Raşit YÜCEL |
|
Bir Bekir Berk vardı |
O ne bir efsane, ne de bir hikâye idi. Yaşamış bir dâvâ adamı... Yüzlerce mahkemede Risâle-i Nur eserlerinin müdafaasını yapmıştı. Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta iken avukatlığını yaptı. Aksiyon insanı idi. Heyecan ve celâdeti kontrolsüz değildi. Komünizmle Mücadele Derneği’nin Genel Başkanlığını yapmıştı. Aslen Ordulu idi. Ülkemizin hemen hemen her ilinde sayısız mahkemelerde müdafaalar yaptı. Bazen yaya, bazen en sür’atli otomobiller ile... Bazen at üstünde, bazen uçaklar ile… Mahkemeler adeta bir ders salonunu andırıyordu. Öyle savcı ve hakimler vardı ki, mahkeme salonunda fırsat olsa müdafaadan sonra kucaklayacak hâle gelirdi Bekir Berk’i. Zarif ve kibardı. Şecaat ve beyefendiliği birleştirmişti şahsında. Bir çok defa Çorum’daki mahkemelerde müdafaaları oldu. Bir defasında hakim bey kararı yazdırırken ifadeler diline dolaşmış, ”Lütfen Bekir Bey, istirham ediyorum, beraat kararını arzu ettiğiniz gibi yazdırınız, ben ona imzamı atarım” demişti. Nur Talebesi olan, Çorumlu, Kargı savcısı Abdullah Battal ve hakim Vehbi Sabuncuoğlu’nun Risâle-i Nur hakkındaki ilk takipsizlik kararının İstanbul’a âcilen ulaştırılmasını ister Bekir Berk. Ve bu takipsizlik kararını Kargılı Nur Talebeleri 12 saat içinde, zor şartlar altında da olsa ulaştırmayı başarırlar. Hem de kamyon ile... Yine bu kararı uçak ile gittiği Van Mahkemesi’ne sunan Bekir Berk, hâkimin şaşkın bakışlarına muhatap olur ve hâkim şu ifadeyi kullanır: “Bekir Bey, sakın yanlış anlamayın, bu belge bir gün ara ile size nasıl ulaştı?” Bekir Bey ise; ”Efendim, tereddüdünüz var ise, Kargı Savcılığı’nı arayıp sorabilirsiniz” der. Size naklettiğim bu iki hadise, hatıralardan sadece küçük bir bölümdür. Bu anlamda sayısız hatıralar vardır. O günkü şartlarda büyük bir hukuk mücadelesi verilmiştir. Bunun resmî belgeleri ise; ”Hakkın Zaferi İçin, Nurculuk Dâvâsı, Türk Hakiminin Verdiği Kararlar, Zafer Bizimdir” gibi eserlerde tarihe mâl olmuştur. Kaderin garip bir cilvesidir... Yıllar ve yollar boyu bu müsbet mücadelenin içinde olmuştur Bekir Berk. Suudi Arabistan’da bulunduğu zamanlarda da dünyaya Risâle-i Nurları o güzel sesi ve zarafeti ile yıllarca duyurdu. Haberleşmelerimiz vefatına kadar devam etti. Çok vefalı ve kadirşinastı. İstanbul’a son avdetinde hastanede ziyaretinde bulundum. O çok hastalıklı hâli ile benimle yakından ilgilendi ve hatıra fotoğrafları çekindik. Bu üstün kabiliyetli ve dinamik insanın Risâle-i Nur hizmetinde istihdamı, tam bir ihsan-ı İlâhî idi. Kefenini çantasında taşıyan bir avukattı. En üst seviyede tanınan bir insandı. Cumhurbaşkanından başbakanına, siyasî liderlerden milletvekillerine, sol görüşlülerden milliyetçilere, gazetecilerden yazarlara, komünistlerden dindarlara kadar herkes onu bilirdi. Yaşadığı olaylar, hazır film senaryoları olarak yeni nesillerin bilgisine sunulmayı beklemektedir. Başta söylemiştim: Bu, ne ham bir efsanedir, ne de şişirilmiş bir hayat hikâyesidir. Yaşanmış hayat halleridir. Maznunlardan tek kuruş avukatlık parası almayan bir şanlı mücadelenin seyridir. O günleri yaşayanlar bunu daha iyi bilirler. Yeni nesil ise, bunları okumak veya yaşananları dinlemekle farkına varabilir. Cenâb-ı Hak mekânını Cennet eylesin. Onu hep hayır ile yâd edeceğiz. O gerçek bir kahramandı. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Müzikte bir geleneğin son temsilcisi: Cinuçen Tanrıkorur |
Öğrencisi olamadım. Yanında, yakınında da olan şanslılardan değildim. Kitaplarını, makalelerini okumak, albümlerini dinlemek, belki bir iki konserini izlemekti tanıyabildiğim kısa süre içinde yapabildiğim şeyler. Bir de onun yakınında, sohbetlerinde, konserlerinde olan Bahri Ağabey’den dinlediğim şeyler vardı. Dilimin döndüğünce bir Cinuçen Tanrıkorur yazısı yazmaya gayret edeceğim. Sürç-i lisan edersem affınızı dilerim. Yahya Kemal ‘’Eski Mûsıkî‘’ şiirinde Dede Efendi için şöyle der:
‘’ Bu mûsıkiyi O, son kudretiyle parlattı Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı.’’
İşte o muhteşem güneşlerden biriydi merhum Cinuçen Tanrıkorur. 2000 yılının 29 Haziranıydı hayata gözlerini kapadığında. Ertesi gün cenaze namazı için Altunizade’deki İlahiyat Fakültesi Camiinde idik. Dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay’dan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. Tayyip Erdoğan’a, Orhan Gencebay’dan Ahmet Özhan’a kadar bütün sevenleri, öğrencileri cenaze namazında saf tutmuştu. San'atta taviz vermeyen çizgisi, eleştirmekten çekinmeyen tavrına rağmen sevmeyeninden kat be kat fazla sevenlerinin olduğunu işte cenazesine katılan cemaat ispatlıyordu. Bekir Sıtkı Sezgin’den bir süre sonra Cinuçen Hocanın da kaybı müziğimiz adına pek çok kişiyi üzmüştü. Birkaç dil bilen, muhteşem bir ud virtüözü. Konservatuarda ki hocalık görevinin yanı sıra yine bir çok öğrenci yetiştiren bu pek titiz insan artık yoktu. Öğrencisi ve iyi bir tanbur icracısı olan Dr. Murat Tokaç’ın konserinde izlemiştim onu. İçinde yabancıların da olduğu salonu dolduran dinleyicilerden biri de bendim. Konser boyunca tanburun ve udun dışında duyulan tek ses arada bir salonda yankılanan öksürük sesleriydi. Konserin bitiminde Cinuçen Hoca’nın tatlı sert ikazıyla karşılaştı izleyenler. Konser boyunca salonu çınlatan öksürük sesleri rahatsız etmişti haklı olarak. Konser dinlenirken daha dikkatli olunabileceği yönündeki hatırlatması salonda biraz soğuk duş etkisi yapmıştı Hocanın ‘’acaba kırılırlar mı?’’ diye içinden geçenleri söylemekten kaçınmayan tavrı, yazdığı yazılar, yaptığı konuşmalarda da kendini gösteriyordu. Sanırım 1999, 2000 yılları idi. “Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler‘’ isimli kitabı yeni çıkmış hemen alıp okumuştum -Hâlâ da gerektiğinde ilgili makaleleri okur, radyo programı ve müzik yazılarını yazarken yararlanırım-. Beşiktaş’ta yayınevinde yapacağı imza programına çok istememe rağmen hangi sebeple hatırlamıyorum gidememiştim. Yüz yüze sohbet etme imkânını böylece kaçırdığıma üzülürken vefat haberi gelince buna bir de pişmanlığım eklenmişti. Cinuçen Bey’le işte böyle, bir kez sağlığında bir de vefatında aynı ortamda buluşmuştuk. Yazdığı pek çok makaleyi ve kitabını okudum. Kalıplaşmış bir ifade olarak düşünülmesin, ama gerçekten müziğimiz büyük bir kayıp verdi, yara aldı. Aynı Yahya Kemal’in dediği gibi ‘’öldüğünde muhteşem güneşlerden biri daha battı.’’ Vefat yıldönümünde Cenâb-ı Allah’dan (c.c) rahmet dilerim.
