafirimiz, Bediüzzaman Hazretlerinin Senirkent talebelerinden Ali İhsan Tola’nın değerli eşi Hatice Saadet Tola.

Onun hayatını temâşâ ederken, pek çok ibret dersi almak mümkün. Bunun yanında Saadet Tola, ev merkezli hizmeti olan eşinin arkasında ona hep destek çıkarak numune-i imtisâl olmuş bir şahsiyet modeli.

Ali İhsan Tola’nın Risâle-i Nur’ların Sav Köyünde teksirle basılması noktasında çok emeği geçmiş. Ağabeyi olan DP milletvekili Tahsin Tola ile Bediüzzaman Hazretleri arasındaki irtibatı sağlamış. Onun Risâle-i Nur’ların resmen matbaalarda basılması noktasında yaşadıkları ayrı bir yazı konusu olabilecek kadar geniş…

Bediüzzaman Hazretlerinin de vazifelendirmesiyle hizmetlerini daha çok ev merkezli yapan Ali İhsan Tola bitkilerle tedavi noktasında da uzman bir şahsiyetti.

Üstad Hazretlerinin Isparta hayatında bu değerli ailenin önemli bir yeri bulunmakta. Bediüzzaman, Senirkent’e geldiğinde Ali İhsan Tola’nın ailesi ile görüşmüş, özellikle Ali İhsan Tola’nın annesi olan Emine Tola Bediüzzaman Hazretlerini Çam Dağı’nda oğlu ile birlikte ziyaret etmiş.

Aşağıda okuyacaklarınız deryadan bir katre misâli bu değerli ailenin fertleri olan Handan ve Nurdan Tola ile yaptığımız sohbetten oluşmakta.

Dilerseniz zaman şeridinde biraz daha gerilere gidelim... Ardından bu değerli aileyi Risâle-i Nur’larla tanıştıran ilk şahsiyeti Abdullah Nail Tola’yı tanıyalım.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN İLK İSTANBUL ZİYARETİ

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a 1907 yılında gelir.

Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulacağı, ideâlindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmektir. İdealindeki bu üniversitenin adı “Medresetüzzehra”dır. Zira Bediüzzaman, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındadır. Eğitim esasları ve yönetim şekliyle bu “üniversite projesi” ile ilgili dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi, Mabeyn-i Hümayun’a sunar. Ancak, hükümet dilekçe konusu üniversite projesinin önemini kavrayamaz. Bu yüzden gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmaz.

Genç Said’in İstanbul’a gelişini gazeteler “Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ, İstanbul afakında tulû etti” şeklinde duyurur.

Bediüzzaman, Fatih’teki Şekerci Han’a yerleşir. Kaldığı odanın kapısına “Burada hiçbir sual sorulmaz, her suale cevap verilir” levhasını astırır. İçerisinde âlimlere ve aydınlara gizli bir meydan okuma da bulunduran bu dâvet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayılır. İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes bu âlimi konuşmaya başlar. Şekerci Han’a akın ederek Bediüzzaman’a en zor soruları yöneltirler. Muhataplarına hiçbir soru sormayan Said Nursî, kendisine sorulan sorulara muhataplarını tatmin edici cevaplar verir.1

ABDULLAH NAİL TOLA

İşte bu yıllarda, Şekerci Han’a Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gelenlerden birisi de Senirkentli Abdullah Nail Tola’dır. O dönemde hukuk fakültesinde okumakta olan bir talebedir ve yedi lisan bilmektedir.

Abdullah Nail Bey, Bediüzzaman Hazretlerinin ilminden çok etkilenir. Zaman içinde farklı mekânlarda bulunsalar da, vefat ettiği 1949 yılına kadar onunla irtibatını hiç koparmaz, devamlı mektuplaşır. Yazısı o kadar güzeldir ki Bediüzzaman Hazretleri hitaplarında onu hep “Yazısı güzel Abdullah Efendi” sıfatıyla yâd eder. Öldüğünde geride bıraktığı Bediüzzaman Hazretleri ile olan yazışmaları ciddî bir yekûn tutmaktadır.

