Abdil YILDIRIM |
|
Sorsa bilirdi |
Atalarımız, “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” demişler. Öğrenmenin ise başlıca yolları, okumak, dinlemek ve sormaktır. Sorgulamak ve sormak, belki de en önemli öğrenme yöntemidir. İnsan okurken de, dinlerken de, devamlı sormak ihtiyacı hisseder. Kafasındaki engelleri sual merdiveni ile aşar. İnsan aynı zamanda çok meraklı bir varlıktır. Her şeyi merak eder. Merakını gidermek için sorular sorar, cevaplar arar. Aldığı her doğru cevap, hem bir merakını giderir, hem de yeni bir şey öğrenmesine vesile olur. Bilirsiniz, küçük çocuklar çok meraklı olurlar. Çünkü onların çok şey öğrenmeye ihtiyaçları vardır. Onun için konuşmaya yeni başlayan bir çocuk, durmadan sorular sorar. “Bunun adı ne? Bu niye böyle? Şu neden şöyle?” gibi suallerle büyüklerini soru yağmuruna tutarlar. Çevrede gördüklerini tanımaya ve öğrenmeye çalışırlar. Çocukların sualleri tamamen fıtrî ve öğrenme amaçlıdır. Aslında büyüklerin de en az çocuklar kadar öğrenmeye ihtiyaçları vardır. İnsan bilgi sahibi oldukça, bilmediği ne çok şey olduğunu daha iyi anlar. İmam-ı A’zâm Hazretlerine, “Ne çok şey biliyorsunuz?” dediklerinde, şu cevabı verir: “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe ererdi.” İmam-ı Azam’ın talebelerinden olan İmam-ı Ebu Yusuf, Abbasi Halifesi Harun Reşit tarafından Kadıu’l-Kudat (kadılar kadısı, başkadı) olarak tayin edilir. Bir gün Ebu Yusuf’a bir suâl sorarlar. “Bilmiyorum” cevabını verir. “Bilmiyorsun da devlet hazinesinden bu kadar maaşı niye alıyorsun?” dediklerinde şu cevabı verir: “Ben bu maaşı bildiklerimin karşılığı olarak alıyorum. Bilmediklerimin karşılığında maaş alacak olsaydım, devletin hazinesi buna yetmezdi.” İnsan öğrenmeye bu kadar muhtaç ve bilgi de insan için bu kadar önemli olduğuna göre, bilgi hazinesinin anahtarını elde etmek insanın en büyük vazifelerinden birisi olmalıdır. Bu hazinenin anahtarı ise, suâl sormaktır. Bilgiye ulaşmak için sormanın ne kadar önemli olduğunu, “Bostan ve Gülistan” yazarı Sadi-i Şirazî, şu güzel beyiti ile dile getiriyor: “Sormaz ki bilsin sorsa bilirdi, bilmez ki sorsun bilse sorardı.” Demek ki sormayan öğrenemez, soru sormanın önemini bilmeyen de sorma ihtiyacı duymaz. Suâl, bilgi kapılarını açan bir anahtardır. Ama, her anahtar her kapıyı açmaz. Doğru anahtarı doğru kilitlere takmak gerekir. Yani suâl sorarken, amacı doğru tesbit etmeli, muhatabı, doğru seçmeli, suâli doğru kişiye sormalı ki, doğru cevap alınabilsin. Sual sormak, rahmetin celbine de bir vesiledir. Hazret-i Ali (ra) Resul-ü Ekrem Aleyhisselatü Vesselâm’ın şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir: “İlim hazineler şeklindedir, anahtarı ise suâl sormaktır. Sual sorun ki Allah size merhamet etsin. Çünkü suâl sormakla dört kişi mükâfat alır. Soran, cevap veren, dinleyen ve bunları seven”. (Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden) Sual sormak aynı zamanda bir san'attır. Asgarî bir bilgi, zekâ ve kültür gerektirir. Tamamen cahil bir insan, soru sormasını bile beceremez. Bir de neyi bilmediğini bilmeyenler ne soracaklarını da bilemezler. İnsan eksiğini bilmeli, bilmediğinin farkında olmalı ki, öğrenmek için bir bilene sorabilsin. Bir de bildiği halde soranlar vardır ki, bunlar da iki kısımdır. Bir kısmı bildiğini teyit etmek için iyi niyetle sorar, bir kısmı ise karşısındakini imtihan edercesine sorular yöneltir. Böyleleri soru sormak adabından mahrum olanlardır. Bilgiye ulaşmadaki en büyük engellerden birisi, sual sormaktan korkmaktır. Onun için suâl sormak, medenî cesaretin bir ölçüsü sayılır. Medenî cesaret ve azamî nezaketle sorulan sorular, soranı bilgi sahibi yapar. Ona ilmin kapılarını açar. Bir de insanın kendi kendine sorması ve akıl feneri ile cevap araması gereken suâller vardır ki, Bediüzzaman Hazretleri bunlara “müthiş suâller” diyor. Bunlar, “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun” şeklindeki suâllerdir. Bu suallerin cevabı, kâinatın tılsımını açar, insana kim olduğunu, bu dünyaya niçin geldiğini ve bundan sonra nereye gideceğini öğretir. Zaten insanın da merakını tahrik eden, aklını meşgul eden en mühim meseleler bunlar değil midir? Bu suallerin doğru cevabını bulan kişi, Marifetullaha ermiştir. Böylece en önemli bilgileri elde etmiş, en büyük ilim hazinesinin kapısını açmıştır. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Zamanın harita ve pusulası |
Muhakemat’tan hatırlanacak olunursa, daha ilk sayfalarda çok önemli olan, ancak uygulamada çoğunlukla gözden kaçırılan zamanın getirdiklerine ve eski ile yeni arasındaki muazzam farka ve sebeplerine dikkat çekilir. Muhakemat’tan tâkib edelim: ”Acaba bedihî değil midir ki, Kolomb-u Zûfünun’un sebeb-i iştihârı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehalik-i iktihamına (maruz kaldığı tehlike ve sıkıntılara) bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti.” Evet, İbn-i Sina ve Kristof Kolomb’u meşhur yapan çalışmaları ve onların nazarında sır olan konularda, bugün çocuklar bile fikir yürütebiliyor. Sıradan bir denizcinin bile keşfedebileceği kadar kolaylaşan keşiflerin bugün sıradanlaşmasının sırrı, yine aynı bahiste izah edildiği gibi, pusula ve haritacılık gibi cihazlar ve yardımcı unsurların icadı, asırlar boyu süren ilmî çalışmaların birikimi gibi pek çok konulardaki keşif ve icadların toplamındadır. Aynı bahiste izah edildiği gibi, kusur İbn-i Sina ve Kristof Kolomb’da değildir. Çünkü onlar sadece o zamanın insanı ve o zamanın benzersiz ilim adamlarıydı. Ama zaman geçti… Evet, zaman elle tutulur gözle görünür bir şey değil ancak peşine takıp getirdikleri veya sırtına yüklenenler çok açık ve net. Hadiseler bir zamanlar kartopu gibi iken şimdi çığ olmuş ve Asya, bu çığın altında ezilmeye devam ediyor. Aslında bizim Asya ya da Doğu medeniyetlerinde en çok hataya düştüğümüz konulardan birisi budur. Bir zamanlar Batı’nın çok ilerisinde iken, hem gerilerde kalmamız hem de birkaç asırdır hâlâ hatırı sayılır bir mesafe alamayışımızın en önemli sebeplerinden birisi bu düğümü çözememiş olmamızdır. Vaktiyle her iki zat, yani İbn-i Sina ve Kristof Kolomb birçok devletin ya da devlet adamının kapısını çaldı. Fakat çoğunlukla itibar görmediler, projeleri ve fikirleri hayalî göründü. Onları kabul etmeyenler en nihayetinde zarar gördü, dikkate alanlar ise, bugün dünyanın hâkimleri… Ancak burada en önemli nokta her şeyde olduğu gibi yer ve zaman. O zaman, karşı çıkmak ve faydalanmamak nasıl zarar ise, bugün de, onlardan başkasına bakmamak aynı şekilde zarar olduğu açıktır. Zaten öncekilerin de gerekçeleri aynı değil miydi? Yeni bir kıt'a varsa ya da “Hindistan”a buradan gidilebiliyorsa, eski meşhur denizciler nasıl bilmezlerdi? Eski şöhretlere körü körüne bağlılık devam ediyordu. Risâle-i Nur’da verilen misâl; bir Doğu’dan, bir Batı’dan. Ayrıca, Kolomb’un coğrafya ve keşiflerle ilgili; İbn-i Sina’nın ise, tıb ve felsefe gibi konularla iştigal etmesi hadiseyi daha iyi anlamak için güzel bir misâl. İbn-i Sina gibi zatlar hakkında biz, tarih boyunca hep ifrat ve tefritlerde gezmişiz. Bir zamanlar, kimisi tartışmasız her sahada otorite kabul etmiş, bazıları da hepten reddetmiş. Son birkaç asırdır ise, sırf bizden olduğu için unutulmaya yüz tutmuş bir dâhi. Hâlbuki Avrupa yakın zamanlara kadar onun kitaplarını üniversitelerinde okutuyordu. Kolomb