Cinuçen Tanrıkorur kimdir?
1938’de İstanbul’da doğdu. İtalyan Lisesini ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümünü bitirdi. Müzik kariyerine 4 yaşında başladı. Kendi kendine nota, usul, beste yapmasını ve ud çalmasını öğrendi. Şeddisaba Zavilaşiran, Gülbuse isimli yeni makamlar buldu. 500’e yakın beste yaptı. 1982'de TRT’den ayrıldı. Konservatuar’da dersler verdi. Pek çok Avrupa ve Arap ülkeleri ile ABD'de konserler verdi. Hem Türk hem de yabancı pek çok öğrencisi oldu. 5 dil bilen Cinuçen Tanrıkorur, hayatının önemli bölümünde ağır hastalıklarla mücadele etti. Defalarca ameliyat oldu. Bütün bu sağlık problemlerine karşın gazete ve dergilerde makaleler yazdı konferanslar ve konserler verdi. 29 Haziran 2000 yılında İstanbul’da vefat etti. Yine bir müzik adamı Yalçın Çetinkaya’nın dilinden vefat anıyla ilgili kısmı aktaralım: ‘’Vefatından iki gün önce tedavi gördüğü hastane odasında kendisini son kez görmek nasip oldu. Ellerinden öptüm. Helâlleştik. Tam o sırada öğle ezanı başladı. Merhum Cinuçen Bey ezan bitene kadar ‘’La ilahe illallah Muhammedun Rasulallah‘’ zikriyle ezana eşlik etti.’’
Gönülden Dile
Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yücelir Ve âkıbet Dede’nin anlı şanlı devri gelir Bu mûsıkîyi, O, son kudretiyle parlattı; Ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı."
Yahya Kemal Beyatlı
Mehter Konserleri devam ediyor
GEÇENLERDE yazmıştım. Saati değiştiği için bu vesileyle bir kez daha hatırlatayım istedim. Sultanahmet’te her Cumartesi günü canlı olarak Mehter Konseri icra ediliyor. Mehteran bölüğü, orijinal kıyafetleri içinde, enstrümanları, seslendirdikleri marşlar ile izleyen yerli ve yabancı bütün izleyicileri kendilerine hayran bırakıyor, coşturuyor. Eğer İstanbul'da iseniz veya yolunuz İstanbul’a düşerse, şöyle eşinizi, çocuklarınızı alıp Sultanahmet’e gidin derim. Osmanlı‘nın kalbinde Sultanahmet’te her Cumartesi saat 21:00'de, Osmanlının o muhteşem savaş müziğini bir dinleyin. Geldiğinize değdiğini göreceksiniz. 24.06.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Mikail YAPRAK |
|
Çıkmaz sokak çığlıkları |
Giderek karmaşık bir vaziyet alan Türkiye siyasetine Avusturya’dan, demokrasi canibinden şöyle bir bir bakış atarken, doğrusu sözüme yol bulamadım. Kendimce bir yol bulamayınca, rehber kitabımıza müracaat edip, oradan bazı cümlelerin penceresinden hal-i âleme ve hal-i pürmelâlimize nazar ettim. O ışıkla, o nurla bakınca, bilhassa siyasî ve içtimaî alandaki yolların başlangıç ve sonları uzaktan uzağa görülür gibi oldu. En büyük cadde gibi görülen ve gösterilen yolların, birer çıkmaz sokaktan ibaret olduğu iyice fark edildi. Osmanlının son dönemlerinden bu yana “meşrûtiyet” demişiz, cumhuriyet dönemiyle beraber demokrasiyi dilimize pelesenk etmişiz, fakat sözümüzle fiilimiz çeliştiği, niyetlerimiz halis olmadığı için, her defasında aksi maksadımızla tokatlar yemiş, onar yıllık geriye dönüş adımlarıyla bugünlere gelmişiz. Halbuki demokrasiye ve demokratlığa ne kadar kapalı kalmışız ki, bugün durup dururken “demokratik açılım” projeleri ortaya atılmış. Zamanlı mı olmuş, zamansız mı olmuş? Hazırlıklı mı olmuş, yoksa hazırlıksızca mı yakalanılmış? Bunlar ayrı mesele.. En korkunç ihtimal de şudur: Acaba iktidar birçok alanda “muktedir” olamayınca, iktidarsızlığını örtbas etmek için mi, bu “açılım” projelerini ortaya atarak, bütün gündemleri onunla kapatmış? Çünkü bu gidişat, bırakın açılımı, daha da kapalılığa dâvetiye çıkarırcasına çığlıklara sahne oluyor. Olağanüstü hal ve sıkıyönetim naraları atılıyor. *** Her neyse, biz yazımızın başına dönüp, rehber kitabımızdan bakalım: “Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kafile-i beşer düşe kalka gidiyor.” (13. Mektup’tan) Bu durumda nasıl bir yol takip etmeliyiz ki, siyaset alanında da hayırlara vesile olalım? Hiçbir gücün aleti olmadan, iman ve Kur’ân dâvâsını herşeyin üstünde tutarak yolumuza devam edelim. Hep “nâsih” ve yol gösterici olarak kalalım. Bunun için 13. Mektubu ve risâlelerdeki içtimaî ve siyasî meseleleri iyi anlamak lâzım. Hülâsa, görülen odur ki, mezkûr risâledeki yüzde seksen-yüzde yirmi oranları, Üstadın siyaset alanındaki mesleğine sadık kalma noktasında da hükmünü icra ediyor. *** Ve bir âyet-i kerime meali: “Sizi taife taife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.” Üstad bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken şöyle diyor: “Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakîkat-i âliye hayat-ı içtimâiyeye âit olduğu için, hayat-ı içtimâiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisânıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimâiyesiyle münâsebettar olan Eski Said lisânıyla, Kur’ân-ı Azimüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.” *** Onun içindir ki, günübirlik siyasetin acımasız animasyonlarına kapılanlar, bir şekilde bulaşanlar, bizi de oraya çekmeye çalışmasınlar. Hem söz açıldıkça da, "bana göre“ edebiyatı yapmasınlar. Bizim canipte "ben“ yerine "biz“ vardır, şahs-ı manevînin gücü vardır. Biz hep o zaviyeden baktığımız için, onların dört nala at koşturdukları o alanlara biz bir adım bile atamayız. Onlara çok cazip ve geniş görünen o cadde, bize "çıkmaz sokak“ olarak görünüyor. Biz o çıkmaz sokakları çok gördük. Darbelerin enkazı üstüne bina edilen "toplama“ siyasetlerin nasıl dağıldığını ibretle seyrettik. Bizim misyonumuz bakidir. İncelir, ama kopmaz. Ölse bile, öldürülse bile dirilmeye namzettir. Yaşasın "ba’sü ba’del -mevt" hakikatı! 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Haksız rekabetin ve hasaretin sebebi: Hırs |