İşte, Tola ailesini Risâle-i Nur’larla tanıştıran ilk zat Abdullah Nail’dir.

KIYMETLİ BİR KIZ KARDEŞ: EMİNE TOLA

DEĞERLİ EVLÂTLAR: TAHSİN VE SAADET TOLA

Abdullah Nail Tola, Risâle-i Nur’ların matbaalarda Latin harfleriyle basılmasına vesile olan Demokrat Parti milletvekili Dr. Tahsin Tola’nın ve bu haftaki şefkat kahramanımız Saadet Tola’nın da babasıdır.

Abdullah Nail Tola, aynı zamanda yine bir şefkat kahramanı olan Emine Tola’nın da ağabeyidir.

HANDAN, CANDAN VE NURDAN…

Evet, Senirkentin eşrafından olan Tolazadeler geniş bir ailedir. Çoğunlukla akraba evliliği yapmışlar. Soy ağaçları onların evlâd-ı resûlden olduklarına delildir…

Yukarıda yer alan bilgiler ve aşağıda okuyacaklarınız, Bediüzzaman Hazretlerinin Senirkentli talebesi rahmetli Ali İhsan Tola’nın değerli kızları Handan ve Nurdan Tola ile yaptığımız sohbetten derlenmiştir. Üçüncü kız kardeş Candan Tola yoktu aramızda, ama değerli kızı Sümeyra Yüzbaşıoğlu da zaman zaman katıldı sohbetimize.

(Handan Tola’nın İstanbul Göztepe’deki evinde 19 Haziran 2010 tarihinde gerçekleştirdiğimiz sohbete, ailenin diğer fertleri de zaman zaman iştirak ettiler. Çektiğimiz fotoğraflar tarihe düştüğümüz hoş kareler oldu. Bu arada Handan Tola’nın çocukları olan Feyza ve İhsan’a yardımları için çok teşekkür ediyorum…)

HANDAN VE NURDAN TOLA ANNEMİZ...

ANLATIYOR: DAYIMIZ TAHSİN TOLA VE

Tolalar Senirkent’te Türkiye’nin dört bir yanına da dağılmış geniş bir ailedir. Ecdadımız nesiller boyunca eğitime, kültüre her zaman değer vermiştir. Fedakârlık, kendinden önce karşısındakinin ihtiyaçlarını düşünme, sıkıntılı hallerde yardım edip engelleri beraberce göğüsleme ailemizin ortak özelliğidir.

Bunun en güzel örneklerinden biri dayımızdır. Esmerce ve çok iyiliksever olduğundan vazife yaptığı Muş Varto’da halk ona “Kara Melek” sıfatını takmıştır.

Anneannem Gülsüm Hanım vefat ettiğinde, dayımız Tahsin Tola İstanbul’da tıp eğitimi almaktadır. Dayım okul tatil olup da Senirkent’e geri döndüğünde, dedem Abdullah Nail Tola yeniden evlenmiştir. Dayım o zamanlar küçücük bir kız çocuğu olan kardeşi Saadet’i ve erkek kardeşini de alarak İstanbul’a geri döner. Kardeşlerinin eğitimini üstlenir.

Annemiz o zamanın gözde liselerinden olan İstanbul Kız Lisesinde okur. O zamanın şartları içinde “modern” bir tarzda yetişir.

Dayımız askerlik sonrası Manyas’ta vazife yapar. Annem de yanlarındadır. Zaten teyzesinin kızı olan yengemin işlerine yardımcı olur, misafirleri karşılar, yemeğe yardım eder, abisine destek çıkar.

Çok faal ve çevresi de geniş olduğundan onu DP Isparta Milletvekili adayı yaparlar. Senirkent’e gelir, seçim faaliyetleri başlar. (Tahsin Tola 1950-1958 iki dönem milletvekilliği yapar.)

ALİ İHSAN VE SAADET TOLA

Bu arada annem, halasının oğlu olan Ali İhsan Tola ile nişanlanır. Karlı bir kış gününde evlenirler. Sene 1949’dur.