için ise, Batı’ya baktığımızda, her zaman el üstünde tutulmuş ancak zaman dikkate alınmış. Kimseye, gerçek mânâda, “Sen Kolomb’dan daha mı iyi biliyorsun?” denilmemiş. Bu sebepledir ki, onlarda onlarca, yüzlerce kâşif ve mucit çıkmış ve çıkmaya devam ediyor. Biz ise ne bir yeni İbn-i Sina, ne de yeni bir Mimar Sinan çıkarabilmişiz. Şüphesiz sebepleri sadece bunlarla sınırlı değil ancak bu noktayı unutmamak gerekiyor. Herkesin bildiği gibi Risâle-i Nur, ne bir coğrafya, ne bir tıp ve ne de bir felsefe kitabı. Verilen misâl, Risâle-i Nur’un bahsettiği ana meseleleri daha iyi anlamak için… Gerçekte Risâle-i Nur veya müellifi Bediüzzaman Said Nursî, çağımızda Kur’ân ve iman dâvâsını büyük bir tecdid ile başlattığı zaman; ilim erbabının ekserisi, İbn-i Sina ve Kristof Kolomb gibi hepsi ayrı bir kutup ve ayrı bir deha olan geçmişteki birçok âlimi, tek merci kabul ediyor ve onlardan başka âlim, müceddid ve müctehid tanımıyorlardı. Bir kısım insanlar için bu anlayış bunca hâdise ve tecrübeye rağmen hâlâ devam ediyor. Hâlbuki zamanımız insanının ihtiyacına göre kısa zamanda tahkikî imanı kazandıran bu eserlere ve hizmete bigâne kalmak, bin sene öncesine saplanıp kalmak demektir. İnsanların ekseriyeti maalesef şahıslarda hataya düşüyor. Hâlbuki işin esası, şahıslarda değil, zamanın getirdiklerinde, daha doğrusu zaman ile gönderilenlerde. Yâni yerin ve göğün hâkimi olan Cenâb-ı Hakk’ın zamana takıp gönderdiklerinde. Pusula ve harita görünüşte insanların icad ve keşifleri olmakla birlikte, hakikatta Cenâb-ı Hakk’ın insanlara bir ihsanıdır, ilhamıdır ve büyük bir nimetidir. Gerçekte yeri, göğü; haritacılığa, manyetik alana ve uydu sistemleri gibi insanların kullanabileceği tarzda ve seviyede yaratması ve belirli kurallara bağlaması büyük bir nimettir. Elbette arı ve karıncaya yönünü ve yolunu bildiren Âlemlerin Rabbi, insana da kabiliyetlerine uygun sistemleri hediye edecektir. Kısacık dünya hayatı için harita ve pusula gibi nicelerini ihsan eden Cenâb-ı Hak, elbette sonsuz bir hayat için de harita ve pusula hükmünde olan Kur’ân’ı ve bu zamana bakan hakikatlarını bu zamanın insanına hediye edecek ve etmiştir. Bize düşen, eskilere hürmette kusur etmemekle birlikte, zamanı iyi anlamak ve her sahada zamanın getirdiklerini ihmal etmemek… Zaten onlar da, bu zamanda olsa idiler bunu yaparlardı. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat kahramanları(21) |
Münire Özdemir
Münire Özdemir, Ankara’da 1960’lı yıllarda ilk hanımlara yönelik Risâle-i Nur sohbetini başlatan hanım. “Üniversite öğrencileri Risâle-i Nur okusun” düşüncesiyle Ankara’da ilk hanımlar medresesinin açılmasına vesile olan da yine o. Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Said Özdemir’in annesi. Şakacı, güleryüzlü, tatlı dilli “Ahirzamanda dindar ihtiyar kadınların dinine tabi olunuz” hadisini hatırlatan haller taşıyan bir Nur Talebesi. Doğum tarihini sorduğumda “Bilmiyor musun hanımlara yaşları sorulmaz?” diyerek tebessüm etti. Ne çare, sergide kendisi ile ilgili yer alan bilgilerden yine de onun 1923 doğumlu olduğunu öğrendik… Kendisiyle 29 Mayıs- 13 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilen “Bediüzzaman’ın Emirdağ Yılları” Sergisi çerçevesinde düzenlenen, hanımlara yönelik paneller sırasında tanıştık. Aşağıda okuyacağınız satırlar hem panel notları, hem de programlar sonrasındaki yüz yüze görüşmelerimizden derlenmiştir…
Risâle-i Nurları oğlumdan öğrendim… Oğlum eve getirdiği kitapları güzel güzel okuyordu bize. Çok güzel şeylerdi anlattıkları. “Nerden buldun bu güzel şeyleri?” diye sorunca “Buldum bir yerlerden işte!” diyor, anlatmaya devam ediyordu. Kitap bitiyor, başka bir kitap getiriyor, ama sorunca nerden bulduğunu söylemiyordu. Çok hoşumuza gidiyordu okudukları. En son iki kardeşin aynı kuyuya düştüğü, ama farklı hallerle karşılaştığı 8. Söz’ü getirip okudu. Ne kadar etkilendiğimi anlatamam. Çok hoşlanmıştım o bahisten… Aslında İslâmı yaşıyorduk. Namazımızı, Kur’ânımızı ihmal etmezdik. Kimsenin başını örtmediği o yıllarda örtülüydük de, ama Risâle-i Nur’lar bambaşka bir açıdan anlatıyordu Allah’ı, Kur'ân’ı, dinimizi… Nur Talebelerinin hapse girdiğini bildiğim için “Kitaplara Bediüzzaman ismini yazmayıverin. Çok güzel kitaplar bunlar. Herkes okusun. Bediüzzaman ismi yer aldığı için hapsediyorlar” demiştim. Oğlum “Üstad Hazretleri böyle istediği için biz ismini yazıyoruz” diyor, fazla açıklama yapmıyordu. Risâlelerdeki bahislerden çok hoşlandığımız için arkadaşlarımız, komşularımızla da birlikte paylaştık bu güzellikleri. Hanımlar dersi böylelikle kuruldu. O yıllarda Risâleleri okuyunca “Elhamdülillah anladık” derdik. Şimdi bu yaşımda anladım ki meğer ben Risâle-i Nurları anlamamışım. Çünkü Risâleler Kur’ân tefsiri olduğu için her okunduğunda farklı farklı sırlar açılıyor. Çok derin bir ilim deryası. Çok sırlar var. Risâle-i Nur’ları aslında anlamadığımı anladım. Elhamdülillah.
Oğlum hapiste.. Dokuz kere hapse girdi oğlum. Bir seferinde İstanbul’a geldiğinde arkadaşlarıyla birlikte yakalayıp, Emniyete götürüyorlar. Çantasında matbaaya basılmak üzere verilmek için Risâle-i Nur formaları olduğundan bir fırsatını buluyor, kaçıyor. Ankara’ya geliyor. Geride kalan dokuz arkadaşına çok eziyet ediyorlar, hücrelere koyuyorlar hepsini ayrı ayrı…”Said gelmezse bunları çıkartmayız!” diyorlar. Oğlum on gün sonra gidip teslim oluyor. Öyle bir dövüyorlar ki… Sonra hücreye atıyorlar. Oranın müdürü “Buna bir daha elinizi sürmeyin!” diyerek polisleri ikaz ediyor. Bize bunun haberi geldi, ama hangi hapiste, yeri nerde bilmiyoruz. Sıkıyönetim var, araştıramıyoruz. Düşündük taşındık, Ankara’da Hacı Bayram Camiine gittim. Orda çok dindar bir hanım vardı, ona akıl danıştım. “Oğlum diri mi, ölü mü belli değil. Hapiste, ama nerede olduğundan haberimiz yok” dedim. Bana yetmiş bin Besmele çekmemizi, demir kapıların açılacağını söyledi. Eve geldim, perdeleri kapattık. Bütün aile dua etmeye başladık, vazifemizi bitirdik. İkindi namazını kıldık. Namazdan sonra, eve “Said Özdemir hücreden çıktı. Hapishaneye geçti” haberi geldi. O kadar sevindik ki buna. Çünkü hücre hapsi daha kötü, hapishaneye çıkınca hiç olmazsa ziyaretine gidebiliyoruz, konuşabiliyoruz. Said’i hapishanede katillerin arasına koymuşlar. Hele bir tanesi “Sen bana çok işkenceler yaptın!” diyerek öldürmeye niyetlenmiş. Oğlum “Ben vaizim sana işkence yapar mıyım? Seni tanımıyorum…” demiş, çok dua etmiş.. Adam sonra sakladığı bıçağı getirerek “Gece uyurken seni bununla öldürecektim!” diye gösterip, af dilemiş… Sıkıntıları bize fark ettirmedi Rabbim. Oğlum hapse girdiğinde ziyarete gittiğimizde sevinerek gülerek anlatırdı yaşadıklarını. Kelepçelerini gösterir “Altın bilezik taktılar bana” derdi. Biz de ferahlar, “Her halde rahatı iyi” derdik. “Gerekirse biz de gireriz hapse!” diye düşünürdük. Oğlum Üstad Hazretlerinin iltifatlarına mazhar olmuştur. Yemeğini yemiş, yorganını örtmüştür. Bir defasında Üstadı ziyaret için gittiğinde oğlumu uğurlarken “Sana Tarihçe-i Hayat’tan hapis yolu görünüyor!” demiş. Gerçekten de iki sene sonra Tarihçe- i Hayat kitabındaki bir kelime bahanesiyle hapis yattı. Ama hiç şikâyet etmezdi halinden. İşte böyle olayları yaşayarak geldik, bugünlere. Cenâb-ı Hak Risâle-i Nur’ları lütfetti bize. Dünyayı verseler, tek bir risâleyi alamazlar elimizden. Çok kıymetlidir Risâlelerimiz.