Mâlûmunuz olduğu üzere, piyasa, rekabet ile kurulup şekilleniyor. Bir yandan rakipler, “rakabe” ederken birbirini denetleyip “murakabe” ediyor. Diğer yandan da müşteriler bütün piyasayı ve rakipleri murakabe altında tutuyor. Eğer rekabet doğru ve haklı olursa, piyasa, arz ve talep dengesi içinde kalarak piyasa talebinin arzu ve hak ettiği kaliteyi tutturuyor. Ancak hukuka ve ahlâka uygun bir zeminde yürümesi gereken rekabet bazen bir “haksız rekabet”e dönüşüyor. Haksız rekabet, imalât sektöründe daha ziyade, taklit marka-taklit ürün gibi yöntemlerle ve aldatıcı reklâmlarla yapılıyor. Hizmet sektöründe ise haksız rekabet daha ziyade müşteri şaşırtmak ve personel aşırmak gibi yollarla yapılıyor. Hem imalât ve satış sektöründe ve hem de hizmet sektöründe pek farkına varılmayan, ama aslında sık yaşanan bir haksız rekabet hali ise pazarlama hileleri yapmak ve müşteriyi yönlendirmek. Bir alış veriş merkezindeki giyim mağazasının kasaba konfeksiyoncusuyla, ya da bir süpermarketin bakkalla rekabetinde kullandığı modern ve “bilimsel” pazarlama yöntemleri, özellikle iki yönden haksız ve adaletsiz. Birincisi “marka” satan giyim mağazası ya da süpermarket, “ihtiyaç olmayan”ı da “ihtiyaç” haline getirmekte maharetli uzmanlar istihdam ediyor ve dolayısıyla “tatmini arttırabilmek adına” tatminsizliği körüklüyor. İkincisi ise daha vahim: “Marka” satan giyim mağazası ya da süpermarket çalışanları, müşterilere, profesyonel pazarlama yöntemleri adı altında, bal gibi (hatta zehirli bal gibi) yalan söylüyor. Bu yalanlarla, kasaba konfeksiyoncusunu ya da mahalle bakkalını ezip geçiyor. Mahalle bakkalını yaşatalım diyenler ise ona da “Kendin gibilerle birleş, güçlen, profesyonel pazarlama eğitimi al” diyor. Bu, aslında, “Seninle haksız rekabet edenle sen de aynı haksız yöntemle rekabet et, yani seni yenen (!) rakibine benze, meselâ müşteriye olmadık iltifatlarda ve ikramlarda bulun” demek. Bu planın arka planında kim var? Pazarlama denilen faaliyetin böylesine gayr-ı ahlâkî biçimde yürütülmesinin bilimsel teşvikçileri kimlerdir? Bu uzman hırsızların, piyasanın ve pazarlamanın hâzık uzmanlarınca teşhis ve teşhir edilmesini doğrusu çok isterdim. Özellikle bunlarla, sanal varlık olan parayı ve sanal mutluluğu, yani “hakikatte olmayanı” satan banka pazarlamacıları arasında ilişki olup olmadığını ve varsa nasıl bir ilişki olduğunu da göstermekte fayda var. (Anlayan anladı). Ama pazarlamanın bir boyutu var ki kanaatimce bunu siz Yeni Asya okuyucularının bilmesi ve herkese açıklaması lâzım: Rızık Allah’tandır. Müşteriler ise sadece bir vasıtadır. Nasıl ki “bulut bazen yağmur getirir, bazen dolu,” çiftçi ise daima Rahman-ı Rahim’e tevekkül ve teşekkür eder. Esnaf da öyle olmalı. Bazen işler iyi gider. Bazen de “kasa para görmez, POS’a kart girmez.” Ama tevekkül eden her daim rahat eder. Zira müşteri dediğin rızka vasıtadır. Vasıta dediğinin ise biri gelir-biri gider. O olmazsa öbürü olur. Bendeniz, bu hususta ilk dersimi mahallemin bakkalından aldım. Karşısına yeni bir minisüpermarket açıldı. “İşlerinizi etkiler mi?” diye sordum. “Herkes rızkını yer” dedi. Minisüpermarket üç yıl sonra kapandı. Bir yıl geçmedi, aynı yerde yeni bir minisüpermarket açıldı. O da kısa sürede kapandı. Bizim bakkal, kırk yıldır “rızkını yemeye” devam ediyor. Elbette fiilî duasını da yapıyor, pazarı da biliyor. Ama ihlâslı tevekkülü ile rızkın hakikî kaynağına yönelmeyi de, şükretmeyi de biliyor. İki şeyi ise bilmiyor ve galiba bilmeye de niyeti yok: hırsı ve pazarlama hırsızlığını/arsızlığını. Siz bu yazıyı önce bakkalınıza pazarlayın, sonra, dilerseniz bendenize “dönüt” verin efendim. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ölüm, herkesin başında |
Seksen yaşını geçkin gazeteci–yazar İlhan Selçuk'un ölümü, aynı yaşlarda bulunan meslektaşlarının da ölüm hakikatini hatırlamalarına sebebiyet verdi. Milliyet'te yazan Çetin Altan'ın dünkü "84..." başlıklı köşe yazısı, daha ziyade kendi ölümüyle ilgiliydi. Tabiî, burada çok garip bir rastlantı da var: Cumhuriyet gazetesinin köşe taşlarından biri olan İlhan Selçuk, 21 Haziran günü öldü. Milliyet'te yazan "duayen gazeteci" Çetin Altan'ın doğum günü ise, 22 Haziran. Altan'ın yazısındaki bazı ifadeler, onun kendi ölümünü nasıl da ciddî ciddî düşünmeye başladığının bir işareti olsa gerek. İşte o ifadelerden biri: "Şayet ömür merdiveninin son basamağındaysam ve '85...' başlığını hiçbir zaman yazamayacaksam, çok doğal karşılayacaklardır bunu da: 'Zaten 80’ini çoktan aşmıştı... Yaş yetmiş, iş bitmiş... Ahı gitmiş, vahı kalmış... Bir ayağı çukurda...' diyecekler..." Evet, bunlar kimi ağızlardan çıkabilecek bazı sözler. Ama, bunlardan çok daha doğru ve yerinde bir sözü "Yaş Otuz Beş"in şairi Cahit Sıtkı söylemiş:
"Neylersin, ölüm herkesin başında."