Babamız Ali İhsan Tola 1953’te Bediüzzaman Hazretleri’ni ilk ziyarete gittiğinde üç çocuk babası bir orman mühendisidir. Isparta Orman Bölge Şefliği yapmaktadır.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ İLE İLK TANIŞMA

Bir gün üç arkadaşıyla birlikte “mübarek bir hoca” olarak duydukları Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için Emirdağ’a giderler. Ama Zübeyir Gündüzalp’in ilettiği “Sadece İhsan gelsin!” izniyle ancak babamız Ali İhsan Tola içeri alınır. Hâlbuki Zübeyir Ağabey onlara isimlerini hiç sormamıştır…

Bediüzzaman Hazretleri babama 2,5 saat Risâle-i Nur’dan ders verir. Bu görüşmede babamız öyle farklı bir âleme girer ki, çıkışta ayakkabılarını dahi giymeyi unutur. Senirkent’e eve geldiğinde annem ve babaannem çok şaşırırlar. O saatte Senirkent’e araba bulunmamaktadır. Üstelik babamın ayakkabıları da meydanda yoktur. Çoraplarıyla çıkagelmiştir. Sorulara da cevap vermemektedir. Babaannemin ifadesiyle “Geldiğinde çoraplarında kuşgözü kadar bile delik yoktur”

Nasıl geldiğini babam anlatamaz, ama iki gün sonra kapı çalınır. Üstad Hazretleri “İhsan ayakkabılarını Emirdağ’da unutmuş!” diyerek ayakkabıları göndermiştir. Annem ayakkabıları teslim alınca babamdaki farklı hali anlar.

SABIR VE SADAKAT ABİDESİ: SAADET HANIM

Annem, Bediüzzaman Hazretlerinin “İhsan’ın yaptığı amellere şeriksin! Sana sabır yakışır kızım!” duâsını almıştır.

Babamız, Risâle-i Nur’larla tanışınca istifa dilekçesini verip, memuriyetten ayrılır. Altı ay devlete olan mecburî hizmet borcunu öder. Bir yıl boyunca kaza namazlarını edâ eder. Annemiz ile birlikte Kur’ân-ı Kerim öğrenirler.

Babamızın istifasıyla birlikte ailemizin önünde yeni bir sayfa açılır.

Annemiz, babamın hizmetlerine arka planda hep destek çıktı. İstanbul şartlarında büyümüş bir genç kızdır, ama mecburiyetten inek de sağar, dikiş de diker, tarlaya da gider, ağabeyinden öğrendiği için hastalara iğne yapmaya da gider, tereyağını peynirini de yapar, evini geçindirir. Bundan hiç de rahatsız olmaz. Annem çok iktisatlı ve kanaatkârdı. Becerikliydi. Mevcut imkânlar içinde en güzel şekilde istifade etmeyi bilirdi.

Gelişigüzel sofra hiç kurmadı annem. Peyniri yoksa çökeleği vardı. Salatası, zeytini, kavurması, evde ne varsa bir çırpıda gelenlere pırıl pırıl bir sofra hazırlardı. Misafire evde ne varsa o en güzel şekilde sunulurdu. Babam “Bir taama ne kadar çok el uzanırsa, o kadar bereket olur!” derdi.

Bayram elbiselerimizi günler önceden diker, ağaç çubuklarından yaptığı askısına özenle asar. Kurdelelerimizi kolalar, ütülerdi. Bütün bunları memnuniyetle ve sevinçle yapardı.

Zaman zaman anneme iyi niyetli görüntüsü altında yapılan “Tahsillisin. Sana iş bulalım, memuriyete gir” gibi teklifler geldiğinde annem hiç birine itibar etmezdi.

Babamın arkadaşları, dostları kalabalık gruplar halinde gelir onlara sabırla hizmet ederdi. “Bu böyle devam eder mi?” diyenlere de “Allah’ıma şükürler olsun ki, içki sofrası hazırlayacağıma, ağzı duâlılara çay, çorba hazırlıyorum. Yıkadığım bu bardaklar, tabaklar bana ahirette şahitlik edecek!” cevabını verir, konuşanları böylece sustururdu.