Üstad Hazretlerini ziyaretimiz Üstad Hazretlerini önce beyimle oğlum ziyaret ettiler. Sonrasında oğlum Üstadı ziyarete tekrar hazırlanırken beyim dedi ki “Fırsat bu fırsattır. Sen de onunla git!” Hazırlandık, çıktık yola. Sene 1957… Üstadı ziyarete gitmeden evvel rüyamda bir zat görmüştüm. Beyime rüyamı anlattım “Her halde Üstad Hazretleriydi, ama sakalı yoktu” deyince “Sen Üstadımı görmüşsün, sakalı yok zaten onun” dedi. Üstadı ilk gördüğümde rüyamdaki zatın o olduğunu anladım. Çalışkanlar Emirdağı’nda sağolsunlar çok güzel ağırladılar bizi. Üstad Hazretlerinin Eskişehir’e gideceği haberi geldi. Görüşemeyeceğimiz için çok üzüldük. Yanımda Kastamonulu Ulviye Anne vardı. “Hiç üzülmeyin. Üstad Hazretlerinin haberi olur, gelir” dedi. Ulviye Anne tesbih çekmemizi söyleyince hepimiz 500’er defa “Hasbünallahü venimelvekil” âyetini zikrettik sessizce. Ulviye Annenin dediği oldu. Bir müddet sonra “Üstad yoldan geri döndü” haberi geldi. Hanımları yanına kabul etmiyordu, ama görüşmek istediğimizi ilettik. Emirdağ’ın dışında tenha bir tarla içinde ufacık bir kulübe içinde beklemeye başladık. Üstadın arabası geldi, kapısını açtılar. O araba içinde oturur haldeyken, biz yanına giderek görüşme imkânımız oldu. Bana dediler ki “Önce sen git”. Önce ben gittim, dirseğini uzattı. Cübbesinin üzerinden dirseğini öptüm. Dua etti ve bir şeyler söyledi, anlayamadım. Ulviye Anneye sordum. O anlıyordu, bana “Beni ziyarete gelmek için zahmet etmeyin. Risâle-i Nurları okumak beni ziyaret etmek gibidir” dediğini aktardı. Oğluma döndüm. “Bize dua etsin” dedim. Oğlum Üstada söylediklerimi aktardı. Üstad Hazretleri tekrar ellerini açarak bize dua etti. "Bütün ailenizi talebeliğe kabul ediyorum” dedi. Ben çekildim. Diğer hanımlar da Üstad Hazretleri araba içindeyken onunla görüştüler. Sonra gelinim Rahime görüşmek için gitti. Annesi için Üstad Hazretlerinden dua etmesini istemiş. Üstad Hazretleri de “Bütün Tillo’yu, memleketinizi duama aldım” demiş. Gelinim görüşmeden sonra çok etkilendi, kendinden geçti. Telâşlandık. Sonra Üstad Hazretleri dua etti, biz de içimizden Salâvat getirdik kendine geldi. Gelinim rahatsızlığının sebebini “Üstad Hazretleri ile görüşürken yüzüne çok dikkatle baktım. Ondan böyle oldum her halde” dedi. Sonra Üstad Hazretleri araba ile ayrıldı.
Ankara’da ilk hanımlar dersi: Korkmadık, üzülmedik, şaşırmadık… 1960’lı yıllarda ilk hanımlar dersini başlattık. 10-15 kişiydik. Arkadaşlarımız, komşularımız, eşi Nurcu olan hanımlardı gelenler… Başka kimse yoktu. Risâle-i Nur’ları çok bilemiyorduk, ama düzenli olarak okuyorduk, bir araya geliyorduk. … Sonra gitgide dersler de, hanımlar da çoğaldılar. O yıllarda Risâle-i Nur’lar teksirle çoğaltılıyordu, daha matbaalarda basılmasına başlanmamıştı. Evlerimizde devamlı aramalar yapılırdı. Risâle-i Nur’lar yasaktı. Okuduğumuz kitapları gizliyorduk. Bir kitabı okuyorduk, bitirince onu kaldırıp saklıyor, diğerini çıkarıyorduk. Şimdiki gibi rafta sıra sıra hepsi bir arada bulunamazdı… Evimize çok sık polis gelir, arama yapardı. Ama hiç korkmadık, üzülmedik, şaşırmadık. Çok güzel bir hizmetin içinde olduğumuzu biliyorduk çünkü. Risâle dersimizi hiç ihmal etmedik. Bir de Üstad Hazretleri hanımlara özel dua etmiş. Hiçbir hanım hapse girmedi. Derslerimizi devam ettirdik… Evimizin bir tarafını dershane olarak ayırmıştık. Ağabeyler gelir kalırlardı. Biz de onların yemeğini, çamaşırları, çaylarını hazırlardık. Gelinim Rahime’nin çok emeği vardır. Yeri geldiğinde kendi çocuklarını ihmal eder, Nurcuların hizmetine koşardı evde… 1960’lı yıllarda kurduğumuz Nur sohbetimiz hâlâ devam ediyor.
Ulviye ve Asiye Hanımlar… Ulviye Hanımla tanışmamız oğlum vesilesiyle oldu. Oğlum vaizdir. Camide vaaz verirken, Ulviye Hanım da dinleyenler arasındaymış. Risâle-i Nur’lardan vaaz verdiğini anlayınca, gelip oğlumla tanışıyor, kendini ve Kastamonu hizmetlerini anlatıyor. Böylelikle tanıştık. Üstadın ona ve arkadaşlarına yaptığı dualar Risâlelerde yer alır zaten. Üstada kalben bağlı, çok sadık bir hanımdı. Asiye Anne de derslerimize gelirdi. Eşi Kastamonu’da hapishane Müdürüymüş. Üstadı hep kollamış, hizmetinde bulunmaya gayret etmişler. Asiye Anne, Üstadın çorbasını pişirip, çamaşırlarını yıkamış.
Derini yüzer, parça parça ederiz! İkisinin de sıkça anlattıkları bir hatıraları vardı: Ulviye Anne çok güzel bir Kur'ân-ı Kerim kılıfı işliyor ve Asiye Anne vesilesiyle Üstad Hazretlerine gönderiyor. Polisler içindeki Kur'ânla birlikte kılıfı alıyorlar ve kimin işlediğini bulmaya çalışıyorlar. Asiye Anne kılıfı kendisinin işlediğini söylüyor. Polisler “Sen yaşlısın işleyemezsin. Kim işledi bunu?” diye sorguluyorlar. Hatta bir ara “Senin derini yüzer, parça parça doğrarız. Kim işledi bunu?” diyorlar Asiye Anne bir türlü Ulviye ismini vermiyor onlara… “Ne yaparsanız yapın” diyor. En sonunda polisler “Defol git evine!” diyorlar. Asiye Anne “Sizin bildiğiniz kadınlardan değilim ben! Beni silâhlı polislerle nasıl getirdiyseniz öyle götüreceksiniz. Ben bu gece vakti dışarı çıkmam.” diyor. Arabaya bindirip evine getiriyorlar, kocasına teslim ederken de “Senin bu hanımın öyle bir kadın ki ağzından tek bir kelime alamadık. Alabilseydik, çok kişiyi yakalayabilirdik, ama başaramadık” diyorlar. Bunu Asiye Anne bize geldiğinde hep anlatırdı. O bizim annemizdi, ailemizin ferdi gibi severdik onu. Kimi zaman gece bizde yatıya kalırdı. Tatlı tatlı hatıralarını anlatırdı. Hatta bir defasında bana bir elbise diktirmişti. Yaşlıcaydı, elbise bedenine tam uygun gelmedi. “Bu olmamış Münire! Sök dikişlerini tekrar dikelim!” dedi. Söktük, tekrar diktim. Bana hiç unutmam “Allah’ın rızası kolay kazanılmıyor, değil mi Münire?” demişti.
Diyarbakır günleri… Damadım astsubaydı. Risâle-i Nur okuduğundan dolayı Diyarbakır’a sürgün olarak gönderilmişti. Ben de yanlarındaydım. Bir gün eve geldiğinde “Annem beni şikâyet etti. Hemen Risâle-i Nurları saklayalım” deyince “Hiçbir anne oğlunu şikâyet eder mi?” dedim. “Eder” dedi. Bütün kitaplarımızı, komşumuzdan da izin alarak hemen binanın başka bir tarafına taşıdık. Ardından eve askerler başlarında bir subayla geldiler. Evi arayıp taradılar, en son sandığı açmak istediler. “Sandık açılmaz!” dedim. “Sen aç o zaman” dediler. Sandığı açtım, elimle her şeyi çıkardım. Sonunda askerler benim Cevşenimi buldular. Hemen not aldılar “Zararlı kitap bulundu!” Ben askerin elinden Cevşenimi çekerek “İçindekiler Kur'ân-ı Kerim’dendir” dedim. Subay not alan askere “Tamamen yazdıklarını sil. Bir şey bulunamadı yaz!” dedi. Böylece mesele kapandı, kitaplarımızı kurtarmış olduk.Ama kızımın görümcesi bu sefer de eline Gençlik Rehberi kitabını alıp askerlere gidiyor, tekrar şikâyet ediyor: “Ağabeyim bu kitaplardan okuyor!” diyor. Yine askerlerle yüz yüze geldik. Çok mahkemelerimiz oldu. Gidip ifadeler verdim. Diyarbakır günlerimiz pek sıkıntılı geçti…. Hiç unutmam bir gün hem sıcaktan ve hem de olan olaylardan bunalmış vaziyette cami avlusunda torunlarla oturuyordum. Geçenler dilenci zannedip para verdiler… “Biz dilenci değiliz. Para istemeyiz.” dedik. Cenâb-ı Hak Risâle-i Nur’ları okumayı nasip etsin, kusurlarımızı affetsin. Mahşerde de burada olduğu gibi görüşürüz İnşallah!