İşte, hayat kadar ehemmiyet arz eden ölüm gerçeğinin yalın bir ifadesidir bu. Yani, ölüm için, ecel için, küçük–büyük, genç–ihtiyar fark etmiyor. Bu vakıa, her an için herkesin başına gelebilir ve geliyor. Onun içindir ki, dindar Anadolu insanı, bu hakikati şu sözlerle vecizeleştirmiş:
"Ölümdür bu, ihtiyarları alır sıra sıra; gençleri de alır ara–sıra."
Doğru mu? Doğru... İşte, bu doğruyu doğrudan haber veren ibretlik manzaralar, her gün gözler önüne seriliyor: Depremle, yangınlarla, salgınlarla, sellerle, patlamalarla, terörist saldırılarla, trafik kazalarıyla ve sâir sebeplerle, sadece fertlerin değil, kafilelerle insan ölümlerine şahit olmaktayız. Demek ki, sadece yaşlanınca değil, ölümü her zaman ve her yaşta hatırlamak lâzım. Şüphesiz ki, hatırlamak yetmez; bu kaçınılmaz yolculuğa her gün için hazır olmak gerekir. Hem, hazır olmayan ne kazanır ki? Hazırlık yapmayanın eline ne geçer ve ne geçiyor ki? Dahası, hazırlığı düşünmeyen kimse, acaba neyi değiştirebiliyor ki? İyisi mi, Cahit Sıtkı'nın şu meşhûr mısralarını unutmamak ve daima hatırlamaya çalışmak:
Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.
Tarihin yorumu 24 Haziran 1939
Padişah valisine yenik düştü
Koca Osmanlı ordusu, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşaya bağlı kuvvetlerce mağlup edildi. (24 Haziran 1839) "Devrimci Padişah" diye de anılan Sultan II. Mahmud'un vefatından kısa bir süre önce yaşanan bu mağlûbiyet vak'ası, tarih kayıtlarına "Nizip Bozgunu" olarak geçti. Yaşanan çatışmadan yedi sene kadar evvel, Osmanlı hükümeti ile Mısır Valisi Kavalalı arasında yapılan "Kütahya Antlaşması"ndan, öyle anlaşılıyor ki, iki taraf da memnun değildi. Memnuniyetsizlik, zamanla itimatsızlığı netice verdi. Taraflar birbirini kollamaya ve cephelere yığınak yapmaya girişti. Had safhaya varan gerginlik, sonunda feci şekilde patlak verdi. Kavalalı, 80 bin kara ve 50 bin kadar da deniz kuvvetiyle Mısır'dan gelerek Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladı. Osmanlı kuvvetleri de, kuvvet yönünden hemen aynı seviyede idi. Ne var ki, emir–komuta kademesine yeni giren ecnebi subaylar sebebiyle, Osmanlı ordusundaki Müslüman askerlerin itaat etmekte tereddüt geçirmesine sebep oldu. İşte bu tereddüt eseri, talim zaafı ve Sultan II. Mahmud`un kanlı inkılapçılığı gibi daha başka sebeplerle de birleşince, Osmanlı ordusu üstün bir varlık gösteremeyerek Nizip`te bozguna uğradı ve Kavalalı`nın kuvvetleri karşısında perişan bir vaziyete düştü. Mağlubiyet haberini alan Sultan Mahmut ise, bir kaç gün sonra (1 Temmuz) kederinden öldü. * * * Bilindiği gibi, 1808`de tahta oturan Sultan II. Mahmut, Osmanlı padişahları arasında en katı bir inkılapçıydı. Sarık yerine fes, şalvar yerine pantolon ve daha bir dizi kılık–kıyafet değişikliği yapmıştı. Bunun yarı sıra, daha başka alanlarda da bir dizi inkılap hareketlerine imza atmıştı. Sultan II. Mahmut, ayrıca çok kan döktüğü için, dindar halk ve hatta subaylar tarafından da pek sevilmezdi. Mısır Valisi Kavalalı M. Ali Paşa ise, inkılapçılık yerine ıslahatçılık metoduyla hareket ediyordu. Orduda bir takım yenilikler yapmış ve günün şartlarına göre ordusunu ileri derecede modernize etmişti. Neticede, halk ve asker tarafından ziyadesiyle sevilen Osmanlı Valisi, halkın ve askerin nefret oklarına hedef olan Osmanlı Padişahına üstünlük sağladı ve bu sûretle tarihin elim bir sayfası olan kanlı "Nizip Bozgunu" vukua geldi. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hidayet kavramı üzerine |
Nuray Hanım: “İşârâtü’l-İ’câz’da işlenen ‘hidâyet’ kavramını açar mısınız? Gafil bir Müslüman’ın hidâyeti nasıl oluyor?”