AİLE DERSLERİMİZ

Sabah namazından sonra Risâle-i Nur dersimiz olurdu. Okula gitmeden önce bu dersi dinlerdik. Bir taraftan da annem bizi okula hazırlardı. Ekmeklerimizin üzerine kovanlarımızdan temin ettiğimiz balı sürer, onun üstüne kaymağı alır, elimizde bir bardak sütümüzle bir taraftan da kahvaltımızı yapardık.

Akşam derslerimiz de olurdu. Meselâ, bir kış boyunca sünnet-i seniyye ve faiz konusunu çalıştığımızı hatırlıyorum. Âyetlerle, hadislerle konu konu dinî mevzuları öğretirdi babam. Hata yaptığımızda cezamız 500 İhlâs, yüz Fatiha okumak olurdu. Evde hepimizin vazifesi belliydi. Kim çay demleyecek? Sofrayı kim kuracak? Kim kaldıracak? Misafir geldiğinde ayakkabıları kim çevirecek?

Annem hiç tarla bahçe işleri bilmediği halde, babamızın işine yardımcı olmak için babaannemle birlikte ova işlerine giderdi…

Risâle-i Nur’ları, altında ampul olan cam sehpalar üstünde elle kopyalayarak yazdık. Annem de bu şekilde bir çok Risâle yazmıştır. Sonraki yıllarda dayım Osmanlıca’yı bize öğretti. Osmanlıca elle yazdığımız Risâleler hâlâ durur.

Dipnot:

1- www.risaleinurenstitusu.org, Bediüzzaman Said Nursî, Gençlik ve Tahsil Hayatı: I. Meşrutiyet Devri (1878–1908) başlıklı makale

(Haftaya devam edecek)

27.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Geç atılmış doğru bir adım


A+ | A-

Türkiye’yi idare edenler, devam edegelen bir yanlıştan geri adım atarak, terörle mücadelenin ‘profesyonel ordu ile yapılacağını’ nihayet açıkladılar. Bir değişiklik olmazsa, Ağustos ayından itibaren sınır güvenliğini ‘profesyonel ordu’ sağlayacak.

Alınan karar doğru, ama bir o kadar da geç kalınmış bir karar değil mi? Türkiye, terörle mücadelede pek çok yöntemi kullandı. Şimdi uygulanacağı ifade edilen yöntem de daha önce kısmen de olsa kullanılmış ve genel anlamıyla da başarı sağlanmıştı. Zamanla ‘kontrol altına alınamayan güç’ haline gelen bu uygulama, beraberinde çok sayıda ‘fail-i meçhul cinayetler’i getirince bu yoldan vazgeçildi. Oysa, yanlış yapanlar ayıklanıp sistem ıslâh edilebilmiş olsaydı, belki de bunca kan akmamış olurdu.

Herkesin bildiği gibi, terörle mücadelenin ‘profesyonel kişi’lerce yapılması gerektiği ilk defa dile getirilmiyor. Konunun uzmanları her defasında bu konuyu gündeme getirdi. Ne var ki, bu konuda adım atması gerekenler her defasında teklife karşı çıkarak, uygulamayı erteledi. Aradan yıllar geçti, kanlar aktı ve nihayet bugün bu noktaya gelindi.

“Buna da şükür” demekle birlikte, şunu da hatırlatmak istiyoruz: Nasıl ki bu konu ilk defa gündeme geldiğinde “Gerek yok, biz mevcut imkânlarımızla terörü ezeriz” denildi ve “profesyonel ordu”ya karşı çıkılarak yanlış yapıldı. Aynı şekilde sadece teröre karşı değil, bir bütün olarak ordunun genelinin ‘profesyonel olması’ teklifi de ciddiyetle ele alınmalı. Dünyanın gidişi de zaten bu istikamette. Herkesi kısa süreli silâh altına alıp göndermek yerine, bunu ‘iş’ olarak yapanlara teslim etmek daha faydalı olmaz mı?