Evlâtlarımızla birlikte! Risâle-i Nur Kur’ânın hakikî tefsiri olduğundan imanımızı kuvvetlendiriyor. Okuyup yaşamaya gayret ediyoruz. Özellikle de evlâtlarımızı ahiret azabından kurtarmaya gayret ediyoruz. Bizim gayemiz sadece kendimiz değil, evlâtlarımızın da kurtulmasıdır. Birinci vazifemiz çocuklarımıza çok dikkat edip, onlarla maddî manevî ilgilenmektir. Evlâtlarımız kurtulmazsa bizim kurtulmamız marifet değil… Bu ahir zamanın fitnesinde kendimiz de çocuklarımız da etkileniyor. Risâle-i Nur bizi ahir zamanın yangınından kurtarıyor. O yüzden ibadetlerimize, özellikle namazımıza ve Risâle-i Nurlara sımsıkı sarılmalıyız… 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Muhtelif cevaplar |
Orhan Tulay: “28. Lem’a 3. Nükte’de anlatılan âkilü’l-lahm (et yiyici) hayvanların helâl rızkları vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler ceza görürler. ‘Yani boynuzsuz olan hayvanın kısası boynuzludan alınır’ diye hadis-i şerif ifade ediyor. Biz biliyoruz ki hayvanlar sevk-i İlâhî olunuyorlar. Onlara göre haram-helâl hangi ölçüye göre belirlenir? Cüz-i irade sadece insanlarda bulunduğuna göre onlar neye göre hesaba çekilecek?”
Hayvanlara göre haram helâl ölçülerini, Allah’ın kâinâta koyduğu kanunlar belirliyor. Allah, hayvanları şefkat ve merhamet hisleriyle birlikte yaratmıştır. Bir hayvan ne kadar da yırtıcı olsa, ruhuna konulmuş merhamet hissiyle canlı hayvanlara zarar vermemekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü ona Allah’ın Rahman ve Rahîm isimleri fıtrî olarak yüklemiştir. Et yiyici hayvanlar bu bakımdan ölmüş hayvanları sevk-i İlâhî ile derhal hissederler, bulup yerler; fakat ölmemiş hayvanlara saldırmazlar. Yüreklerindeki merhamet hissi buna engel olur. Eğer yırtıcı hayvanlar ölmemiş hayvanlara arsızca, merhametsizce, aç gözlü biçimde saldırıp öldürüp yerlerse, fıtratlarına konulmuş rahmet kanununa muhalif hareket etmiş olurlar ve rahmet kanunu hükümlerine göre ceza alırlar. Yani bir avcının silâhına merhametsizce hedef olurlar. (Avcı, eğer haksız ve gerekçesiz biçimde öldürmüşse, o da bunun hesabını dünyada veya mahşerde öder. O ayrıdır.) Hayvanların cüz’î iradeleri insanlar kadar gelişmiş olmasa da, vardır. İçlerindeki sevk-i İlâhîye kanaat etmeyip, aç gözlülük ve hırsla hareket ederlerse, ceza görmeyi hak ederler. *** İsmail Bey: “Asâ-yı Musa’nın Beşinci Meselesindeki, ‘haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi vardır’ ne demektir? Açıklar mısınız?”
Her insanda kıskançlık damarı vardır. Keza, sevdiklerinden ayrılma söz konusu olduğunda bundan elem duymayan insan yoktur. Ve keza, sevgisine karşılık görmeyen insan da bundan ıztırap duyar. Bu hisler ve duygular, her insanın fıtratında ortak olarak yerleştirilmişlerdir. Haram seven insan, bu ortak duyguların verdiği ıztıraplarla çok acılar yaşar. Çünkü haramcı, gümrükten mal kaçıran insana benzer. Başka hırsızlar da çıkacak ve aynı mala, aynı anda başka eller de uzanacaktır. Kendisi kadar harama tamah eden başkaları da vardır. Ve işin tehlikeli boyutu: Haram sevmekte hak değil; güç esastır. Güçlü olan, varlıklı olan, yakışıklı olan harama daha çabuk ulaşır ve zayıf olan kıskançlığı ile kahrolur. Öte yandan, haram sevgi, büsbütün ayrılık demektir. Sevgi bittiği anda ayrılık başlar ve hançerden okunu haramcının kalbine saplar. Keza haram sevmekte, sevdiğin kişinin seni sevme zorunluluğu ve borcu yoktur. Bu bakımdan mukabele etmez. Bu da haram severin yüreğini yakan bir diğer hançerdir. Fakat helâl ve meşrû sevgilerde bu ıztıraplar yoktur. Çünkü: 1- Helâl sevgide güç değil, hak esastır ve senin nikâhında olan birisine başka eller uzanmaz. Çünkü hakkı yoktur! Bu durumda kıskançlığa gerek kalmaz. (Herkesin kendi eşini harama karşı kıskanması başkadır.) 2- Helâl sevgi meşrû olduğundan ayrılık elemi vermez. Çünkü helâl sevgiler Cennete kadar ve ebedî Cennette dahi yaşanmayı hak eden saygın ve Allah katında makbul sevgilerdir. Bu bakımdan, helâl sevgilerde fanilik damgası yoktur. Çünkü helâl sevgi, Allah’ın izin verdiği ve razı olduğu sevgi olduğundan, üzerinde ebediyet mührü vardır, insana huzur verir ve insanı harama karşı ilgi duymaktan kurtarır. 3- Helâl sevgide sevdiğin kişi de seni sever. Çünkü sevgin makbuldür. Karşı tarafa zarar verici değildir. Bilâkis, karşı tarafı koruyucu ve şefkat edicidir. Bu açıdan, makbul bir sevgi, makbul ölçüler içinde mukabele görür. Bu da kişiye lezzet ve huzur verir. *** Hilmi Bey: “Tarihçe-i hayatta ‘beklenen bir asır sonra gelecek o zat ....’ diye bir ifade geçiyor. Bu ne anlama geliyor? Risâle-i Nurların muhtelif yerlerinde dile getirilen “beklenen bir asır sonra gelecek o zat ....” tarzındaki ifadeler, kanaatimizce, Üstad Said Nursî Hazretlerinin İslâm ümmetince tartışılan, fakat bilinmeyen bir konuyu istiâre san'atıyla belirlemesidir. Kast edilen; bir asır sonra Risâle-i Nur’un dünya çapında genişleyen hizmetleridir ve Risâle-i Nur Talebelerinin şahs-ı mânevîsidir.. Üstad orada Risâle-i Nur’un meydana getirdiği şahs-ı mânevîden “gelecek zat” olarak bahsetmiştir. Çünkü Risâle-i Nur, telif edildiği zaman diliminden itibaren giderek genişleyen, açılan ve inkişaf eden bir hizmet istidadına sahiptir. Bunu İnşâallah istikbal gösterecektir. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevat ÇAKIR |
|
İslâm ve çevre |
İngiliz Kraliyet tahtının varisi Prens Charles Oxford Centre İslâmî Çalışmalar Bölümü’ndeki “İslâm ve Çevre” konusundaki konuşmasında “Dünyayı kurtarmak için İslâmın izinden gidin” ve “ Çevreyi korumak için İslâmın manevî prensiplerini takip etmeliyiz” 1 demiştir. Bütün Dünya insanlarını ilgilendiren bir konunun Hıristiyan bir siyasetçi tarafından söylenmesi çok önemli. Kur’ân-ı Kerim’in ilk emri olan “oku”dan sonra ikinci gelen Muddessir Sûresinin dördüncü âyeti “Elbiseni temiz tut” şeklindedir. Dolayısıyla “oku” emrinden sonra “temizlik” emri gelmektedir. İslâmın çevre anlayışının temeli bütün yaratılan mahlûkatın birer ümmet oluşu ve kendilerine mahsus ibadet etmeleridir. “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer topluluklar (ümmet)tir.” 2 “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan her şey Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” 3 “Gövdesiz bitkiler ve ağaçlar da Allah’a secde ederler” 4 Bu düşüncelerden dolayıdır ki, bir Müslüman nazarında bütün varlıklar ibadette bir arkadaşa dönüşmektedir. Böyle olunca da varlıkların mü'min nazarında değeri artmaktadır. Kesilip atılan, yok edilen değil, ibadet dolayısıyla arkadaşa dönüşmektedir. İslâm savaşta dahi çevreye zarar vermeyi yasaklamıştır. “Size kılıç kaldırılmadığı sürece kimseye kılıç çekmeyin, kimseyi öldürmeyin, tarlasında çalışanlara dokunmayın, ekinlere, ağaçlara zarar vermeyin” diye buyurulmuştur. 5 Çevrenin önemli unsurlarından olan ağaçlar için ise gerek Kur’ân’da gerekse hadislerde bahsedilmeleri dinimiz için önemli olduklarını anlıyoruz. Kur’ân’da 26 yerde ağaçtan bahsedilmektedir. Ayrıca hurma kelimesinden 13 yerde, üzüm kelimesinden 11 yerde, zeytin kelimesinden 7 yerde, nar kelimesinden 3 yerde, Arabistan kirazından da 4 yerde bahsedilmektedir. Sünnette ise, “Kim ağaç dikiminde bulunursa, onun için, ağaçtan hasıl olan ürün miktarınca Allah sevap yazar.” 6 “Elinizde bir ağaç filizi varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar zamanınız varsa mutlaka dikin.” 7 Bitkilerin korunmasıyla ilgili olarak da “Yerde bitmiş olan hiçbir nebat yoktur ki onu, müekkel bir melek ihata etmiş olmasın. Bu durum, bitkinin hasad edilmesine kadar devam eder. Kim bu bitkiyi basıp ezerse o müekkel melek kendisine lâ’net eder.” 8 Bu ikaz ve uyarılardan dolayıdır ki Müslümanlar bütün varlıklara şefkatle muamele etmişlerdir. Said Nursî Hazretlerinin bu konuda çok güzel uygulamaları vardır. Ağaçlara, hayvanlara gösterdiği şefkat dikkat çekicidir. “Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor” diyor. “Bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa taşları gelip koydurur, hayvanların rahatını bozmayın derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, tavşanlar ve keklikleri vurmayın derdi. Ve diğer hayvanları incitmeyin der ve nasihatta bulunurdu.” 9 Evet küçük bir makalede ciltlerle kitap yazılması gereken bir konuyu izah etmek mümkün değildir. Denizden bir damla sunmaya çalıştık.