Bakara Sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in hem bir hidâyet rehberi, hem bir hidâyet kaynağı olduğunu beyân eden âyetle başlar. Âyet şöyledir: “Elif Lâm Mîm. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir hidâyet rehberidir.” 1 Bedîüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, Kur’ân’ın hem istikamet yolunu göstermekle görevli olduğunu, hem de kendisinin bizzat cisimleşmiş bir hidâyet nûru olduğunu îlân ediyor.2 Yani cisimleşen hidâyet nûrundan Kur’ân meydana gelmiştir. “Hidâyet-i Kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakîkati idrak edilemez. Ve öyle geniş bir sâhayı işgal etmiştir ki, ihâtâsı ilmen kâbil değildir.” 3 Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın hidâyeti, kalbimizin en ince bir doğruluk arzûsundan, dünyanın İslâmiyet’e yakın olsun, uzak olsun, bütün bölgelerinde “iyi ve doğru” olarak kabul gören her değer yargısına kadar herşeyi kuşatmıştır. Yani dünyanın neresinde olursa olsun, her iyi olan anlayış, her doğru olan kavrayış, her hak olan kabulleniş, her güzel olan değer yargısı ve her isâbetli olan (yanlış ve bâtıl olmayan) yaşayış Kur’ân’ın hidâyetine dâhildir. Kur’ân, dünyayı hidâyetiyle kuşatmıştır. Meselâ Müslüman olsun olmasın, bir Japon’un çalışkanlığı ve özverisi, bir Alman’ın temizliği ve dürüstlüğü, bir Avrupalının insan hak ve hukuku ile ilgili güzel bir anlayışı, bir yamyamın adâleti, bir Afrika’lının sabrı ve metâneti ve sâir insanlarca kabul görmüş ve doğru olan ne kadar anlayış ve kavrayış varsa hepsi Kur’ân’ın öz malıdır. Bütün güzel kavramlar, Kur’ân’dan akmıştır ve bütün dünyayı sarmıştır. Nitekim Üstad Hazretleri Kur’ân hakikatlerinin bin üç yüz sene zarfında insanoğlunun kemiyeten beşte birini, keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına aldığını, yani inanış ve teslîmiyet itibariyle beşte birini, kavramlarını ve değerlerini kavrayış, kabulleniş ve uygulayış itibariyle de insanlığın yarısını etkilediğini beyan ederek Kur’ân hidâyetinin kuşattığı alanı nazara verir. 4 Meyvesi iki dünyanın saadeti olan ve neticesi de kendisi gibi hidâyet olan “hidâyet”in büyük bir nimet, vicdânî bir lezzet ve rûhun Cenneti olduğunu beyan eden5 Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Fâtiha Sûresi’ndeki “İyyâke nesta’îyn”, yani “Yalnız Senden yardım isteriz” ibâresinden hemen sonra gelen “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” yani “Bize dosdoğru yol için hidâyet ver” talebinin yardımı hidâyet alanına tahsis ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, “İhdinâ” kelimesi dört masdardan türemiştir ve dört mânâya işârettir. 1- Mü’min hidâyet isterse “ihdinâ” dinde sebat ve devam mânâsını ifâde eder. 2- Zengin olan hidâyet isterse, malda ve şükürde ziyâde mânâsını ifâde eder. 3- Fakir olan hidâyet isterse, darlığın geçmesini ve genişliğe kavuşmayı ifâde eder. 4- Zayıf olan isterse yardım, başarı ve muvaffakiyet mânâsını ifâde eder. İç ve dış duygulara, âfâkî ve enfüsî delillerin ve burhanların gösterilmesi hidâyet hâlidir ki, bu, insanlık tarihî boyunca peygamberlerin gönderilmeleri ve kitapların indirilmeleri ile mümkün ve vâki olmuştur.6 En büyük hidâyetin, perdenin kaldırılması ile hakkı hak, bâtılı da bâtıl göstermek olduğunu kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, “İhdinâ” ile istenen “sırat-ı müstakîm”i özetle şöyle tefsîr eder: Rûha üç büyük kuvvet verilmiştir. Bunlar: 1- Kuvve-i Şeheviye: Faydalı şeyleri isteme ve cezb etme kuvveti. 2- Kuvve-i gazabiye: Zararlı şeyleri def etme kuvveti ve kâbiliyeti. 3- Kuvve-i akliye: İyi ile kötüyü ayırma ve tanıma kabiliyeti ve gücü. Bu kuvvetlere yaratılışça sınır konulmamış, şeriatça sınır konulmuştur. Şeriatın koyduğu sınırlara uyulmaz ise ortaya abartılı, canavarca ve insanlık dışı birçok bâtıl uygulama şekilleri çıkacaktır. İşte hidâyet, bu kuvvetleri adâletli biçimde kullanmak demektir ki, şehvet kuvvetinde “iffet ve nâmûs”, gazap kuvvetinde “şecaat, yiğitlik ve kahramanlık”, akıl kuvvetinde ise, “ilim ve hikmet”tir.7
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 1. 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 42. 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43. 4- Asâ-yı Mûsâ, s. 51. 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 62. 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 28. 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Taşeronluk ihalesini yapan kim? |
Siyasetçiler ve yazarlar “PKK kimin taşeronu?” sorusunu tartışıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın bu ihalecileri açıklaması isteniyor. Başbakan ise herkesin bildiğini savunuyor. Etrafımdakilere sordum herkes iki devletin ismini telâffuz etti: ABD ve İsrail. Zaten yıllar boyu PKK’lılar da bu iki devletin desteğini inkâr etmediler. En son Öcalan avukatlarına bu bilinen gerçeği şu sözlerle açıklıyordu: “Kürtler olmadan İsrail bu bölgede var olamaz. Bu nedenle Güney Kürdistanda bir Kürt ulusal devletinin inşası için çalışıyor.” Yıllar boyu Yahudi, Kürtleri finanse ederek bölgede arazi aldıran, MOSSAD ajanlarıyla Peşmergeleri eğiten İsrail’in, PKK’ya desteği de aynı gerekçeye dayanıyor. Peki Amerika bu işin neresinde? Ürettiği sahte bahanelerle Irak’ı işgal eden, Ortadoğu ülkelerini kontrolü altında tutmayan çalışan Amerika, bölgede bir başka ileri karakol sahibi olmak için, Kuzey Irak Kürtlerini her yönden destekledi. Kuzey Irak’a gidenler buradaki ABD varlığını çok bariz bir şekilde hissediyorlar. Önceki yıl başlayan açılım süreci de, ABD’nin Kuzey Irak Yönetiminin himayesi karşılığında Türkiye’yi PKK belasından kurtarma projesine dayanıyordu. Nitekim projenin mimarlarından Hanri J. Barkey’in Kürdistan Üzerinde Çalışmanın Önlenmesi başlıklı raporunda gerekçeleriyle beraber PKK’nın tasfiyesi planı adım adım yer alıyordu. Buna göre; PKK üzerinde baskı arttırılarak örgütten kaçmalar teşvik edilecek; kapsamlı bir af çıkarılarak PKK militanlarının önemli bir kısmının Türkiye’ye dönmesi bir kısmının da Peşmergelere katılması, lider kadronun ise bölgeden uzak bir yere sürgüne gönderilmesi, silâhların ABD gözetiminde