Tabiî ki bu konuda en fazla dikkat edilmesi gereken şey, “güç”ün kontrol altına alınabilmesi meselesidir. “Ben profesyonelim, ne istersem yaparım” anlayışı çok kötü neticeler doğurabilir. Bunun yolu da şeffaflık ve işleyen bir hukuk sistemidir. Hata yapan hemen adalete teslim edilmeli ve bu konuda hiçbir sûrette taviz verilmemelidir. Hadiselere hukuk ve adalet penceresinden bakılabilirse, ‘kontrol edilemeyen güç’ ortaya çıkamaz.

Fiilen uygulanmakta olan askerlik sisteminin maruz kaldığı hastalıklardan olan ‘kâğıt üzerinde iş’, yeni sisteme bulaşmamalı. Sınırda görev başında olması gereken bir ‘profesyonel asker’in herhangi bir ‘orduevi’ ya da ‘ordu kantini’nde görev yaptığını düşünün! Böyle hatalara düşülmesi halinde netice almak çok daha zordur. Eğer gerçekten ‘profesyonel ordu’ anlayışıyla teröre karşı mücadelede edilirse bugünküne nisbetle çok daha iyi neticeler alınacağını söylemek mümkün.

Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Profesyonel askerle mücadele de bir yoldur, ama kalıcı çare değildir. Her şeyden önemli olan terör bataklığını kurutmak, oraya yeni ‘eleman’ların katılmasını önleyebilmektir. Bunun kalıcı yolu da her insana ‘insan’ gibi muamele etmektir. Bizi bir arada tutan bağların başında olan ‘din bağı’nı kuvvetlendirmek, bununla netice alınacağını görmek gerek.

Aradan yıllar geçti ve “profesyonel ordu lâzım” gerçeği kabul gördü. “İnanç ve din birliği” gerçeğini görmek için de uzun yılların geçmesini mi bekleyeceğiz?

27.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Tatilin kısalmasına içerleyenler


A+ | A-

1 Temmuz’da tatile girmesi gereken Meclis’in 16 Temmuz’a kadar çalışmasına karar verilmesi milletvekillerinin canını sıktı. Dönem içinde çalışılması durumunda acil olduğu söylenen kanunların rahatlıkla çıkarılabileceğini söyleyen milletvekilleri, hükümete kızgınlıklarını her vesile ile dile getiriyorlar.

Diğer yandan böyle bir kararın alınması akıllara erken seçimi ve Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğini görüşeceği 5 Temmuz’da Meclis’in açık tutulmasını getirdi.

Erken seçimin akıllara gelmesi de son günlerdeki bazı gelişmelere bağlanıyor. Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerini iptal etmesi durumunda bir erken seçimin gündeme gelebileceğini düşünenlerin sayısı hayli fazla. Diğer yandan başbakanın istifa etmeden cumhurbaşkanlığına aday olabilmesini sağlayacak şekilde düzenlemenin yapılması da bu düşünceyi kuvvetlendiriyor.

AKP’li vekiller “Aslanlar gibi çalışıyoruz” derken kulislerde kendi aralarındaki konuşmalarda, “Kuzu yerine aslanlar deseydi bari, alınmazdık” diyerek kırgınlıklarını dile getiriyorlar.

MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, “Biz kimsenin kuzusu değiliz, sözümüzü de sesimizi de burada esirgemeyiz. Meclisin milletvekillerine kuzu muamelesi yapmak kimsenin haddi değil” diyerek en sert tepkiyi gösterenlerden biri oldu.

Milletvekilleri Meclis görüşmelerinde değişik vesilelerle “kuzu-kuzu Meclis’e gelecekler” sözünü gündeme getirdiler. CHP’li vekillerin bir kanun görüşülürken “yoklama talebi”nde bulunmaları üzerine, salonda iktidar partili milletvekillerinin olmadığını görünce, “Kuzu kuzu gelin, kuzu kuzu!” diyerek espriler yaptılar.