Dipnotlar 1- Yeni Asya, 12 /6/ 2010; 2- En’am, 38; 3- Hac, 18; 4- Rahman, 6; 5- İslâm ve Kur’ân’da Ağaç ve Toprak, Turhan Günay, s. 64, Tema yay.; 6- Müsned-i Ahmed, 5/415; 7- Buahri, El- Edebul Mufred, s. 168; 8- Kenzul Ummal, 3/905; 9- Son şahitler, s. 412. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
“Bunlar fasa-fiso teklifler” mi? |
Hakkâri’deki kanlı terör saldırısından sonra bir defa daha ortaya çıktı ki, uzun zamandan beri verilen sözler tutulmamış, en hafif ifadesiyle millet ve kamuoyu yanıltılmış. Yıllardan beri Türkiye’yi idare edenlerden şunu duyardık: Her türlü tedbir alındı, kanlı terör çok yakında bitiyor. “Bekâra hanım boşamak kolay gelir” ithamına maruz kalmamak için hemen ifade edelim ki, ‘eşkiya’ ile, insafsız, izansız ve vicdansız teröristler ile mücadele etmek kolay değil. Ve fakat, imkânsız olarak da görülmemeli. Eşkiya ile mücadelenin ‘düzenli birlik ile’ yapılmasının zor olduğu uzmanların ifadesiyle de sabit. O halde niçin bu yanlışta ısrar ediliyor? Hatırlamak gerekirse, terörle mücadelede nisbeten başarılı olunan yıllarda ‘özel yetiştirilmiş kişiler’le mücadele edilmişti. Elbette onun da başka mahzurları ortaya çıktı, ama onları bertaraf etmek ‘sistem’i ıslâh etmek mümkündü. ‘Islâh’ yerine, netice alıcı metoddan niçin vazgeçildi? “Yıllardan beri kamuoyu yanıltılmış” dememiz de şundan: Hakkâri’deki saldırı sonrası ortaya çıkan bilgilere göre, bölgedeki karakolların ihtiyaca cevap verecek şekilde yenilenmesi için önce yolların yapılması gerekiyormuş. Düşünün, ‘sınır’da karakol var, ama ‘yol’u yok. Eğer yol yapılması gerekiyor idiyse, bu güne kadar niçin yapılmadı? (Akşam’daki bilgiye göre toplamda 700 kilometre yol yapılması gerekiyormuş. -20 Haziran 2010) Bu konunun şimdiye kadar gündeme gelmemesi ve gereğinin yapılmamış olması bir ihmal değil mi? Denilebilir ki, “O bölgede yol yapmak Konya’da yol yapmaya benzemez.” Tamam, itirazımız olmaz; fakat bugün yol yapılması gerektiği ifade ediliyorsa “Şimdiye kadar niçin yapılmadı?” sorusu da sorulur. Buradaki ‘yol’lar yapılmadan, “Her şey yolunda” demek milleti yanıltmak anlamına gelmez mi? “Çare” babından yapılması gereken (silâh, araç-gereç, istihbarat vb. dışında) çok şey var. Dikkate alınır ya da alınmaz, bir kısmını tekrarlayalım: *Devlet ile milletin kaynaşması ve kucaklaşması temin edilmelidir. *Bunun için de öncelikli olarak “mütedeyyin insan”ları dışlamaktan vazgeçmek gerekir. *Mutlak surette ve gecikmeden “profesyonel asker”liğe adım atılmalı. *Teröristlerle mücadeleye girecek personelin “ehil” olması ilk şart olarak tesbit edilmeli. *Askerî personel “Namaz kıldı, eşinin başı örtülü” diye dışlanmamalı. Aksine, bölgede görev yapacak bütün “memur”ların “abdestli-namazlı olması” tercih edilmeli. *Her kademedeki memurlar arasından bölgede görev almak isteyen “gönüllü”ler varsa onlara öncelik verilmeli. *”Terör”ün kökünde “inançsızlık” olduğu ehlince ortaya konulmalı. Yeni teröristlere zemin hazırlamamak için gençlere “iman eğitimi” verilmeli. *Operasyon için bir beldeye, bir bölgeye, bir köye giden personel, akşam namazını o köyün camisinde kılabilmeli. Gerekiyorsa, ‘iftar’ını köy muhtarının evinde açabilmeli. “Sahur”unu da “köy çeşmesi başında” açsa ne kaybedilir? “Yok, bunlar fasa-fiso teklifler” diyenler varsa, terörün ekmeğine sürmek için yeni ‘yağ’ siparişleri ile, anne ve babaların gözyaşlarını silmek için yeni ‘mendil’ siparişleri verebilirler! 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Hani “anlık istihbarat paylaşımı”? |
Şemdinli’deki sınır birliğinin saldırıya uğraması, aynı bölgede mayın patlaması ve Elazığ’daki karakol baskınıyla şehid sayısının bir günde onikiye, bir kısmı ağır yirmiye yakın yaralı verilmesi, terör ve terörle mücadeleyi yeniden Türkiye’nin birinci gündemine taşıdı. Teröristlerce sınırın hemen ötesindeki terör kamplarından sızıp gece yarısı yapılan saldırının ardından çatışmanın sabaha kadar beş saat sürmesi, terörle mücadele yöntemini ve istihbarat zâfiyetini gündeme getirdi. Gerçek şu ki, işgali altındaki Irak’ın kuzeyinde hâkim olan ABD, bölgede kontrol ettiği PKK terör örgütü hareketlerini sürekli tâkip ediyor. 5 Kasım 2007’de Başbakan Erdoğan’ın Bush’la başbaşa görüşmesinde -şimdiye kadar- sayıları 18’e varan Amerika ziyaretlerinin son üç yılında yenilenen “ABD ile anlık istihbarat paylaşımı”na istifhamlar gittikçe arttırıyor. Özellikle Beyaz Saray’da oluşturulan ve Kuzey Irak Yerel Yönetimi’nin de katılmasıyla “dörtlü mekanizma”ya dönüşen “Türkiye-ABD ve Irak üçlü mekanizması”nın terör örgütünün etkisiz hale getirilmesinde ne derece etkili olduğuna dair soru işâretleri çoğalıyor. Keza Türkiye’nin bölgedeki terörist yuvalarına yaptığı en ufak bir sınırötesi harekâtı Ankara’dan önce bildiren Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin, önceki karakol baskınlarında olduğu gibi toplu terörist sınır geçişlerini haber vermemesi, dikkat çekici… İSTİFHAMLAR, SORULAR… Şu hale bakın; daha birkaç hafta önce İçişleri Bakanı, “üçlü mekânizma”nın İstanbul’daki toplantıda “terörle mücadele eylem plânı”nda uzlaştıklarını söylüyor. Başbakan’ın son Amerika ziyaretinde başta “anlık istihbarat paylaşımı” olmak üzere Obama yönetimiyle terörle mücadelede işbirliğinin te’yid edildiği tekrar ediliyor. Yine bu süreçte Gazze ve üç hafta önceki Mavi Marmara saldırısı üzerine kamuoyundan yükselen infiâle rağmen hükûmetin iptal etmeyip sürdürdüğü ihâleyle İsrail’den alınan insansız casus uçağı Heronlardan altısı hâlen bölgede istihbarat uçuşlarını yapıyor. Ve tam bu süreçte yüzlerce terörist ellerini kollarını sallaya sallaya kalabalık gruplar halinde sınırı geçip askerî karakol baskınlarına devam ediyor! Diyelim ki 31 Mayıs gecesi yine sekiz askerin kalleşçe katledildiği İskenderun Deniz Üssü, mevzubahis bölgenin uzağında! Peki, İsrail’den alınan Heronlar ve bölgeyi sürekli gözeten Amerikan istihbarat uyduları, 19 Haziran gecesi Şemdinli sıfır noktasındaki bu toplu terörist hareketi, nasıl görememiş?! Yoksa gördüğü halde ABD ve Kuzey Irak yönetimi bu sınır hareketlerini haber mi vermiyor? Bu durumda buna nasıl “anlık istihbarat paylaşımı” deniliyor? Saldırı sonrası teröristlerin kaçış yönlerini ve nerede saklandıklarını Batman’daki üsse, oradan da Ankara’ya -Genelkurmay’a- ileten Heronlar, neden saldırı öncesinde bunca kalabalık grubun geçişini ve yönünü tesbit edememiş? Türkiye-Irak-İran sınırında “şeytan üçgeni” olarak adlandırılan Şemdinli kırsalında, hududun Kuzey Irak tarafında onbeş kilomete yakınlıktaki Hakurk, Zap, Basyan ve Kandil terörist kamplarının bulunduğu ve PKK’nın geçişlerde sürekli kullandığı bu bölgedeki izleme ve istihbarat paylaşımındaki başarısızlık nereden kaynaklanıyor? İran aman vermiyor, sınırını tutuyor; PEJAK’ın Türkiye’ye sızmalarını ünlüyor. Ama bölgeyi elinde tutan ABD ve güdümündeki Kuzey Irak’taki Türkiye’nin yanıbaşındaki kamplardan büyük silâhlı ve hazırlıklı gruplar halinde sürekli geçişler oluyor; neden? “ABD’nin Türkiye’ye “anlık istihbarat desteği”ne ne oldu?