teslim edilmesi (hatta bu silâh tesliminin TV’lerden naklen yayınlanması), silâh teslimine ve teslim olmaya yanaşmayan azınlıktaki militanların ise ABD ordusunun istihbarat desteğiyle temizlenmesi, yine de inat eden olursa bizzat ABD hava kuvvetlerince yok edilmeleri, örgütün ekonomik kaynaklarının da ABD ve AB’nin kontrolünde tamamen yok edilmesi planın aşamaları olarak yer alıyordu. Ne oldu da Amerika bu plandan vazgeçip, PKK’nın bütün hainliğiyle saldırılara yeniden başlamasına –en iyi ihtimalle- göz yumdu? Anlaşılan o ki; ABD, Türkiye’nin bölgedeki popülaritesinin artması, İran’la yakınlaşması, hatta PKK ve PJAK’a karşı aynı zamanlarda operasyonlar yapmaları, en önemli müttefiki İsrail’e yönelik tavrından çok rahatsız oldu. Akıllarında bin tilkinin dolaştığı uzmanları kâr-zarar hesabı yaptılar ve “PKK kamburundan kurtulmuş, ama başına buyruk ve bölgede popüler bir Türkiye mi? Yoksa Kuzey Irak Yönetiminin bizzat ABD tarafından korunarak, PKK’nın yine Türkiye’ye karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmaya devam edilmesi mi?” tercihinden ikincisini seçtiler. İşin garip tarafı bu tercihleri, açılımdan kendisine pay çıkmayacağını anlayan Öcalan’ın kararıyla çakıştı. Bu şer ittifakı ortaya yeniden PKK kabusunu çıkardı. Şimdi konuşulanlara bakıldığında, hem siyasetçiler hem de resmî ağızların yine onbeş yıl önceki retoriği tekrarladıkları, çözümü askerî tedbirlerde aramaya, hatta yeniden olağanüstü hal ilân edilmesini istemeye başladılar. Hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı, insanların zulüm altında inlediği bir baskı havasının yalnızca terör örgütüne yarayacağını unutuyorlar. Umarız aklı selim galip gelir ve devlet yeniden sivrisineklerle uğraşmak yerine, bütün vatandaşlarını birinci sınıf, çağdaş düzeyde hak ve özgürlüklere sahip insanlar haline getirmenin tek çare olduğunu görür. Elbette bu arada bu saldırıların arka planının çok ciddî istihbarat ve soruşturma çalışmalarıyla ortaya çıkarılması, ıssız bir adada oturan teröristbaşının örgütü yönetmesine izin verilmemesi, ihmali ve kasdî hataları olanların ise cezalandırılması vazgeçilmez adımlar olmalıdır. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Az konuşup çok iş yapsak... |
Tekrarlanan terör saldırılarına ‘alışmak,’ bir anlamda mücadeleyi kaybetmek anlamına da gelir. Bu bakımdan terör örgütünün her saldırısını ‘ilk saldırı’ymış gibi değerlendirmek ve ona göre kararlı bir şekilde karşı koymak gerekir. Ne yazık ki bazı yöneticilerde bu kararlılığı göremiyoruz. “Depreme karşı koyamayız. O halde ‘depremle birlikte yaşama’yı öğrenmeliyiz” örneğinde olduğu gibi; terör karşısında ‘acziyeti’ hatıra getiren değerlendirmeler yapanlara rastlanıyor. Herkesin bildiği gibi ‘terör’ hadiseleri hemen her ülkede meydana geliyor. Ancak hiçbir ülke “Biz bunu sona erdiremeyiz” diyerek “pes” etmez ve edemez. Çünkü böyle bir anlayış hakim olduğu anda o yöneticiler “mağlûp” sayılır. Terörle mücadelenin uzun ve çok yorucu olduğu, kolay olmadığı kabul edilmeli, ama hiçbir zaman “imkânsız” olduğu akla gelmemeli. Hemen her terör saldırısından sonra dikkat çeken bir nokta var: Böyle vakitlerde Türkiye’yi idare edenler üst üste toplantılar, zirveler yapar ve “kararlılık” ortaya koyan konuşmalara imza atarlar. Doğrudur, teröre karşı “söz” de söylenmeli; ama bu sözler “icraat ile” desteklenmedikçe bir anlam ifade eder mi? Keşke Türkiye’yi idare edenler, uzatılan her mikrofona uzun uzun konuşmak yerine, “söz orucu”na girip biraz daha fazla “iş” yapsalar... Bir yazar ağabeyimizin, yeri geldikçe hatırlattığımız bir sözü var. Yazmak ve okumak konusu gündeme geldiğinde, “Yazmaktan dolayı okumaya fırsat bulamadık” der. Aynen onun gibi, Türkiye’yi idare edenler de; toplantı üstüne toplantı, zirve üstüne zirve yapmaktan ve sürekli de “önemli açıklamalar yapmaktan” fırsat bulup icraat yapamaz hale geldiler. Tekrarlamakta fayda var: Bu problem sadece bugünü ilgilendiren bir zaaf değil. Konumuz olan terör hakkında son çeyrek asırdır hemen her gün “çok önemli açıklama”lar yapıldı ve “karar”lar alındı. Peki, alınan bu kararların takibi yapıldı mı? Tamam, geçmiş yıllardaki ihmalleri bir yana bırakalım ve bugüne gelelim: Hakkâri’deki kanlı terör saldırısından sonra gündeme gelen ihmaller ve tesbit edilen eksiklikler mümkün olan en kısa zamanda giderilebilecek mi? Yoksa, bazılarının ifade ettiği gibi hiç bir ihmal ve eksiklik tesbit edilemedi mi? Eğer ihmal ve eksiklik yoksa bu netice neyin nesi? Cehalet, zaruret ve ihtilâf bataklığında boy süren “törer ağacı”nın kökünü kurutabilmek için bataklığı besleyen “sızma”lara engel olmak gekerir. Bunun yolu da, “san'at, marifet ve ittifak” silâhıyla kuşanmaktan geçer. Bu tarihî gerçeği görmeden sadece “söz”le terörü önleyebileceğini düşünen varsa hem kendisine hem de Türkiye’ye yazık eder. Konuşma devrini geride bırakıp, tedbirli ve kararlı icraatlar devrine adım atalım... 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Yıldırma siyaseti: Terör |
Kelime anlamıyla dehşet ve korku saçan şey anlamına gelen terör, çoğu kez kanlı eylemlerle kendini gösteren bir yıldırma siyasetidir. Bir toplumun bütünlüğüne, devletin otoritesine ve haysiyetine yönelmiş şiddet hareketleri olarak tanımlayabileceğimiz bu tahrip hareketi, fakirlik, cehalet, ihtilaf gibi olguları fırsat bilen şer eksenlerinin bir aracı olarak son yıllarda toplumumuzu derin acılarla gözyaşlarına boğmuştur. Bediüzzaman’ın “Tüm asırların toplam vahşetini bu asır bir defada kustu” diyerek dikkat çektiği insanlık tarihinin en kanlı asrını geride bırakırken yeni bin yılın dünya için barış ve mutluluk getirmesi temenni ediliyordu; ancak öyle olmadı. Asrın henüz başında İkiz Kuleler’e yapılan saldırıyla terör dünyanın birinci gündem maddesi oluverdi. Devamında terörün, özünde sevgi ve barışı barındıran İslâmla ilişkilendirilmesi, Amerika’nın da bazı Batılı ülkelerle birlikte “İslâmî terör”ü gerekçe göstererek İslâmın mamur beldelerine saldırması yeni gelişmelerin ve tartışmaların başlangıcı oldu. Bu tartışmalar, bugün dünya siyasetine yön veren ana unsurlardan biridir. Ülkemizde de