RAKAMLAR UTANDIRIYOR, AMA…

Son günlerde terör olaylarının artması ve şehit haberlerinin art arda gelmesi yürekleri sızlatırken, siyasetteki “sizin dönemizde bizim dönemimizden daha fazla şehit oldu” türü tartışmalar milletin tepkisini çekiyor.

Meclis genel kurulunda geçtiğimiz hafta yapılan bir tartışma da bu konu gündeme gelince bazı milletvekilleri sağduyularını gösterdiler.

AKP Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer Üstün’ün, “1 kişi dahi ölmüş olsa biz mağdurları sayılarla ifade etmeyiz. 10 kişi ölmüş, 100 kişi ölmüş… 1 kişi dahi ölse bunlar vatan evlâdıdır” sözlerine MHP sıralarından sataşmalar gelince, “Ben bu rakamları okumaya utanırım. Utanırım çünkü bu insanların canı malı rakamlarla ifade edilmez” dedi. Sonra şöyle devam etti: “Bir rakam okuyayım: 1999 yılında şehit asker sayısı 173. Değerli arkadaşlar, utanıyorum bunu söylemeye, 173”… Daha sonra MHP’li Oktay Vural ve Recep Taner’in “2002’de kaç?” diye sorması üzerine de “2002’de, söyleyeyim: 18” diyerek rakam vermeyi sürdürdü.

Bu sayıları verirken de, karşılıklı konuşmalar devam edip gitti.

İşte ibretlik konuşmalardan bir bölüm:

Ayhan Sefer Üstün - Sayıyla mı ifade edeceksiniz? Peki, 2000’de: 22. Bunlar insan değil mi? Polis sayısını söyleyeyim: Bakın, 12; 12.

Oktay Vural - Yeter ya! Teröre teslim oldunuz konuşup duruyorsun!

Ayhan Sefer Üstün - Bunlar insan değil mi? İlla rakamlarla mı ifade edeceksiniz?

Oktay Vural - Teröre teslim oldunuz konuşup duruyorsunuz?

Ayhan Sefer Üstün - Herkesin tek yumruk olması lâzım. Teröre karşı herkesin tek yumruk olması lâzım.

Oktay Vural- “Analar ağlamasın” diye açılım dayatması yapan sizsiniz.

Ayhan Sefer Üstün - O zaman 1999’da açılım mı vardı?

Oktay Vural- Hadi oradan!

Başkan - Sayın milletvekillerimiz, lütfen sakin olarak dinleyiniz…

Diyaloglar bu şekilde sürüp gidiyor… Bu sözlerden sonra yoruma gerek var mı? Çünkü, kimin meseleye nasıl baktığını ortaya koyuyor.

27.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Tashihin önemi


A+ | A-

Yayıncılıkta tashihin öneminden ve Üstadın gerek Kur’ân harfleriyle yazılıp elle çoğaltılan, gerekse yeni harflerle matbaalarda basılan risalelerin tashihine çok dikkat ettiğinden, hattâ son günlerine kadar tashihle meşguliyete devam edip, başka herşeye tercihan bu işe ehemmiyet verdiğinden söz etmiştik.

Eserlerde buna dair çok geniş ve detaylı bilgiler, güzel örnekler var. Meselâ onlardan biri, Üstadın elle çoğaltılan eserleri tashih ederken, tashihli orijinaline bakma ihtiyacı duymadan, en küçük bir harf veya kelime hatasını dahi fark ederek gerekli düzeltmeleri yapması ve tashih ettiği her kitabın sonuna bir dua cümlesi yazması.

Tarihçe-i Hayat’ın Barla ve Emirdağ hayatı kısımlarında konuya dair verilen bilgilerde, Üstadın bahar ve yaz aylarında teneffüs, tenezzüh ve tefekkür için çıktığı kırlarda da çoğu zaman tashihatla meşgul olduğu belirtiliyor (s. 355 ve 708).

Eserlerin yeni harflerle basılmaya başlanmasından sonra ise, kendisine getirilen formaları okutup, aslından takip ederek tashihini yapıyor.