“DIŞ GÜÇLER”İN DESTEĞİ Bütün Anadolu’yu yasa boğan bu fitne ateşinin, bunca iddialı “anlaşma”, “işbirliği”, “ortak eylem plânı” ve “istihbarat paylaşımı”na rağmen, bu fitne ateşinin neden bir türlü söndürülemediği, terörün neden tırmandığının kamuoyuna açıklanması lâzım. Cumhurbaşkanı, “Türkiye’nin önceliğinin artık terör ve terörle mücadele” olduğunu ilân ediyor. Meclis Başkanı, “Bu mesajlar halkı tatmin etmiyor” deyip Genelkurmay’dan “açıklama” bekliyor. Önümüzdeki günlerde Obama’yla bir defa daha “terörle mücadele”yi ve “istihbarat desteği”ni görüşecek olan Başbakan, “dış güçlerin taşeronu terör örgütünün taşeronluğu”ndan bahsediyor; terörün arkasındaki devletleri nazara veriyor. “Piyon olarak kullanılan terör örgütü yeni ihâle aldı, uyguluyor” diye konuşuyor. “Bazı güçlerin Türkiye’nin önüne taş koyduğu”nu tekrarlıyor… Ancak ne Başbakan’dan ne de hükûmetten sözü edilen “dış güçler”den, “anlık istihbarat paylaşımı” ve “terörle mücadelede işbirliği”ne dair hiçbir açıklama gelmiyor… Gerçekten, çeyrek asırdır başta ABD ve İsrail olmak üzere yabancı devletlerin ve ecnebi istihbarat servislerinin açık askerî, malî, eğitim ve lojistik desteğiyle besletilip palazlandırılan terör örgütü hangi “dış güçler”in taşeronu? Sonra bu “dış güçler”in verdiği “istihbarat”la, “taşeronu” terörle mücadele olur mu? Terörle mücadele, bölge üzerinde hegemonya ve çıkar amelleri olan ecnebilerin insaf ve inisiyatifine bırakılır mı? Ankara’nın âcilen bütün bu soruların cevabını vermesi gerekiyor... 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Normal mi? |
Türkiye’nin cari işlemler hesabı Nisan’da 4 milyar 361 milyon dolar, Ocak-Nisan döneminde ise 14 milyar 251 milyon dolar açık verdi. Normal mi? Geçen yılla karşılaştıralım, kararı siz verin. Bir önceki yılın ilk dört ayında açık 3 milyar 600 milyon dolardı. Artış yüzde 300 olmuş. 2010 programına göre 2010 yılı için öngörülen açık 18 milyar dolar. Her halde yıl yarılanmadan hedef tutturulacak! En iyimser yorumcular açığın 25-30 milyar dolar arasında olacağını tahmin ediyorlar. Karamsarlar ise 40 milyar doları aşacağını düşünüyorlar. Öyle ya da böyle yıl sonu itibariyle hükümetin hedefini aşan bir cari açık bizi bekliyor. Ekonomi gündemini yakından takip etmeyenler için cari açığın tanımını hatırlatalım. Bir ülkenin döviz gideri gelirinden fazla ise cari açık söz konusudur. Tersi durumda ise cari fazladan bahsedilir. Döviz geliri mal ve hizmet ihracatından, gideri ise bunların ithalatından kaynaklanır. Türkiye sürekli olarak kazandığından çok harcayan bir ülke. Yani ihracatından fazla ithalat yapıyor. 4 aylık ihracat gelirimiz TÜİK’e göre 36,5 milyar dolar. Açığımız 14 milyar 251 milyon dolar olduğuna göre ihracat gelirimizin yaklaşık yarısı kadar döviz açığı veriyoruz. Çok fazla. Neden böyle? Ekonominin işleyişi tuhaf. Ekonomi canlandıkça enerji ve yabancı menşeli ara mallara talep artıyor, dolayısıyla ithalatımız büyüyor. İhracatımız ise AB ülkelerinin krizde olması dolayısıyla yeteri kadar artmıyor. Sonuç daha fazla cari açık. Bazı ekonomistler bunu dert etmezler. Onlara göre bu durum ekonominin büyüdüğüne işarettir. Cari açık küçülürse ekonominin krize girdiğini iddia ederler. Bu gözlem doğru görünmekle birlikte kazandığımızdan çok nasıl harcadığımızın da cevabı verilmelidir. Yani değirmenin suyu nerden geliyor? Cevap sıcak paradır. Sıcak para… Paradan para kazanan, istihdam ve üretimle ilgilenmeyen sermaye hareketidir. Bono, tahvil, hisse senedine yönelir. Ülkemize 4 ayda bu şekilde 20,7 milyar döviz girmiş. Giren dövizin 11,7 milyar doları döviz kredisi, 7,2 milyar doları bono, hisse senedi, tahvil, 1,7 milyar doları gayrimenkul ve şirket satın almak için gelmiş. İşte çarkları döndüren, piyasalarda döviz bolluğu yaşatan ve cari açığı finanse eden bu dövizler. Ne zararı var? Var. Şöyle izah edelim. Döviz bollaştıkça ucuzluyor, TL değerleniyor. Bu durum ithal ürünlerin fiyatını ucuzlatırken yerli ürünlerin fiyatını pahalandırıyor. Dolayısıyla yerli üretici iç ve dış piyasalarda rekabet gücünü kaybediyor, malını satamıyor, ihracat gelirimiz düşüyor. Bunun tabiî sonucu cari açık büyüyor. Tam bir kısır döngü. Bu sebeple cari açığın finansmanını uzun süre sıcak parayla sürdürmek çıkar yol değildir. Hükümetler günü kurtarmak ve enflasyonu bastırmak için kurların düşük seyretmesinden memnundurlar. Ancak tehlikeyi fark eden bazı ülkeler artık bu tür sermaye giriş ve çıkışından korunmak için tedbirler almaya başladılar. Brezilya’dan sonra Güney Kore bu ülkelerden. Darısı ülkemizin başına. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Dünya bir tarafa, biz bir tarafa |
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son günlerde ağzından düşürmediği üslûp ilginç bulunuyor. Bu üslûba göre herkes bir tarafa AKP bir tarafa… Erdoğan önce bir açılış sonrasında parti grubunda “Milletim yaşananlara karşı uyanık olmalı. Millî birlik projesine karşı çıkılıyor, bunları görsünler. Anayasa değişikliğine kimler karşı bunları görsünler. Hepsi belgeli... CHP, MHP, BDP, terör örgütü ve İmralı çözüme karşı çıkıyor, karşıda AK Parti var” diye konuştu. Biz söze bir anlam veremedik doğrusu. Muhalefetin görevi iktidarın yanlışlarını ortaya koymaktır. Her partinin de kendine göre bir politikası olmaktadır. Tabi muhalefet de bu görevini yerine getirirken halkın yararına olan şeyleri söylemeli, yapmalıdır. Ancak, Erdoğan’ın kendi partisini bir kenara koyarak diğerlerini ayrı kefeye koyması şaşırtıcı. Eğer Anayasa Mahkemesi aksi yönde bir karar vermezse önümüzde bir referandum var. “Biz” ve “onlar” denilirse, referandumda ancak AKP’nin aldığı oy kadar “evet” çıkar. Acaba diyoruz, başbakan bu sözlerini düşünmeden, bunu göz önüne almadan mı söyledi? * * * “MECLİSİ BASARIZ”A CEVAP BAŞKA YERDEN GELDİ Partisinin grup toplantısında hükümetin icraatlarını yerden yere vuran, Erdoğan’a sert eleştiriler yönelten MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Diyarbakır’da yapılan bir eylemde söylenen “Meclisi basarız, Erdoğan’ı asarız,” gibi sloganlar karşısında Erdoğan’ı korudu. Bunu da, “Siyasî fikirlerine ne kadar karşı olursak olalım, bu ülkenin Başbakan’ına bu sözleri söyleyenlerin hakkından gelmek, muhatapları sussa bile bizim boynumuzun borcu olsun. Erdoğan’ın kendi eliyle azdırdığı bölücülüğe hadlerini bildirmek AKP sinmiş olsa bile bizim iktidarımızın görevi olsun” diyerek dile getirdi. Erdoğan ise konuşmasında BDP’ye ağır eleştireler yöneltti, ancak bu konuya girmemeyi tercih etti. Yani, Erdoğan’ı savunmak Bahçeli’ye düştü. * * * “BEY-EFENDİ” POLEMİĞİ SON SÜR’AT… 1934 yılında yayınlanan kanuna göre “bey, paşa, efendi” gibi tanımlamalar kanunlarda yasak olmasına rağmen bu kanun uygulanmıyor. Bakın, 26.11.1934 tarih ve 2590 sayılı kanunun birinci maddesi nasıl: “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lâkap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmî belgelerde yalnız adlariyle anılırlar…” Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığına seçildikten sonra Başbakan Erdoğan’a “Recep Bey” diye hitap etmeye devam etmesi bu kanunu hatırlattı. Kılıçdaroğlu, bu lâkabın haberlerde yer almasından sonra sık sık kullanmaya başladı. Niye “Recep Bey” dediğine de kendince yorumlar getiriyor. AKP başlarda bu “bey” yakıştırmasını görmezden gelip pek cevap vermiyordu. Ancak sözün meşhur olmasından sonra cevap verme gereği duydular ki, Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz da “Kemal efendi” deyiverdi. CHP’liler bu “efendi” sözüne bozulunca, Kapusuz, “CHP Genel Başkanı nasıl ‘Recep Bey’ ifadesini küçültücü bulmuyor ise biz de ‘efendi’ tabirini küçültücü bulmuyoruz” dedi. Bu yeni polemik daha çok su götürür. * * * CHP DEĞİŞTİ Mİ? Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinden sonra CHP’nin değişeceğini sananlar yanıldı. Yani, CHP’de her şey eskisi gibi, aynı tas aynı hamam… Geçtiğimiz Salı günü, Meclis’te yaşanan bir tartışmada bu konu gündeme geldi. “Millî Görüşçü gömleği çıkarttık” diyenlerle, “biz eskisi gibi değiliz” diyenler arasındaki tartışmayı tutanaklardan aktaralım. Yeni öğretmen ve polis kadrosu verilmesinin görüşüldüğü ve gece 4’lere kadar süren tartışmalarda CHP’nin sık sık “yoklama” istemesi AKP’lileri hayli sinirlendirdi. Kemalettin Göktaş (AKP Trabzon) - Bu Halk Partisi de hiç değişmedi, aynı! F. Mevlüt Aslanoğlu (CHP Malatya) - Önce sen kendini değiştir! Sen kendini değiştir! Ayıptır ya! Ne demek ya “Hiç değişmedi.” Önce kendini değiştir bize lâf atacağına. Muharrem İnce (CHP-Yalova) - Dışarıda dedikodu yapacağına gel de içeriye çalış! İhale takibi yapacağına önce gelip Meclisi takip edeceksin. F. Mevlüt Aslanoğlu - Allah Allah! Gelip oturup oturup burada “Halk Partisi değişmedi.” Ne demek “Değişmedi.” ya? Ayıptır ya! Kemalettin Göktaş - Ayıp ya! Yapma! Bu tartışma bu minval üzere uzayıp gitti… Peki değişen var mı? Ona da millet karar versin… 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Terör ateşinin düşündürdükleri |
Cumartesi sabahından bu yana içimizde bir ateş. Sönmek bilmiyor. Ateş düştüğü yeri yakmadı bu kez, hepimizin yüreğini yaktı. Şehitler gönderildikleri memleketlerindeki halkı galeyana getirdi, öfkeler haykırışlara dönüştü. Türkiye bir anda uzun süredir unuttuğu terör kâbusunun içinde buldu kendisini. Bu olay turnosal kâğıdı gibi Ankara’daki siyasilerin gerçek düşüncelerini ortaya koyuyor. Açılım kapanıyor, savaş tüccarları zafer çığlıkları atıyor, hükümetin terörü iç ve dış olaylarla ilişkilendiren yorumları ses kalabalığında kaybolup gidiyor. Burada birkaç tesbit yapmak istiyoruz. Birincisi; terör örgütü Kürt sorununa yönelik her türlü çözüm çabasının içinde önemli bir etken olduğunu ispatlama gayretine girdi. Kısa ömürlü hafızamızla önceki acı olayları unutmuş politikacıların ‘terörün kökü kazınıyor’, ‘son çırpınışları’ sözlerine kanıp, Güneydoğu gerçeğini, kanlı terör örgütünü besleyen sorunlar bataklığını unutuvermiştik. Örgüt ‘ben varım’ demek için, belli mihraklardan aldığı talimatla yeniden kan gölüne çevirmeye başladı Güneydoğuyu. Korkarız bu ateşin Batıya yayılması, büyük şehirlerde insanları yılgınlığa ve dehşete düşürecek eylemlerin yapılması için çok beklenmeyecek. İkincisi; artık kamuoyu güvenlik güçlerinin yönetim, yerleşim, taktik, korunma ve mücadele yöntemlerini sorgulamaya başladı. 250 kişilik bir grubun sınıra gelişini, bölgedeki stratejik noktalara yerleşmiş gözcülerimizle, insansız neronlarla, uydu istihbaratıyla ve hatta çıplak gözlemlerle nasıl belirleyemediğimiz sorgulanıyor. 250 kişilik bir grubu düşünün. “Bu kadar kişinin nakli, iaşesi, alana yerleştirilmesi, yönetimi ve geri çekilmesi sessizce ve hiç dikkat çekmeden yapılabilecek bir iş midir?” sorusu zihinlerde. Demekki bir yerlerde hata yapmaya devam ediyoruz. Üçüncüsü; bölgemizdeki gelişmelerle terörün artışı arasındaki bağlantıyı artık herkes görüyor. İsrail’le ilişkilerin bozulması, İran’a yaptırım kararına ‘hayır’ deyişimiz, ABD’nin hâlâ kara listede bulundurduğu Suriye ile kardeşlik ilişkilerimiz, hem İsrail’i hem de Amerika’yı çok rahatsız etti. PKK üzerinde hem İsrail’in hem de ABD’nin etkisinin önemli olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Müttefikimizin bu çirkin politikasının bedelini masumlar ödüyor. Dördüncüsü; yalnızca Batı halkı değil, Doğu ve Güneydoğu halkı da terör olaylarının artışından çok rahatsız. Açılımla gülen yüzler, terör olaylarıyla yeniden asıldı ve kaygılar zirveye ulaştı. Zira terör ateşi en çok onları yakıyor. Bir çok kamu hizmeti güvenlik sıkıntısı yüzünden duruyor, piyasa bozuluyor, insanlar ticaretlerini yapamaz hale geliyor, köylerde hayat bir yandan sık sık gelip ellerinde ne varsa alıp giden PKK’lılar, bir yandan onların peşindeki güvenlik güçlerinin arama, tarama ve ‘neden onlara yiyecek verdiniz?’ kuşkulu soruşturmalarıyla cehenneme dönüyor. Batıya göç yeni baştan hızlanıyor. Beşincisi; karanlık odalarda bu senaryoları, artık onlarca yılın deneyimi ile ustalıkla yazıp yöneten, ülkenin kontrolünü yeniden ele geçireceği heyecanıyla, ses kayıtlarına filan aldırmadan haince planlarını yapmaya devam edenler, halka rağmen, millet iradesiyle seçilmiş parlamento ve hükümete rağmen faaliyetlerini tırmandırarak sürdürüyor. Çok bilinmeyenli denklemin daha bir çok yönü var. Hepsi de yüreğimizi burkacak cinsten. Ortada yanlış giden bir şey var. Terörle mücadelede asıl sorumluluğu üstlenmesi gerekenlerin rahat tavırları bizi rahatsız ediyor. Hain komploları planlayanların birkaç gün içinde yeniden sokağa salınması bizi rahatsız ediyor. Kürt halkını temsil ettiğini söyleyenlerin, halka rağmen kanlı terör örgütünün sözcüsü gibi konuşmaları bizi rahatsız ediyor. Velhasıl çok rahatsızız. Yüreğimiz kanıyor. Soğukkanlı bir şekilde olaylara hakim olacağına inandığımız makamların hazırlıksız, telâşlı ve öfkeli görünmesi umudumuzu kırıyor. Rabbimizin bütün bu kirli oyunları bozmasını, bu güzel ülkemizin kısa zamanda terörsüz, huzurlu ve barış dolu günlere kavuşmasını umut ediyor ve dua ediyoruz. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Risâle-i Nur ve psikoloji… |
Ümmeti fesada uğratan ahirzaman fitnesinin ruhlarımızda yaptığı tahribatla, Müslümanlarda feryad ü figânların ne denli yükseldiğini az çok biliyorsunuz. Toplumda ve cemiyeti oluşturan sınıflardaki ruhî ıztıraplarla insanlarımızın 12 Eylül ihtilâlinden sonra haricî dinsizler ve dahilî mülhidlerle Türkiye'de yaygınlaştırılan “dinsiz psikolojik destek” kurumlarına maalesef yöneldiklerini birlikte görüyoruz. “Dinsiz psikolojik destek” ibaresi hoşunuza gitmeyebilir. Daha önceki yazılarımızda belirtiğimiz gibi, aktüel psikolojinin ne İslâmiyetten ve ne de Hıristiyanlıktan hiç, ama hiç destek almadığını, bu kaynaklara hiç müracaat etmediğini bildiğimiz halde. Freud´dan, Jung´dan, Vera Schmidt'ten ve Wilhelm Reich'tan tevarüs ettiğimiz metodlara “dinsiz” demeyeceğiz de, ne diyeceğiz? Türkiye'mizin ve âlem-i İslâmın ifsadı çabalarında 12 Eylül ihtilâli önemli bir kilometre taşıdır. Ruh ve kalplerimizin sistematik olarak taarruza tâbi tutulduğu ve giderek tahribatın arttırıldığı bu tarihe fıtrî sebepler de ilâve edilebilir. Dünya genelinde görülen ulaşım, komünikasyon ve haberleşme inkılâbının sefih, dinsiz ve insaniyet karşıtı organizeli global güçlerce kullanılması, Müslümanı enfüsî dünyasında binlerce dert ve problemle karşı karşıya getirmiştir. Bizim en uzağımızda cereyan eden savaş, problem ve felâketleri medya gözümüze ve kulağımıza sokunca, insanlarımız ekseriyetle kalben ve ruhen hastalandı. İslâm âlemine hükmeden istibdat, cehalet ve zaruret; Müslümanların