son günlerin ana gündem maddesi olan bu melun hareket, doğru tedbirler alınamadığı takdirde ülke gündemini ve siyasetini yönlendirmeye, insanımızı derinden sarsmaya devam edecektir. Terörün ana sebeplerinden biri totaliter kafalar ve uygulamalardır. Bu zihniyetin mevcut düzeni tahrip etmek amacını güden teröre karşı salt adlî, askerî, polisiye vb. tedbirlerle etkili olmaya çalışmaları meseleyi uzatmaktan, yarayı derinleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Son günlerde PKK terörüne karşı önerilen OHAL vb. tedbirler pansuman tedavisi bile sayılamaz. Zaten devletin her köşesine sinmiş olan totaliter ruhu propaganda aracı haline getiren PKK, OHAL’in uygulandığı dönemlerde serpilmiş, gelişmiş ve hareket alanı bulmuştur. Bu dönemlerin en büyük mağduru yöre halkı olmuştur. Bu dönemler kapanması zor olan yaraların açılmasına sebep olmuştur. Bu nedenle, teröre karşı alınacak tedbirler tartışılırken bunlara yol açan aslî sebepler de gözden uzak tutulmamalı, bu temel sebeplerin ortadan kaldırılmasına yönelik düzenlemeler yapılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, otoriter sistemler terörün kaynağını oluşturur. Kendi insanına adaleti sunabilen, onun yaşama alanlarını genişletebilen, ona insan olduğu hissini hiçbir zaman unutturmayan, inançlarını hayata geçirebilme imkânını, korkusuzca seyahat edebilme, fikrini açıklayabilme rahatlığını verebilen; kısacası demokratik hak ve özgürlükleri sağlayabilen, fakirlik ve cehaleti ortadan kaldıracak tedbirleri uygulayabilen bir yapıda terör vb. hareketlerin barınması zordur. Bu yapı oluşturulduktan sonra, “taşeron” edebiyatına da gerek kalmayacaktır. Dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise şudur: Terörün sosyolojik ve psikolojik arka planını araştıranlar mutlaka insan ruhunun tatminsizliğiyle ortaya çıkan “manevî çöküntü” olgusuyla karşılaşacaklardır. Bu bağlamda “Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor” diyerek büyük bir tehlikeye işaret eden Bediüzzaman’ın, içerden ve dışarıdan gelen tehlikelere karşı ısrarla, sedd-i Zülkarneyn gibi önleyici bir tedbir olarak Risâle-i Nur’u ileri sürmesi, İslâm ahlâk ve akaidinin hayata geçirilmesinin önemini vurgulaması önemlidir. Bediüzzaman’ın anarşiden kurtulmak için “Merhamet, hürmet, emniyet, haramdan çekinmek, serseriliği bırakıp itaat etmek” şeklinde ifade ettiği beş esasla “müsbet hareket” ve “asayişi muhafaza” şeklindeki toplum hayatını düzenleyici görüşleri, terörün durdurulması adına da geçerli fikirlerdir. Bundan başka Bediüzzaman’ın bölge ile ilgili tesbitleri, temel problemleri teşhisi ve önerileri bugünkü kaotik yapının çözülmesini sağlayacak unsurlarla doludur. Bu bakımdan kendi değerlerimize yönelmek, kendi ilâçlarımızla tedavi yollarını aramak en doğru yol olacaktır. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Taşeron... |
Şehid cenâzeleri peşpeşe toprağa verilirken, Ankara yoğun bir biçimde terörle mücadele yöntemlerini tartışıyor. Teröre karşı çâre olmadığı anlaşılan “Olağanüstü Hal”den bazı diğer “ek önlemler”e kadar bir dizi tedbirden dem vuruluyor. Cumhurbaşkanı Gül, “Terör örgütünün son zamanlardaki saldırganlığının altında korku ve bölgede kendi aleyhinde gelişmelerdir” diyor. Ancak bu gelişmelerin ne olduğunu belirtmiyor. Bu arada her fırsatta vurgulanan “terör örgütünün taşeronluğu” ve özellikle “dış etki”ye dair bir dizi istifham duruyor. Başbakan Erdoğan, PKK’nın “taşeron örgüt” olduğunu tekrarlıyor. Terörün “uluslar arası bağlantıları”nı nazara veriyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “PKK’nın lojistik desteğinin kesilmesi”nin önemini vurguluyor. Türkiye’nin ABD ve işgali altındaki Irak’la bu amaçla “üçlü mekânizma”yı kurduklarını ve “anlık istihbarat paylaşımı” anlaşmasını hatırlatıyor. Başbakan’ın önümüzdeki günlerde G-20 Zirvesi için gideceği Kanada’da Obama’dan daha ileri ve aktif işbirliği isteğini ileteceğini haber veriyor. Ve hafta başında toplanan Güvenlik Zirvesinde terörün uluslar arası boyutuna dikkat çekiliyor. Kısacası Ankara’da örtülü ifâdelerin perdesinde küresel egemenlik ve çıkarları hesâbına Irak’ı ve Afganistan’ı işgal eden “stratejik müttefik-model ortak” ABD’nin terör örgütüne desteğinin kesilmesi beklentisi, açık açık dile getiriliyor…
TERÖRE DIŞ GÜÇLERİN DESTEĞİ… İşin doğrusu şu ki, 5 Kasım 2007’de Oval Ofis’ta Erdoğan-Bush başbaşa görüşmesinde güya “ortak düşman” ilân eden ABD ve bölgedeki jandarması İsrail’in baştan beri terör örgütüne desteği, bütün iddiaların aksine devam etmekte. İşgalden sonra dağıtılan Irak ordusunun tanklarının, toplarının, hafif ve ağır silâhlarının PKK’ya verildiğini bizzat Erdoğan nazara vermişti. Bu durum Amerikan Kongresinde kabul edilen bir “rapor”la da tescil edildi. Amerikan savcıları, ABD’nin PKK’ya desteğini tesbit edip “soruşturma” konusu yaptılar. Geçen süre içinde Amerikalı işgal komutanların Kuzey Irak’taki terörist kamplarını ziyaret edip destek verdikleri, İsrailli subayların teröristleri eğittiği Amerikan ve Batı medyasında yer aldı. Hâlen “nükleer enerji” bahanesiyle hedef yaptığı İran’ı istikrarsızlaştırıp karışıklıa itme maksadıyla ABD, bu ülkeye yönelik terörü yapan PEJAK’a her türlü silâh ve lojistik desteği sağlıyor. Oysa PEJAK demek, PKK demek; ve PEJAK’a giden her silâh ve “lojistik yardım” el atından Türkiye’ye yönelik terör eylemlerini yapan PKK’ya ulaşıyor… Keza şimdiye kadar göstermelik üç teröristbaşının Amerika’daki mal varlığını bloke eden Washington, kontrolündeki Irak’ta PKK bayrağı çekilen terör örgütü bürolarını kapatmış değil. Bunun yanı sıra terör örgütünün finans kaynaklarına dokunulmuyor, üstelik finansal destekte bulunuyor; nüfuz ticaretine, uyuşturucu ve silâh kaçakçılığına resmen göz yumuluyor… Bilindiği gibi, Irak ve Kuzey Irak şehirlerinde serbestçe gezen ve Ankara’nın daha önce defalarca listesini Washington’a bildirdiği yüzlerce terörist elebaşından bir tekini dahi teslim etmeyen Bush yönetimi, bu işi daha başşehirdeki hükûmet merkezini koruyamayan Irak hükûmetine ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine havale etmekle geçiştirmişti.