Bayram Yüksel başta olmak üzere yakın hizmetinde bulunan talebelerinin hatıralarında, kıra çıktıklarında Üstadın birden “Çabuk geri dönelim” demesi üzerine döndüklerine ve yeni basılmış formalarla kapıda beklemekte olan bir Nur talebesini gördüklerine dair birçok vak’a var.

Üstad bu konuya niye bu kadar önem verdiğini bir mektubunda “Hakikaten tashih meselesi ehemmiyetlidir” dedikten sonra şöyle izah ediyor:

“Bazan bir harfin ve bir noktanın yanlışı, kıymetli bir mânâyı zayi eder.” (Emirdağ L., s. 260)

Devamında da şu tavsiyelerde bulunuyor:

“En evvel yazanlar, bir kere güzelce mukabele etsinler. Sonra tashihçi adamlara ve bana versinler. Mâşaallah, bu defa bana gelen Asâ-yı Mûsâ mecmualarında hem yanlışlar azdır, hem bir derece tashih edilmiş. Cenab-ı Hak hem yazanlardan, hem tashihçilerden ebeden razı olsun.”

Bu ifadelerde, hem eserlerini yazan talebelerine, yazdıkları risaleleri önce kendilerinin tashihten geçirmelerini, sonra bu işte daha tecrübeli ve mütehassıs olanlara ve kendisine intikal ettirmelerini tavsiye ederek, teşvikkâr mesajlar veriyor.

Kastamonu’da bir gezi esnasında ciddî bir kaza geçirerek yatağa düşmesinin hikmetlerinden birini de tashih meselesinin önemiyle açıklıyor:

“Bu mevsimde dağlarda, bağlardaki güzel sanat-ı İlâhiyeyi temâşâ zevki, o tashihteki zevkime galebe ediyordu. Bu yeni musibetteki mütemadiyen kendini ihsas eden (hissettiren) hastalık, kemal-i zevk ve şevkle, Hz. Eyyûb Aleyhisselâmın Lem’asıyla Hastalık Lem’asını, her nüshada yeniden görüyorum gibi okuyup, tashih ediyorum. Kat’iyen şüphem kalmadı ki, o zahmetli hastalık, rahmetli vazife-i Nuriye için verilmiş.

“Gerçi harekâtımızda namaz ve abdestte sıkıntı veriyor, fakat hastalıkla ubudiyet, muzaaf (kat kat) sevabı olduğu gibi, bu tashihat-ı vazife-i Nuriyedeki zevk, o sıkıntıları hiçe indirdi.”

Okuma ve tashihten, abdest ve namaza sıkıntı verecek derecede şiddetli bir ıztırabı dahi unutturacak bir manevî haz ve lezzeti alabilmek...

Ne dersiniz; biz bu hissiyatın neresindeyiz?

Kastamonu Lâhikasında bu ifadelerin geçtiği mektupta yer alan “Ben tashihatta gerçi usanmıyordum. Her tashihte yine zevk alıp istifade etmek, bir âdetimdi. Bazı çok zevk alıyordum” cümleleri de, Üstadın tashihi teknik ve rutin bir iş değil, her okuyuşunda istifadesini ziyadeleştiren bir meşguliyet saydığını gösteriyor (s. 373-4)

Mektuplarda, konuya farklı boyutlar getiren başka lâtif anekdotlar da var. Üstadın, çocuk ve ümmî ihtiyarların acemice yazılarının tashihinde çektiği zahmeti anlatırken, “Hatırıma geldi ve manen denildi ki, bunların yazıları çabuk okunmadığından, Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilirler” (Tarihçe, s. 494) dediği lâhika onlardan biri.

Tashih, böyle incelikleri de olan bir vazife...