ruhî ve kalbî hastalıklarına çareyi kendi kaynaklarında aramalarına imkân vermeyince de; dinsiz ve sefih felsefenin paketler halindeki psikolojik destek programlarını önümüzde bulduk. Ruhlarındaki ıztırapla dinsiz felsefenin alet ve efkârına sarılan dindarlarımız, denizden kurtulmak için yılana sarıldılar, diyebiliriz. Halkımızın güzel bir sözüdür: Derdi veren dermanı da verir. Musîbeti gönderen sabrını da gönderir. Önemli olan zamanımızı ve içinde bulunduğumuz şartları tanımaktır. Dermanımız hastalıklarımızın farkına vardığımız yerdedir. Bediüzzaman Hazretleri “Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir. Çünkü bunlar, Risâle-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler” (Kastamonu Lâhikası S. 89) diyerek en doğru bir teşhiste bulunuyor. Bulunduğumuz zamanda ve gelecek zamanlarda musîbetzede insanlığa Kur'ân´ın eczahânesinden mücerreb ilâçlar sunan Bediüzzaman, meseleyi teori ve iddiada bırakmıyor. Herşeyden önce psikoloji ilminin ilgilendiği sahayı ve problemleri az çok biliyoruz. Kabre yaklaştıkça korkuları hastalığa dönüşen insanlarımız ve bilhassa ihtiyarlar, hastalıktan dolayı sıhhat özlemi çeken ve yine ölümden ürperen hastalar, bir-iki dakikalık duygusal mağlûbiyetlerinden dolayı hapishaneye düşmüş mahpuslar, genel ahlâkın çöküşüyle hayattan en fazla tokat yiyen kadınlar ve kanları galeyanda olduğundan serkeşlik edip zayıflara hayatı yaşanmaz hale getiren gençler genellikle modern psikolojinin ilgilendiği sınıflardır. Devletimizin de “çare” zannettiği ve büyük masraflara mal olan bu Avrupaî tedavi metodunun genellikle neticesiz kaldığını neşredilen istatistikler ortaya koyuyor. İnsanlık; ümit yerine şarlatanlığı, samimiyet yerine riyakârlığı, doğruluk yerine yalancılığı ve iktisat yerine israfı prensip edinmiş bu metoda karşılık “yeni bir çare” arayışına girmiş durumda. Zengin-fakir, tahsilli-avam, kadın-erkek ve hatta din-dil-ırk ayrımı yapmadan derdine derman olacak psikolojik tedavi usullerini arıyor. Bediüzzaman'ın Kur'ân ve Sünnetten kaynaklanan Risâle-i Nur eserlerini, müellifin hayatını ve talebelerinin kendisine yazdığı mektupları bir bütün olarak mütalâa edenler, “mu'cizevî psikolojik tedavî çarelerine” rahatça ulaşabilirler. Serseri ve asi gençleri “Gençlik Rehberiyle,” ümitsiz mahpusları “Meyve Risâlesiyle,” kabre yaklaşırken çocuklaşmış yaşlıları “İhtiyarlar Risâlesiyle,” maddî manevî ıztırap ceken hastaları “Hastalar Risâlesiyle” ve sosyal hayatın en mağdurları olan kadınları da “Hanımlar Rehberi” kitabıyla hem tesellî, hem terbiye ve hem de tedavi eden bir Bediüzzaman´ı görmeyen modern psikolojinin gözlerine Risâle-i Nur Külliyatını sokmak gerekmez mi? Yukarıdaki ifadeler yalnızca bir iddia değildir. Bediüzzaman'ın kendisine müracaat eden söz konusu sınıfları yüzde yüze yakın bir başarı ile tedavi ettiğine, onları Kur'ân ve Sünnetin yardımıyla eski hallerinden daha sağlıklı bir şekilde cemiyete kazandırdığına on binlerce şahit gösterebiliriz. Nurlarla maddî manevî sıhhatlerine kavuşanların Said Nursî Hazretlerine gönderdiği teşekkür mektuplarını dikkatlice okuyanlar, söylediklerimizin serapa hakikat olduğunu göreceklerdir. Çocukları da yukarıdaki sınıflara dahil edebiliriz. Modern psikolojinin anne babaların ümitlerini istismar edip umutlarını bitirdiği yerde, aile hayatımızın Risâle-i Nur’la yeniden yeşerdiğini göreceklerdir. Risâle-i Nur’u araştıracak Müslüman psikologlar, Avrupalı meselektaşlarının da istifade edebileceği yep yeni teşhis ve tedavi metodlarını keşfedebilirler. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Yeni Asya ve Elif |
Son dönemlerde gazete için yazdığı seviyeli kitap tahlilleriyle aramıza dönen değerli arkadaşlarımızdan Orhan Güler, Yeni Asya ve Elif için şöyle bir mesaj göndermiş: Elhamdülillah gazetemizden ve sair yayınlarından çok istifade ediyor, siz mübarek/nur kardeşlerimize dua ediyoruz. Hakikaten “Yeni Asya”mız farklı bir gazete. Tabir caizse, logosunun altındaki sloganda olduğu üzere “gerçek’ten haber veri[yo]r,” hakikati yorumluyor. Tabiî ki günümüz “Yeni Asya”sız geçmiyor. hem onsuz günün tadı tuzu bile yok! Günlük ve siyasî hadiseleri hem Nur’un penceresinden takip ediyor, hem de bütün anlamlarıyla Nur’un sevinçli ya da üzücü gelişmelerini gazetemiz sayesinde öğreniyoruz. Hep denildiği üzere, “Yeni Asya”mız, Habibullahın (a.s.m.) çağımızdaki vârisi Üstadımız Bediüzzaman’ın “Kur’ân tefsiri” Risale-i Nur’umuzdaki fikirlerin yayı(n)cısı/dağıtıcısı. Bediüzzaman’ın fahrî başyazarı olduğu tek gazete... “Fark”ı da burada! Başka yayın(cı)ların üzerinde çekinerek durduğu, gerek hak dâvâ adına, gerekse meslek/meşrep adına olsun, “muhalefet yapar gibi” olduğu konularda mâşaallah “Yeni Asya”mız hakkın hatırını hiçbir şeye feda etmeyip herşeyin üstünde tutuyor, hak bildiğini söylemekten yılmıyor, yorulmuyor. Aziz vatanımızda statükocuların, dünyada sömürgenlerin görmezden geldiği, fakat herşeyini de sinsice/gizlice takip etmekten kendisini alamadığı, en çok çekinip korktuğu ekolün Risale-i Nur hareketi olduğu, hepimizin mâlûmu. Bu ekolde de “Yeni Asya” camiasının duruşu ve farklılığındaki haklılığı, geçen onlarca yıldan sonra daha bir pekişiyor ve anlaşılıyor. Dindar cemaatlerde gerçekten “dik duran, fakat dikleşmeyen” bir tavır aranıyorsa, bilhassa bu konuda kimsenin “Yeni Asya” camiasının eline su dökemeyeceği aşikâr. Çünkü kalbimiz gibi, elimiz de temiz! Geride, şimdi yanıp üzüleceğimiz/yakarıp kahrolacağımız kastî/bariz hata(lar)mız yok, herşeyimiz temiz elhamdülillah... Ne demişler: “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” “Eif”e gelince... biz “Elif”i, gazetemiz “Yeni Asya”nın kardeşi/yoldaşı olarak görüyoruz. İnşallah böyle mübarekane yolculuğuna devam eder. Format olarak “Elif,” “Yeni Asya”mızın herhangi bir noksanını kapatmıyor, sadece destek oluyor. Elhamdülillah “Yeni Asya”mız “gazete” sıfatına lâyık bir şekilde 41 yıldır “hakkın, nurun, adaletin, mazlumun sesi” olmaya devam ediyor. Önceki hafta yayınlanan 53. sayısıyla birinci yaşını kutladığımız “Elif” ise, “destek” mahiyetindeki adımlarıyla, ümit bahşeden fidanları/filizleri/incileri ile, kısacası pürnur genç kalemleriyle “Yeni Asya”mızı süslüyor. Başta yayınlayan ve hazırlayanları olmak üzere, tüm yazarlarının gözü/gönlü aydın olsun! Herkese binler teşekkür ve dua... “Elif”imizi bu birinci yaşında tebrik eder, nice yıllar devam etmesini Cenab-ı Haktan dileriz. *** 2 Temmuz’da Şanlıurfa eki 11 Haziran Cuma günü verip bütün Türkiye’ye dağıttığımız Nevşehir ekinden sonra, il eklerinin yine Türkiye geneline dağıtılmak üzere devam edeceğini duyurmuştuk. Şimdi sırada Şanlıurfa var. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın Dergâhı başta olmak üzere birçok mübarek makamı barındıran, Peygamberler şehri olarak bilinen, Üstad Bediüzzaman’ın “taşıyla toprağıyla mübarek” olarak tavsif edip son nefesini de orada vererek berzaha intikal ettiği bu güzide ilimizi bütün yönleriyle tanıtıcı bir muhteva ile hazırlanan ilâvenin, bir “inanç turizmi” rehberi olarak da büyük ilgiyle karşılanacağına inanıyoruz. 2 Temmuz’da vereceğimiz Şanlıurfa ekimizin ardından, Samsun ilimiz de benzer bir çalışmanın hazırlıklarına devam ediyor. Verileceği tarihi bilâhare duyuracağız. 21.06.2010 E-Posta: [email protected] |