VE “DIŞ BAĞLANTI”YA SİTEM! Obama yönetimi de gün aşırı onlarca, yüzlerce sivilin katledildiği, işgalden bu yana önemli bir kısmı çocuk, kadın ve yaşlı iki milyon insanın öldürüldüğü kargaşa ve kaos içindeki Irak’ta yuvalanan teröre karşı aynı taktiği sürdürüyor… İşte bu ortamda Başbakan, PKK’yı “terör örgütü” ilân edip şimdiye kadar hiçbir teröristi yakalayıp iâde etmeyen “dost ülkeler”e sitem ediyor. Belgelerini, bilgilerini verdiklerini halde yüzlerce terörist elebaşından bir tekini dahi teslim etmeyen “müttefikleri” şikâyet ediyor. Teröre karşı “ortak mücâdele plâtformu” geliştirilmesi ve kapsamlı bir işbirliği gereğini dile getiriyor. Terör örgütünün Türkiye dışındaki faaliyetlerinin durdurulması için samimî işbirliği ve destek beklediğini yineliyor. PKK’yı “taşeron örgüt” olarak niteleyip “dış bağlantısı”ndan yakınıyor. Lâkin bu bağlantıları bir türlü deşifre etmiyor. Gerçekten PKK “dış güçlerin taşeronu” ise, kim bu dış güçler? Başbakan ve Dışişleri Bakanı neden bunu açıklamıyor? Ve en ilginci, terör örgütünü “küresel silâhlı taşeron” olarak kullanan “küresel dış güçler”le terörle mücadeleyi görüşme çelişkisine düşüyor! İşgalindeki ve güdümündeki bölgede terörü besleyip, koruyup kollayarak azdıran “küresel dış güçler”den teröre karşı destek talep ediyor! Peki, terörü palazlandıran “dış güçler”in terörle mücadelede hangi “samimî desteği” olacak? Sonra bu samimiyetsiz destekten ne fayda gelecek? 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İstihbarat ve ötesi |
Mezargediği’ndeki terör saldırısından sonra Çankaya Köşkünde yapılan güvenlik zirvesinden çıkan kararlar arasında istihbarat akışıyla bölgede görev yapan personelin yapısının gözden geçirilmesi ve terör örgütünü “güçlü” gösterdiği öne sürülen yayınlarla ilgili olarak hukukî süreçlerin işletilmesi de var. İstihbarat zaafiyeti konusunda, Genelkurmay Başkanı böyle bir problem olmadığı kanaatinde. Ama onun katılmadığı zirvede “gözden geçirme” kararının da çıkması dikkat çekici ve ilginç. Ve haddizatında istihbarat çok karışık bir mesele. Temelinde de istihbaratın vehim eksenli iç tehdit algılamasına dayalı olarak yapılandırılmış olması yatıyor. Kendi halkını tehdit olarak gören anlayış, gerçek tehditleri göremez hale geliyor. Veya kasıtlı olarak, gerçek tehditleri örtbas etmek için vehmî ve hayalî tehditlere yoğunlaşıyor Bir diğer nokta, devletin farklı güvenlik birimlerine bağlı olarak kurulan istihbarat ağlarının, birbirinden kopuk olarak çalışması. Bunun da sebebi, aralarındaki güvensizlik, hattâ kıskançlık. Bunun da asıl sebebi, temeldeki sakat zihniyet. Başbakanlık bünyesinde yeni kurulan ve iptali için AYM’de açılan dâvâ karara bağlanmayı bekleyen Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığının en önemli işlevlerinden biri, bu istihbarat dağınıklığını sona erdirmek olarak ifade ediliyor. Tabiî, AYM kararıyla lağvedilmezse... Ve asker-sivil ilişkilerindeki problemlerin uygulamada en kritik sürtüşmelere kaynaklık eden alanlarından birini teşkil eden bu duyarlı konuda, profesyonel altyapı desteğine sahip bir sivil inisiyatif müsteşarlık kanalıyla öne çıkarılabilirse. Terörle mücadelede doğru, sağlıklı, işe yarar bir istihbarat akışının sağlanabilmesi ne kadar önemli ise, gelen istihbaratın vakitlice değerlendirilip gereğinin yapılması da o derece hayatî. Dink suikastından son terör saldırılarına kadar birçok olayla ilgili istihbarat bilgilerinin önceden ilgili birimlere ulaştığı, ama tedbir alınmadığı yönündeki iddialar bunu ortaya koyuyor. Söz konusu istihbarat bilgilerinin bir kısmı medyada açık açık haber ve yazı konusu dahi olduğu halde gereği yapılmayıp, önceden bildirilen acı olayların adeta göz göre gerçekleşmesi, zihinlerdeki soru işaretlerini daha da arttırıyor. Nitekim yakın zamandaki bu istihbarat bilgilerinden biri de, “PKK terör eylemlerini batıya kaydıracak” başlıklarıyla medyada yer almıştı. Ve kısa süre sonra, daha üst üste gelen Şemdinli, Palu ve Silvan şehitlerinin şoku atlatılamadan, İstanbul Halkalı’da askerleri taşıyan servis otobüsüne yönelik bombalı saldırı gerçekleşti. 4 şehit verdiğimiz bu kalleş saldırı için İstanbul’un seçilmesi, hem devlet en tepe noktalarındaki zirvelerle ve oralardan çıkan kararlarla istihza, hem de meydan okuma anlamına geliyor. Bölge eksenli terör olayları için alınan yine bölgesel nitelikteki kararlar, büyük şehirleri de içine alacak şekilde bütün Türkiye’yi hedefe koyan terör eylemleri karşısında yetersiz kalıyor. Şu aşamada kabul görmemiş gibi gözüken, ama sahiplerince savunulmaya devam eden OHAL talepleri, terör daha da yaygınlaştığı takdirde tüm ülkeyi kapsayacak tarzda gündeme getirilir mi? Olabilir. Ama Türkiye’nin geldiği noktadan tekrar o düzene dönme ihtimali zayıf. Buna karşılık, OHAL adını telâffuz etmeden, o sistemin uygulamalarının devamı ise kuvvetle muhtemel. Ki, yılan hikâyesine dönen “taş atan çocuklar” konusu, KCK operasyonları, seçilmiş insanların gözaltına alınıp kelepçeli vaziyette sıraya sokulması gibi uygulamalar bunun güncel örnekleri. Ve demokratikleşme sürecinde yaşanan tıkanma, yıllardır ileriye doğru kayda değer bir adım atılamayışı da konunun bir diğer önemli boyutu. Burada dikkat edilmesi gereken en hayatî hususlardan biri ise, terörle ilgili lokal ve mevziî konulara odaklanıp bütünü gözden kaçırma ve bunun sonucunda, çoktandır ara verilen demokratikleşme sürecini iyice boşlama tehlikesi. 24.06.2010 E-Posta: [email protected] |