27.06.2010

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Amerikalı Müslümanlar İsrail Siyonistlerinin cinayetlerini kınıyor


A+ | A-

İsrail Savunma Gücüne mensup komandolar tam techizatlı ve silâhlı olarak herhangi bir karşılık görmedikleri halde askerî helikopterlerden bir çıkarma gerçekleştirdiler. İsrail ordusunun şiddetli bir abluka altına aldığı ve Filistinli çocukların gıda ve ilâç ihtiyaçlarını yok saydığı Gazze’nin yakınındaki sularda vuku bulan bu olay, herhangi bir şüpheye yer bırakmaksızın İsrail’in Siyonist liderlerinin Filistinli insanlara yaptığı insanlık dışı muamelelerin bir ispatı olmuştur.

Gazze Şeridi’ndeki Siyonist ablukayı delmek amacıyla yola çıkan Mavi Marmara gemisi İsrail’in tehditlerini hiçe sayarak, bütün dünyaya insan hayatı için direnmenin ve tiranlıkla mücadele etmenin, İsrail ordusuyla yüzyüze gelme riskine değecek bir amaç olduğunu gösterdi.

Türk Bayraklı gemi Gazze’ye gıda, ilâç ve diğer insanî yardımlarla girmeye kalkınca ve İsrail askerleri biraz direnişle karşılaşınca olay şiddet dolu kanlı bir katliâma dönüşüverdi. İsrail savunma güçleri, filoyu durdurup, direnişi kırarken masum insanları da öldürdü.

Aralarında bir İsrailli Arap Knesset milletvekili, bir Alman aktivist ve yanında 1 yaşında bebeğini de getiren bir Türk annenin de bulunduğu insanî yardım gönüllülerinin katliâmla ilgili verdikleri ifadelere göre, İsrail güçleri Mavi Marmara’ya çıkartma yapmadan önce ateş etmeye başlamıştı. Gemidekilerin ellerinde ise bir kaç tahta sopa haricinde kesinlikle hiçbir silâh yoktu. Ancak anlaşılan o ki İsrail kanlı bir mesaj vermek istemişti.

Amerika’da, özellikle Risâle-i Nur USA gibi kuruluşlar, İsrail korsanlarının Türk insanî yardım gönüllülerine karşı yürüttüğü bu katliâmı şiddetli bir şekilde kınadılar.

Buna rağmen, Fethullah Gülen’in Wall Street Journal Gazetesi’ne verdiği demeçte “Neden İsrail’den izin almadılar?” sözleriyle bu girişimi eleştirmesinin sebebini birileri çıkıp ciddî bir şekilde sormalıdır! Zira, bu cinayetler uluslar arası kara sularında gerçekleşti; İsrail’in ablukası da yasa dışıdır ve İsrail’in Gazze’ye giden bir insanî yardımı durdurma gibi bir hakkı asla yoktur. Ancak, Gülen’in Amerikan medyasına vermiş olduğu bu demeç, İsrail’i haksız gören bütün bir İslâm dünyasının görüşleriyle taban tabana zıt görünmektedir. Acaba Wall Street Gülen Hoca’yı doğru mu yansıttı?

Amerika’da, Risâle-i Nur USA çatısı altındaki Müslümanlar Türkiye’yi hukuk tanımaz İsrail devleti karşısındaki somut tutumundan dolayı kutluyoruz.

Öncelikle Türkiye İsrail ile yapılacak olan üç tatbikatı iptal ettiğini açıkladı. Ancak Türkiye şunları da yapmalıdır:

1. İsraille yapılan ve yapılacak olan Manavgat suyu projesi ve Doğal Gaz projesi iptal edilmelidir.

2. Bu katliâmda sevdiklerini kaybedenler için Türkiye tazminat talep etmelidir.

3. Türkiye-İsrail ilişkileri asla eskisi gibi olmamalıdır.

Bunun yanı sıra Türkiye Gazze’deki ablukanın kaldırılmasını talep etmelidir. Aslında bütün dünyadaki adil hükümetler bu çağrıya katılmalıdır.

Yaşasın Türkiye! Yaşasın duyarlı Türk insanları!

Şimdi Gazze’ye özgürlük getirmenin zamanıdır.

Mavi Marmara’da vefat edenleri unutmayalım...

Tercüme: Umut Yavuz

27.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.